Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“Fıkıh”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Gayrımüslimlere ücretle hizmet etmek câiz midir?
    Cevab: İcâre akdinde tarafların aynı dinden olması gerekmez. Müslümanın dârülislâmda gayrımüslime hizmetçilik etmesi câiz değildir. Çünki bu cemiyette hakir görülen bir iştir. Âyet-i kerime, gayrımüslimleri âmir edinmeyi yasaklamaktadır. Bununla beraber sütanne veya hamam tellâkı gibi başka işlerde gayrımüslime ücretle çalışmak câizdir. Ücret ile zimmînin şarabını taşımak, üzümünü toplayıp sıkmak, kilise tamir etmek İmam Ebû Hanîfe’ye göre câiz; İmâmeyne göre mekruhtur. Müslüman müşteriye, gayrımüslimlere veya fâsıklara mahsus elbise ve ayakkabı dikmek mekruhtur. Gayrımüslim kadının Müslüman çocuğa ve Müslüman kadının gayrımüslim çocuğa sütanne olarak tutulması câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bankada çalışıp maaş almak câiz midir?
    Cevab: Bankaların bütün muameleleri hukuka aykırı olmadığından, kazançları da meşru malla karışık bulunduğundan, burada çalışıp maaş almak câizdir. Nitekim kazancı karışık olan, yani serveti meşru ve gayrımeşru mal ile karışmış bulunan kimsenin verdiği şeyin kendisinin gayrımeşru olduğu bilinmedikçe almak ve kullanmak câizdir. İbn Âbidîn, haksız alınan verginin toplanmasında ücretle çalışmak câizdir, diyor. Bu da zaman zaman dine aykırı işler yapmakla emrolunan hâkim, polis, vergi tahsildarı gibi devlet memurları için bir cevaz yoludur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Taşıyıcı annelik câiz midir? Çocuk kimin çocuğu sayılır?
    Cevab: Taşıyıcı anne, eğer sperm sahibi erkekle evli değilse, bu şekilde döllenme câiz değildir. Bununla beraber, çocuğun annesi onu doğuran kadındır; yumurta sahibi kadın değildir. Kur’an-ı kerîmde, “Anneleri, onları doğuran kadınlardır” buyuruluyor (Mücâdele: 2). Başka bir kadından yumurta alınması, organ nakli hükmündedir. Mamafih yumurta sahibi kadınla bu çocuk arasında mahremiyet doğar. Nitekim çocuğu emziren kadın, kemik ve hücre yapısının teşekkülünde rol oynadığı için sütannesi sayılmaktadır. Doğrusunu Allah bilir!
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İnsan klonlamak câiz midir?
    Cevab: Çocuğun dünyaya nasıl geleceği şer’î kaynaklarda açıkça belirtildiği için, insan kopyalama da şer’î hukuka aykırıdır. Hilkati tağyir (yaradılışı değiştirmek) câiz değildir. Ancak bu durumda, doğan çocuk asıl hücre sahibi erkekse onun oğlu, kadınsa kardeşi sayılır. Annesi ise onu doğuran kadındır. Somatik hücrenin kadından alındığı insan kopyalamada çocuk ile hücresi alınan kadın arasında mahremiyet doğar. Nitekim çocuğu emziren kadın, kemik ve hücre yapısının teşekkülünde rol oynadığı için sütannesi sayılmaktadır. Doğrusunu Allah bilir!
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Tüp bebek câiz midir?
    Cevab: Tüp bebek ile nesebin sübutuna fetvâ verilmiştir. Nitekim Şâfiî ulemâsından Şirbînî, bu konuda şöyle der: “Bir kadın ihtilâm olmuş kocasının menisini cinsî uzvuna yerleştirmek suretiyle gebe kalsa, doğan çocuk meşrûdur ve kadın bundan dolayı günahkâr olmaz” (Muğnî'l-Muhtâc.) Hanefîlerden İbn Âbidîn’de de bu yolda izahat vardır: “Bir kadın kocasının veya bir câriye efendisinin menisini, cinsî temas hâricinde rahmine akıtır ve hâmile kalırsa, bu çocuğun nesebi sâbit ve gerekirse iddet icab eder”. Bu sun’î ilkahın (yapay döllenmenin) yabancı kimseler arasında cereyan etmemesi de şarttır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Dârülharbde kaçak elektrik kullanmak câiz midir?
    Cevab: İbn Âbidin diyor ki: “Bir topluluktan, haksız yere bir vergi, haraç veya rüşvet istenirse; kendine düşeni vermek câizdir. Vermeyip, bunu kendisinden def etmek daha iyidir. Çünki zulmü hususunda zâlime yardım sayılır. Elverir ki bu durumda kendisine düşen hisse ötekilere yüklenmesin. Yani bir köye beşyüz altın haksız vergi konulsa, o köy halkından her biri bu vergiye iştirak etmek zorundadır. Çünki vergi maktudur ve vermeyenlerin hissesi diğerlerine yüklenecektir. Maktu değil de, şahıslar üzerine konulan haksız vergiyi, sahte para ile ödemek veya üzerinden herhangi bir şekilde atmak câizdir”. Elektrik şirketleri harcadıkları parayı abonelere yüklediği için, kaçak elektrik kullanmayıp abone olanlar, hem kendi sarfiyatların, hem de kaçak kullananlarınkini ödemek mecburiyetinde kalıyor. Bu sebeple kaçak elektrik kullanmak câiz değildir. Muayyen sayıda kişinin kazanacağı imtihanlarda kopya çekmek de buna benzer.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Başkasına ait CD, kitap gibi şeyleri kopyalayıp satmak câiz midir?
    Cevab: Te’lif hakkı bir mal olmadığından Hanefî mezhebinde satılamamakla beraber para karşılığı ferağ edilebilir. Başkasına ait CD, kitap gibi şeyleri ticaret maksadıyla kopyalamak ve satmak câiz değildir. Bilgiyi öğrenmek maksadıyla almak herkese câiz ise de, bundan maddî intifâ (faydalanma) ancak sahibinin rızâsı ile mümkündür. İmam Ahmed bin Hanbel’den, “Hadîs-i şerîf yazılı bir kâğıt bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi?” diye sorulduğunda, “Hayır” cevabını vermiştir. (Kimyâ-yı Saâdet). İslâm dünyasında ilk olarak Osmanlı Devleti’nde 1852 yılında Encümen-i Dâniş nizamnâmesiyle te’lif ve tercüme hakkında düzenleme yapılmış, 1911 yılında da hakk-ı te’lif kanunu çıkarılmıştır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Alış-veriş yaptığımızda, akdin zamanında ifa edilmemesi sebebiyle zarara uğruyoruz. Bunun için karşı taraftan cezaî şart veya gecikme fâizi isteyebilir miyiz?
    Cevab:

    Semene mahsub edilmek, akid bozulursa karşı tarafta kalmak şartıyla pey ve pişmanlık akçesi (kaparo) verilmesi veya akdin zamanında ifa edilmemesi hâlinde ceza ödemeyi baştan şart ve taahhüt etmek câiz değildir. Akid bozulursa veya ifa edilmezse, alacaklı bunu talep edemez, aldıysa iade eder. Çünki borç zamanında ödenmezse alacaklı hemen icrâya başvurabilir. Gerekirse borçlunun bu kıymette bir malına el koyabilir. “Sattığın koltuk takımını şu tarihe kadar teslim etmezsen, şu kadar ceza ödeyeceksin” gibi bir şart böyledir. Su, elektrik, havagazı, telefon faturalarını zamanında ödemeyip gecikme fâizi vermek zorunda kalmak da böyledir. Ancak satım akdi yapılıp, kaparo birinci taksit olarak verilmiş ise, alıcı da satıcı da geri dönemez; kaparoyu isteyemez. Geri kalan alacağı için icrâya başvurur. Malı da o zamana kadar elinde tutabilir.
    Hanbelî mezhebinde akid sahih olursa semene mahsub edilmek, sahih olmazsa satıcıda kalmak üzere verilen paraya urbûn denir. Bu bakımdan akid zamanında îfâ edilmezse veya bozulursa karşı tarafa bir meblâğın cezâî şart (gecikme fâizi) olarak ödenmesinin önceden şart koşulması veya alıcı vazgeçerse kaparonun satıcıda kalması şartı, Hanbelî mezhebine göre câizdir. Bin lira peşinat verip mal alsa, zamanında geri kalanı ödemese ve malı almaktan da kaçınsa, üç mezhebde satıcı geri kalan alacağı için icrâya müracaat eder. Parayı alana kadar da malı elinde tutabilir. Hanbelî’de satıcı akdi feshedip bu parayı alabilir.
    İcrâ dairesindeki işlerin uzun sürmesi ve yüksek enflasyon gibi haller sebebiyle zarara uğrama mevzubahis ise Hanbelî mezhebi taklid edilebilir. Dört mezhebde de alacağın her zaman altın üzerinden kıymeti istenebilir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sayfiye evimizin bitişiğinde boş bir arsa var. Sahibi var; fakat gelip gitmediği için bilinmiyor. Bu arsayı ekip biçebilir miyiz?
    Cevab: Bu adam arsa sahibinin vekili değildir. Elinde emanet de değildir. Mecelle’nin 96. maddesinde, “Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın âhar bir kimsenin tasarruf etmesi câiz değildir” diyor. İbni Âbidin der ki, “Bir kimse başkasının tarlasını ekse, ektiği tarla, o kimsenin tarlası ise ve ziraat için hazırlamışsa, kiracı sayılır. Ücret hususunda da örfe bakılır. Ziraat için hazırlamamışsa, kiraya verecek ise, mahsul ekenindir; tarla sahibine ecr-i misl (emsal kira) öder. Kira için de hazırlanmamışsa, boş duruyorsa, ekmek tarlaya noksanlık vermişse, bu noksanlık tazmin edilir”. (İbni Âbidin, Gasp bahsi). Netice itibariyle sahibi bilinmeyen arsa, eğer sahibinin izin vereceği iyi biliniyor veya çok zannediliyorsa, arsaya zarar vermeksizin ekilip biçilebilir. Arsanın kıymetinde noksan olmuşsa, tazmin eder. Arsa sahibi baştan veya sonradan izin verirse günah ve tazmin gerekmez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Namazdan sonra imamın yüksek sesle aşir okuması meşru mudur?
    Cevab: Bir imam her sabah cemaatiyle beraber Ayete'l-Kürsiyi, el-Bakara Sûresi'nin sonunu, Şehidallahu ve benzerini açıkça okumayı adet edinmişse; okuyuşunda herhangi bir beis yoktur. Fakat gizlice okuması daha üstündür. (İbn Âbidîn, Alış-veriş faslı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hayat sigortası fonunda paramız var. Ayrıca Emekli Sandığı’nda maaşımızdan yapılan kesintiler birikiyor. Bunların zekâtını verecek miyiz?
    Cevab: Tekâüt sandığı ve hayat sigortası fonunda biriken paralar, rehin verilen mala veya mükâteb, yani efendisiyle belli bir meblağı ödeyince hürriyetine kavuşmak üzere anlaşma yapan kölenin kazandığı mallara kıyas edilmiştir. Nasıl ki bunlar nisâba katılmıyor ve zekâtı da verilmiyorsa, tekâüt ve hayat sigortası fonunda biriken paraların da ele geçmedikçe zekâtının verilmesi gerekmeyecektir. Çünki zekât vermek için hem mal, hem de mülk olması, yani elinde ve salâhiyetinde bulunması lâzımdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında 4. asırdan sonra müctehid kalmadığı ve ictihadın kesildiği yazmaktadır. İnsanların ihtiyaçları arttıkça yeni meseleler ortaya çıktığına göre, bunlar nasıl halledilebilir?
    Cevab: Dördüncü asırdan sonra, mutlak müctehid kalmamış ise de, mezhebde müctehid kalmadığı söylenemez. Böyle olmayan İslâm hukukçuları bile, tarih boyunca kendilerinden çözümü istenilen meselelerde, kendilerinden önceki ulemânın kitaplarındaki benzer meselelere kıyas yaparak fetvâ verebilmişlerdir. Gerek nasslarda, gerekse eski fıkıh metinlerindeki ibâreler, yeni buluşlar ışığında yeniden tefsire tabi tutularak, ortaya çıkan meselelerin İslâm hukukuna uygun bir şekilde halledilmesi mümkündür. Nitekim büyük Hanefî hukukçusu Kemal İbnü’l-Hümâm (861/1456), imamın namazda gereğinden fazla bağırarak okumasının namazı bozacağını söylemiş; bunu da namazda ağlamaya kıyas etmiştir. İbn Nüceym ise, dörtyüz yılından sonra kıyas kesildiği için kimsenin bir meseleyi diğer bir meseleye kıyas etmeye hakkı olmadığını söyleyerek İbnü’l-Hümâm’a itiraz etmiştir. İbn Âbidîn, bunun kıyas değil, müctehidin sözünün tazammun yoluyla delâlet ettiği mânâyı açıklamaktan ibaret olduğunu söyleyerek İbnü’l-Hümâm’ı desteklemiştir. Selef-i sâlihîn denilen ilk devrin müctehid âlimleri, kıyâmete kadar meydana çıkacak her meselenin hükmünü verebilmek için, umumî usuller, metodlar, prensipler kurmuştur. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu usulleri kurmaya yarayan temel ölçülerdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Organ nakli câiz midir? Kıyamet günü bedenler tekrar yaratıldığında insanın o organı eksik kalmayacak mıdır? İnsanın başkasına verdiği organı ile günah işlenirse, organı veren mesul olur mu?
    Cevab:

    Hazret-i Peygamber, “Ey Allahın kulları! Hasta olunca, tedâvî ettiriniz! Çünki Allahü teâlâ, hastalık gönderince, ilâcını da gönderir” buyuruyor. Müslüman, mütehassıs tabip, şifa vereceğini ve başka ilacı olmadığını söyleyince, hastanın idrar, kan, şarap içmesi, leş yemesi câiz olur. Ulemâ, Hazret-i Peygamber’in, “Allah, haram kıldığı şeyde, şifâ yaratmamıştır” hadîsini, şifâlı olduğu kesin bilinmeyen haramlara hamletmişlerdir. Kadının sütünü satmak bâtıldır. Müslüman ve mütehassıs tabib (tabib-i müslim-i hâzık), kadın sütünün muhakkak iyi edeceğini ve başka ilacı olmadığını söylerse; hastanın, kadın sütü içmesi ve satın alması câiz olur. Kan vermek de böyledir.  Bir organı kurtarmak, hayatı kurtarmak gibi zarurîdir. Çocuğun yaşayacağı ümid edildiği zaman, çocuğu annesinin karnından çıkarmak için, ölmüş olan annesinin karnını yarmak câiz olur. İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe, bu sebeple, bir kadının karnının yarılmasını emretmiş, kurtarılan çocuk çok zaman yaşamıştır. (İbn Âbidin; İbn Nüceym, Eşbah).
    “Ben öldükten sonra, kanımın ve organlarımın, hastalara, yaralılara verilmesini istiyorum” demek câiz değildir. Çünki organlarını vakfetmek, hibe etmek, âriyet vermek yahud vasıyyet etmek câiz değildir. Bunların üçünün de sahîh olabilmeleri için, mütekavvim mal ile yapılmaları lâzımdır. Hür insan ve hiçbir parçası mal değildir. Harbde esîr alınan kölenin ve câriyenin, yalnız canlı olan bütün bedenine mal denilmiş ise de, organları ve ölüleri mal sayılmamıştır. “Ben öldükten sonra, kanımın, uzuvlarımın bir müslümana verilmesinde zaruret olursa, verilmesi için, izin veriyorum” demek câiz olur.
    Organını vermiş olan kimse, ölümden sonraki dirilişte bu organdan mahrum kalmaz. İmam Gazâlî hazretleri, “Bir insanın çeşitli yaşlarındaki bedenleri başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır. Bu yazımız anlaşılınca, insan insanı yerse, yenilen organın, hangi insan ile yaratılacağı, yiyen ile mi, yoksa yenilen ile mi birlikte yaratılacağı gibi sorulara lüzum kalmaz. Çünki, o uzuvların kendi değil, benzerleri yaratılacaktır” buyurmaktadır (Kimya-yı Seadet).
    Günahı işleyen organ değil, beyin ve kalbdir. Bu sebeple organı veren mesul olmaz. Kan ve organın verildiği kimsenin Müslüman olup olmaması da bir ehemmiyet taşımamaktadır. İnsanlar Allah’ın ev halkıdır. “Allah’ın mahlûklarına acıyana, Allah da acır” hadîs-i şerifi meşhurdur. Kaldı ki gayrımüslimin sonradan Müslüman olup olmayacağı bilinmez.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında bir mescidin altı ve üstü de mesciddir, yazıyor. Bugün bazı apartman katlarında mescidler vardır. Bunlar şer’î mescid sayılır mı? Bunlarda cemaat olmak, Cuma kılmak, i’tikâf etmek sahih midir?
    Cevab: Evlerin alt veya üst katlarının mescid olarak vakfı İmamı A’zam'a göre câiz değildir. Çünki vakıf eserin arza kadar altı ve göğe kadar üstü de o gayrımenkule tâbi’dir. Ancak Bağdad ve Rey şehirlerindeki mesken sıkıntısını gören İmameyn ve diğer üç mezheb imamı, evin bir katının mescid yapılmasına cevâz vermiştir. (İbn Âbidîn.) Ancak bu mescidin, bugünki apartman daireleri gibi ayrı bir kapısı olmalı; mescide gelenler, başka bir evin içinden geçmek zorunda kalmamalıdır. Bunlarda cemaat olunabilir ve Cuma kılınabilir. Beş vakit cemaatle namaz ve Cuma namazı kılınan mescidlerde her çeşit i’tikâf edilebilir. Vakıf mescid inşa edilirken altına veya üstüne, vakfa faydalı depo, dükkân, ev yaptırılabilir. Kirâlanan bir arâzi üzerine yapılan mescid vakıf olabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir Müslüman, Müslümanların hâkimiyetinde olmayan bir ülkede yaşayabilir mi? İslâm ülkesine göçmek zorunda mıdır?
    Cevab: İbn Âbidîn hazretleri diyor ki: Bir İslâm ülkesi, gayrımüslimler tarafından işgal edilse ve işgalcilerin tayin ettiği hâkimler, burada İslâm ahkâmını tatbik ediyorsa, orası İslâm ülkesi olarak kalmaya devam eder. Burada yaşayan müslümanlar kendi aralarından birini müftü, emîr, hâkim tayin ederler ve bu kimse ahkâm-ı islâmiyeyi icrâ eder. Buna da imkân olmazsa, orası İslâm ülkesi olmaktan çıkar ve müslümanlar için esâret statüsü söz konusu olur. Esâret hayatında, esîrler, her istediği zaman oradan çıkmaları mümkün olan müslüman müste’menler gibi değildir. Orada müslüman olan kimselere benzerler. Bunların tâbi olduğu hükümler, İslâm ülkesinde yaşayan müslümanlardan biraz farklıdır. Meselâ bunlar hakkında had ve kısas cezaları tatbik olunmaz. Abdülganî Nablusî de, “Bu durumda, yani başta müslüman idarecilerin bulunmadığı esâret durumunda, hâkimin hükmüne gerek olan yerlerde, meselâ yetimlerin evlendirilmesi, mallarının idaresi, nikâhda tefrike karar verilmesi, müşterek mülkde tamire karar verilmesi gibi hallerde, halkın ulemâya tâbi olması gerekir. Nitekim o beldede bulunan sâlih bir din adamı, müslümanları idare eder, bu gibi hukukî meseleleri çözer, böylece hâkim (kâdı) vazifesi görmüş olur” diyor (el-Hadîkatü’n-Nediyye). İsmail Hakkı Bursevî der ki: Bir şehirde şer’ ile ikâmet mümkin olmıycak, oradan şehr-i âhere hicret gerekdir. Yani bir beldede ahkâm-ı islâmiyeye uyarak oturmak mümkün olmazsa, başka beldeye hicret edilir. (Kenz-i Mahfî, Mebhas-i sâmin sonu.) Nitekim Hazret-i Peygamber, Mekke’de müşriklerin baskıları dayanılmaz hale geldiği bi’setin beşinci yılında, ilk Müslümanlara, Hıristiyan bir hükümdarın hâkim bulunduğu Habeşistan’a hicret etmelerini söylemiş; bunlar Habeşistan’da birkaç sene rahat yaşamışlardı. Yine Hazret-i Peygamber, Sahâbe’den Huzeyfe’ye, fitne zuhurunda, müslümanların cemaati ve hükümeti bulunmadığı zaman, gerekirse dağda yaşayıp insanların arasına karışmamasını emr buyurmuştur. Bütün bunları nazar-ı itibare alan İslâm uleması, “Bid’at ve fıskın çoğaldığı yerlerde oturmak nehyolundu. Dinini muhafaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih kimse kalmayıp, fesad ve bid’at artınca, tatlı dille de olsa kendisini koruyamıyorsa, dinini izhar edemiyorsa, mahkeme vâsıtasıyla da kendisini koruyamıyorsa, evine çekilir, insanların arasına karışmaz. Evine de saldırılırsa, başka mahalleye hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek gerekir. Bütün şehirlerde, müslümanlara saldırılıyorsa, başka İslâm ülkesine hicret edilir. İslâm devleti yoksa, insan haklarına riayet edilen, ibâdet etmek serbest olan bir kâfir memleketine yerleşmek lâzım olur” demişlerdir. İngiltere, Kanada ve Birleşik Amerika gibi insan haklarına saygı gösteren ülkelerde, hatta Yahudîlerin hâkim olduğu İsrâil’de yaşayan müslümanların, adına İslâm ülkesi denilen bazı Arap ve Afrika devletlerindeki dindaşlarından çok daha rahat yaşadıkları ve dinlerini izhâra kâdir oldukları malumdur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Cuma namazından sonra zuhr-ı âhir denilen namaz bid’at mıdır? Kılınmasa olmaz mı?
    Cevab: Cuma günleri zuhr-ı âhir (âhir zuhr, son öğle) denilen namazın kılınması zaruret sebebiyle kabul edilmiştir. Çünki Cuma namazının sahih olabilmesi için, namazın kılındığı yerin şehir olması, namazı sultanın veya nâibinin kıldırması gibi şartların yanında, bu namazın bir beldede tek bir câmide kılınması gerekir. Bunun için Anadolu’da Cuma namazları şehir ve kasabaların Câmi-i Kebîr (Ulu Câmi) adı verilen en merkezî büyük câmiinde kılınırdı. Rivâyete göre, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe, Cuma günleri Dicle üzerindeki köprüyü kaldırtır, böylece Bağdad iki şehir hâlini alarak her birinde Cuma namazı kılınırdı. Sonraları şehirlerin büyümesi ve müteaddid câmilerde Cuma namazı kılınmaya başlanması üzerine ulemâ Cuma namazının sahih olmaması tehlikesine binâen o günki öğlenin farzı yerine geçecek “zuhr-ı âhir” adıyla dört rek’atlık namaz kılınmasını ictihad etmiştir. Dârülharbde Cuma namazı farz olmamakla beraber Müslümanlar toplanıp kılarsa, sahih olur. Bunu da özürsüz terk etmek câiz olmaz. (İbn Âbidîn).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hilâli gözetlemeden hesapla Ramazan orucuna veya bayrama başlamak câiz midir?
    Cevab:

    İslâm hukukunda mukaddes günler, dolayısıyla oruç, hac ve kurban,  hicrî takvime göre, yani ayın hareketleri esas alınmak suretiyle taayyün eder. Hicrî yıl on iki aydır. Her ayın başlaması hilâlin görülmesiyle başlar. Yani Ramazan ve Zilhicce aylarının da başlaması ancak rü’yet ile olur. Ulemânın ekseriyeti “Hilâli görünce oruç tutun, hilâli görünce iftar edin” hadîsini nazara alarak “bu hususta hesaba itibar edilmez” demişlerdir. Hesap ile ancak hilâlin görülebileceği tarih tesbit edilebilir. Hilâli gören iki kişi hâkim huzurunda şâhidlik edince bu hüküm ilan edilir ve herkesi bağlar. Şer’î hâkim olmayan yerlerde, herkes kendi gördüğü ile amel eder. Ancak hilâlin çıplak gözle görülebilmesi ise, bir takım fizikî şartlara bağlıdır. Evvelemirde hilâlin ne zaman ve nereden görülebileceğini iyi bilmek lâzımdır. Ufku açık olmayan (tepeler, yüksek binalar bulunan veya seması bulutlarla kaplı) şehirlerde, hava kirliliği, rutubet ve şehir ışıkları da eklenince rü’yet mümkün olamaz. Bu gibi hallerde, ulemâdan hilâlin görülebileceği zamanı tesbit eden hesaba itibar edilebileceğine kâil olan, Hanefîlerden Muhammed İbn Mukâtil er-Râzî (242/856) ve Rey kâdısı Abdülcebbar (415/1025) ile Şâfi’îlerden Sübkî (756/1355) gibi zâtların kavilleriyle amel etmek zarureti hâsıl olmuştur. Bunlar: “hilâlin görülebileceği zamanı hesab eden kimse (tecrübeli bir muvakkit), buna göre oruca başlayabilir” demektedir. Hacc ve kurban da böyledir. Ancak bunlarda ihtilaf-ı metâliye itibar edilir; yani her beldeye göre ayrı ayrı hilalin görülmesi muteberdir. Halbuki dünyanın bir yerinde hilâl görüldüğünde, başka yerlerde de Ramazan ayı başlar. Hanefî âlimi Şürnblâlî’nin (1069/1658) Vehbâniyye şerhinde de bu yolda bilgiler bulunmaktadır. Zaruret ve ihtiyaç halinde zayıf kavillerle de amel edilir. Üstelik bu, hilâlin doğmasını değil de, görülmesini esas alan hadîsin maksadını gerçekleştirmeye de elverişli bir hükümdür. (İbn Âbidîn).
    Türkiye’de ve dünyanın hemen her yerinde bir zamandan beri bu kavle uygun olarak kamerî aylar rasathâne tarafından bir cedvel hâlinde tayin edilmektedir. Fıkıh kitaplarındaki bilgilerden anlaşılıyor ki: Bir şehirde, Ramazan orucuna, hilâli görmeden başlayıp, yirmidokuzuncu gecesi bayram hilâli görülürse, Şaban ayı rü’yet ile başlamış ise, bayramdan sonra bir gün kazâ edilir. Rü’yet ile başlamamış ise, iki gün kazâ tutulur. Mesela hesapla 6 Haziranda başlayacağı bulunan Ramazan ayı rü'yetle 7 Haziranda başlasa ve 29 gün değilde 30 gün çekse Ramazanda 28 gün oruç tutmuş olur. Oruç tutulması gereken Ramazanın son iki günü oruç tutulmamış olur. Ramazanın tamamı doğru günlere denk gelse bile, oruç tuttuğu bir ayın ilk ve son günlerinin Ramazana tesadüf ettiği şüphelidir. Ramazan olduğu şüpheli günlerdeki oruç sahih olmadığı için, yine iki gün kazâ eder. (Fetâvâ-yı Hindiyye; Ni’met-i İslâm, Kitâbü’s-Savm.) Bundan anlaşılıyor ki, Ramazan orucuna, gökte hilâli görmekle değil de, önceden hazırlanmış takvimlere göre başlayanların, bayramdan sonra iki gün kazâ niyetiyle oruc tutmaları icab eder.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Halifeler Kureyş’tendir mealinde bir hadîs-i şerif bulunduğuna göre, Osmanlı padişahlarının halifelikleri sahih olmuyor mu?
    Cevab:

    Bazı İslâm hukuku kaynaklarında devlet başkanının (halîfenin) Kureyş kabîlesinden olma şartı zikredilir. Bu da, Hazret-i Peygamber'in “İmamlar, halîfeler Kureyştendir” hadîsine dayanır. Ancak, Iraklı Ebû Bekr Bakıllânî (403/1012) ve Buharalı Sadrü’ş-şeria es-Sânî (747/1346) gibi sonra gelen hukukçular, halîfenin Kureyşîliğinin artık şart olmadığı görüşündedirler. Büyük tarihçi ve hukukçu, Mısır’da Mâlikî kâdısı İbn Haldun’un (808/1405) Mukaddime’sinde, bu husus güzel izah edilmiştir. Nitekim halîfenin Kureyşîliğini şart görmeyenler, bunu Kureyş'in asabiyyetiyle açıklar ve o zaman için en şerefli kabîlenin Kureyş olduğunu, halkın bunlardan başkasına itaat etmeyeceğini, halka söz geçirmeye ancak Kureyş'in muktedir olduğunu söylerler. Nitekim Hazret-i Ömer'in “Halk Kureyş'den başkasına boyun eğmez” sözünde de bu husus îfâde edilmiştir. Çünki halîfenin en mühim hususiyeti, kudret sahibi olmasıdır. İslâm hukukçularının bir kısmı da, zikredilen prensibi, halîfeliğe lâyık kimseler arasında Kureyşli de varsa, onun öne alınması şeklinde anlarlar. Bazı hukukçular ise bu prensibin sadece Hulefâ-yı râşidîn için söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber “Başınızda Habeşli bir köle bile olsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz” buyurmuştur. Zaten Sahâbe ve Ehl-i beyt, Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra dünya yüzüne dağılarak İslâmiyeti yaymaya çalıştığı için, bir süre sonra neseben Kureyşli olanların tesbiti de zorlaşmıştı. Hulefâ-yı râşidîn, Emevî ve Abbasî halîfelerinde bu şart gerçekleşmiş; bundan sonra gerçekleşmesi ise neredeyse muhal bir hale gelmişti. Bu prensip, yirminci asır başlarında, Osmanlı hânedânının halîfeliğinin gayrı meşruluğunu ileri sürerek, halîfenin dünya müslümanları üzerindeki nüfuzunu yok etmek isteyen emperyalistler tarafından propaganda maksadıyla sıkça gündeme getirilmiştir. Osmanlı hükûmetinin bunu fazla ciddiye almadığı anlaşılıyor. Bu arada ulemâ, halîfelik için Kureyşîliğin şart olmadığını bir kere daha ifâde etmişler; hatta Arap ulemâsından Osmanlı hânedânının Ehl-i beyt-i nebevîden olduğunu, dolayısıyla Kureyşîliğini müdâfaa eden zâtlar çıkmıştır. Çelebi Sultan Mehmed'in annesi Devletşah Hâtûn, Germiyan âilesindendir. Bunun da annesi Mutahhara Hâtûn, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızıdır. İşte Sultan I. Mehmed ve kardeşlerinin çelebi ünvanıyla anılması da buradan gelmektedir, çünki Mevlânâ soyundan gelenlere çelebi denir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de Sıddıkî olup, Hazret-i Ebû Bekr'in 12. kuşaktan torunudur. Ayrıca anne ve nine cihetlerinden soyu, İbrâhim bin Edhem yoluyla Hazret-i Ömer’e; İmam Serahsî yoluyla da Hazret-i Fâtıma’ya, böylece Hazret-i Peygamber’e ulaşıyor. Buna rağmen, hânedânın, tarih boyunca bu hususiyetini ön plana çıkarma ihtiyacı duymadığı da rahatlıkla söylenebilir. Çünki ulemâ, artık hilâfet için Kureyşîliği bir şart olarak görmemektedir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İslâm ülkesinde tek bir halife olması lâzım gelirken tarihte çeşitli İslâm devletleri var olmuş ve bunlar halifeyi hükümdar olarak tanımamıştır. Bu meşru mudur?
    Cevab: Aynı zaman içinde tek bir halîfenin halîfeliği meşru iken, zamanla sınırların genişlemesi ile çeşitli beldelerde emîrü’l-mü’minîn veya halîfe adıyla müteaddit hükümdarlar ortaya çıkmıştır. Bu hâdise ilk defa Abbasî halîfesi Râdî zamanında (325/937) vuku’a gelmiştir: Bağdad’da Râdî, Endülüs’de Abdurrahman ve Kayruvan’da Mehdî emîrü’l-mü’minîn olarak tanınmışlardır. Bunun üzerine ulemâ, hilâfetin tek bir şahsa münhasır olmadığını söylemiş; her beldenin hükümdarının meşru olarak başa gelmesi ve hilâfet için aranan şartları hâiz olması durumunda, meşru halîfe sayılacağına fetvâ vermiştir. İki halîfenin bir arada bulunmasının memnuiyyetinin, aynı zamandaki bir hükümete, bir beldeye mahsus olduğunu beyan etmişlerdir. İslâmiyette halîfelik, papalık gibi ruhânî bir makam değildir; yalnızca devlet başkanlığıdır. Ancak müslümanlar İslâm tarihindeki geleneğe uyarak Bağdad’daki (Moğol istilâsından sonra da Mısır’daki) halîfenin manevî otoritesini tanımışlar, hakikatte devlet idaresi görünüşte halîfeye bağlı hükümdarlar tarafından icra edilmiştir. Zamanla (XVIII. asırdan itibaren) Müslümanların yaşadığı bazı toprakların gayrımüslimlerin eline geçmesiyle, Osmanlı padişahı bu topraklarda yaşayan Müslümanların dinî ve dünyevî menfaatlerini koruma fırsatı hâsıl etmek için, tamamen pratik mülahazalarla, onlar üzerinde halîfelikten gelen bir manevî/ruhânî otorite iddiasında bulundu ve bunu dünya devletlerine de kabul ettirdi. Böylece o zamana kadar ancak kendi toprakları üzerinde yaşayan halkın dünyevî otoritesi bulunan halîfe, bu topraklar dışındaki Müslümanlar üzerinde, Papa’nın kendi devleti dışındaki Katolikler üzerindeki otoritesine benzer bir şekilde ruhânî bir mevki iktisap etmiş oldu.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Halifenin seçimle gelmesi gerekirken, Emevîlerden itibaren bu usul terk edilmiştir. Bunun meşru bir mesnedi var mıdır?
    Cevab:

    İslâm hukukunda devlet başkanı (halîfe) “ehlü’l hall ve’l akd” denilen yüksek seçmenler heyetinin seçimi (bi’ati) ile veya halîfenin istihlâfı, yani yerine veliahd göstermesi yoluyla başa gelir. Hukukçular, cebren, zor kullanarak başa geçen bir kimsenin halîfeliğini, eğer halîfelik şartlarını taşıyorsa, zaruret ve maslahat sebebiyle meşru görmüşlerdir. Aksi takdirde devletin dirliği ve milletin birliği bozulacaktır. Hulefâ-yı râşidîn devrinde, Asr-ı saadete yakınlığı itibariyle, insanlar din ve ahlâk prensiplerine hürmetkâr idiler. Adaletten ayrılmaz, hukuka kendiliklerinden itaat ederlerdi. Ancak bu devrin sonunda vuku bulan feci hâdiseler, bilhassa üç râşid halîfenin katledilmesi, artık insanların ancak zor kullanarak yola getirilebileceğini göstermiştir.
    Şah Veliyyullah Dehlevî diyor ki: Nitekim Hazret-i Peygamber’in üç türlü vazifesi vardı: Birincisi, Kur’an-ı kerîm ahkâmını bütün insanlara tebliğ etmek, bildirmek idi. İkincisi, Kur’an-ı kerîmin manevî ahkâmını, yani Allah’ın zâtına ve sıfatlarına ait marifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine yerleştirmektir. Buna ihsan (irşad, tasavvuf) denir. Üçüncüsü, Kur’an-ı kerîmin  ahkâmını, vaaz ve nasihat ile yapmayan müslümanlara, kuvvet kullanarak, zor ile yaptırmaktır. Buna saltanat denir. Hazret-i Peygamber’den sonra gelen dört halîfeden her biri, bu üç vazifeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasan’ın halifeliği zamanında, fitneler çoğaldı. İslâmiyyet üç kıt’aya yayıldı. Resûlullah’ın nuru, yeryüzünden uzaklaştı. Sahâbe-i kirâmın sayısı azaldı. İnsanlar artık baştakilere gönülden itaat etmemeye başladı. Böylece bu üç vazifeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Usul ve fürû’ ahkâmını tebliğ vazifesi, din imamlarına, yani müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden iman bilgilerini bildirenlere mütekellimîn; fıkıh bilgilerini bildirenlere fukahâ denildi. İkinci vazife, Ehl-i beytin oniki imamına ve tasavvuf büyüklerine verildi. Üçüncü vazife, yani dinin ahkâmını kuvvet, satvet ve saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara, yani hükûmetlere verildi. Böylelikle hilâfet saltanata dönüşmüş oldu. Bu halifelere melik-i adûd denildi. Bunlara mecâzen halîfe denilmiştir (İzâlet’ül-hafâ). Melik-i adûdun ne demek olduğu Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları adlı kitabında güzel izah edilmiştir.
    Hilâfetin saltanata dönüşeceğine, çeşitli hadîslerde de işaret vardır. Nitekim bunlardan “Benden sonra hilâfet otuz senedir, sonra melikler gelir” hadîsi meşhurdur. Bu söz, Hicret’in otuzuncu senesinden sonra fitnenin zuhur edeceğine, insanların adaletten ayrılacağına, onların zorla yola getirilebileceğine delâlet eder. Halîfeliğin saltanata dönüşmesi, sulh ve sükûnun sağlanmasından sonra yeni fetihler ve medeniyetin inkişafını temin ettiği için İslâm tarihinde çok müspet bir rol oynamıştır. Öyle ki, İslâm devleti, maddî bakımdan, Dört Halîfeler devrinden bile çok daha yüksek bir seviyeye gelmiştir. Bunun için hukukçular, zorla başa geçen kimse, halîfelik sıfatlarını taşıyorsa meşru halîfedir; taşımıyorsa da cemiyetin büyük zarara uğramaması için kendisine ısyan  edilmez, hükmünü vermişlerdir. Çünki zulmünden dolayı sultana isyan, her iki taraftan da çok kan dökülmesine ve sultanın zulmünden daha çok zarara sebep olur (Berika). Kaldı ki zorla başa geçen kimse, halîfelik için lüzumlu olan ilk ve en önemli şart olan kudreti hâiz olduğundan, eğer halîfelik için gereken, müslüman, erkek ve vücud tamamiyetini hâiz olmak gibi asgarî şartları da taşıyorsa ve bilahare ehl-i hal ve akd tarafından kendisine bi’at da edilmişse, artık ittifakla meşru halîfe hâline gelir. Kur’an-ı kerîmde Tâlût kıssası anlatılırken, hükümdar olmak için asgarî şartlar, “kudret ve siyaset ilmi” olarak tayin edilmiştir (Bakara 247). Müfessirler: “Hükümdarlık, kumandanlık için esas olan şartlar bu ikisidir, yani bilgi ve güçtür; peygamberlik veya irsen intikal şart değildir” diyor (Cessâs). Mecelle’deki şu maddeler bu prensibe delâlet eder: “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur” (m. 29) [İki kötülükle karşı karşıya kalındığında ehven olanı tercih olunur]; “Def’-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır” (m. 30) [Kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin celbedilmesinden önce gelir]; “Zarar-ı âmmı def için, zarar-ı has ihtiyar olunur” (m. 26) [Umumî zararı gidermek için, hususî zarar tercih edilir]; “Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izâle olunur” (m. 27) [Şiddetli bir zarar, daha hafif bir zararla giderilir]; “İki fesad teâruz ettikde ehaffi irtikâb ile a'zamının çaresine bakılır” (m. 28) [İki kötülük karşı karşıya geldiğinde, hafif olanı işlenerek büyük olanının giderilmesine çalışılır].
    İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde, halîfeliğin saltanata dönüşmesinin hangi zaruret ve ihtiyaçlar altında gerçekleştiğini güzel anlatmaktadır. Bununla beraber, modernistlerden ılımlı gibi görünenlerin bile alâmeti neredeyse İslâm dünyasındaki inhitatı, başlıca hilâfetin saltanata dönüşmesi ve mezhebler hukukunun hâkimiyeti ile izah etmek olmuştur. Halbuki İranlı Şiî bir yazar Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halîfeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun tatbik edilmiş olmasıdır” diyor.
    Emevî halîfeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazret-i Peygamber’in “Kayser’in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur (Buhârî). Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişti.  Avrupa’ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zulmetmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler. Abbasî tarihçileri, zamanlarının hükümetine yaranmak için, Emevîlerin hatalarını şişirmiş, hatta bunları kötülemek için hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından Abbasî tarihlerinden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır. Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlıların İslâmiyetteki fâiz yasağını bertaraf ettikleri söyleniyor, hatta bu hususta vesikalar gösteriliyor. Osmanlılar gerçekten fâiz yasağını kaldırmış mıdır?
    Cevab: Para darlığının bulunduğu, karz yoluyla kredi temin edilemediği zamanlarda ulemâ muamele satışını tavsiye etmektedir. Muamele satışında, meselâ, on altın alıp, on bir altın ödemek hususunda uyuşulunca, on altını borç olarak verip, bir altına da kalem, defter gibi bir şeyi borç alana satmak câizdir. Böylece on bir altın borçlanılmış olur. Satış önce, borçlanma sonra da olabilir. Hatta meselâ, borç isteyen kimse bir malı on liraya peşin satıp teslim ettikten sonra, bunu o kimseden on bir liraya veresiye geri satın alsa bu da muteberdir. Ancak bu çeşit satışlarda muamele ile satılacak malın fiatı, borç mikdarının devlet tarafından tesbit edilen¬ yüzdesinden fazla olamaz. (İbn Âbidîn). Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında yüzde on beşe kadar muameleye izin verilmekteydi. Murâbaha Nizamnâmesi bu nisbeti tayin etmektedir. Osmanlıların son zamanlarındaki bankalar bu usule göre çalışırlardı. Meselâ, banka veznesindeki memur elindeki bir kalemi veya saati ya da (ekseriya) bir kitabı yüz altın kredi isteyen kimseye on altına veresiye satar, sonra istenilen mikdarı borç olarak verir, böylece müşteri bankaya yüz on altın borçlanmış olurdu. Fâiz, işte bu satışlardaki fazlalığa denir. Fâiz, fazlalık demektir. Günümüzde fâiz kelimesinin yanlış olarak ribâ karşılığı olarak kullanılması, bu zamanlardan kalma bir gelenek olsa gerektir. Bu farkı bilmeyenler, Osmanlılar devrinde ribânın meşru kabul olduğu zannına kapılmışlardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Düşman istilâsına uğramış İslâm beldelerindeki Müslüman vakıflarının vaziyeti ne olur?
    Cevab: Bunlar istilâ edenlerin mülkiyetine girmez. Ecnebîler tarafından işgal edilen topraklardaki vakıflar hakkında, bir mâni bulunmadıkça bu vakıfları mütevellilerinin vakıf olarak idare edeceğine; bu mümkün olmazsa, meselâ Girit gibi yerlerde mübâdele sebebiyle Müslüman kalmamışsa, vakfedenin mülkiyetine, yoksa vârislerin mülkiyetine döneceğine; bunlar mevcut değilse lukata hükmünde olup beytülmâlden hakkı olanların bunlardan bedelsiz istifade edeceğine fetvâ verilmişti. Cumhuriyet devrinde, yurtdışında kalan zürrî vakıfların, mübâdele yoluyla evlâda verileceği; hayrî vakıfların ise Vakıflar Umum Müdürlüğüne devrolunup, mislinin burada ihyâsının uygun olduğuna dair 1938 tarihli bir Şûrâ-yı Devlet kararı çıkmıştır
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Satılan vakıf eserlerini satın almak câiz midir?
    Cevab: Bir belde işgal edilip, vakıflara dokunulmasa, bunlar vakıf hüviyetini devam ettirir. Ancak vakıflara el konulup satışa çıkarılsa, düşmanın elinden kurtarmak maksadıyla müslümanın bunu satın alması ve herhangi bir işte kullanması (oturması, ticaret yapması, kirâya vermesi, satması) câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir arkadaştan bir buçuk milyar lira borç alacağım. Bana lira lâzım. Fakat arkadaşın kur zararına uğramaması için, dolar olarak borçlanmak istiyorum. Bunun birinci yolu, arkadaşın parasıyla dolar satın alması ve bana bunu borç vermesi, benim de bu parayı liraya çevirerek ihtiyacımı gidermemdir. Fakat burada önce dolar satın alıp daha sonra bunu liraya çevirmekten ötürü bir kur kaybı oluşacak. Buna mâni olmak için arkadaştan doğrudan lira alıp, arkadaşa bunun karşılığına denk gelen şu kadar gram altın ya da şu kadar dolar borçlu olmam uygun mudur?
    Cevab:

    Arkadaştan doğrudan türk lirası alıp, bunun karşılığında şu kadar dolar veya şu kadar altın ödeyeceğim diye borçlanmak câizdir. Ödenecek mikdar belirtilmese bile, o liranın veya başka paranın piyasadaki değeri düşse, altın olarak karşılığı ödenir. Ama 1000 dolar karşılığı lira alınsa, 1000 dolar karşılığı lira ödemek şart koşulsa, olmaz. 1000 dolar karşılığı lira alınsa, 1000 dolar ödemek şart koşulabilir. Hatta mesela 50 teneke buğday ödeneceği de şart koşulabilir. Hiçbir şey söylenmese, kâğıt paranın borç alırken altın olarak karşılığı ne ise, ödeme zamanında o (bizzat altın veya para olarak) verilir. Yani başta ne kadar ödeneceği konuşulmasa bile, kıymeti kadar altın ödenir. Ödeme zamanında daha düşük ödemeye alıcı; daha fazla ödemeye de borçlu razı olursa bu kadar da ödenebilir. 
    Alışverişte para kesat olursa, yani kıymetten düşerse veya geçmez olursa, İmam Ebû Yûsuf’a göre pazarlıktaki, İmam Muhammed’e göre, revaçtan düştüğü veya kalktığı zamandaki altın üzerinden kıymeti verilir. Fetvâ İmam Ebû Yûsuf’a göredir. Meselâ 300 lira borçlanıldığı zaman bununla bir altın alınabiliyor; borç ödendiğinde ise altın 400 liraya yükselmiş ise, borçlunun 300 değil 400 lira ödemesi gerekir. Ancak baştan 300 verip, “geri 400 isterim” denemez. Çünki altın fiyatının vaziyeti önceden bilinemez. Böylece alacaklı enflasyon zararından korunmuş olur. Böylece modern ekonomik sistemdeki gibi fâiz istemeye de gerek kalmaz.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Cemaatle namaz kılındıktan sonra müezzin tesbihat yaptırıyor. Duadan hemen evvel (ve ma erselnâke..) derken euzü çekmesi lazım mı?
    Cevab: Kur’an-ı kerim okumaya başlarken euzü okunur. Âyet-i kerime, kıraat için okunmuyorsa, meselâ ders okumak, fetvâ ve vaaz vermekte okunuyorsa euzü çekmek gerekmez. (Şir’atü’l-İslâm).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kuşluk vakti hayızı gelen ama o zamana kadar yeyip içmemiş kadın oruç tutar mı?
    Cevab: Tutmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mukabelede secde ayetini hem okuyup hem dinleyen kaç kere secde edecektir?
    Cevab: Önce okumuşsa bir kere secde eder. Sonra okumuşsa iki rivayet var. (Hindiyye).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İstinşakta burna üç kere su veriliyor. Üç kere de sümkürmek mi lazım?
    Cevab: Evet. (Halebî-i Sagîr)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mesbuk ayağa kalktıktan sonra imam secde-i sehv yapsa ne olur?
    Cevab: Kasden kalkmışsa mekruhtur. Her iki halde de sonra kendisi secde-i sehv yapar. (Nimet-i İslâm. Halebî-i Sagîr)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: 14 ayar altın ile 22 ayar aynı ağırlıkta altın kâğıt paranın olmadığı yerde nasıl alınır?
    Cevab: O kadar 14 ayar ile başka bir mal beraberce semen yapılır. 14 ayar altının içinde ne kadar altın varsa, o kadar gram 22 ayar ile değiştirilse faiz olmaz. İmam Muhammed ve Züfer böyle buyurmuştur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hacılar yanlışlıkla bayramın birinci günü Arefe vakfesi yapsalar, hacları sahih mi?
    Cevab: Hacılar arefe gününü şaşırarak vakfe yapsalar; sonra bunun bayram günü olduğu anlaşılsa câiz olur. Çünkü zamanında olmuştur. On birinci gün olduğu anlaşılırsa câiz olmaz. Kurban da böyledir. (İbn Âbidin).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bayramın ilk iki günü seferî olup da kurbanını kesen bir kimse, üçüncü günü mukim olsa tekrar kurban kesecek midir?
    Cevab: Kesecektir. Çünki kendisine kurban vâcib olmadığı halde kesen kimsenin bu kurbanı nâfile olur. Sonra vâcib olsa, tekrar kesmesi gerekir. Ancak müteahhirîn ulemâsına göre kestiği kurban kâfi gelir. Mutemed kavil de budur. (İbn Âbidin, Kurban bahsi.) Kurban bayramının üçüncü günü fakir olacağını veya sefere çıkacağını bilen kimseye, birinci günü kurban kesmek vâcib olmaz. Üçüncü günü zengin olacağını bilenin, kurban kesmesi, Zilhicce’nin onuncu günü, yani bayramın birinci günü fecr vaktinde vâcib olur. Bayramın birinci günü zengin veya fakir ve mukim veya misâfir olmağa bakılmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Haccetmemiş fakir kimse, vekil olarak hacca gönderilse, hac kendisine farz olur mu?
    Cevab: İbn Âbidîn hazretleri Ukûdü’d-Dürriyye’de diyor ki: Hac etmemiş fakîrin, başkası yerine hacca gitmesi câiz ise de, Hill’e gidince, kendisine de hac etmek farz olur. Mekke’de kalıp, sonraki senede kendi haccını yapması lâzım olur. Fakat evvelki haccında, memleketine dönmediği için, meyyitin haccı noksan kalmış olur. Vekîle para verilirken, istediğini yap denilirse, meyyit için başkasını vekîl edebilir ve kendi haccını da o sene kendi yapar. Buna mukabil İbn Âbidîn Dürrü’l-Muhtar’da da diyor ki: Haccetmemiş fakir kimse, vekil olarak hacca gönderilse, hac kendisine farz olmaz, çünki başkasının parasıyla ona vekil olarak gelmiştir. Kendi namına hacca gelen fakir, bir sebeple hac yapamasa, onun ertesi sene yapması farz olur. O halde haccetmemiş fakir kimse bedel olarak hacca gidince hac kendisine farz olmakla beraber, başkasının parasıyla gelebildiği için kendisine haccın farz olmadığını söyleyenler de vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hacca gidenlerden 444 riyal (100 dolar) ayak-bastı parası alınmaktadır. Bu takdirde hac farz olur mu?
    Cevab: Bu hususta iki kavil vardır. Saffâr ve İbni Kemal’in bildirdiğine göre, rüşvet vermek haramdır. Haram işlememek için farz terkedilir. Ebussuud Efendi’nin bildirdiği ikinci kavle göre, hakkını almak için rüşvet vermek câizdir. Mutemed kavil de budur. (İbn Âbidîn, Hac bahsi). İbn Âbidîn hazretleri, burada rüşvet vermek câizdir diyerek, böyle durumlarda haccın farz olmadığına işaret etmektedir. Çünki âyet-i kerime gereği yol emniyeti haccın farz olması için şarttır. Bazı âlimler bu takdirde yol emniyetinin bulunmadığını söylemektedir. Arafat’a çıkma hususunda da bazı seneler yol emniyeti bulunmamakta, hacılar bir gün evvel Arafat’a çıkarılarak haccın zamanında yapılmasına engel olunmaktadır. Bu sebeple âlimlerin bazısına göre günümüzde hac farz olmamaktatır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse karısına seni boşadım dese ve boşanmayı kasdetmese, talâk vaki olur mu?
    Cevab: İbni Âbidîn hazretleri diyor ki: Sarih (açık) söz kazâen niyete muhtaç değildir, fakat diyâneten niyete muhtaçtır. Yani adam zevcesine “Boşsun” gibi boşanma için kullanılan açık bir sözü söylese, ama “Meşguliyetin yok” mânâsını kasdetse, kadın da bunu mahkemeye intikal ettirse, kâdı boşanmaya hükmeder. Erkeğin niyetini bilemez. Ancak Allah katında boşanma olmaz. Evlilik devam eder. Sarih talâkın (açık sözle boşamanın) hem kazâen hem diyâneten vâki olması için talâk sözünü mânâsını bilerek kadına izafeyi kasdetmesi mutlaka lâzımdır ve onu ihtimalli bulunduğu mânâya sarfetmemesi gerekir. Yani erkek “Boşsun, Seni boşadım, Sana talâk verdim, Sen mutallakasın” gibi açıkça boşanam için kullanılan sözleri, kendi zevcesini kasdederek ve boşanmak niyetiyle söylemiş olamlıdır. Kadının yanında fıkıh kitaplarında yazan talâk meselelerini tekrar eder yahut bir kitaptan naklederek “Karım boştur” sözünü söyler veya yazarsa veya başkasının yeminini hikâye ederse (meselâ “Felanca karım boştur dedi” dese) kendi karısını kasdetmedikçe asla talâk vâki olmaz (gerçeklemez). Kadın kocasına talâk sözünü söylemeyi öğretir de mânâsını bilmeden söylerse, talâk vâki olmaz. Meselâ Farsça “talâk başed” (Boşsun) kelimesini kadın kocasına öğretip söyletirse, koca bunun seni boşadım mânâsına geldiğini bilmedikçe boşanma olmaz. “Sen hayızlısın” diyecekken, dili sürçüp “Sen boşsun” sözüyle yalnız kazâen talâk vâki olur. Şaka ile boşayanın talâkı hem kazâen hem diyâneten vâkidir. Çünkü o, sebebi bile bile kasdetmiştir. Dolayısıyla erkeğin talâkı kasdetmeksizin açık bir sözle karısını boşadığı hallerde kâdıya gidilse, kâdı insanın kalbinden geçeni bilemeyeceği için boşanmaya hükmeder. Ama Allah ile kul arasında nikâh devam etmektedir. Bugün kâdı olmayan yerlerde böyle bir vaziyette erkeğin beyanı ve yemini ile evliliğe devam edilebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bayram namazında mesbuk olan nasıl kılar?
    Cevab: İmama birinci rekatte uyan kimse imam tekbir aldıktan sonra ayakta iken yetişirse kendi reyi ile o anda tekbir alır. Tekbir almaz da imam onun tekbirinden evvel rükü’a giderse ayakta tekbir almaz. Lâkin rükü’ eder. Rükü hâlinde tekbir alır. Sahih kavil budur. Zira rükü için kıyam hükmü vardır, Vacibi ifa, sünneti ifadan daha evladır. Şayet bir rek’ate yetişememişse evvela kıraatı okur; tekbirler birbiri ardına gelmesin diye sonra tekbir alır. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Zekâtını yanlış hesab edip fazla veren kimse bunu sonraki senenin zekâtına mahsup edebilir mi?
    Cevab: Sonraki birkaç senenin zekâtına mahsub edebilir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Toprağımı kiraya verdim. Dolapla sulanıyor. Adam zekâtını vermiyor. Ben verirken 20'de 1 mi, 10'da 1 mi vereceğim?
    Cevab: İmam Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre uşru kiracı vereceğinden hiç verilmese de olur. Zekât burada 20'de 1'dir. Çünki kiralar buna göre taayyün eder.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Evli kadın kaçırılmış, ırzına geçilmiş; tekrar kocasının eline geçmiş. Kocasının buna yaklaşması câiz midir?
    Cevab: Kendisiyle zinâ edilen kadın kocasına haram değildir. Kadın zinâ ederse hayız görmedikçe kocası ona yakınlık edemez. Çünkü zinâdan gebe kalmak ihtimali vardır. Kocasının suyu başkasının ekinini sulamamalıdır. Hamile ise yaklaşamaz. (İbn Âbidîn, Iddet bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bilgisayarda kayıtlı Kur’an-ı kerim var. Yere konabilir mi?
    Cevab: Kur’an-ı kerim yazısı ile karışık kitaplar mushaf hükmünde değildir; ihânet (aşağılama) kasdı olmadan yere konabilir diyen âlimler vardır (İbni Âbidin.) Kaldı ki burada mushaf zâhir (açıkta, ortada) değildir. Nitekim insanlar az da olsa Kur’an-ı kerimi ezbere bilmektedir. Bu halde böyle bir insanın üst katında kimsenin oturmaması lâzım gelir. İçinde yalnız Kur’an-ı kerim kaydı bulunan kaset veya CD böyle değildir. Buna hürmet lâzım ise de, mushaf kadar değildir
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İşçi, patron ile anlaşırken, iki taraftan birisi süre dolmadan akde son verirse tazminat ödeyecek, diyebilirler mi?
    Cevab: Böyle bir cezaî şart Hanbelî mezhebinde câizdir. Eğer işçiye iş öğretiliyor, kurs veriliyor, masraf ediliyorsa, ihtiyaç bulunduğundan dolayı Hanbelî mezhebi taklid edilebilir. Aksi takdirde, akdin sonuna kadar işçi çalışmak, işveren maaş ödemek mecburiyetindedir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında vekâlet bahsinde diyorki: (Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar yi ve al ve dilediğine ver, hepsi halâl olsun denilse, yidikleri halâl olur. Aldıkları ve başkasına verdikleri halâl olmaz. Çünki, mikdârı bilinmiyen ta’âmın yimesini halâl etmek câizdir. Fekat mikdârı bilinmiyen malı almak için vekîl etmek ve mechûl ve ayrı olarak teslîmi mümkin olan malı ayırmadan hediyye etmek sahîh değildir). Bunu okuyunca aklıma geldi ki, biz okulda kantinde çay alıyoruz ve alırken şekeri de hemen oradan alıp masaya oturuyor veya sınıfa çıkıyoruz, şekerler ikili paketler halinde, ben de 3 şekerli içiyorum, yani 1 tane artıyor. Bunu da geri veremeyeceksem, israf olmasın diye yanıma alıyorum. Yukarıdaki yazıya göre aldığımız bu şeker haram mı oluyor?
    Cevab: Olmuyor. Sahih olmaması, mesela bir misafirlikte ikram edilen yiyecek içindir. Buna ibaha denir. Hibeden (bağışlamadan) farklıdır. Ama ibahada da ibaha eden, ikram eden, yanında götürmesini veya bir başkasına vermesine izin veriyorsa veya birşey demeyeceğini biliyor veya çok zannediyorsa câiz olur. Baştan böyle bir izin vermesi sahih değildir. Sonradan verirken görse de birşey demese câiz demektir. Kantinde aldığınız şekerin bu mevzuyla bir alakası yoktur. Şeker sizindir. İstediğinizi yaparsınız. Hatta masada bir başkası birakmışsa, bu da terkedilmiş mal olduğundan bunu da mülk edinebilirsiniz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazı kaynaklarda "Müctehid olanın ictihad etmesi gerekir" diyor. Bildiğimiz kadarıyla İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazâlî hep müctehid idiler. Peki bu âlimler ictihad ettiler mi?
    Cevab: Müctehid olanın ictihad etmesi gerekir diye bir şey işitmedim. Müctehid, eğer ictihad etmişse, başkasının ictihadına uyamaz, kendi içtihadına uyması gerekir. İçtihad etmemişse, başkasının ictihadına da uyabilir. İmam Gazâlî’nin ictihadı, Şâfiî mezhebine uygun düşmüştür deniyor. Bunun mânâsı Şâfiî mezhebinde müctehid olmasıdır. İmam Rabbânî ise Hanefî mezhebine göre amel etmiştir. Ancak kelâmda kendi ictihadları vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bugün çekler, kullanılış biçimi ve kullanıldığı yerler nazar-ı itibara alındığında dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir. Câiz olmayan, fasid noktalar nelerdir?
    Cevab: Çek kullanmak câizdir. Kâğıt para gibidir. Ancak çeki başkasına ciro etmek Hanefî mezhebinde câiz değildir. Çünki alacak, borçludan başkasına satılamaz, bağışlanmaz. Hanefî mezhebinde İmam Züfer, sadece bir kişiye çekin cirosunu câiz görmektedir. Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde de mikdarda tenzilat yapmamak şartıyla müteaddit ciro câizdir. Bono ve sened kırdırmak da böyledir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hâmiline çek yazmak câiz midir?
    Cevab: Çek yazan kimse, bankayı, borçlu olduğu kimseye borcunu ödemek üzere vekil etmiş oluyor. Dolayısıyla hâmiline çek yazıldığı zaman, bunun yazılıp verildiği ilk şahsın gidip bankadan alacağını alması câizdir. Ancak hâmiline çeki alan kimse, bunu borçlu olduğu bir başkasına veremez. Çünki alacak, yalnızca borçluya satılır veya bağışlanır. Ancak ihtiyaç olduğunda, İmam Züfer veya Mâlikî yahud Şâfiî mezhebi taklid edilerek, hâmiline çekin, bir başkasına da satılması, verilmesi câiz oluyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Birisinden alınan çek ile başkasından mal almak câiz mi?
    Cevab: Câizdir. Ancak bu çekin ilk ciro edildiği kimse olmak gerekir. Eğer ikinci ve sonraki ciro edilenler ise, böyle bir ciro Hanefî mezhebinde câiz olmadığı için, böyle bir çek başkasına da verilemez. Ancak Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde çekin müteaddit ciro edilmesi câizdir. İhtiyaç varsa, bu mezhebler taklid edilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bugünki müslümanların İslâmiyyetin muamelattaki hükümlerine (bey, şirâ, vekâlet, havâle, fâiz) uymamaları câiz midir?
    Cevab: İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed, Ahkâm-ı İslâmiye’nin tatbik edilmediği yerlerdeki müslümanların, kendi rızaları ile ve menfaatlerine olmak şartıyla, bey ve şirâ ahkâmına uymamalarını câiz görmektedir. Dolayısıyla bugün müslümanların, Ahkâm-ı İslâmiye’nin tatbik olunmadığı Almanya, Fransa gibi memleketlerde, gerek oradaki gayrımüslimlerle, gerekse birbirleriyle olan muamelattaki münasebetlerinde Ahkâm-ı İslâmiye’ye uymamaları, fâsid akid yapmaları, karşı tarafdan fâiz almaları câiz; ancak fâiz vermeleri ve bu muameleden zarar etmeleri câiz değildir. Taraflar müslüman ise ve bunlardan birisi Ahkâm-ı İslâmiye’ye uymak isterse, karşı tarafın da uyması gerekir. İki taraf râzı olsa bile, böyle yerlerde bey ve şira ahkâmına uymak takvâdır; İmam Ebu Yusuf ve üç mezhebe göre lâzımdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Annem kalp krizi geçirdi. Kolunda serum yatıyor. Şuuru yerindedir. Abdest alması çok zordur. Teyemmüm nasıl eder?
    Cevab: Bir mermer parçası ellerine, kollarına ve yüzüne sürülür. (Nimet-i İslâm.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Dut ve asma yaprağından uşr verilir mi?
    Cevab: Meyvesi olmayıp bey’ için yetişdirilen ağaçların ve istifâde edilen dut yapraklarının uşru verilir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Arkadaşlar bir şey aldı. Yanlarına para almamışlar, bana sen öde, biz öderiz dediler. Ben de kredi kartı ile ödedim. Sonra bu alışverişe bonus puanı isabet etti. Bunu o arkadaşlara ödemem lâzım mı?
    Cevab:

    Havâle kabul eden, havâle alana borcun tamamını veya bir kısmını hibe etse (bağışlasa), havâle edenden havâle edilen mikdarı alır. Burada bonus, havâle alana havâle kabul edenin hediyesi hükmündedir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Şirket beni yurt dışına gönderiyor. Sen harca, dönüşte biz veririz diyor. Kredi kartı ile alışveriş yapıyorum. Bunu şirketten peşin almam câiz midir? Bu harcamalarıma ikramiye isabet ediyor. Şirkete ödemeli miyim?
    Cevab: Vekâlet akdi vardır. Câizdir. Vekil ve ecirin, kendisine sahipleri veya hariçten başkaları tarafından verilen bahşiş veya hediyeler, ücretinden indirilemez. (Hukukı İslâmiyye Kâmûsu, İcâre bahsi)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kadın kocasının rızası olmaksızın doğum kontrolü yapabilir mi?
    Cevab: Hâniyye, Fethü’l-Kadir ve Nehr'de "Kadının başka kadınların yaptıkları gibi rahminin ağzını tıkaması câizdir" diyor. Bahr ise "Kadından izin almadan yapılan azle kıyasen bunun da kocasının izni olmadan yapılması haram olmak gerekir" demektedir. Yani ne kadın kocasından ve ne de koca karısından izin almadan azl (doğum kontrolü) yapabilir. Bu hüküm Hanefî mezhebinin aslına göredir. Bezzâziye'de, "Kocasının karısını azlden men etmeye hakkı vardır" denilmektedir. Nitekim zamanın bozukluğuna bakılırsa, iki taraftan da azlin câiz olması gerekir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Abdest alırken ayakları üç defa yıkamak sünnettir. Bunun için, üç defa musluğu kapatıp tekrar açmalı veya üç defa ayağı çekip tekrar musluğun altına mı sokmalıdır?
    Cevab: Bir kimse akar suda bulunursa üç defa dökünmek, tertip ve abdest, hiç beklemeden ve hareket etmeden hâsıl olur. Tertip birkaç sâniyede hâsıl olur. Ama durgun suda bulunursa mutlaka hareket (kıpırdama) veya yer değiştirmek lâzım gelir. (İbn Âbidîn, Guslün sünnetleri bahsinin başı) Dolayısıyla gusl veya abdest alırken üç defa yıkanması gereken uzun, uzun musluğun altında üç defa yıkanacak müddet durursa, üç defa yıkama sünneti hâsıl olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Namazda euzü besmeleyi açıktan okusa sehv secdesi gerekir mi?
    Cevab: Namazda açıktan eûzü besmele çekse veya âmin dese, sehv secdesi gerekmez. (Hindiyye.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir arsa satın almak istedim. Sahibi satmadı. Toplu Konut İdaresi’ndeki tanıdıklarım vâsıtasıyla istimlâk ettirip, bize konut yapmak üzere tahsis ettirmemiz câiz midir?
    Cevab: Bir zâlim veya ehl-i örf (memurlar) vâsıtasıyla başkasından temin edilen mal gasp hükmündedir. (Tahtâvi ve İbn Âbidîn, Gasb bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir şirkete web sayfası yaptık. Alacağımızı nisaba katacak mıyız?
    Cevab: İcâre veya istisnâ yoluyla olan alacaklar nisaba katılmaz, zekâtı da verilmez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir şirkete yaptığımız web sayfasında noel tebriki var. Bize günah olur mu?
    Cevab: Yapılan işin bizzat kendisi günah değilse, günaha vesile olmasından dolayı mesuliyet terettüb etmez. Web sayfasında günah da işlense, sayfayı yapana değil, yaptırana günahtır. Nitekim kilise tamirinde çalışmak, gayrımüslimin şarabını taşımak, kâfire küfr alâmetleri satmak, şarap yapana üzüm satmak câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse fakire para hediye etse; sonra bunu zekâtına saymak istese câiz midir?
    Cevab: Önce hibeden rücu ettim der. Sonra mal hâlen fakirin elindeyse bunu zekâtına sayması câiz olur. Değilse olmaz. (Hindiyye.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse namaz kıldıktan sonra eline bant yapıştığını farketse, ne yapar?
    Cevab: Bandı çıkarıp orayı yıkar ve namazı yeniden kılar. Eski namazları da kaza eder. Nitekim bir kimsenin üzerinde necâset bulunur da avret yerini açmadan yıkaması mümkün olmazsa, necâsetli elbise ile namazını kılar. Zira avret yerini açmak memnudur. Gusül ise emredilmiştir. Memnu ile me'murün bih (haram ile farz) bir araya geldiler mi, memnu ile amel edilir. Bu meselede namazın tekrarı lâzım gelir. Çünkü özür mahlûk tarafından gelmiştir. (İbn Âbidîn, Guslün farzları, Halebî-i Sagîr.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse borçlusunu kumar masasında görse, önünde kazandığı paraları alacağına mahsuben alsa câiz olur mu?
    Cevab: İçinde kendi parası da olduğu ve mülk-i habis olduğu için alabilir. Kaldı ki, dârülharbde harbîlerden rızâsı ile mal çekmek câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İlim talebesine, zengin de olsa zekât verilir. Kendi malının zekâtını verir mi?
    Cevab: İlim talebesi ve muallimi, gâziler, memleketinde zengin olan yolcu, âmil, zengin de olsa zekât alabilir. Kendi malından zekât verecektir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir adam deri işlese, karısı ve kızları da yardım etse, derilerin kazancı kime aittir?
    Cevab: Karısı ve çocukları babalarına hizmet etmiş sayılırlar. Ücrete hak kazanmazlar. Yaptıkları babanındır. (İbn Âbidîn).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Vekil umumî vekil ise, bir başkasını vekil edebilir. Bu da bir başkasını vekil edebilir mi?
    Cevab: Edemez. Ancak ikinci vekil, bir üçüncüyü vekil etse, bu da bir kurban alsa, birinci vekil izin verirse câiz olur. Yani birinci vekil müteaddid vekiller tayin edebilir. (İbn Âbidîn; Mecelle 1466.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurbanı ikinci vekil alsa, bir başkasına kestirebilir mi?
    Cevab: Vekil, bu gibi işleri başkasına yaptırabilir. Kesen kişi üçüncü bir vekil sayılmaz. Kurbanı vekilin alması mühimdir. Yoksa müvekkilin malı olmaz. Malı olmayan bir hayvan da kurban edilemez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Zekât vekili kendisine umumî vekâlet verilmiş olmasa bile, bir başkasını vekil tayin edebilir. Bu da bir başkasını, bu da bir başkasını edebilir mi?
    Cevab: Edebilir. (Tahtavî; Dürerü’l-Hükkâm, III/881.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir mirasçı, taksim edilebilir miras malını diğer mirasçıya ayırmadan hibe edebilir mi?
    Cevab: Taksimi mümkün olan (bir çuval buğday gibi) mallarda hissesini ayırmadan kimseye hibe edemez diyen âlimler varsa da, edebilir diyenler de var. Attabiye’de böyledir. Râcih kavil de budur. Bu sadece mirasçılar içindir. Her müşterek mülk ortağı için değildir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Uşrunu verdiğim mahsulleri satıp, parasını aldım. Bundan başka nisabı dolduran param da vardı. Birkaç ay sonra zekât verme günüm geldi. Bu mahsullerin parasının zekâtını da verecek miyim?
    Cevab: Bir kimse öşrünü verdiği mahsulü satsa, nisab mikdarı başka parası da varsa, buna katar ve bunun zekât verme gününde beraberce zekâtlarını verir. Başka parası nisab mikdarı değilse, ikisi birlikte nisabı dolduruyorsa, bu tarihten itibaren bir sene geçince zekât verir. (Cevheretü’n-Neyyire; İbn Âbidîn; Hindiyye.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse mallarını öldükten sonra şu senin, şu senin, şu senin, ama hepsi ölene kadar benim diyerek varisleri arasında paylaştırabilir mi?
    Cevab: Paylaştırabilir, ama öldükten sonra varisler itiraz edebilir. Hibe, kabz ile tamam olur. Burada kabz yok. Ölüm ile hibe fasid olur. Böyle şartlı hibe zaten câiz değildir. Ölümünden sonraya muzaf hibe de câiz değildir. Çünki ölüm ile şahsiyet sona erer, mallar üzerinde tasarruf salahiyeti biter. Ancak ölünceye kadar bakma akdi yapabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mâlikî mezhebinde mest üzerine giyilen çoraba mesh edilebilir mi?
    Cevab: İmam Mâlik çoraba mesh olmaz; ancak altı ve üstü deri kaplanmışsa ve bu deri topuk kemiklerine kadar uzanıyorsa câizdir demiştir. Çorap çok ince olup su altına intikal ediyorsa câizdir. Mestin üzerinde çamur gibi bir hâil varsa, meshe manidir. Ayağa giyilen çorabın altı deri kaplanmışsa, buna da mesh câizdir diyenler var. (Muhtasarı Halil Şerhi Mevâhib).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurban adayan kimse, kurban bayramından sonra o kurbanı kesse, ne lâzım gelir?
    Cevab: Kurbanın etiyle diri bir kurban arasındaki farkı fakirlere tasadduk eder. Zenginse tamamını fakirlere tasadduk etse iyi olur. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Şirket ortağım, bankadan faizle kredi alarak sermaye hissesi olarak verdi. Almak câiz mi?
    Cevab: Haram, fâizli akid yapılırken cereyan eder. Para adamın mülküdür. Nitekim haram parayı bile malı ile karıştırırsa, bilenin alması câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir koyun kesmeyi adayan, bir sığırın yedide birine hissedar olabilir mi?
    Cevab: Olamaz. Ama bir inek veya bir deve yahud bir keçi kesebilir. Yedi koyun adayan, bir inek kesebilir. Bir inek adayan, yedi koyun kesebilir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurban bayramında kesmek üzere kurban alan zengin, sefere çıksa, kurbanını akikaya çevirebilir mi?
    Cevab: Çevirebilir veya satabilir. Çünki kesmesi vacib olmaz. Fakir olsaydı, adak olurdu. Kesmesi lazım gelirdi. (İbni Âbidîn, Kurban babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurbanı yanlışlıkla bayramdan bir gün evvel kesenlerle ortak olan kimse, seferî olsa, kurbanını akikaya çevirebilir mi?
    Cevab: Et niyetiyle ortak olmak sadece vâcib kurbanı bozar. Akikaya tesir etmez. Kaldı ki, bilmeden arefe günü kesenin kurbanı câiz olur. Akika kesene zararı olmaz. (İbn Âbidîn, Kurban babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Vekil, müvekkilinin kurbanını kasaba kestirirken, müvekkilinin ismini söylemesi gerekir mi?
    Cevab: Gerekmez. Vekilin, icâre akdi yaparken müvekkilin ismini söylemesine gerek yoktur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Zekâtını, zekât almaya ehil olmayan birine veren kimse zekâtını tekrar verecek mi? Zekâtı alan ne yapacak?
    Cevab: Zekât almaya ehil olmadığını araştırdığı halde bilmiyorsa, zekâtını tekrar vermez. Kıble gibidir. Ama araştırmadan veya zengin olduğunu bilerek vermiş ise zekâtı tekrar verir; zekâtı böyle alan zengin ise bir kavle göre iade eder, bir kavle göre tasadduk eder. (İbn Âbidîn, Zekât bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Küçük çocukla markete gittiğimizde, çocuk aldığı şeyi parasını ödemeden yese câiz mi?
    Cevab: Fiyatı belli ve rızâya ilim olduğundan (razı oldukları bilindiğinden) câizdir. (İbn Âbidîn, Bey bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: On ton zeytinim var. Fabrikaya zeytinyağı yapılmak üzere veriyorum. Şu kadarı da ücret desem fasid oluyor. Ne yapmak lazım?
    Cevab: Baştan muayyen bir mikdar zeytini ayırıp ücret olarak verebilir. Veya sana iş bittikten sonra şu kadar zeytinyağı vereceğim diye anlaşmalıdır. (İbn Âbidîn, Fasid icare ve tahhan bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Saçını kınalamış kadın abdesti nasıl alır?
    Cevab: Kadın ya gece yatarken veya hayızlı iken saçını kınalar. Aksi takdirde yıkaması gerekir. Islak elini başının içine sokup meshedebiliyorsa meshi sahihtir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fakirim. Fakir vekiliyim. Zengin kızkardeşim zekâtını vermem üzere beni umumî vekil etti. Zekâtı, vekili olduğum fakir namına alabilir miyim? Vekili olduğum fakir başka şehirdedir. Onun zekâtını ayırıp bir kenara koymakla zekât verilmiş olur mu?
    Cevab: kimse her iki tarafın vekili olamaz. Zengin sizi umumi vekil eder. Siz de fakir olduğunuz için bu zekâtı alıp yiyebilirsiniz. Vekili olduğunuz fakir namına ayırmakla da zekât verilmiş olmaz. Zekâtta teslim şarttır. O fakir bir başkasını vekil eder, o kimse vekil olarak teslim alır. Zekâtı farzolduktan sonra bir sene içinde verebilirsiniz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Televizyonda iddaa programı var. Oraya futbol mütehassısları çıkıp maç tahminleri yapıyor ve millet buna göre spor-toto oynuyor. Programın maksadı yalnızca spor-toto tahminidir. Burada konuşmacı olmak uygun mudur?
    Cevab: Harama vesile olmak mekruhtur. Zirâ İbni Âbidîn, bâgîleri, âsîleri anlatırken buyuruyor ki, fitne çıkaranlara, âsîlere silah satmak, tahrîmen mekruhtur. Fakat silâh yapmağa yarayan eşyâyı, meselâ demir satmak mekrûh değildir. Yani, günah yapmakta kullanılan şeyin kendini satmak, tahrîmen mekruh olur. Bu şeyi hazırlamağa yarayan maddeleri satmak ise, tenzîhen mekruh olur. Döğüş horozunu da, fâsıklara satmak tenzîhen mekruhtur. Çünki, horoz, döğüştürmek câiz değildir. Horoz, bu iş için satılmaz. Şarap yapana üzüm satmak da tenzîhen mekruhtur. Çünki, kendileri haram işlemekte kullanılmaz. Haram olan şeyin hazırlanmasında kullanılır. Bunları, helâl olan yere satamayan kimsenin, tenzîhen mekruh olan yere satması câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse bir şey adadığını hatırlıyor; ama ne adadığını hatırlamıyor. Ne yapması lazım?
    Cevab: Bir kimse “Nezrim olsun” dese, neyi adadığını söylemese ve niyyet etmese, yemîn keffâreti vermesi lâzım olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Başkasının kuşu uçup bizim balkona konmuş. Bizim oğlan sokakta ehli tavşanlar bulmuş. Alabilir miyiz?
    Cevab:

    Bir kimsenin yapmış olduğu güvercinliklere başka bir şahsın ehli güvercinleri yumurtlayıp yavru çıkarsa o kimsenin bunları alması câiz değildir. Eğer onları alırsa, lukata gibi olacağından vermek için sahibini arar. Eğer o kimse güvercinliklerinde başkasının kuşu olduğunu bilmezse oradan alıp yediği şeyden kendisine inşaallah bir şey lâzım gelmez. Bir kimse kendisinin güvercinliklerinde başkasının güvercini yavrulamasıyla ona mâlik olmazsa da -lukata gibi olacağından- fakirse onu yer; zengin ise tasadduk edip, sonra tasadduk ettiği kimseden onu satın alır. İmam Hulvânî kuş etine pek düşkün olduğundan böyle yaparmış. Akarsudan elma, armut gibi çabuk bozulacak meyvaları alıp yemek câizdir. Fakat ceviz, badem gibi durmakla bozulmayacak meyvaların alıp yenmesi câiz değildir. Sahibine vermek için alınması câizdir. (İbn Âbidin, Lukata bahsi.) Tavşan ve kanarya da buna kıyas edilebilir. Alınmazsa ölebilir.
    Çocuğun yerden alıp kaldırmış olduğu lukatayı velîsi veya vasîsi tarif ve ilân eder. Lukatayı bulanın, bunu tarif ve ilân etmesi için başkasına vermesi, bulan kimse tarif ve ilândan âciz ise olur. Lukatayı bulanın, bunu emin bir kimseye vermesi ve ondan geri alması câizdir. Vermiş olduğu emin kimsenin elinde lukata helâk olursa ödemez diyenler de vardır. (İbn Âbidin, Lukata bahsi.)

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Birinin hayvanı başkasının ekinini yese öder mi?
    Cevab: Bir kimse kendi eşeğini başkasının buğdayını yerken görür de ona mâni olmazsa, buğdayı öder. Eşek başkasının olursa, buğdayı ödemez. (İbn Âbidîn, Lukata bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Oturduğumuz sitedeki câmiin bahçesindeki ağaçların meyvesini yemek câiz mi?
    Cevab: O ağaç siteye aitse, o sitede mülkü olan kimse, o ağacın meyvesinden sitedeki hissesi kadar yiyebilir. Sitedeki ahbabından da kendisine izin vermesi muhtemel olanların hissesini de yiyebilir. Ama mesela hepsini toplayıp satamaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Saç ektirmek câiz midir?
    Cevab: Cemal sahibi olmak mübahtır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir arkadaş bana beş altın borç verdi. Sonra üçünü götürdüm, aldı. Sonra ikisini götürdüm. Benim sana düğün hediyyem olsun dedi. Yıllar sonra bana mektup gönderip, o altınlar benim değilmiş, kullanmam câiz değilmiş, sen o iki taneyi götür, benim o zamanki dükkân sahibimi bulup ver dedi. Kendisine götürdüm, almadı, dükkân sahibine götüreceksin, dedi. Ne yapmam lazım?
    Cevab: Hediyye kullanılıp tüketilince veya değiştirilince geri istemek câiz değildir. Velev ki geri almak câiz olsun, kendisine götürüp vermek kifâyet eder. Üçüncü bir şahsa havâlesini kabul etmek zorunda değilsiniz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Babam öldü. Mirası ferâize göre bölmeden kardeşler paylaşabilir miyiz?
    Cevab: Evet. (İbn Âbidîn, Kısmet ve Teharüç babı.) Taraflar mirası aralarında taksim edebilirler. Buna rızâî taksim denir. Taraflardan birine fazla hisse verilebileceği gibi, muayyen mallar da vârisler arasında paylaşılabilir. Vârislerden isteyenler hisselerinin tamamını veya bir kısmını diğer vârislere bırakarak taksimden çıkabilirler. Nitekim bir kız, erkek kardeşi kadar hisse istediği zaman, erkek kardeş kendisine düşen fazlalığın yarısını kız kardeşine hediye edebilir. Taksimi mümkün müşterek bir malın mâliki, taksim edilmedikçe hissesini bir başkasına hediye edemez. Taksimi mümkün değilse edebilir. Mirasçılar, terike üzerinde müşterek mâlik oldukları halde, taksimi mümkün olsun veya olmasın, mallardaki hisselerini diğer vârislere ayırmadan hibe, hediye edebilirler. Bu, miras hisseleri belli olduğu ve mallar hükmen ellerinde bulunduğu için vârislere mahsus bir durumdur. Taraflardan birisi böyle taksime râzı olmazsa, miras, ferâiz kâidelerine göre taksim edilir. Mirasın taksimi için mahkemeye müracaat edilirse, mahkeme ferâize göre taksim eder. Buna kazâî taksim denir. Vârisler arasında gâib veya akıl hastası yahud küçük çocuk varsa kazâî taksim mecburîdir. Bugün de mirasçılar kendi aralarında mirası ferâize göre veya başka şekilde rızâen taksim edebilir. Ancak anlaşamazlar ve iş mahkemeye düşerse, terike medenî kanuna göre taksim olunur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İçinde namaz sureleri ve dualar olan namaz hocası kitabı abdestsiz tutulabilir mi?
    Cevab: Evet. İçindeki ayet-i kerimeler çok az olduğu için mushaf ve tefsir kitabı hükmünde değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İmam fatihayı bitirince âmin der mi?
    Cevab: Evet.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kıyamda fâtiha yerine ettehiyatü, teşehhüdde ettehiyatü yerine fâtiha okunsa ne lâzım gelir?
    Cevab: Kıyamda fâtihadan evvel ettehiyyatü okumak secde-i sehvi gerektirmez; zira senâ mahallidir. Ancak fâtihadan sonra okumuşsa, vâcibi geciktirdiği için esah kavle göre secde-i sehv lâzım olur. İkinci iki rek’atte ettehiyatü okumak secde-i sehvi gerektirmez. Rükû’ ve secdede ettehiyatü okumak secde-i sehv icab ettirmez. Bir kimse, teşehhüd mahallinde kıraate başlamış olsa, sonra da teşehhüdü (ettehiyatüyü) okusa, secde-i sehv lâzım gelir. İlk oturuşta tehiyyat yerine fâtiha okumak da sehv secdesi gerektirir. Son teşehhüdden evvel fâtiha okumak secde-i sehv gerektirir. Son teşehhüdde fâtihayı ettehiyyatüden sonra okumuşsa secde-i sehv gerekmez. (Hindiyye)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Tek secde yapsak ne lâzım gelir?
    Cevab: Aklımıza gelince hemen secdeye kapanıp, sonra sehv secdesi yapılır. Namazdan sonra hatırlarsa namazı iade gerekir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İkindi ve sabah namazından sonra da safları bozmak lâzım mıdır?
    Cevab: Farzı kıldıktan sonra cemaatin safları bozarak dağılması sünnet veya müstehabdır. Maksat o anda içeri girenlerin farzın kılındığını anlamalarını temindir. Sabah ve ikindi de böyledir. Sünnet diyenlere göre terki tenzihen mekruhtur. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Avret olan bir uzvun dörtte birinin kendi fiili ile olmamak şartiyle bir rükün eda edecek kadar açılması namazı bozar. Kadınla erkeğin aynı imama uyup bir hizada bir rükün durmaları halinde namazları bozulur. Göğsünü bir rükün mikdarı kıbleden çevirirse namazı bozulur. Bir rükün mikdarı ne kadardır?
    Cevab: Bir rükünden maksat, sünnetiyle bir rükün demektir. İmam Ebu Yusuf bu görüştedir. İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed ise bir rüknün üç tesbih (sübhanallah) diyecek kadar olduğunu bildirmiştir. Bu kavil ihtiyat sebebiyle tercih olunmuştur. Bir uzvun dörtte birinin bir rükün eda edilecek miktardan daha az açılması ittifakla namazı bozmaz. Çünkü az zamanda çok açılmak ve çok zamanda az açılmak affedilmiştir. Bir uzuv açık olduğu halde bir rükün edâ edilmesi hâlinde namaz ittifakla bozulur. Bunlar namazda açılma hakkındadır. Namaza başlarken bir uzvun dörtte biri açıksa, namaz bozulur. (İbn Âbidîn, Namazın Şartları Babı)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Demir, bakır ve diğer madenlerden yapılan bilezik, kolye, toka takmak câiz mi?
    Cevab: Câizdir. (Hindiyye.) Yüzük câiz değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Evde veya herhangi bir yerde bize ait olmayan bir küfür alâmeti bulunsa (haç gibi), sahibinden habersiz atılabilir mi?
    Cevab: Hayır. Çünki maldır. Kimsenin malı izinsiz alınamaz. Atmak ise hiç câiz olmaz. Ayrıca fitne çıkar.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sünnetlerin terki mekruhtur. Küçük günahlara ısrar da büyük günahı getirir deniyor. Büyük günaha devam eden de fâsık olur. O zaman teheccüd namazını terk eden fâsık mı olur?
    Cevab: Her sünneti terk etmek mekruh olmaz. Teheccüd namazı, terki mekruh olan bir sünnet değildir. Hiç kılınmasa da olur. Çünki müstehabdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir namaz vakti geçip de kılmayınca üzülmeyenin imanı gider. Sürekli günahların içindeyiz. Bunlara dair keşke böyle olmasaydı diye genel bir üzüntü kâfi midir? Yoksa her an buna üzülmek mi gerekir?
    Cevab: Üzülmeyenin, gitgide kalbi kararır ve imanı gider veya bunun farz veya haram olduğuna itikad etmediği için imanı gider, demektir. Devamlı günah işleyenler, buna üzülmezse, zamanla imanını kaybeder. Her günah aynı değildir. Günah işleyeni görüp de beğenenin imanı gider. Böyle günah işleyenleri görüp üzülmemek, günah olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bülûğa ermiş erkek annesiyle aynı yatakta yatabilir mi?
    Cevab: On yaşını geçmiş oğlan çocuğu, annesiyle, kızkardeşiyle, yabancı kadın veya erkekle aynı yatakta yatamaz. Babasıyla yatabilir. Kız da annesiyle yatabilir. (İbn Âbidîn, İstibrâ babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir Müslümanın kâfirlere domuz eti ve şarap satması caiz midir?
    Cevab: Dârülislâmda müslümana ve kâfire domuz eti, leş, şarap satamaz. Çünkü Müslüman için bunlar mal değildir. Dârülharbde bunları kâfire satmak İmam Ebu Hanife’ye göre câiz ise de, iş haline getirmek müslümana yakışmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İsviçre’de cinsiyet değişikliğinin hukukî cihetiyle alakalı araştırma yapan bir medenî hukuk profesörüyüm. İslâmiyetin bu husustaki görüşü nedir?
    Cevab:

    Evvelemirde, Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresinin 119. âyetinde hilkati tağyir (yaratılışı değiştirmek) yasaklanmıştır. Hazret-i Peygamber'in de çeşitli hadis-i şeriflerinde, bu yasak teyid edilmektedir. Ancak nefreti mucib bir durumda estetik ameliyata izin verilmiştir. Doğum lekesi, altıncı parmak gibi uzuvların ameliyatla alınmasına müsaade edilmiştir. Makyaj, saç boyama gibi hususlar güzelleşme (cemal) kasdına dayandığı için yaradılışı değiştirme sayılmamaktadır. Dolayısıyla cinsiyet değişikliği, öncelikle hilkati tağyir manasına geldiğinden câiz olmamak gerekir.
    İkinci olarak, Hazret-i Peygamber erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Giyiniş, konuşma, hareketlerde erkeğe veya kadına benzemek câiz olmayınca, cinsiyet değiştirmek hiç câiz olmamak gerekir.
    Üçüncü olarak, İslâm dini, insanların ve hayvanların kısırlaştırılmasını yasaklamıştır. İnsan kendisini veya bir başkasını kısırlaştıramaz. Cinsiyet değişikliği, aynı zamanda kişinin kendisini kısırlaştırması mânâsına geldiği için câiz olmamak gerekir.
    Bu ve başka birçok dinî ve sosyal sebeplerle cinsiyet değişikliğinin İslâm dininin ruhuna uymadığı görülür. Cinsiyet değişikliğini arzulayan kimselerin gerek ruhî ve gerekse hormonal olarak tedavisi mümkündür. Cinsiyet değişikliğinin, kişinin önceki ruhî durumunu tamir ve tedavi etmeye yaramadığı, hatta daha garip durumların ortaya çıktığı da ortadadır.
    Hermafroditler (hünsalar), İslam hukukuna göre idrarını yaptığı organına göre değerlendirilir. Bunlardan fonksiyonu olmayan organın alınması, yukarıdaki nefreti mucib hallerin izalesine izin veren prensip gereği câiz görülebilir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kâbede kadın erkek bir hizada namaz kılabilir mi?
    Cevab: Kâbe binâsının içinde farklı cihetlere doğru kılıyorlarsa aynı hizada kılmaları namazı bozmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İmam akşam namazında ikinci oturuşu yapmayıp yanılarak dördüncü rek’ate kalksa, bilmeyip uyanın namazı sahih mi?
    Cevab: İmam geri döner. Dönmezse ve secdeleri yaparsa, namaz bâtıl olur ve uyanlarınki de bozulur. (Hindiyye.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Dört rek’atli farzın birinci rek’atinde hiç kıraat etmeyenin namazı sahih mi?
    Cevab: İlk veya son iki rek’atte kıraat ediilmişse, farz yerine geldiğinden namaz tamamdır, secde-i sehv lazımdır. (Hindiyye.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Gümüş yüzüğün bir miskal olması lâzımdır. Akik taş da bu ağırlığa dâhil mi?
    Cevab: Değildir. Çünki itibar gümüşedir. Altından çiviye bile ruhsat vardır. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir arkadaş babasının yurt dışındaki kemiklerini Türkiye’ye getirdi. Tekrar cenaze namazı kılınabilir mi?
    Cevab: Hanefî ve Mâlikî mezhebinde ancak cenaze namazı kılınmamış cenazeye kabrin başında kılınır. Bir daha kılınması mekruh olur. İmam Ahmed bin Hanbel’e göre cenaze namazını kaçıran, kabri başında bir aya kadar kılabilir. Bu bazı Şâfiî ulemasının da kavlidir. Bazı ulema ölü çürümedikçe kılınır dediler. Ebediyyen kılınır da denildi.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse gelecekteki haklarını da helâl edebilir mi?
    Cevab: Mecelle, “İbrânın mâba’dine şümûlü olmaz. Yani bir kimse diğer kimesneyi ibrâ etdikde ibrâdan mukaddem olan hukuku sâkıt olur. Yoksa ibrâdan sonra hâdis olan hakkını dâvâ edebilir” diyor (madde 1563). Kaldı ki ibrâ edilecek şahısların belli olması da lâzımdır. “Herkese gelecekteki haklarımı helâl ediyorum sözü” hukuken muteber değildir. Bu söz ile “Gelecekte sizden hak talep etmeyeceğim” diye vaadde bulunmuş olunmaktadır ki ahlâken makbul bir iştir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Küçük kız çocuğunun başını sıfıra vurdurmak câiz mi?
    Cevab: Kadınların zaruret olmadıkça saçlarını erkekler gibi kısa kestirmeleri caiz değildir. Büyüklere câiz olmayan bir şeyi zaruret olmadıkça küçük çocuklara yaptırmak da aynı hükümdedir. Hele yedi yaşından sonra.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Altın cep saati kullanmak câiz midir?
    Cevab: Câiz değildir. (İbn Âbidîn, Hazer ve ibaha bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Erkek, küpe, kolye takabilir mi?
    Cevab: Küpe, kadın ziynetidir; erkeğe helâl değildir. Gümüş de olsa böyledir. Kolye ve bilezik de buna kıyaslanır. Bunları erkek çocuğa bile takmamalıdır. İnci de böyledir. (İbn Âbidin, Alışveriş bahsi sonu.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Farz namazın önünde ve ardında kılınan namazların hangisi efdaldir?
    Cevab: Sünnetlerin en kuvvetlisi bil ittifak sabah namazının sünnetidir. Ondan sonra ihtilaf vardır. Sonra Dürrü’l-Muhtar’da diyor ki: “Sabahın sünnetinden sonra öğle namazının ilk sünneti gelir. Çünkü hadisi şerifte: «Bu sünneti terk eden benim şefâatime nail olamaz.» buyurulmuştur. Ondan sonra bütün sünnetler müsavidir.” Fethü’l-Kadîr’de de diyor ki: “Sabahın sünnetinden sonra Hulvânî’ye göre akşam namazının iki rek’at sünneti efdaldir. Çünkü Hazreti Peygamber bunu seferde ve hazerde terk etmemiştir. Sonra öğlenin son sünneti gelir. Zira bu namaz bilittifak sünnettir. İlk sünneti bunun gibi değildir. Çünkü bazıları onun ezanla ikamet arasını ayırmak için meşru olduğunu söylemişlerdir. Ondan sonra yatsının son sünneti, daha sonra öğlenin ilk sünneti sonra ikindinin sünneti, sonra yatsının ilk sünneti gelir.” Bazılarına göre yatsının son sünneti, öğlenin ilk ve son sünnetleri ile akşamın sünneti fazilette müsavidir. Öğlenin ilk sünnetinin daha kuvvetli olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü Sevgili Peygamberimizin bu sünnete açık açık devam buyurduğunu nakl, sabah namazının sünnetinden başka sünnetlere devam ettiğini nakilden daha kuvvetlidir. (İbn Âbidîn, Vitr ve Nâfileler babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Umrede tavafın dört veya beşinci şavtında hatimin içinden geçtim. Tavafın bunun dışından olacağını bilmiyordum. Traş olup ihramdan çıktım. Ne yapmam lâzımdır?
    Cevab: Geri dönüp şavtı düzelterek tavafı tamamlamalıdır. Tavaf bitmişse iade gerekir. Mekke’yi terketmedikçe umre iade edilir. Mekke’den çıkılırsa dem (davar kesmek) gerekir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir insan gelecek senelerin zekâtını verse ve arada fakir olsa sonra yine zengin olsa bu zekâtlar muteber mi?
    Cevab: Nisaba mâlik olan bir kimse, birkaç senenin veya birkaç nisabın zekâtını önceden verse sahih olur. Arada fakir olup sonra yıl içinde tekrar zengin olması vaziyeti değiştirmez. Ama nisab tamamen elinden çıkarsa, önceden verdikleri sadaka olur. (İbn Âbidîn, Koyun zekâtı bahsi sonu.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Annem-babam Erenköy’de iken ben doğmuşum. Sonra ailem Bursa’yı vatan-ı aslî edinmiş. Erenköy benim vatan-ı aslîm midir?
    Cevab: Vatan-ı aslîniz Erenköy idi. Bir kimsenin doğduğu yer vatan-ı aslîsidir. Sonra başka yere yerleşmek niyetiyle ayrılırsa orası vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Babanız Bursa’yı vatan-ı aslî edindiği için sizin de vatanınız Bursa olur. Çünki bir kimse ailesini ve eşyasını başka bir yere taşır, doğduğu yerde kimsesi kalmazsa, malı mülkü olsa bile, yeni yerleştiği yer vatan-ı aslî olur. Fıkıhta tâbi’ metbuya göre seferî olur veya olmaz. Nitekim İbn Âbidîn diyor ki: “Varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih kavle göre bülûğa eren çocuk gibi namazlarını tamam kılar” diyor. Çünki çocuğun niyetine ittibar yoktur. Babasının niyeti mühimdir. Çocuk babasına tâbidir. Nafakasını o verir. Talebe hocasına tâbidir; çünki nafakası ona aittir. Âkıl baliğ olan ve babasının yanında yaşayan çocukla babası dahi evleviyetle bunun gibidir.” Dolayısıyla babası bir yere temelli yerleşirse, çocuğun vatan-ı aslîsi orası olmak gerekir. Yine İbn Âbidîn, “Vatan-ı aslî: Kişinin doğduğu veya evlendiği yahut yerleştiği yerdir. İlk vatanında kimsesi kalmadığı zaman bu vatan yalnız misli bir bâtıl olur. İlk vatanında ailesinden kalanlar varsa bâtıl olmaz. Her iki vatanda namazlarını tamam kılar” diyor. Demek ki doğduğu yer olan vatan-ı aslîde kimsesi kalmayınca, çocuğun vatan-ı aslîsi olmaktan çıkıyor. Mebsut’ta da, “Vatan-ı aslî neş’et ettiği, yani doğup büyüdüğü yerdir” diyor. Dolayısıyla bir kimsenin anne ve babası bir memlekette oturuyorken, doğum için veya misafirlik yahud memuriyet sebebiyle başka bir memlekete gidip burada çocukları dünyaya gelse, çocuğun vatan-ı aslîsinin hiç alâkası bulunmayan bu memleket olduğunu söylemek abes olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Ayakta duramayan hasta namazını nasıl kılar?
    Cevab:

    İbni Abidin hazretleri diyor ki: “Bir kimse ayakta durmaktan âciz ise veya hastalığının ziyadeleşmesinden yahut geç düzelmesinden veya başının dönmesinden korkarsa yahud şiddetli ağrı duyarsa veya ayakta kıldığı takdirde sidiğini tutamazsa oturarak dilediği şekilde namazını kılar. Velev ki bir yastığa veya insana dayansın. «Oturarak dilediği şekilde namazını kılar» ifadesinden murad; oturmak zarar vermeksizin nasıl kolayına gelirse öyle kılar. Bağdaş kurar veya başka şekilde oturur, demektir. İmam Züfer; «teşehhüd yapan gibi oturur» demiştir. Fetvâ da bununla verilmiştir. Teşehhüd için oturduğu gibi oturmak başka oturuşlardan daha kolay gelir veya onlara müsavi olursa o şekilde oturmak evlâdır. Aksi takdirde bütün hallerde kolayına geleni seçer” (Hastanın Namazı babı). “Ayakta durmaktan hakikaten âciz kalan kimseden kıyâm sâkıt olur. Hükmen âciz kalırsa meselâ şiddetli ağrılara mübtelâ olur yahud hastalığının ziyadeleşeceğinden korkarsa, kıyam yine sâkıt olur. Yarası akan vesaire özürlüler de hükmen kıyamdan âcizdirler Bazen ayakta durmak imkânı varken kıyam hükmen sâkıt olur. Secdeden âciz kalanın hükmü budur. Hareket halindeki gemide de ayakta durmak imkânı varken oturarak kılmak İmam A'zam'a göre câizdir. Bir kimse yalnız ayakta durmaya yahud onunla birlikte rükü’a imkân bulur da secde edemezse oturarak imâ ile kılması mendup olur. Çünkü oturmak secdeye yakındır. Maamafih ayakta imâ ile kılması da câizdir. İmam Züfer ile diğer üç mezhep imamı ayakta imâ ile kılmayı vâcip görmüşlerdir. Çünkü kıyam rükündür. İmkân bulunduğu takdirde terk edilemez” (Namazın Sıfatı babı).
    Bütün bunlardan anlaşılan, ayakta durmaktan veya secde etmekten âciz olan teşehhüdde oturur gibi oturur. Metinde geçen Arapça ka’de kelimesi, teşehhüdde oturur gibi oturmayı ifade eder. Umumî olarak oturma manasına gelen cülus kelimesinin kullanılmaması boşuna değildir. Teşehhüde oturamıyorsa, bağdaş kurar veya dizlerini diker yahud ayaklarını yan tarafa uzatır (teverrük eder) yahud kıbleye karşı uzatır. Yere oturabildiği halde sandalyede namaz kılmak Hıristiyanlara benzemek olduğundan dolayı tahrimen mekruhtur. Yere oturamayanlar, sandalyede oturmamalı; hiç değilse ayakta imâ ile kılmalıdır. Hele kıyamları ayakta yapıp, rükü ve secdede sandalyeye oturarak imâ etmek hiç uygun değildir. Ayakta duramadığı için yere oturarak kılan öne doğru eğilerek rükü eder, sonra secde yapar. Beli veya başı ağrıdığı yahud yüzünde yara olduğu için secde edemeyen yere oturup ima eder; yani öne doğru hafifçe eğilerek rükü eder, biraz fazla eğilerek de secde yapar. Ayağını bükemeyen kıbleye karşı uzatır; ima ile kılar. Yere oturduktan sonra kalkamayan, kıbleye karşı bir kanepeye oturur; namazdan sonra ayaklarını sarkıtarak kalkar. Sandalyede namaz yalnızca kötürüm ve yardımcısız biri için mazur görülebilir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Oturamayan hasta namazını nasıl kılar?
    Cevab: Yatarak ima ile kılar. Yatamıyorsa ayakta ima eder. Oturamayan veya secde edemeyen hasta da ayakta ima edebilir. (İbn Âbidin, Hastanın namazı babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Secde edemeyen hasta namazını nasıl kılar?
    Cevab: Teşehhüdde oturur gibi oturup ima ile kılar. Oturması da mümkün değilse ayakta ima eder.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kadın bir kadının göğsüne bakabilir mi?
    Cevab: 1-Bir erkek, neseben, sıhren ve redâen (süt ile) kendisine nikâh düşmeyen kadınların baş, saç, boyun, göğüs, kulak, pazı, el, bacak, ayak ve yüzüne şehvetten emin ise bakabilir. Şehvetten emin olsa da olmasa da göbekten diz kapağına kadar, ayrıca sırt ve karnına, sırt ile karın arasındaki iki böğrüne de bakamaz. 2-Bir erkeğin başka birinin câriyesine bakması, kendi mahremine bakması gibidir. 3-Bir erkek başka bir erkeğin göbek ile diz kapağı arasına bakamaz. 4-Bir kadın kocasından başka bir erkeğin göbek ile diz kapağı arasına bakamaz. 5-Bir kadının başka bir kadına bakması, esah kavle göre erkeğin başka bir erkeğe bakması gibidir. Bir kadının başka bir kadının karnına, sırtına ve göğüslerine bakmasını câiz görmeyen âlimler de vardır. (İbn Âbidîn.) Bu sebeple fıkıh kitapları kadının başka kadınlara karşı karnını ve sırtını da örtmesi lâzımdır diyor. Fetâvâ-yı Hindiyye’de bir erkek, zevcesi dışındaki mahreminin göğüslerine bakabilir. Kadının koluna yıkarken, yemek yaparken bakmak câiz olduğu gibi, şehvetsiz olarak çocuk emzirirken göğsüne bakmak da mübahtır, diyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Yurtta kantinde çay var. İsteyen gidip alıyor. Deftere ismini yazıyor. Ödenecek zaman belli olmadığı için bu alış-veriş fâsid oluyor mu?
    Cevab: Sahihtir, fasid değildir. Bu alış-veriş veresiye olduğu söylenmediği için peşin sayılır. Bedelin hemen ödenmemesi satışı veresiye yapmaz. Veresiyeden bunun farkı, semeni satıcı istediği zaman talep edebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir erkek karısına boşanma hakkı vermişse, kadın da seninle yatmak bana babamla yatmak gibidir dese ama niyeti boşanmak olmasa ne lazım gelir?
    Cevab: Kadına boşama hakkı mücerred bu sözle verilmişse o mecliste kullanabilir. Ne zaman istersen sözü ilave edilmişse dilediği zaman kendini boşar. Burada boşanma hakkı o meclise aittir. Kadın kullanmadı ise düşer. Kadına boşanma hakkı sürekli olarak verilmişse bile kadının bu sözü boşanmaya sebep olmaz. Çünki bu bir bâin talâk lafzıdır. Bâin talâkta ise niyet muteberdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Her hangi bir namazı kılarken, vaktin namazını cemaatle kılmaya başlasalar nasıl davranılır?
    Cevab:

    1. Vaktin farzını kılarken cemaat başlarsa:
    a) Öğle, ikindi ve yatsı namazları için; 1. rek’atin secdesini yapmadıysa selam verip namaz bozar ve cemaate uyar. 1. rek’atin secdesini yaptıysa 2 rekat kılıp oturur ve selam verir ve cemaate uyar. 3. rek’ate kalkıp secdesini yapmadıysa ayakda selam verir ve cemaate uyar. 3. rek’atin secdesini yaptıysa 4'ü de kılar, selam verir. İkindi ise cemaate uyulamayacağı için mescidden çıkar, öğle veya yatsı ise cemaate uyar.
    b) Sabah ve akşam namazları için; 1. rek’atin secdesini yapmış olsa bile henüz 2. rek’atin secdesini yapmadıysa selam verip bozar ve cemaate uyar. 2. rek’atin secdesini yaptıysa artık namazı tamamlar fakat cemaate uymaz.
    2. Nafile (sünnet) kılarken:
    a) 4 rek’atli bir nafile kılarken cemaat farza başlarsa namaz bozulmaz. Henüz 3. rek’ate kalkılmamışsa ilk oturuşta selam verilip cemaate uyulur. 3. rek’ate kalkmışsa tamamlar sonra imama uyar.
    b) 2 rek’atli nafile kılarken, yapacak birşey yoktur. Nafileyi bitirir, cemaate öyle uyar.
    3. Tertib sahibi olup kaçırdığı namazı kılarken;
    Önce kendi namazını tamamlar, sonra cemaate uyar. Namazı kaçırdığını unutup cemaate uymuşsa bozmayıp tamamlar, bu kıldığı nafile olur, sonra kaçırdığı namazı kaza eder, sonra da cemaatle kıldığı vaktin namazını kılar. Kazaya kalmış olup o anda kaza ettiği namazını cemaatle kılmaya başlasalar, bu takdirde bozup bunlara uyabilir.
    4. Tertib sahibi olmayıp bu namazı kaza eden;
    Tertip sahibi olmayan da edâen veya kazâen kıldığı farzı bozup cemaate uyar. Kıldığı kazâ namazını ikiye veya dörde tamamlar.
    5. Kazası olmadığı halde sünnet yerine kaza kılan;
    Bunun 2. maddeden farkı yoktur. Kazası olmadığı halde, nafileler yerine kaza kılan da bu kazayı duruma göre ikiye veya dörde tamamlar. Sonra cemaate uyar. 3 rek’atlik kaza kılan, bunu iki rek’at olarak tamamlasa, namazı iki rek’atlik nafileye dönüşür. Dolayısıyla akşam kazası kılan, bunu iki rek’at olarak tamamlayabilir. Yatsının son sünnetini vitr kazası olarak kılanın yanında cemaat teşekkül etse, üçüncü rek’ata kalkmaz, ilk oturuşta selam verip imama uyar. Üç veya dört rekatlık kazaya niyetlense, ama kazası olmasa, bunu iki rekate çevirip selam verebilir. Kazası varsa, yine çevirebilir. O iki rekatlik nafile sahih olur, ama kazayı geciktirme günahına katlanır.
    6. Kazası olup sünnet yerine kaza kılan tertib sahibi;
    3. maddedeki gibidir. Cemaat tertip sahibinin kazasını bozması için özür değildir. Çünki kazaya bıraktığını kaza etmeden sonraki namaz olmuyor.
    7. Kazası olup sünnet yerine kaza kılan tertib sahibi olmayan;
    2. maddedeki gibidir. Tertip sahibi olmayıp sünnet yerine kaza kılan kimse için cemaat bu kazasını bozmakta özür olur.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazılarından bir şey satın alıyoruz. O anda paramız olmuyor. Sonra verirsin diyor. Verilecek tarih konuşulmadığı için câiz olur mu?
    Cevab: Veresiye veya taksitli olduğu satış esasında konuşulmayan her satış peşin sayılır. Bu da peşindir. Satıcı parasını dilediği zaman isteyebilir. Taksitli satışta taksit mikdarı ve ödenecek zaman belli olmalı. Bundan önce verilebileceği gibi, satıcının rızasıyla bundan sonra da verilebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İmam fâtihayı ve zammı sureyi cehrî okuyacak yerde hafî veya hafî okuyacak yerde cehrî okusa ne lâzım gelir?
    Cevab:

    Fâtihayı cehrî okuyacakken hafî okusa hatırlayınca baştan okur. Yarıdan fazlasını hafi okumuşsa sehv secdesi yapar. Bir kavle göre baştan okumaz, devam eder.
    Hafi okuyacakken cehri okusa hatırlayınca hafiyyen devam eder. Yarıdan fazlasını cehri okumuşsa sehv secdesi yapar.
    Zammı sureyi namazın vacibi yerine gelecek mikdarda hafi veya cehri okumuşsa hatırlayınca namazın vacibi yerine gelecek kadar devam eder, sonra sehv secdesi yapar. Sureyi vacib yerine gelmeyecek mikdarda hafi veya cehri okumuşsa, vacib yerine gelecek kadar devam eder, ama sehv secdesi yapmaz. Bunlar İmameyne göredir. İmam Ebu Hanife’ye göre kısa bir ayet de cehrî veya hafî okusa yukarıdaki vaziyete göre devam eder veya baştan okur, ama sehv secdesi lazımdır.
    Fatihanın tamamını hafî okuyup, sonra hatırlasa artık tekrar okumaz, zammı sureyi cehrî okur, sehv secdesi yapar.
    Cehren okunacak bir namazda tek başına namaz kılana, fatihayı bitirmeden birisi gelip uysa, o kimse imam olmayı arzu ederse fatihayı baştan cehren okur.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Özürlü bir kimse namaz kılarken namaz vakti çıksa namazı fasid olur mu?
    Cevab: İmam Ebu Hanife’ye göre olur, İmameyne göre olmaz. Fetva da böyledir. (Nimeti İslam.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Vatan-ı aslîm Yalova, vatan-ı ikametim Mecidiyeköy’dür. Vatan-ı aslîmden dönerken önce Yenibosna’daki teyzemi ziyaret etmek istedim. Mecidiyeköyü’nden geçtim. Mukim oldum mu?
    Cevab: Hayır. Vatan-ı aslîye gitmek vatan-ı ikameti bozar. Niyet teyzeye gitmek olunca buradan geçince seferîsiniz. Ama niyet Mecidiyeköyü’ne gelmek olsaydı, sefer biter; buradan Yenibosna’ya gitseniz mukim sayılırdınız.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir arsayı, sinagog yapılacağını bildiğimiz halde satmak câiz midir?
    Cevab: Ateşgede olarak kullanılmak üzere bir binayı satmak câizdir. Kiralamak ise İmam Ebu Hanife’ye göre câiz, İmameyn’e göre mekruhtur. (İbni Âbidîn, Alışveriş bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse hac farz olduğu halde bedel gönderilmesini vasıyet etmeden ölse, varislerinin bedel göndermesi gerekir mi? Varisler kendiliklerinden bedel olarak hacca gidebilirler mi?
    Cevab: Gerekmez. Varisleri veya bir başkası masrafları ekserisi ölenin terikesinden karşılanmak üzere hacca giderse inşallah meyyit hac borcundan kurtulur. Kendi mallarından gitseler de olur diyen âlimler vardır. (İbn Âbidîn, Sarurenin haccı bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurban hissedarlarından birisi çıkıp yerine başkası girebilir mi?
    Cevab: Satın aldığı kurbanı başkasına satıp başka kurban kesmek İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre câizdir. Aradaki farkı tasadduk eder. İmam Ebu Yusuf’a göre câiz değildir. Çünki kurban hayvanın aynına tealluk etmiştir. (Hindiye, Adak kurbanları bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurban alırken fiyat konuşmadık. Câiz mi?
    Cevab: Fâsid akidle alınan hayvanı kurban etmek câizdir. (Hindiyye.) Ancak fâsid akid yapmak günahına girildiği gibi, sevab da alınamaz. Hayvanı geri verip, fiyat konuşarak tekrar sahih bir akid yapmalı, sonra kesmelidir. Kesilmiş ise, kurban olmuştur. Tövbe gerekir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir hoca İbn Âbidîn’den delil getirerek sığırdaki vâcib kurban ile adak kurbanının bir araya gelmeyeceğini söyledi. Sığırın yedide bir hissesine adak katılabilir mi?
    Cevab:

    Ortakların hepsi kurbet kasdetmişse katılır. Biri Hıristiyan veya köle ise, yahud et için kesiyorsa olmaz. (İbn Âbidîn.)
    1-İbn Âbidîn’de diyor ki: “Kurban hepsinin üzerine vacib olsa veya bazısının üzerine vacib olsa, ister vücub cihetleri bir olsun, ister muhtelif olsun, meselâ birisinin ki kurban, birisinin ki ihsar, birisinin ki av cezası, birisininki tıraş cezası, birisinin temettü hac kurbanı birisininki de kıran haccı kurbanı olsa, yine kurban câiz olur. İmam Züfer buna muhalefet etmiştir. Çünkü bunların hepsinin niyeti Allah'a yaklaşmaktır.” diyor. Akika ve velîme de olur diyor. Hindiyye’de ise “Ve eğer udhiyye, Kurbanını veya başka Kurbanlardan murad etmiş olsalar onlara kifayet eder. Kurbet, vacib olsun veya tatavvu' olsun veyahut bazısına vacib olsun bazısına vacib olmasın müsavidir. Ve bazısı tatavvu'; hedyine ve bazısı müt'a veya kıran Kurbanını murad etmekle kurbet ciheti ittifak etsin veyâ ihtilâf etsin müsavidir.” Diyor.
    Görülüyor ki her iki eserde de sığıra kurbet niyetiyle ortak olunabileceğini söylüyor. Adak kurbanı olur demiyor ama olmaz da demiyor. Adak kurbanının -adı üstünde- kurbet olduğu bellidir. Bunların hepsinin girip de, adak kurbanının girmemesi olacak iş değildir. Burada esas maksat şunu tebarüz ettirmektir: Sığır veya deveye ortak olan yedi kişiden birisi hıristiyan veya köle ise veya sırf et için ortak olsa, onlardan hiçbirisinin kurbanı olmaz. Çünkü kan akıtmak parçalanmaz. Yoksa ibadet ve kurbet niyetiyle kesilirse olur. Adakta da Allah’a yaklaşmak kasdedilmektedir.
    Geçen senenin kurbanını kesen ile ölünün emri üzerine kesen nafile olur. Kurbet olmaz. Bu sebeple etin tamamını tasadduk gerekir. Bu istisnaî bir haldir. Bunu adak ile bir tutmak kıyas-ı maalfarık olur.
    2-Nezr kurbanında kan akıtmanın gerekli olmadığı, kesilmeden de etinin fakirlere verilebileceği, bu bakımdan geçen senenin kurbanına benzediği sözü de burada yersizdir. Zekâtta, fıtrada, uşrda, nezrde ve köle âzâdından başka keffâretlerde malın kendisi bulunsa bile kıymeti verilebilir. Kurban böyle değildir. Mutlaka kan akıtmak gerekir. Maamafih vâcib kurban da nahr günlerinde kesilmezse veya kesilemezse, canlı olarak veya kıymeti tasadduk edilir.
    3-Üstelik bütün kitaplarda fakirin kurban kesmesi vacib olmadığı için kurban niyetiyle sığır hissesine karışmasının adak hükmünde olduğunu söyleyen âlimlerin kavli bildiriliyor. Fakirin aldığı kurban adak olunca, sığıra adak katılmasının câiz olduğu buradan da anlaşılır.
    4-İbni Âbidîn’de diyor ki:  “Zengin bir kimse, kendi nefsine kurban etmek üzere aldığı bir sığıra başka altı kişiyi ortak edebilir. Fakir edemez. Çünki fakirin kurban için almış olduğu sığır, kurban için taayyün etmiştir, başkasını ortak edemez. Hâniye’ye göre fakir de edebilir. Eti taksim ettikten sonra fakirin hissesini tasadduk etmesi gerekli değildir. Ama adayan kimsenin hissesini tasadduk etmesi kesindir.” Bu ifade, sığıra adak kurbanının da ortak edilebileceğini açıkça göstermektedir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir talebe yurduna verilen kurban etlerini bir soğuk hava deposuna verip, o adam bunu kullanıp, bize başka etten her hafta şu kadar vermesi câiz mi?
    Cevab: Fâiz olur. Ama eti adama satarlar. Parasıyla her hafta veya her ay şu evsafta et vermesi üzere selem akdi yapabilirler.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Seferiyken, seferi olduğunu bilmediğimiz imama son oturuşta uysak kaç rek’at kılarız?
    Cevab: İmamın seferi olduğunu bilmiyorsanız, ama imam namazı bitirince ben seferiyim demişse iki kılarsınız. Bilmiyorsanız, hele şehirde ise, mukim olduğu kabul edilir ve dörde tamamlanır. (İbn Âbidîn, Misafirin namazı babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kadının 50 gr altın mehr alacağı var. 50 gr altın da malı var. Zekât verecek midir?
    Cevab: Mehrini alınca bir sene geçtikten sonra kırkta birini verir. Mehr alacağı 100 gr olup hiç malı olmasaydı da böyle idi. Ama elindeki mal 100 gr olsaydı, mehrini aldıktan sonra bir sene beklemeyip, elindeki malın ilk zekât tarihinde hepsinin zekâtını verir. (İbn Âbidîn, Malın zekâtı bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Semi’allahü limen hamideh yerine, dili dönmediği için nimen diyenin namazı bozulur mu?
    Cevab: Limen hamd yerine limel hamd demekle namaz bozulur. Ancak Halebî, «Mahrec yakın olduğu için namazın bozulmaması ümid edilir» demiştir. Anlaşıldığına göre bunun hükmü pelteğin hükmü gibidir. Hulvanî'nin beyânına göre sahabeden bazıları bunu Hazreti Peygamber’den rivayet etmiş; “öyle okumak bazı Arab kabilelerinin lehçesidir” demişlerdir. En'amte, dinüküm, vemenfûşü kelimelerindeki nun'ların lame tebdili ile namazın bozulması lazım gelip gelmeyeceği hususunda ulemanın ihtilaf ettikleri Haddâdî'den nakledilmiştir. (İbn Âbidîn, Namazın adabı bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Cemaati rükü’ya eğilmek üzere gören hemen olduğu yerde imama uyup rükü’ya mı eğilir, yoksa rüküyü kaçırmak pahasına da olsa safa kadar yürür mü?
    Cevab: İmama hemen uyup rükü’a eğilirse cemaat sevabına kavuşur ise de, mekruh işlemiş olur. Son safa kadar yürüyüp sonra uyması lâzımdır. Mekruhu terk etmek, fazilete yetişmekten evlâdır. Hazreti Ebu Bekr, safa varmadan rükû etmiş. Sonra o halde safa yürümüş; bunun üzerine Hazreti Peygamber kendisine: “Allah hırsını artırsın! Bir daha yapma!” buyurmuştur. (İbn Âbidîn, İmamlık bahsi, Safların tertibi kısmı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Burada bir arkadaş hanımını baba evine göndermiş. Sonra telefonda boşanma niyeti ile bu iş bitti demiş. Kadın bir ay sonra arayıp pişman olduğunu söylemiş. Erkek niye anlamıyorsun bu iş bitti demiş. Bir ay sonra yumuşamış, yine böyle söylemiş ama boşanma niyeti olmaksızın. Şimdi pişmanlar. Ne gerekir?
    Cevab: Birinci söz bâin talâk hâsıl eder. İkinci söz birinci sözü hikâye ediyorsa, ki öyle görünüyor, talâk sayılmaz. Böyle olmasa idi, Hanefî mezhebinde ıddet içinde söylendiği için talâk sayılırdı. Üçüncü söz talâk değildir. Binâenaleyh tekrar yeni bir nikâh ile evlenebilirler.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Araba çarpıp öldürdüğü adama mahkeme tazminat hükmetti. Nasıl paylaşılır?
    Cevab: Dârülharbde yaşayan bir müslüman bir başka müslümanı amden veya hatâen öldürse, kendisine ne kısas, ne diyet gerekir. İmameyn ve üç mezhebe göre diyet verir. Bu kavle göre diyeti almak câiz olur. İmam Şâfiî’ye göre de kısas veya diyet ile mes’uldür. (İbn Âbidîn, Müstemenin hükümleri babının sonu.) Alınan diyet şer’î vârislerine ait olup, ferâiz ahkâmına göre tevzi olunur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Müekked sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur” buyuruluyor. Sabah nemazından sonraki kerahat vaktinde uyumak da böyle midir?
    Cevab: Gündüzün öncesinde, günün ilk saatlerinde [güneş doğarken] uyumak mekruhtur. Akşam ile yatsı namazları arasında da yatıp uyumak mekruhtur. (Fetâvâ-yı Hindiyye.) Şunu her zaman hatıra getirmek lazımdır ki, her mekruh aynı derecede değildir. İbâdetlerdeki mekruhlar ile âdetlerdeki mekruhlar da aynı değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mâlikî mezhebinde abdest alırken niyeti yüzü yıkarken yapmayı bilerek bırakmak [unutmadan] câiz midir?
    Cevab: Bu mezhebde abdestte yüzü yıkarken abdest niyetini muhafaza ediyor olmak gerekir. Bu sırada niyeti bilerek bırakmak diye bir şey olamaz. Bir insan abdest alıyor ve niyeti bırakıyor. Bu nasıl olur? Hangi mezhebden olursa olsun, umumiyetle abdest alırken herkesin abdest niyeti vardır. O anda kendisine “ne yapıyorsun?” diye sorulduğunda, hemen “abdest alıyorum” derse, niyetli demektir. Ama abdeste başlayıp, sonra yüz yıkarken vazgeçse, niyeti bırakmış olur, yaptığı işler abdestten sayılmaz. Bu pek olacak iş değil.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Yemek yemeden önce veya sonra ağzı yıkamaktan murâd ağzın içi midir? Dudaklar ağızdan mıdır?
    Cevab: Yemekten önce ağız yıkanmaz. Eller yıkanır. Sonra hem eller, hem ağız yıkanır. Ağızdan kasıt dudaklar, dişler, damaklar ve dildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Elde çatlak olunca, çatlakların içinde sıvı gözüküyor. Bu renksiz su mudur?
    Cevab: Bu renksiz su değil, yaranın sıvısıdır. Renksiz su, dışarı çıkıp yayılandır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “Ağızdan çıkan necs şeyler, ezcümle kay ve katı kan, kan, safra, mi’deden gelen yemek, su, ağız dolusu olunca, abdesti bozarlar. Hepsi kaba necsdirler”. Kay nedir? Bunların abdesti bozması için tükürmek gerekir mi? Ağızdan çıkmadan bunları geri yutmak haram mıdır? Yine fıkıh kitaplarında “Ağzın içi, abdestin bozulmasında, iç organ sayılır. Orucun bozulmasında, bedenin dışı sayılır. Bunun için, dişden ve ağızdaki yaradan çıkıp ağızdan dışarı çıkmıyan kan abdesti bozmaz. Ağızdan dışarı çıkınca, tükrükden çoksa bozar” diyor. Birşeyi ısırınca, o şey üzerinde kan görürse, bozulmaz. Misvâk, kürdan üzerinde kan görünce, ağzına bulaşmadı ise, bozulmaz. Ya’nî oraya parmağını koyunca, parmağında kan görürse bozulur. Bunlardan anladığım: Ağızdaki yaradan gelen kan ağız dolu ise abdest bozulur. Ağız dolusu değil ise bozulmaz. Ancak dışarı çıkarsa bozulur. Bir şey ısırınca oradaki yahud misvaktaki kanın ağza da bulaştığı, aynaya bakınca görülmekle yahut ağızdaki kan tadından da anlaşılır mı? Mâlikî mezhebinde de ağza bulaştığının görülmesi gerekir mi?
    Cevab: Kay, kusmuk demektir. Ağız dolusu kusmak abdesti bozar. Ağız dolusu kusmak ağız külfetsiz yumulamaz hâle gelmektir. İster kasden, ister kendiliğinden olsun değişmez. Bir mecliste kusmak birkaç defa vuku bulsa, toplamına bakılır. Ağız dolusu olmayan kusmak abdesti bozmaz. İster kasden, ister kendiliğinden olsun değişmez. Yediği bir şeye bulaşması, yayılması demek değildir. Kanayan yere parmağını koyup da eline kan bulaşırsa, kan yayılmış demektir. Aynaya baktığında kanın yaranın üzerinde kalmayıp etrafa yayıldığını görmesi de abdesti bozar. Kanın tadını hissetmek yanıltıcı olabilir. Mâlikî mezhebinde kanamak abdesti zaten bozmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Abdest alırken kulak deliklerini elini sokunca oradan çıkan sarı kulak akıntısının katı hali abdeste zarar verir mi?
    Cevab: Yaranın kabuğu düşse bile abdeste zarar vermez. Kaldı ki kulaktaki sarı madde, bu dışarıdan gelip kulak çukurunda biriken kirin, rutubetle birleşmiş halidir, yara irini değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hanefîde abdesti bozmayan uyuma hallerinde [bağdaş kurmak, teverrük gibi] Mâlikî mezhebinde de abdest bozulmaz mı?
    Cevab: Bozulmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kunut dualarının birincisinde sonundaki kef harfini gaf olarak bugüne kadar okumuşum. Namaza zarar gelir mi? Namaz içinde böyle bir hata yapsa ve secdeye de eğilmiş olduğunda farkına varsa ne yapar?
    Cevab: Mahreçleri yakın olduğu için namazı kurtarır. İlmihalde diyor ki: Bir harfi, başka harf okumakda, harfler çok farklı ise, bozar. Meselâ, sat yerine ta söylemek, sâlihât yerine tâlihât okumak gibi. Harflerin farkı az ise, çok âlimler, ma’nâ değişirse, eğer bilerek okudu ise, bozulur. Ağzından kaçdı ise, bozulmaz dediler. Dat yerine zı demek, sin yerine sat, te yerine tı demek gibi. Fetvâ böyle ise de, ihtiyâtlı olmak lâzımdır. Dâllîn yerine zâllîn okumak böyledir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Namazda rükü’dan kalkarken elleri kaldırmadan iki eli ile pantolonu çekse [diz izi yapmasın diye] nemaz sahih olur mu?
    Cevab: Elleri kaldırmadan çekerse câizdir. İki elini kaldırarak çekerse mekruh olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bankada vadeli hesap açtırmak câiz midir? Bono, Borsa câiz mi?
    Cevab: Vadeli hesap açtırıp, fâiz almak, borçlu olduğu kimseye bono yazıp vermek, alacaklının bu bonoyu bir başka borçlusuna vermesi, yatırım maksadıyla borsadaki hisse senedlerini almak, İmam Ebû Yusuf ve diğer üç mezhebe göre câiz değildir. İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre câizdir. Ancak fâiz vermek, bono kırdırmak, borsada al-sat yapmayı iş haline getirmek hiçbir zaman câiz değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mesbuk olan secdedeki veya tahiyyattaki imama uyacaksa tekbir getirip elleri bağlamadan 2. tekbir getirmeden doğrudan mı uyar, yoksa tekbir getirip elleri bağlar, tekrar tekbirle secdeye veya tahiyyata mı iner?
    Cevab: Tekbir getirip imama uyar. Elleri bağlamadan secde veya tehiyyata gider. İkinci tekbiri söyler. Söylemese de bir şey lâzım gelmez. Birinci tekbir iftitah tekbiri olduğu için, bu tekbiri ayakta getirmek lâzımdır. Eğilirken söylerse namaza girmiş olmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Herhangi bir ihalede şirketlerden birinin diğerlerine ihaleye girmemeleri için para vermesi ve diğer şirketin bunu alarak ihaleden çekilmesi câiz mi? Alınan para helal olur mu?
    Cevab: İslâmiyette hak satılmaz. Ancak te’lif hakkı, telefon hakkı gibi devredilmesi örf hâline gelmiş bazı hakların para karşılığı devredilmesi câizdir. Buna ferağ denir. İhâleye girmek de bir haktır. Ancak kanunî bir hak değildir. Dolayısıyla devrederek alınan para neyin karşılığıdır? Hele aslında ihâleye girmek gibi bir niyeti olmayıp, sırf para almak için girer görünmek hiç uygun değildir. Müslüman böyle şeylere tevessül etmez. Nitekim satıcıya giderek malı almak için değil, alana gadr etmek için malın fiatını arttırmak haramdır. Nitekim âyet-i kerimede meâlen buyuruldu ki: Şer’î bir sebep olmadan bir din kardeşinin malını almak câiz olmaz. Hatta ihâleye tek başına girip, başkalarını bir şekilde sokmayıp, malı ucuza almaya niyetli iseler, buna yardımcı olmak hiç câiz olmaz. (Hamza Efendi, Bey ve Şirâ Risâlesi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Namazda secde ederken dizlerin yerde olması şart mıdır? Annemin dizlerinde problemi yüzünden doktora gitmişti ve doktor dizleri kırma dedi. Bana sordu namaz kılarken nasıl yapaym diye. Dizlerini kırmadan secdeyi yapmak için rükü’dan sonra secde ederken sağ bacağını geriye doğru uzatıyor ve dizi yere değmemiş oluyor. Bu şekilde yapılan secde sahih olur mu? Ben şimdilik oturarak namaz kıl dedim ama ayakta bu şekilde namaz kılmak câiz olur mu?
    Cevab: Secdede dizlerin yere değmesi şarttır. Değdiremeyen kolayına geldiği gibi kılar. Nitekim ima ile kılarken de ne alın, ne burun, ne el yere değer. Vâkıa secdede alnın yere değmesi secdenin sıhhati için şarttır. Diğer uzuvlarda çeşitli ihtilaflar vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurban bayramı süresince seferi olan biri kestiği kurbandan vacib sevabı alabilmek için kurbanı nezr etse, o kurban vâcib olmuş olur mu?
    Cevab: Buna gerek yoktur. Kurbanı sefere çıkmadan kesebilir. Nezr olan şeyin vâcib olmasıyla, kurbanın vâcib olması aynı şey değildir. Nezrin vücubu, kesilmesi mutlaka lâzım olan demektir. Sevaplarının aynı olduğu söylenemez. Vacibi yaparken ne mekruhlar, hatta ne haramlar işleniyor. Belki de kesmemek hayırlıdır. Kaç sevaptan girme günaha demişler.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: 4 rek’atlik bir namazın 2. rek’atinde oturmayı unutup kalksak ve daha fâtihayı okumadan bunun farkına varsak o zaman ne yapmalıyız?
    Cevab: Devam edilir. Namazın sonunda sehiv secdesi yaparız. Çünki ilk oturuş vâcibdir. Ama kalkınca, yani dizler yerden kesildiği andan itibaren artık geri dönülmez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında 'güzel oğlan' tabiri geçiyor. Babaların da böyle çocukları sakalsız dışarı çıkarmadığı yazıyor. Güzel oğlan ne demektir?
    Cevab: On-oniki yaşlarından itibaren bülûğa ermemiş veya ermeye yaklaşmış parlak, beyaz, tüysüz çocuklar, bazı kimselerde kötü hisler uyandırabilir. Böyle oğlana şehvetle bakmak câiz değildir. Homoseksüel temâyüllere vesile olabilir. Eskiden böylelerini dışarı çıkarmaz veya yüzüne tül örtüp öyle çıkarırlarmış. Büyük âlimlerden biri, hocasına ilk geldiğinde parlak bir delikanlı imiş. Hocası ders verirken onu direk arkasına oturturmuş. “Siz de mi?” diye soranlara, “Nefsin hainliğinden kimse emin değildir” buyurmuş. Yani hep dikkatli olun demek istemiş.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Taraflar anlaşarak umumi olarak bey ve şirâdaki hükümlerin aksini kararlaştırabilirler mi? Mesela; mutlak satışta mülkiyetin anlaşmayla değil de teslimle geçeceği konusunda anlaşabilirler mi?
    Cevab: Kararlaştıramazlar. Hüküm ifade etmez. Ancak bu misaldeki husus, akde zarar vermez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında peşin satışta önce mebî’in teslim edilmesi şart edilirse satış fâsid olur, diyor. Şimdi Türk hukukunda akit serbestisi olduğundan, taraflar çoğu kere akdi fâsid edecek şartlar kararlaştırabiliyorlar. (Mesela mebî’in önce teslim edilmesini.) Daha sonra bu şart yerine getirilmeyince avukat bu şartın yerine getirilmesini dâvâ edebilir mi?
    Cevab: Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre edebilir. Hanbelî mezhebine göre her yerde edebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Şart koşmamışlar; ama önce mebî teslim olmuş, sonra semen teslim olmuşsa akdin sıhhatine halel gelir mi?
    Cevab: Hayır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Alırım, alıyorum ve satarım, satıyorum gibi müdâri’ ve hâl şeklinde ve emr şeklinde söylemekle de, bey’ sahîh olursa da, söylerken, şimdi diye niyet etmeleri lâzımdır” diyor. Karşımızdaki herhangi bir kimse alıyorum veya satıyorum dese; fakat biz onun şimdiki zamana niyet ettiğini de bilmiyoruz. Satış sahih olur mu?
    Cevab: Hâlin icabından bu anlaşılır. Zaten sonradan ben geçmiş zamanı kastetmemiştim derse, satış fâsid olur. Böyle demedikçe, sahih olarak kurulur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında muhayyerliği anlatırken diyor ki: “Hâzır ise de, kapalı olduğu için veyâ hâzır olmadığı için görülmiyen mebî’ler, işaret edilerek tanıtılmazsa, sözbirliği ile bey’ câiz olmaz. Paket, kutu içinde, ölçmeden alınan şeyler, mikdarı yazılı olsa bile, söylenmedikçe toptan satış demektir.” Bana bir koli küçük boy defter getir diyor. O da bir koli getiriyor; ama üstünde yazı ve işaret yok. Bunu senden aldım diye satış yapılınca sahih olmuyor mu?
    Cevab: Defterlerin kolisi gelince, hazır ve işaret edilmiş olduğu için götürü (toptan) satılması sahih olur. Rüyet (görme) muhayyerliği vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “Mislî olanlar, altın veya gümüş ile veya kâğıd para ile değiştirilirken tayin edilirse, mebî olurlar. Meselâ, filân yerdeki şu kadar kile buğdayımı, bu kadar altına sana sattım demek gibi. Eğer tayin edilmez iseler, yine mebî olurlar. Fakat, satış selem olur. Meselâ, şu kadar kile buğdayı, bu kadar liraya satın aldım deyince, selem olur. Bize 1 koli kitap gönderiyorlar. Sonra göndereni arayıp 1 koli kitabı senden şu fiyata satın aldım diyoruz. O da sattım diyor. Satış selem mi oluyor?
    Cevab: Selemde mebî ortada yoktur. Burada var. Normal satış oluyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Veresiye satışta, tecil tarihi konuşulduysa her iki tarafın da zamanı iyi bilmesi ve zamanın muallak olmaması gerekir. Eğer zaman konuşulmamışsa mebî’in tesliminden itibaren 1 ay sayılır. Peşin satış yapılıp, borcun tecilinde zamanın iyi bilmemesi de olabilir. Peşin satıştan sonra borcun tecilinde, zaman konuşulmazsa da 1 ay mıdır?
    Cevab: Peşin satışta borcun tecili müddetinin konuşulması lâzım değildir. Konuşulmamışsa, tüccar arasındaki örf ve âdete göre bir müddet nazara alınır. Alacaklı alacağını her zaman isteyebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Altın ağırlıkla alınıp satılması gerektiği için, bugün altın sikkeler tane ile muamele gördüğünden dolayı, zekât verirken altının ağırlığı düşünülmezse zekât sahih olmaz mı?
    Cevab: Olur. Akidde altın orada değilse, ağırlığını düşünmek gerekir. Zekâtta zaten teslim şarttır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Umumî vekil edince tayin edilen para teayyün eder mi? Zekâtta paranın teayyün etmesi fakire gösterirken mi olur? Yoksa kendi başına şunu zekât olarak vereceğim diye niyet etse de teayyün etmiş olur mu?
    Cevab: Vekile verilen para, tayin ile teayyün eder. O para ile işi yapması gerekir. Aksi takdirde vekâleti sona erer. Kendi parasına karıştırabileceği söylenirse, teayyün etmez. Zekâtta para teayyün etmez, gösterdiğini değil de, başkasını verebilir. Çünki zekât bir akid değildir. Zekât için ayırdığını da vermek zorunda değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse yatsı namazını kılarken, birisi gelip ona uysa, kıraati nasıl yapmalıdır?
    Cevab: Fâtihayı veya sureyi okuyorsa, baştan cehri olarak fatihaya tekrar başlamalıdır. (Ni’met-i İslâm.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında, “Peşin olan semeni ödenen binâyı teslim almadan önce, ancak başkasına hediye etmesi, satması câizdir. Fakat kirâya veremez” diyor. Semeni peşin ödenen binayı satabiliyor da neden kiraya veremiyor?
    Cevab: Satım ve hibede mülkiyeti devrediyor. Kirada ise menfaati devrediyor. Teslim almadan mülkiyet geçer ama henüz binanın menfaatına malik olmamıştır. Kiraya verse, kiracıya nasıl teslim edecek? Nitekim başkasında kirada bulunan malını da kiraya veremez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Türk hukukunda her nevi alacak yazılı sözleşme ile 3. bir şahsa temlik edilebilir. Burada ise anladığım kadarıyla bazı ayrımlar var. Câiz olmayan bir alacak temliki yapılmışsa avukat bu alacağı takip edebilir mi?
    Cevab: Alacağın temliki Hanefî mezhebinin sahih görüşüne göre câiz değildir. Ancak İmam Züfer’e göre nasıl ki alacaklının alacağı borç mukabilinde borçlusundan mal alması sahihtir; borçlusunun dışındakilerden alması da sahihtir. Bu borç alınamazsa satıcı alacağını müşteriden alır. Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde alacak, mikdarda tenkîsat yapılmamak şartıyla üçüncü şahsa satılabilir. Böyle ihtilaflı bir husus olduğu için, avukatın takibinde şer’en mahzur yoktur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Semen deyn ise yalnız müşteriye peşin satabilir. Semen deyn ise bayı dilediği alacaklısını müşterisine havale edebilir” diyor. Alacaklısını müşteriye havale etmek, deyn olan semeni deyn karşılığında satmak demek değil midir?
    Cevab: Havale, başka delillerle meşru olmuş bir husustur. Havalenin sahih olması için, havale edenin, havale edilen şahısta alacağının olması gerekmez. Havalede, havale edilen kişi (müşteri), borcunu bir başkasına ödemeyi taahhüt eder. Alacağın satılmasından farklıdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Tapuda tescil banka hesabına para girmesi gibi teslim yerine geçer mi?
    Cevab: Gayrımenkulün teslimi için, anahtarın teslimi, binanın tahliyesi gibi hususlar teslim sayılır. Eskiden kanunen tescil mecburiyeti yoktu. Binaenaleyh bugün tapu tescili de alıcının mülkte tam tasarrufuna imkân veren bir husus olduğu için teslim sayılır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “Satışın câiz olması için, mebî’in tayin edilmesi, yani kendisine veya bulunduğu yere işaret edilmesi lâzımdır. Mebîin kendisine veya bulunduğu yere işaret edilmezse, satış sözbirliği ile câiz olmaz. O yerde, aynı isimde başka bir malın mebî ile birlikte bulunmaması lâzımdır.” Kendisine işaret nasıl olur? Mesela, 10 tane ilmihal demek, kendisine işaret midir? İlmihal denilince biri Mızraklı İlmihali anlar, diğeri de Büyük İslâm İlmihali’ni anlarsa ne olur?
    Cevab: Mebî ortada ise mesele yoktur. Mebî bir sandıkta veya ambardadır. Şu sandıktaki ilmihali sana 10 liraya sattım dediği zaman akid kurulur. Sandıkta ilmihal yoksa akid fasit olur. Var ise sahih olur. Birbirinin aynısı iki tane ilmihal var ise, yine olmaz. İlmihal denince meclisin hususiyeti, alıcı ve satıcının maksatları, muteber örf nazara alınır. Umumî bir kitapçıdan vasfını söylemeden ilmihal alınsa, olmaz. Mutlaka yazarı veya tam ismi söylenir. Aksi halde satıcı herhangi bir ilmihal verir. Alıcı da parasını verip alırsa akid kurulur. Alıcı ben bunu kasdetmemiştim derse, zaten akid kurulmadığı için hüküm ifade etmez. Yani bunları almak zorunda değildir. Ama mesela bir kitabevinden bir ilmihal alınmışsa, orada yalnızca bir tane ilmihal satılıyorsa o ilmihal kasdedilmiş demektir. Raftaki şu kırmızı ilmihali aldım derse, taayyün etmiş olur. Yanındaki yeşili veya başka yerdeki kırmızıyı veremez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bugün için satışın sahih olmayacağı asgari miktar nedir?
    Cevab: Kıymeti, bir felsden, yani o beldede tedavül eden câri paranın en ufak biriminden aşağı olan malın satışı câiz değildir. Bir felsten aşağı alışveriş yapılamayacağı ve bunun sahih olmayacağı İbni Abidin’in Reddü’l-Muhtar kitabında yazıyor. Fels, altın ve gümüş dışındaki paradır. Ödemede problem meydana getireceği için alışverişte satılan malın piyasada tedâvül eden paranın en düşük birimine eşit, yani en az bir fels kıymetinde olması lâzımdır. Aksi takdirde karşı taraf bunun semenini nasıl ödeyecektir? Altın ve gümüşün tedavül ettiği zamanlarda, bir dirhem gümüş, yüz felsti. Bir fels, bir santigramdı. Dolayısıyla bir fels, altın liranın 15 binde biri idi. Bu kadar ucuz malın, bir fels değerinde olacak fazla mikdarı için veya başka cins mallar ile birlikte tek bir sözleşme yaparak toptan satılması câiz olur. Meselâ piyasadaki en düşük para 5 kuruş ve bir mektup zarfı da 2,5 kuruş ise, 5 kuruş verip iki zarf almak icap eder.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bakkallarda akıllı, fakat bâliğ olmamış çocuklara şeker, çikolata gibi satışlar yapmakta bugün için zaruret var mıdır? Yahut yapmazsa fitneye sebebiyet verir mi?
    Cevab: Bülûğa ermemiş akıllı çocuğa pirinç, ekmek gibi şeyleri bakkalın satmasında mahzur yoktur. Velisinin gönderdiğine delâlet eder. Ama şeker, çikolata gibi şeyler alıyorsa satılmaz. Çünki bunları kendisinin kendi malından aldığı anlaşılır ve velisinin izninin olmadığına delâlet eder. Ama velisi telefonla veya imzalı pusula yazarak iznini beyan etmişse veya önceden “Bu çocuk ne alırsa satabilirsin!” diye umumî izin vermişse olur. Gelen çocuğu reddetmek her zaman mümkün olamayacağı için, dârülharbde bey ve şiraya uymadan alışveriş yapmak İmam Ebu Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre câiz olduğundan, bu zamanda böyleleri ile bu gibi alış-veriş yapmak ihtiyaç hâlinde câiz olabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Karısına pek kötü muamele yapan adamdan kadının boşanması için açılacak boşanma dâvâsında, kadın çocuğun velâyetini istiyor. Kanunlar da velâyeti anaya veriyor. Velâyetin anaya verilmesinin talebi uygun mudur? Uygun değil ise, uygun hale gelmesi herhangi bir şekilde mümkün müdür?
    Cevab: Şer’î hukukta prensip itibariyle veli babadır. Eşler ayrılmışsa, çocuk oğlan ise 7, kız ise 9 yaşına kadar hıdâne velisi annesidir. Yani çocuğu anne terbiye eder. Sonra babaya verilir. Baba yoksa veya uzakta ise veya bakmıyorsa veya fâsık ise çocuk annede kalır. Bu zamanda velinin şer’î hükmü sınırlıdır. Çocuğun malı yoksa babanın vasi olması da pratikte bir şey ifade etmez. Kaldı ki baba, bir başkasını vasi tayin edebilir. Bu vasi anne de olabilir. Netice itibariyle çocuk küçükse zaten annesi hıdâne velisidir. Büyüdüğü zaman da baba salih ise çocuk annede kalsa bile, kanun velâyeti anneye verse bile, şer’en veli ve vasi babasıdır. Annenin buna mâni olabileceği bir şey yoktur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Babası akıllı olmayan çocuğu kucağına alıyor ve parayı buna verdiriyor. Alacağı malı da (meselâ sakız) çocuğa kabz ettiriyor. Bu şekilde akid câiz midir?
    Cevab: Burada akdi yapan babadır. Çocuk resul (haberci) gibidir. Akid sahihtir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “Mebînin teslîmi mümkün ise, fakat ayn değilse, müşteri tanımıyorsa, satış fâsiddir. Bir sürüden bir koyun satmak gibi”. Satış nasıl fâsid oluyor? İlk bilgiye göre, satışın selem olması gerekmez mi?
    Cevab: Balıktan başka hiçbir hayvan selem olmaz. Bir sürüden bir koyun belirsiz bir mebidir. Sürünün yanına gelip hangi koyun olduğunu tayin etmek gerekir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “Satışta mebî yedi türlüdür:.. 5-Bir kimseye ödünç verilmiştir. Yalnız ona ve peşin satmak câiz olup, başkasına satmak fâsiddir. 6- Bir kimseye emânet, âriyet yahud kirâ veya rehin yahud sermâye olarak verilmiştir. O kimseye satmak câiz ise de, alıp, tekrar teslîm etmek lâzımdır. 7-Mebî, gasp veya hırsızlık yahut hıyânet suretiyle müşteride bulunur. Bu müşteriye satılabilir. İkinci teslime ihtiyaç yoktur”. Bunların farkları nedir? Bir kimseyi umumî vekil edip ona bir miktar para verince para emânet olarak mı kalır?
    Cevab: Ödünç, karz demektir. Para gibi istihlâk olunacak (tüketilecek) şeyler üzerinde yapılır. Kendisini değil, mislini ödeyecektir. Dolayısıyla aldığı onun mülkü olur, mislini ödeme borcu altına girer. Bu mikdarı ona satmak veya bu mikdar karşılığında satış akdi yapmak câizdir. Tekrar alıp vermeye gerek yoktur. Çünki zaten mülküdür. Hatta harcamıştır. Başkasına da satamaz. Çünki alacağın temliki câiz değildir. Emânet, âriyet, kirâ ve rehinde mal ortadadır. Tüketilmez. Kendisi ödenir. Bunu satmak için geri alıp, tekrar vermek lazımdır ki teslim vâki olsun. Gaspta, gasbeden mala mâlik olur, aynını veya mislini ödeme borcu altına girer. Binaenaleyh bunu satarken tekrar teslime lüzum yoktur. çünki zaten gasbedenin mülkündedir. Mülkünde olanı alıp tekrar teslim abestir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hesaba gelen para kabz edilmiş olunur mu? Telefonla yapılan veya MSN ile yapılan satış, yüz yüze satış mıdır? A, B den karz-ı ayn olarak bir miktar para istiyor. Fakat parayı EFT yoluyla C nin hesabına geçmesini istiyor. C yi de B den A için gelecek olan parayı alması için umumi vekil tayin ediyor. B EFT yi yapıyor. Bu işlemde paranın hesaba geçmesi 15 dakika kadar bir süre alıyor. Daha para hesaba geçmeden A, senden aldığımı karz-ı haseni ödüyorum diyerek peşin parayı B ye elden veriyor. Borç ödenmiş midir?
    Cevab: Hesaba gelen para hükmen kabz sayılır. Yani başkası mâni olmaksızın o paraya tasarruf edebilmek kabz yerine geçer. Telefon veya internetle yapılan satış sahih olmakla beraber, isbatı müşküldür. Yani karşı taraf o ben değildim dedi mi, ispatlayamazsanız, ortada kalırsınız.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Noterde yapılan gayrımenkul satışı sözleşmesi geçersizdir. Tapuda yapılması lâzımdır. Noterde yapılan bu sözleşmeyi avukat iptal ettiremez mi?
    Cevab: Gayrımenkul satışı da icap ve kabul ile kurulur. Tapuya tescil, kanunî mecburiyettir. Satıcı tapuyu veremezse, alıcı ayıp muhayyerliği gerekçesiyle akdi fesheder. Burada da avukatın iptali, satışı iptal etmez; alıcıya fesih hakkı verir. Vakıa satışı noterde yapması onun da kabahatidir. Noter böyle bir satışı yapar mı, ona da şaşılır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse, filancanın evine girersen boşsun dedi. Bir zaman sonra “Bak filancanın evine gidersen boşsun ha” dedi. Bir zaman geçti, yine aynı şeyi söyledi. O eve giderse kaç talâk olur?
    Cevab: Bir talâk olur. Çünki ikincisini teyid için söylemiştir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Ayın 20’sinde seni boşamazsam üç defa benden boş ol dese, ne lâzım gelir?
    Cevab: Ayın yirmisinden önce bir kere boşarsa, yemini yerine gelir. Sonra dilerse tekrar alabilir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Zimmî olmayan gayrımüslime sadaka verilir mi?
    Cevab: Gayrımüslime zekât ve fıtra verilmez. İmam Muhammed’in Siyer-i Kebîr kitabından naklen bir müslümanın, kâfir bir harbîye veya müstemine (pasaportlu harbîye) yahud zımmîye (gayrımüslim vatandaşa) sadaka vermesi ve ondan hediye kabul etmesi câizdir. Zira Hazreti Peygamber kıtlık senesinde Mekke-i mükerremeye 500 altın göndermiş; bu parayı Mekke'nin fakirlerine dağıtmak için Ebû Süfyan bin Harb ile Safvan bin Ümeyye'ye vermelerini emir buyurmuştur. Bir de sıla-i rahim (akrabaya yardım) her dinde makbuldür. Başkasına hediye vermek güzel ahlâktandır. Zeylaî de bunu söylemiştir. (İbn Âbidîn, Masrif bahsi)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Şâfiî mezhebinde imama birinci rek’atin rükü’unda yetişen, fatihayı okur mu? Fâtihayı unutan ne yapar?
    Cevab: İmama rükü’da yetişen, o rek’atin fâtihasını okumamakta mazurdur. Ancak fâtihayı unutursa, imam rükü’da iken hatırlasa, hemen fâtihayı okur. İlk secdede imama yetişmesi lazımdır. Sonradan hatırlasa yeniden bir rek’at daha kılar. (İmam Nevevî, Minhac, İmamet bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: A, B’ye bir gayrimenkulu vaad ettiği tarihte teslim etmiyor. Aradan aylar geçiyor. B’nin maksadı gayrimenkulde oturmaktır. Açılacak teslim dâvâsında, gayrimenkulün kiraya verilebileceğinden dolayı, rayiç kira bedelinin iadesi talep edilebilir mi?
    Cevab: Vaadler, Hanefî mezhebine göre, borç doğurmaz. Kişi vaad ettiğini hukuken yapmak zorunda değildir. Bu ahlâkî bir borçtur. Dolayısıyla B, A’dan hiçbir şey talep edemez. Ancak B, A’ya ev kiralayıp, zamanında boşaltıp teslim etmezse, B, akdi fesheder veya evin kendisine teslim edilmediği aylar için ecr-i misl (emsal kira) talep eder. Kirayı peşin ödemişse, o aylara düşeni geri alır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kişinin psikolojik durumunun bozulduğundan yahut işini kaybettiğinden yahut meslekî, siyasî, sosyal mevkii sebebiyle, manevî tazminat istenmesi ve bunun için dâvâ açılması uygun mudur?
    Cevab: Müessir fiil dışında, manevî tazminat istemek meşru değildir. Ancak helâlleşmek karşılığı istenebilir. Ulemâ hakkı ıskat yoluyla bedel istenebileceğine fetvâ vermiştir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Acentalar, bir firma için senelerce çalıştıklarını ve bu firmaya bir çok müşteri bulduklarını, dolayısıyla, bir portföy oluşturduklarını iddia edip portföy tazminatı istiyorlar. Bu tazminat istenebilir mi?
    Cevab: Portföy mal değil ise de, bir bilgi bankasıdır. Devri için para istenebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Tefecilerin yaptıkları iki iş meşhurdur. Birincisi, belli miktar alacağı, alacaklıdan daha düşük fiyata satın alıp, bunların tahsilâtını yapmak; ikincisi, ödünç verip, vâdesinde fâizi ile almaktır. Bu şartlarda tefeci avukatı olmak câiz midir? Bazı büyük şirketler sadece birincisini yapıyorlar. Bunların avukatlığını yapmak câiz midir? Yanında çalışılan avukat bu tip işlerin takibatını yaparsa, bu işleri takip etmek câiz midir? Tefeci avukatlığı yapan bir avukat, ben mümkün mertebe borçlunun menfaatine davranmağa, borçlunun hukukunu korumağa çalışıyorum. Halbuki benim yerimde bir başkası olsa, borçluyu ezecek, diyor. Bu niyetle tefeci avukatlığı yapmak câiz midir?
    Cevab: Bunların hepsi İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre dârülharbde câiz olmakla beraber kazancı tayyib değildir. Mamafih bu niyetle belki kazancı da tayyib hâle gelir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Ödeme tarihi konulmuş bir borç senedi uyarınca, alacağı takip etmek câiz olur mu?
    Cevab: Olur. Hanefî mezhebinde karz senedine tarih koymak câiz değil ise de, konması, akdi ifsad etmez. Alacaklının talep hakkını da ertelemez. Mâlikî mezhebinde böyle bir tarih konması meşrudur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İşveren hiçbir sebep göstermeden, işçinin iş akdini fesh edebilir mi?
    Cevab: Zamanı dolmadan veya iş bitmeden tek taraflı olarak feshedemez. Feshederse, kalan zamanın ücretini ödemekle mükelleftir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bankanın avukatlığını yapan, bankanın meşru olmayan işlerinin takibini yapabilir mi?
    Cevab: Bankaların bütün muameleleri gayrımeşru değildir. Kaldı ki böyle olanların bazısına da İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed dârülharbde cevaz vermektedir. Bu kavle göre yapabilir. İbni Abidin, meşru olmayan verginin topanmasında çalışmaya cevaz vermektedir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse geliyor, kiracısını çıkarmak istediğini söylüyor. Avukat da müvekkilin oğlunun o işyerinde bir iş yapacağını yahut çocuğunun evlenip o evde oturacağını söyleyerek, ihtiyaçtan tahliye dâvâsı açıyor. Hakiki olarak böyle bir sebep olsaydı, uygun olur muydu?
    Cevab: Bir kimse kiracısını ne sebep olursa olsun, kira müddeti bitmeden çıkaramaz. Kira müddeti bitmişse, şer’î hukukta çıkarabilir. Mer’î hukukta çıkaramamaktadır. Dolayısıyla yalan beyanla çıkarmak isteyene müddet dolmuşsa vekillik şer’en câiz olmaktadır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Böyle bir ihtiyaç yokken, bu sebeplerle dâvâ açmak uygun olur mu?
    Cevab: Kira müddeti bitmişse olabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Çalışığım şirket beni bir iş için Ankara’ya gönderdi. Tayyare biletimi de verdi. Dönüşte ben kardeşimin arabasıyla geldim. Tayyare biletini iade etmem gerekir mi?
    Cevab: İşveren işçiyi mutlak şekilde «Şu işi yap.» diye tutsa işçi bir başkasına da yaptırtabilir (İbn Âbidîn). Ayrıca işçiye verilen bahşiş ve hediyeler ücretten indirilemez. Ayrıca muhâlün leh (havâleyi alan), muhâlün aleyhe (havâleyi kabul edene) havâle olunan borcu hediye ederse, muhâlün aleyh (havâleyi kabul eden), muhîlden (havâle verenden), havâle olunanı isteyebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Gayrımüslim kadının avretine bakmak câiz midir?
    Cevab: Müslüman kadının avret yerine bakmak haram olduğu gibi, gayrımüslim kadına da bakılmaz. Ama Tatarhâniye'de rivayet ediliyor ki gayrımüslim kadının saçına bakmakta bir beis yoktur. (İbn Âbidîn, İstibra babı.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Ramazanda yatsıyı cemaatle kıldık. Terâvih kılmadık. Vitri cemaatle kılabilir miyiz?
    Cevab: Kılamazsınız. Vitr namazı, yalnız Ramazanda cemaat ile kılınır. Ramazanda yatsının farzını cemaat ile kılmayanlar, toplanıp da terâvihi ve vitri cemaat ile kılamazlar. Çünki terâvih, yatsının cemaati ile kılınır. Yatsının farzını ve terâvihi cemaatle kılanlar, vitri de cemaatle kılar. Farzı yalnız veya başka bir cemaatle veya bu cemaatle kılıp terâvihi kılmayan da vitri bu cemaatle kılabilir. Ama meselâ farzı tek başına veya ayrı ayrı cemaatlerde kılanlar bir araya gelip terâvihi cemaatle kılamadıkları gibi, vitri de kılamazlar. (İbn Âbidîn, Teravih namazı bahsi sonu.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İmam ön safta namaz kılan yoksa cemaate döner diyor. Ön safta değil ama arkada varsa yine döner mi?
    Cevab: Ön safta namaz kılan yok ve burası boşsa, arka saflarda da namaz kılan olsa, bu namaz kılanın yüzüne karşı dönmez. Ön saf lafzı, orada adam varsa diyedir. Oradaki kalkmışsa, yeri boşalır. (İbn Âbidîn)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Terzi, saatçi, ayakkabı tamircisi gibiler kendilerine bırakılıp alınmayan malları ne yapacak? Bunu saklamanın zamanı var mı?
    Cevab: Bunların sahibinin çıkmayacağına kanaat getirinceye kadar saklar. Bu müddet azamî bir senedir. Sonra lukata sayılır. Masrafını alıp, fakirlere verir veya fakirse kullanabilir. (İbn Âbidîn, Lukata bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Müteahhidim. İnşaat için demir alıyorum. Bunun zekâtını verecek miyim?
    Cevab: Sanat sahiplerinin âletlerinden, sabun gibi aynının eseri kalmayanlardan zekât yoktur; usfur ve safran gibi eseri kalanları için, üzerinden sene geçerse zekât gerekir. Koku satanların şişeleri ile ticaret için satın alınan at ve eşek etleri ve bunların yularlarıyla çulları, satmak için alınırsa zekâtlarını vermek gerekir; satmak için alınmamışsa bunlarda zekât yoktur. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Babamız bir sığıra ortak oldu ve kurban kesmeden öldü. Kurbanı annemiz kesebilir mi? Biz yiyebilir miyiz?
    Cevab: Kurban vârislerindir. Annelerine hediye edebilirler. Anneleri keser. Kendileri de yiyebilir. Bir bedeneye ortak olan yedi kişiden birisi ölse, varisleri diğer ortaklara, onun ve kendilerinin yerine kesmelerini söyleseler, istihsanen hepsinin yerine sahihtir. Çünkü hepsinde kurbet kastı vardır. Ortaklar vârislerden izin almadan kesseler, hiç birisine kâfi gelmez. Zira bazıları kurbet değildir. (İbn Âbidîn.) Yedide üç hissesi olan zât ölür ve bir oğlanla, küçük bir kızı mirasçı olarak bırakır; altı yüz dirhem de terekesi olur; ancak bu altı yüz dirhem, o sığırdaki hissesiyle birlikte bu miktara erişmiş bulunur; vasî de onların yerine o ineği kurban keserse; bu câiz olmaz. Çünkü kızın hissesi et olur. Zira o fakirdir. Babasından isabet eden miras onun hissesine ikiyüz dirhem olarak düşmemektedir. Şayet ölen zât, o sığırdaki hissesinin haricinde altı yüz dirhem bırakmış olsaydı, hepsinin kurbanı câiz olurdu. Çünki o zaman kız da zengin sayılırdı. (Hindiye.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hutbeyi üç basamakta okumanın hükmü nedir?
    Cevab: Hutbeyi Hazreti Peygamber’e uymuş olmak için minber üzerinde okumak sünnettir. Hazreti Peygamber’in minberi, istirahat yeri denilenden başka üç basamaktan ibaretti. Minber mihrabın solunda olmalıdır. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sa’yda abdesti kaçan kimse ne yapar?
    Cevab: Sa’yda abdestli olmak sünnettir. Sa’y tamamdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Vücuttaki kılları terlemeyi önlemek için almak câiz midir?
    Cevab: Göğüs üzerindeki ve sırttaki kılların tıraşı edebe aykırıdır. Boyun kıllarının traşını İmam Ebu Yusuf câiz görmektedir. Kadınlara benzeme kasdı olmaksızın kaşların ve yüzdeki kılların alınması da câizdir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Birkaç senenin zekâtını önceden vermek câiz midir?
    Cevab: Câizdir. (Nimeti İslam; İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İki secdeyi veya rükü’yu unutan kimse ne yapar?
    Cevab: Geri kıyama dönüp rükü’yu ve secdeyi yapar. Yapmadan selâm verirse namazı iade eder.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Altı namazı kendisini seferî zannederek kılan bir kimse bunları kaza ederken vitri de kaza edecek mi?
    Cevab: Etmez. Bir kimse yatsıyı kılmadığını unutarak vitiri kılsa da sonra yatsıyı kılsa vitiri tekrarlamaz. Bir kimse yatsıyı abdestsiz, vitirle sünneti abdestli kılsa yatsı ile sünneti tekrar kılar; vitiri kılmaz. Bir kimse ikindiyi kılar da sonra öğleyi abdestsiz kıldığı anlaşılırsa yalnız öğleyi tekrarlar. Çünkü o kimse unutan gibidir. (İbn Âbidîn, Geçmiş namazların kazası bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mâlikî mezhebini taklid eden Hanefî, namazda selâm verdikten sonra secde-i sehv yapabilir mi?
    Cevab: Mâlikî mezhebinde selâm rükündür. Ama secde-i sehve mâni değildir. Sehven selâm verdikten sonra aklına gelse secde-i sehv yapar. Namazı eksik kılmışsa da kalkıp tamamlar. Bir rüknü terk ettiğini hatırlamayıp da namazı tamamladığına inanarak selâm verdiği takdirde, aradan örfe göre uzun bir zaman geçerse kişinin namazı bozulur. Namazı tam olarak kıldığına inanıp, selâm verdikten sonra aradan az bir zaman geçince hatırlayacak olursa, bu durumda noksan kıldığı rek'ati lağveder. Yerine bir başka rek'ati kılarak eksikliği tamamlarsa namazı sahih olur. Eğer namazı tam olarak kıldığına inanarak değil de, yanlışlıkla selâm verirse veya hiç selâm vermezse; terk edilen rükün son rek'atte ise onu yerine getirerek namazını tamamlar. Fakat terk edilen rükün son rek'atten başka rek'atlerde ise ve son rek'atin rükûuna da varmamışsa, eksik kalan rek'ati tamamlar. Son rek'atin rükü’una varmışsa eksik kalan rek'ati lağveder, terk edilen rüknü de yerine getirmez. Rükü’un yerine getirilmesi, başın rükü’dan mutmain ve itidalli olarak kaldırılmasıyla olur. Yalnız rükü’un terkinde böyle değildir. Son rek'atin rükü’una gitmek, başı sadece eğmekle yerini bulur. (el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi Erbaa, Namazı bozan şeyler.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kâbe-i Muazzama’yı helikopterle tavaf etmek câiz midir? Revakların üçüncü katından tavaf etmek câiz midir?
    Cevab: Câizdir ama mekruhtur. Nitekim ulemâ Kâbe'nin üzerinde namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. (İbn Âbidîn, Namazın mekruhları bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hâmile kadında devamlı kanama varsa ve Mâlikî mezhebini taklid ediyorsa ne yapar?
    Cevab: Âdetini hatırlıyorsa, buna göre davranır. Hatırlamıyorsa ve kan devamlı geliyorsa, hâmileliğin ilk iki ayında 15 gün hayız, 15 gün temiz kabul eder. İkinci aydan itibaren 20, altıncı aydan itibaren 30 gün hayız kabul eder. Kan gelen günlerde namazı bırakır. Sonra kaza eder. Kocasına kan gelmediği günlerde yakın olabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hayız ve temizlik âdetini unutan Hanefî kadından devamlı kan geliyorsa ne yapar?
    Cevab: 10 gün hayız, 20 gün temizlik kabul eder. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Yabancı bir kadını düşünüp şehvetlenmek câiz midir?
    Cevab: Bu husus ihtilaflıdır. Şâfiî mezhebinden bazılarına göre helâl olmayana bakmak haram olduğu gibi, onu düşünmek de haramdır. Çünkü Cenab-ı Hak «Allah'ın bazınızı diğerinin üzerine üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyiniz» buyurmuştur. Âyet-i kerime bakmayı olduğu gibi, temenniyi de men etmiştir. İbni Hacer Tuhfe’de, «Ecnebi bir hanımın güzelliklerini düşünerek hanımıyla münasebet kuran ve hayalinde sanki o ecnebi kadınla cinsî münasebet kurmuş gibi tasarlayan bir kimse bu kabilden değildir» diyor. Celâleddin Süyûtî ve Takiyyüddin Sübkî'nin aralarında bulunduğu bir cemaatten böyle bir düşüncenin helâl olduğu nakledilmektedir. Çünkü Cenab-ı Peygamber bir hadîsinde: «Şüphesiz Allah benim ümmetim için nefislerinin peyda ettiğinden vaz geçmiştir» buyurmaktadır. Kişinin böyle bir şeyi hayal etmesi o kadınla zinâ etmeyi düşünmesini gerektirmez. Öyle ki kadını elde ettiği takdirde zinâ etmeye ısrar ediyorsa günahkâr olur. Buradaki hâdise münasebet kurduğu hanımını o ecnebi kadın farzetmesidir. Bazıları böyle bir şeyin yapılmasının mekruh olması daha uygundur, derler. Bu görüş «kerahat delilsiz olmaz» kâidesiyle reddedilmiştir. İbnü'l-Hâc el-Mâlikî şöyle dedi: «Böyle bir düşünce haramdır. Çünkü bu zinânın bir çeşididir. Nitekim bizim âlimlerimiz de böyle demişlerdir.» Nitekim bizim âlimler, «Bir testi alıp ondan su içen bir kimse gözünün önünde onu şarap sayıp içerse o su haram olur» demişlerdir. Bazıları İbnü’l-Hâcc’ın bu görüşünü destekleyen bir delil olmadığını söyleyerek reddetmiştir. Hanefî fıkıh kitaplarından Dürer'de der ki: «Kişi suyu veya mübah olan başka meşrubatı içtiği zaman fâsıklar gibi coşkunlukla taşkınlıkla içerse haram olur.» Hanefî mezhebi kâidelerine en yakın olanı bunun câiz olmamasıdır. Çünki o ecnebi kadının huzurundaymış gibi düşünmek, onunla cinsî temas kurulmuş gibi tahayyül edilmesi heyeti üzerine işleyen bir mâsiyeti tasvir etmektir. İçki meselesinin benzeridir. Hanefî ulemâsından bazıları, İbnü'l-Hâcc’ın yukardaki ibâresini nakledip kabul ederek şu hadîs-i şerifi delil alır: “Bir suyu şarap içer gibi içerse, bu su kendisi için haram olur.” (İbn Âbidîn, Bakma ve Dokunma faslı)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kefir satmak câiz mi?
    Cevab: Kefir içmek, Hanefî mezhebinin sahih kavline göre câiz değildir. Ancak şaraptan başka içkileri satmak İmam-ı A’zam Ebu Hanife’ye göre kerahatle câizdir. Fetvâ da böyledir. (İbn Âbidîn.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Elbiseye veya bir uzva hafif necaset bulaşırsa, dörtte birden az ise affedilmiştir deniyor. Burada uzuv ve elbiseden kasıt nedir?
    Cevab: Tenâsül uzvu, (erkekte) husyeler, dübür, göbekle kasık arası ve iki taraftan bunun hizası, (dizle beraber) her bir uyluk, topuklarla birlikte baldırlar, dirseklerle beraber bazular, bileklerle beraber kollar, göğüs, yanlarla beraber karın, omuzlarla beraber sırt, baş, boyun ile (kadında) göğüsler ve kulaklardır. Elbise ise, yen, kol, yaka gibi her bir parçasıdır. Fetvâ böyledir. Ayakkabı da elbise hükmündedir. Mest ve çizmenin konçtan aşağısına itibar olunur.  Bir başka sahih rivayette ise üzerinde bulunan elbisenin ister büyük, ister küçük olsun tamamının dörtte biri itibara alınır. Bu kavli ulemâdan haylisi benimsemiştir. Aksi takdirde bazen küçük bir uzuv veya elbisedeki hafif necâset bir dirhemi bile bulmayacaktır. Halbuki bu miktar galiz necâsette bile affedilmiştir. Bazıları da içinde namaz câiz olarak en basit meselâ peştemal gibi bir elbisenin dörtte birine itibar edilir demişlerdir. (İbni Âbidîn.)
    Hafif necâset ile galiz necâset karışık ise, hafif galize tâbi tutulur ve hepsi bir dirhemden çok ise namaza mânidir. Her iki necâset ayrı ayrı yerlerde ve her biri yalnız başına namaza mâni değilse, galiz hafife eşit veya daha azsa, hepsi galiz sayılır. Hafif galizden daha fazla ise, hepsi hafif sayılır. (İbni Âbidin)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Namazda zamm-ı sûreyi unuttuğunu rükü’da hatırlayan dönüp okuyor. Kunutu da okur mu?
    Cevab: Sûreyi veya fâtihayı unuttuğunu secdeden önce hatırlayan dönüp okur. Unutulan fâtiha ise sureyi de tekrarlar, çünki tertip vâcibdir. Sonra tekrar rükü eder. Sonra sehv secdesi yapar. Secde etmişse, artık dönüp okumaz; yalnızca sehv secdesi yapar. Kunutu unutursa geri dönüp okumaz, sehv secdesi yapar. Dönüp okursa, rükü’yu tekrarlamaz. Sehv secdesi yapar. Çünki sûre ve fâtiha kıraattir. Kunut kıraat değildir. Rükü ise kıyâmın devamıdır. (İbn Âbidîn, Secde-i sehv bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Benim otistik bir oğlum var. Bülûğa ermiştir. Kadınların yanına girmesi câiz midir?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde mümin kadınların, tâbiîn denilen ve erkekliği kalmamış hizmetçiler ile kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan örtünmemesine ruhsat verilmektedir (Nur Suresi: 31). Erkekliği kalmamış hizmetçi için, hareketleri kadınsı kişileri veya erkeklik uzvu bulunmayanları yahud faal olmayan ihtiyarları yahud da kadınlara ne yapacağını bilmeyen saf kimseleri kasdettiği hususunda tafsilât vardır. O halde böyle bir çocuk, kadınlara ne yapacağını bilmeyen bir halde ise, kadınlara bakmakta mazurdur. Kadınlar böyle bir çocuğun yanına girip başlarını açabilir ise de, İbni Ümmi Mektum hadîsi gereğince bununla yalnız kalmamak ve başını açmamak takvâdır. (İbn Âbidîn, Bakma ve Dokunma bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Oto galerimiz var. Müşteri gelip 10 bin liralık arabayı beğeniyor, 1000 lira kaparo veriyor. Ertesi gün gelip vazgeçiyor. Kaparoyı vermek gerekir mi?
    Cevab: Hanefî mezhebinde böyle bir şart geçersizdir. Akdi de fâsid yapar. Alıcı tek taraflı olarak akdi feshedemez. Vazgeçtim deyip gelip isterse, satıcının kaparoyu iade etmesi gerekmez. Ancak anlaşarak ikale yapılabilir. Bu takdirde kaparo iade edilir. Alıcı hediye ederse câiz olur. Ancak zarara uğramak mevzubahis ise, meselâ o gün bir başka müşteri kaparo alındığı için geri çevrilmiş ise, Hanbelî mezhebi taklid edilebilir. Hanbelî mezhebinde kaparo şartı câizdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Tilâvet secdesinde secdeden sonra ayağa kalkmak lâzım mıdır?
    Cevab: Tilâvet secdesinde başta ve sondaki iki tekbir sünnet; ayakta secdeye gidip sonra ayağa kalkmak müstehabdır. (İbn Âbidîn, Secde-i Tilavet bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir çeyrek altını bir fakire verip, bunun 20 lirası fıtramdır desem, sonra bu kısmını satın alsam olur mu?
    Cevab: Bir kimse taksim edilebilir malının bir hissesini başkasına satabilir. Ama ayırmadan hibe edemez; sadaka veremez. Çünki kabz esastır. Ancak bu altını iki fakire sadaka verebilir. Tamamını fıtra olarak verse câiz olur, ama bunu 20 liraya geri alması uygun değildir. Çünki çeyrek altın 75 liradır. Fakirin malını rızasıyla bile olsa ucuza almak mekruhtur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Zifaf edilmeyen kadını üç defa boşamakla hülle gerekir mi?
    Cevab: Gerekmez diyenler olmuşsa da ulemâ “Bu söz bâtıldır, mezhebe muhaliftir. Hülle gerekir” diyor. (İbn Âbidîn, Bakma ve Dokunma bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir akrabam oğlum askerden gelirse bir kurban keseceğim demiş. Kurban kesmeyip parasını fakirlere verebilir mi?
    Cevab: Nezrde nezrettiğini değil de kıymetini vermek câiz ise de köle âzâdı ve kurbanda âzât ve kan akıtma esas olduğundan yapamaz. (İbn Âbidîn, Zekât bahsi.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İmam yatsıyı tek başına kılarken kendisine uyulsa, kıraati nasıl yapacak?
    Cevab: Kıraati sessiz yapmışsa, fâtihayı ve sureyi okumuş olsa bile, hepsini tekrar cehren okuyacak. (Ni’met-i İslâm.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sabah namazını cemaatle kazâ eden açık mı, gizli mi okur?
    Cevab: Açık okur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kurban satıcısı kurbanınızı keserim, yüzerim, etini tartarım, ne kadar gelirse o kadar alırım diyor. Bu câiz mi?
    Cevab: Semen belli olmadan yapılan alışveriş sahih değildir. Hayvan mülk olmaz. Mülk olmayan da kurban edilemez
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İş için Cidde’ye gidecek olan kimse mîkatı ihramsız geçebilir mi?
    Cevab: Hac, umre veya başka maksatlarla Mekke’ye veya Harem’e girmek isteyen kimse, mîkatı ihramsız geçemez. Mutlaka umre yapmalıdır. Doğrudan Harem veya Mekke’ye gitmek kasdı olmaksızın Hill’e giren âfâkîlerin (Hill’de oturmayanların) mîkatı ihramlı geçmesi gerekmez. Sonra hac veya umre için Mekke’ye gidecekse Cidde’de ihrama girer. Hac veya umre kasdı olmaksızın Mekke’ye gidecekse ihrama girmesi de gerekmez. Şâfiî mezhebinde hac veya umre kasdı olmaksızın Harem veya Mekke’ye gidenlerin mîkatı ihramlı geçmesi gerekmez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Giriş çıkış günleri hariç 4 günlüğüne Mısır’a giden; 3 tam gün Kâhire’de kaldıktan sonra sefer mesâfesindeki İskenderiye’ye gidip dönen kimsenin vaziyeti nedir?
    Cevab: İskenderiye’ye gidip döneceği önceden bellidir. Vatan-ı süknâ, sefer niyeti ile yola çıkmakla bozulur. İsterse gece orada kalmasın. Vatan-ı süknâyı vatan-ı ikameti bozan her şey bozar. Vatan-ı süknâyı sefere niyet ederek yola çıkmak veya sefer mesafesinden kısa bile olsa başka bir vatan-ı süknâya gitmek (gece orada kalmak şartıyla) bozar.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Talebe yurtlarına vekâleti verilen kurbanı, kesildikten sonra yurt idaresi satıp, yerine talebelerin gıda ihtiyaçlarını temin etse câiz midir? Vacib yerine gelmiş olur mu?
    Cevab: Umumî vekâlet verilince, yani kurbanımı kesmeye, kestirmeye, etini ve diğer yerlerini dilediğiniz yere vermeye sizi umumî vekil ettim denilince, kurbanı kesen dilediğini yapabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Seferî olan veya nisab miktarı malı olmayan, fakat kurban günü nisab miktarı malı olacağını bilen kişi, bu durumda iken kurban vekâleti verse vâcib sevabı alır mı?
    Cevab: Kurban kendisine üçüncü günün sonunda kurban kesecek kadar bir vakitte vâcib olur. Dolayısıyla önce vekâlet verebilir. Ama kurban zengin olduktan sonra kesilmelidir. Yoksa tekrar kesmek gerekir. Gerekmez diyenler de vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Birisinden şöyle işittim: “Yatsıyı kıldıktan sonra vitri başka elbise ile kılan, yatsıyı kıldığı elbisenin necis olduğunu görse, vitri de iade eder. Çünkü vitrin vakti, yatsı namazından sonra başlar, sabaha kadar devam eder. Ancak, ben o namazı yani necasetli elbise ile kıldığım yatsı namazını Mâlikî mezhebine göre kıldım diye niyet ederse, iki namazı da iade etmesi gerekmez. Çünkü Mâlikî’de necis elbise namaza mani değildir.” Vitir namazının vakti yatsı namazını kıldıktan sonra mı başlar; yoksa yatsıdan sonra kılınması sadece efdal midir? Önce vitir, sonra yatsı kılınabilir mi?
    Cevab: Vitir namazı yatsıdan sonra ve yatsı vaktinde kılınır. Önce kılınırsa, iade lazımdır. Burada Mâlikî mezhebini taklid için bir ihtiyaç olmadığı gibi, necâsetin namaza mâni olmaması bu mezhebdeki bir kavildir. Her meselede mezhep taklidi gösterilecek olursa, Hanefî fıkıh kitaplarındaki Mâlikî mezhebinden ağır hükümleri kaldırmak lâzım olurdu. Eskilerin yapmadığını yapmamalıdır. Taklid için mutlaka ihtiyaç olması lâzımdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir Hanefî, 10 gün kalmak niyetiyle İstanbul'dan Ankara'ya gidiyor. Seferi olarak öğlenin farzını kılmaya başlıyor. Birinci rek’attayken, 20 gün kalmaya karar veriyor. O namazı mukim olarak 4 rek’at mı kılmalı? Eğer namazı bitirdikten sonra karar verirse iade eder mi? Vakit çıktıktan sonra karar verirse kaza eder mi?
    Cevab: Namazdan önce veya namazı kılarken fikrini değiştirip mukim olmaya karar verse, mesela 20 gün kalmaya karar verse, hemen tam kılar. Ama kıldıktan sonra karar verirse iade etmez. Çünki kıldığında seferî idi.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hanefî mezhebinde biri 20 günden fazla kalmak niyetiyle İstanbul'dan Ankara'ya gitti. Mukim olarak öğlenin farzını kılmaya başladı. Birinci rekâttayken, arkadaşı geldi, acilen İstanbul'a geri dönüyoruz, namazı kıl hareket ediyoruz dedi. O namazı seferi olarak iki rekât mı kılmalı? Eğer 3. veya 4. rek’atte bu durum olursa ne yapar? Namazı kıldıktan sonra olsa iade eder mi? Vakit çıktıktan sonra olsa kaza eder mi?
    Cevab: 15 gün kaldıktan sonra namaz esnasında seferiliğe karar verirse, namazı tam kılar. 15 günden önce ise kasr eder. Üç ve dördüncü rekate kalkmışsa, yapacak bir şey yok. Tamamlar, ancak kasden böyle kılmadığı için mekruh olmaz, iade de gerekmez.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Ötenazi hep çok tartışılıyor, dinimiz bu konuda ne diyor?
    Cevab: Ötenazi intihar demektir. Câiz değildir. Hazret-i Peygamber aldığı yaraların ızdırabına dayanamayarak intihar eden birisini kınamıştır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Baldız ile hürmet-i müsahere olursa nikâh düşer mi?
    Cevab: Düşmez. Baldız ile mahremiyet geçicidir. Yani zevcesi ölse veya ayrılsa evlenebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında İmam Ebu Yusuf'un Cuma namazı kıldıktan sonra, abdest aldığı kuyuda fare ölüsü görüldüğü söylendi. “Medîne’deki kardeşlerimize göre guslümüz sahihtir. Çünki, hadîs-i şerîfte, kulleteyn mikdarı suya necâset karışınca, üç sıfatından biri değişmedikçe necs olmaz buyuruldu” dediği ve namazını kurtarmak için başka mezhebi taklit ettiği bir hâdise anlatılıyor. Normalde bir müctehidin başka bir müctehidi taklid etmemesi gerekmez mi?
    Cevab: Müctehid ictihad etmediği bir mevzuda başka bir müctehidi taklid edebilir. İctihad ettiği mevzuda ise, ancak ihtiyaç olursa başka bir müctehidi taklid edebilir. Burada Cuma namazı tekrar kılınamayacağı için İmam Mâlik’i taklid etmiştir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Rükü’yu unutan ve secdeye giden bir kişinin namazı kurtarma şansı var mı? Örneğin rükü’yu unutup secdeye gitse, doğrulup bir rükü’ yapıp sonra secdeleri tekrar etmeden namazı tamamlasa sahih olur mu? Yoksa tertibe de riâyet etmesi gerektiği için secdeleri de tekrar mı yapmalıdır? Eğer rükü’yu yapmadığını başka rek’atte hatırlarsa ne yapar? Namazı bitirdikten sonra hatırlarsa iâde etmesi mi gerekir? Namaz vakti çıktıktan sonra hatırlarsa kazâsı gerekir mi?
    Cevab: Secdeden hemen kıyama kalkıp rükü’ yapar. Sonra secdeleri yapar. En son sehv secdesi yapar. Rükü’yu yapmadığını başka bir rek’atta hatırlarsa, hemen rükü’ ve secdeleri yapar. Yani o rek’ati baştan kılar. Sonra namazına devam eder. Veya namazın sonunda rükü’ ve secdeleri yapıp, o rek’ati tamamladıktan sonra sehv secdesi yapar. Namazdan sonra hatırlasa vaktin içinde iade, vakit çıkmışsa kazâ eder.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Üç mekruh vakitte, secde-i tilâvet ve secde-i sehv câiz olmadığına göre, bir kişi ikindiyi kerahat vaktinde kılıyor olsa, secde-i sehv gerektiren bir iş yapsa, namazı secde-i sehv yapmadan mı bitirir? Bu kişi vâcibi terkettiği için o namazı iâde etmesi ona vâcib olmaz mı?
    Cevab: Kerahat vaktinde o vaktin ikindisinden başka bir namazı kılmak mekruh olduğu gibi, bu namazdaki bir vâcibin terkinden dolayı secde-i sehv yapmak da mekruhtur. Kerahat vaktinde secde-i sehv yapmak, namaz içindeki bir vâcibin terkinden doğan mekruhtan daha kerih görülmüştür. Vâcibi kasden terk eden vakti içinde iade eder; vakit çıktıktan sonra iadesi vâcib veya müstehabdır. Sehven terk eden ise iâde etmez. Sehv secdesi yapar. Bunu da unutursa bir şey gerekmez.  Nitekim namazın (abdest almak, necasetten taharet, kıbleye dönmek gibi) şartlarından birini de unutarak veya bunlarda yanılarak namaz kılan kimse için vakti içinde iade farz; vakit çıktıktan sonra müstehabdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kişi yazlıkta evlense, 6 ay yazlıkta, 6 ay da şehirde otursa, bu kişinin vatan-ı aslîsi şehirdeki evi mi olur, yoksa yazlığı mı?
    Cevab: Vatan-ı aslîsi hangisi ise orasıdır. Bu ise kişiden kişiye değişir. Vatan-ı aslî oturma müddeti ile değil, niyet iledir. Artık çıkmamak üzere yazlık evine yerleşse orası vatan-ı asli olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hazreti Ayşe'nin nişan, evlenme ve zifafa girme yaşları için kitaplardaki kaviller nedir?
    Cevab: Kaynaklar 6 yaşında nikâhlandığını, 9 yaşında iken zifafa girdiğini söylüyor. Bu yaşın daha yukarı olduğunu bildirenler de vardır. Arap memleketlerinde 9 yaş umumiyetle kızlar için bülûğa erme yaşıdır. Arap cemiyetinde genç kız-yaşlı erkek veya tersi izdivaçlar, dul kadınla genç erkeğin evlenmesi veya tersi normal karşılanmaktadır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazıları İsrail’in Filistin’de yaptıklarını gerekçe göstererek Yahudilere ait şirketlerin mamullerini almamak lâzımdır; aksi takdirde Filistin’de masumların öldürülmesinde senin de bir payın olur diyor. Nasıl hareket etmek gerekir?
    Cevab: İnsanın hamiyetli hareket etmesi takdire şâyândır. Fakat bunlar istismara müsait hususlardır. Bazı kötü niyetliler, bunu fırsat bilip, rakiplerine zarar vermek için bunlar hakkında asılsız ithamlarda bulunarak haksız rekabet yapmakta; şirket ve kişilerin isimlerini lekelemektedir. Gayrımüslimlerle alış-veriş yapmanın fıkhen bir mahzuru yoktur. Kârının nereye gittiği bilinemez. Her Yahudi’nin İsrail politikalarını benimsediği söylenemez. Bunlar çok abartılı hareketlerdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında "Farzları ve vâcibleri nafile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan daha çok sevap olur" yazıyor. Farzları ve vâcibleri nâfile olarak yapmak ne demektir? Kılmış olduğu farzı iade veya kaza etmesi gerekmediği halde tekrar kılması mı? Eğer öyleyse bu neden müekked sünnetten daha sevap oluyor?
    Cevab: Farz olan hacca gittikten sonra bir daha gitmek, nafile kurban kesmek, öğle ve yatsıyı tek başına kıldıktan sonra cemaate uymak gibi belli hallere münhasırdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hutbenin farzı nedir?
    Cevab: Hutbenin farzı İmam Ebu Hanîfe’ye göre elhamdülillah veya subhanallah yahut Allahü ekber gibi bir zikri söylemektir. Yani bunlardan birini söylese şart yerine gelmiş olur ise de bu kadarla iktifa etmek tenzihen mekruhtur. İmameyne göre bu kâfi değildir. Ayrıca bir teşehhüd mikdarı yahud üç ayet-i kerime okuyacak kadar hutbede bulunup hamd, salavat ve mü’minlere dua etmelidir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fukahâ-yı Seb'a’nın diğer fıkh âlimlerinden farkı nedir? Niçin tâbiînden ve sahâbîlerden farklı olarak ayrıca zikrediliyorlar? Zaten çoğu sahâbî veya tâbiînden değil mi?
    Cevab: Fukahâ-yı seb'a Medine-i münevverenin yedi büyük fakihi demektir. Bir kaç tanedir. Eshâb-ı kirâmın, Hazret-i Peygamber’in irtihâlinden sonraki devirde en çok fetvâ veren yedi tanesi, Hazret-i Ömer, Ali, Abdullah bin Mes'ud, Hazret-i Âişe, Zeyd bin Sâbit, İbn Abbâs ve İbn Ömerdir. Bunlara fukahâ-ı seb’a-yı sahâbe (sahâbe-i kirâmın yedi fakîhi) denir. Sonraki fukahâ-ı seb'a ise Medine'nin yedi fakihidir. Sahâbe-i kirâmdan sonra Medine-i münevverede fetvâ verme salâhiyeti âdetâ bu yedi fakîhe mahsustu. Said bin el-Müseyyeb, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin Abdürrahmân bin Afv, Ubeydullah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân idi.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hadîs-i şerifte "Îmânında veyâ ibâdetinde bid'at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur" ve yine "Bir kimse, bir bid'at meydâna çıkarsa veyâ bir bid'ati işlese, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların la'neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz" diyor. Burada yazanlardan sadece itikadında değil, ibadetinde de bid'at olana sert bakmak ve onları da bid'at ehli kabul etmek gerektiği, onların da ibadetlerinin kabul olunmayacağı anlaşılmıyor mu?
    Cevab:

    İbni Âbidîn hazretleri bid'at ehlinin imamlığının mekruh olduğunu anlatırken der ki: Bid'at, Peygamber aleyhisselâmdan ma’lum ve meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu inad sebebiyle değil bir nevi şübhe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri bid'at sebebiyle tekfir edilemez. Bid'at ehlinden murad, haram olan bid'atı irtikâb edendir. Bazı bid'atler vaciptir. Delâlet fırkalarına red cevabı vermek için delil getirmek, kitap ve sünneti anlatan nahiv ilmini öğrenmek bu kabildendir. Kışla ve medrese yapmak, Cuma hutbesinde zamanın sultanına hayır dua etmek ve İslâmiyetin ilk zamanlarında olmayan her hayrı meydana getirmek gibi şeyler mendup bid'at; mescidleri süslemek gibi şeyler mekruh bid'at; lezzetli yemeklerle meşrubat ve elbiselerde bolca davranmak gibi şeyler mubah bid'attır. Yani bid'at beş kısımdır.
    İtikadda olsun, amelde olsun bid’at, yani dinde Hazret-i Peygamber ve eshabı zamanında olmayan bir yenilik çıkarana veya bunu yayana bid’at ehli denir. Bu bid’at bazen küfrdür. Ehl-i bid’at aslâ şüphe götürmeyecek delillere karşı inat ederek bid’ata inanır. Meselâ haşrı veya bu kâinâtın sonradan var edildiğini kabul etmezse kat’iyetle kâfir olur. Tenasüha inanmak da böyledir. Bir nevi şübhe varsa, bid'atcının tekfirine mânidir. Meselâ Allahü teâlâyı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin, «O azamet ve celâlinden dolayı görülmez» demeleri bu kabildendir. Yani böyle söyleyen ehl-i bid’ata kâfir denilmez. Bu bid’at haramdır. Bid’at bazen tahrimen mekruhtur. Amelde çıkarılan bid’atlerin çoğu böyledir. Nâfile namazı cemaatle kılmak gibi.
    Amelde bid’at çıkarmak da itikadda bid’at gibidir. Dinde olmayan bir amelin, dinde olduğuna itikat etmekte ve bunu yaymaktadır. Çünkü bir ameli âdet edinen kimse onun dinden olduğuna mutlaka itikad edecektir. Meselâ Şia tâifesinin çıplak ayaklara mesh etmesi, mest üzerine meshi inkârda bulunması gibi şeyler bu kabildendir. Binaenaleyh itikadda da, amelde de bid’at çıkarıp yayana, bir de bid’at olduğu icma’ ile hususlara itikad ve amel edene (Şiîler gibi) bid’at sahibi denir.
    Bid’atı çıkarmayıp yaymayana, ama inanana bid’at ehli denmesi için bu bid’atın icma’yla sabit bir hususa aykırı olması gerekir. Bir hususun bid’at olduğunda ihtilaf varsa, bunu yapana bid’at ehli denmez. Meselâ abdestte başını üç ayrı su ile üç defa meshetmek böyledir. Bunun bazıları mekruh, bazıları bid'at olduğunu söylemiş, bazıları da bir beis yoktur demiştir. Akşam namazını kıldıktan sonra cemaate uymanın mekruh veya bid’at olduğu söylenmiştir. Namazda selâm verirken ve berekâtuh demek bid’at veya mübâh yahud müstehabdır. Namazda dil ile niyet Hanefî’de bid’at, Şâfiî'de müstehabdır. Namaz kıldıktan sonra “Allah kabul etsin” demek İmam Malik'e göre mekruh, İmam Evzaî'ye göre bid'at ise de Hanefî ulemâsı müstehap demektedir.
    Bir husus için sünnet ve bid’at diyenler varsa o işi yapmamak; vâcib veya bid’at diyenler varsa o işi yapmak lâzımdır. Bu kimse vitir namazında kunutu ikinci rek’atte mi yoksa üçüncüde mi okuduğunda şübhe ederse, kunutu tekrarlar. Birinci veya ikinci rek’atlarda kunut okumak bid'attır. Ancak kunut vacibtir. Vacible bid'at arasında tereddütlü bulunan şey ihtiyaten yapılır.
    Bir şeyin bid’at olduğunu bilmeyen kimseye de bid’at ehli denmez; ama öğrenmemek kabahattir. Farz ve haramı öğrenmek farz; vâcibi ve tahrimî mekruhu öğrenmek vâcib, sünnet ile tenzihî mekruhu öğrenmek sünnet, müstehabı öğrenmek müstehabdır. Meşhur farz ve haramları dârülislâmda bilmemek özür değildir. Dârülharbde özür ise de imkânı olduğu halde öğrenmemek ayrıca kabahattir.
    İbâdeti kabul olmamak demek, sahih olmamak demek değildir, ibadetlerine sevap verilmez demektir.
    Bir de bid’at ehline sert davranmak dârülislâma mahsustur. Burada kendisine sert davranıldığını gören bir bid’at sahibi bunun sebebini düşünüp uyanarak ıslaha ve tevbeye yanaşabilir. Ama dârülharbde böyle bir şey beklenemeyeceği için kimseyi kendisine düşman etmeyecek şekilde davranmalıdır.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İçki satan yerlerden alış veriş edilmemesinin sebebi nedir, böyle yerlerden alış veriş yapmanın hükmü nedir? Bu gibi yerlerdeki mallar mülki habis olup, buralardan alış-veriş yapmak câiz olmuş olmaz mı?
    Cevab: Şarap müslüman için mal değildir. Dolayısıyla sattığı zaman semeni de mülkü olmaz. Kendi mülküne karıştırınca, bu habis mülk ile muamele etmek malın sahibine değil de, başkasına câiz olur. Nitekim kazancı karışık olan, yani serveti meşru ve gayrımeşru mal ile karışmış bulunan kimsenin verdiği şeyin kendisinin gayrımeşru olduğu bilinmedikçe almak ve kullanmak câizdir. Sadece içki satıyorsa veya bu içki semenini kendi mülkü ile karıştırmadan para üstü veya başka bir malın semeni olarak verirse, almak bilen için haramdır. Şarap satmayan yer bulamazsa alışveriş yapması câiz olur. Şaraptan başka içkileri içmek haram olmakla beraber, bunları satmak sahih, ama mekruhtur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazı fıkıh kitaplarında “Bir müslümana bir farzı öğretmek; haram işlememesi ve kaza kılmaya devam etmesi şartıyla; namaz kazalarına keffaret olur” diyor. Bu emr-i marufa teşvik için söylenmiş bir söz mü, yoksa bir emri maruf ve neyhi münker yapmak gerçekten namaz kazaları dâhil bütün günahların affedilmesini sağlar mı?
    Cevab: Öncelikle emr-i marufu övmek için söylenmiş bir sözdür. Mânâsı da kazâya kalmış namazı kazâ ettikten sonra, kazâya bırakmaktan dolayı hâsıl olan günahı, emr-i maruf siler demektir. Çünki âyet-i kerimede iyiliklerin kötülükleri sileceği buyurulmaktadır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Her 100 senede bir müceddid geliyor. Peki her yüz senede bir tane mi geliyor? Neticede bunlar kesin belli kişiler değil. Aynı yüzyılda farklı kişiler için müceddid deniyor. Müceddidlerin kim olduğuna dair kabul gören bir söz yok mu?
    Cevab: Bunların kim olduğu nas ile bildirilmesi mümkün olmadığı için, her asırda âlimler bu vasıfları taşıdığına hüsnü zan ettikleri şahısları tesbit etmişler. Her âlime göre farklı kimseler müceddid olabilir. Müceddidlerin vasıfları vardır. Müceddid, dine giren bid’at ve hurâfeleri temizler. Müctehid ve mürşid-i kâmil olması gerekmez. Müceddidin bir tane olması da gerekmediğini Avnü’l-ma'bud isimli şerhte okumuştum.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Çıplak hayvan üzerinde giderken uyuyanın abdesti, hayvan yokuş ya da düz gidiyorsa bozmazken, iniş aşağı giderken niçin bozuyor? Buradaki mesele nedir? Hayvan çıplak olmazsa, üzerinde semer olursa ne fark var? Burada anlatılmak istenen hayvanın üzerine uzanma şekli midir?
    Cevab: Yel kaçırma tehlikesinden dolayıdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir Şâfiî, ağzını ve burnunu yıkadıktan sonra gusle niyet ederek denize atlasa tertib farzı yerine gelmiş, gusledilmiş olur mu? Yani tertib deyince azaların sırayla yıkanması anlaşılıyor, tüm azalar aynı anda ıslanınca da tertib yine yerine geliyor mu?
    Cevab: Tüm âzâlar aynı anda ıslanınca tertib yerine gelmiş oluyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında şöyle diyor: "Bir veyâ iki ayağı mestden çıkınca, abdesti, o ânda bozulmaz. Abdestin bozulması şimdi ayaklara sirâyet eder. Yalnız ayaklarını yıkasa, mesh ederek almış olduğu abdesti temâmlamış olur. Mesh müddeti bitince de, yalnız ayaklarını yıkar. Fekat, her iki sûretde de, yeniden abdest almak dahâ iyi olur denildi. Çünki, muvâlât hanefîde sünnet, mâlikî mezhebinde ise farzdır." Burada mesh çıkar çıkmaz yıkamak kastedilmeyip, aradan zaman geçmesi durumunu kastederek tekrar abdest almak iyi olur mu denilmek isteniyor? Çünkü ayaktan meshi çıkardığı gibi ayaklarını yıkasa abdest sahihtir. Eğer anladığım kastediliyorsa o halde abdest ibadetini belli bir zaman diliminde yapmasak da abdest almış olacağımız anlamı çıkmıyor mu? Bir kişi ayaklar hariç bütün abdest azalarını yıkasa, aradan 1 saat geçse sonra ayaklarını yıkasa bu kişi Hanefî'de abdest almış olur mu?
    Cevab: Bir kimse bütün azalarını yıkayıp, mesela ayaklarını bir saat sonra yıkasa abdesti sahihtir. Ancak muvalat sünnetini terk etmiş olur. Şâfiî de Hanefî gibidir. Mâlikî’de ancak unutmuşsa, hatırladığı zaman hemen yıkarsa sahih olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında özr sahibi için şöyle diyor: "Öğleden başka dört nemâzdan birinin vakti girmeden evvel aldığı abdest ile, bu nemâzı kılamaz" Çünkü her vakit çıkışda abdest bozuluyor. Peki öğle için bu vakit ne zaman başlıyor? Yani sabah aldığı abdest herhalde güneş doğunca bozuluyordur ama öğleyi kılmak için alacağı abdesti en erken ne zaman alabiliyor, işrak vaktinde mi?
    Cevab: Güneş doğduktan sonra aldığı abdest ile, başka sebeple bozulmamışsa, öğlen namazını kılabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kadınlar saçlarını herhangi bir özrü olmadığı müddetçe hiç kesemez mi? Çok uzun olmasının verdiği rahatsızlık özür sayılır mı veyahut eşine güzel gözükmek amacı ile kısaltması câiz olur mu?
    Cevab: Kadınlar saçını kazıyamaz. Kulak yumuşağına kadar kısa kestirebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sabahı vaktinde kılamayan biri, öğleden önce sabahı sünneti ile birlikte kaza edebiliyor. Peki öğleden önce kılmak zorunda mıdır? Özürsüz öğleden sonra kılamaz mı?
    Cevab: Tertip sahibi ise kılamaz. Tertip sahibi değilse kılabilir ise de hem geciktirme, hem de sünneti terk etme günahı artar. Unutarak kılmışsa günah da olmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kâdirilikte raks yok mudur? Mevlânâ Celâleddin Rumi hazretleri için bazı kitaplarda hiç dönmedi yazıyor. Rehber Ansiklopedisi’nde de sadece dövülen demirden Allah sesini işitince dönerek bayıldığı yazıyor. Nakşî yolunda dahi böyle durumlar olabiliyorken, Kâdirîlikte olmadığı söylenebilir mi? Olduğunu söyleyenler neye dayanarak böyle söylüyor?
    Cevab: Mektubat-ı Rabbânînin 2. cild 46. Mektubunda Mevlânâ hazretlerinin raks ettiği yazılıdır. Bu raks, gayrı ihtiyarî, cezbeye kapılarak veya vecde (coşkuya) gelerek, aklın ve nefsin müdahalesi olmadan yapılan rakstır. Şah-ı Nakşibend “Biz bunu yapmayız, ama inkâr da etmeyiz” buyurdu. Mevlânâ hazretleri elbette şimdiki bazı tarikatçiler gibi dönmüş değildir. Bunlarda akıl ve nefsin müdahalesi olduğu açıktır. Kâdirî ve diğer tarikatlarda da sima ve raks vardır. Ama câiz olmanın şartları yukarıda bildirildi.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bildiğimiz dört hak mezhep konusunda şunu öğrenmek istiyorum. Peygamber Efendimiz nasıl namaz kılardı? Yani hangi mezhep Peygamber efendimizin namaz kılma şeklini uyguluyor? Her yerde duyuyoruz ki hak tekdir. O zaman dört mezhep birden nasıl hak oluyor?
    Cevab:

    Hazret-i Peygamberin nasıl namaz kıldığını, Eshab-ı kiram, yani Hazret-i Peygamber’in arkadaşları bildirmişlerdir. Hazret-i Peygamber, benim namaz kıldığım gibi namaz kılın buyurmuştur. Bunları ihtiva eden hadis-i şerifler kitaplara geçmiştir. Mezhep âlimleri, bu hadis-i şerifleri tefsir ve izah ederek müslümanın nasıl namaz kılması gerektiğini kitaplara yazmışlardır. Dört mezhep de Hazret-i Peygamber gibi namaz kılmaktadır. Hazret-i Peygamber’in yaptığı bir işi bir mezhep farz, diğeri vacip, diğeri sünnet olarak yorumlamıştır ama, hepsi de o işi kabul etmiştir. Dolayısıyla mesela Hanefî mezhebinin bildirdiği farz, vacip ve sünnetlere uyarak namaz kılan, Hazret-i Peygamber gibi namaz kılmış olur.
    Hazret-i Peygamber’in abdest alırken, namaz kılarken yaptığı bir işe bir mezhep farzdır, yani yapılmazsa o ibadet geçerli olmaz der. Diğer bir mezheb aynı işe vaciptir, yapılmazsa günah olur ama ibadet geçerli olur der. Bir başka mezheb aynı işe sünnettir, yapılmazsa mekruh (çirkin) olur der. Dolayısıyla hepsi aynı şeyi söylemiş olur. Hepsi de gerçektir. Allah katında doğru bir tanedir ama biz onu bilemeyiz. Dinin kurucusu olan Allah ve Peygamberi böyle olsun istemiştir. Böylece insanların işi kolaylaşır. İhtiyaç zamanında başka mezhebin görüşü ile amel edilebilir. Eğer böyle olmasını Allah ve Peygamberi istemiyor olsaydı, Kuranı kerimde ve hadisi şeriflerde abdest ve namaz gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı çok açık ve kesin biçimde bildirilirdi. Bu mezheblerden herhangi birisine uyan, tamamına uymuş gibidir. Yani doğru yolu bulmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamberin sahabileri de Hazret-i Peygamberden gördüklerini kendilerince tefsir ediyor ve ona göre amel ediyordu. Bu amelleri elbette birbirinden farklı oluyor; ama Hazret-i Peygamber bunu yasaklamıyordu.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Müt’a nikâhı Hazret-i Ömer tarafından neden kaldırıldı? Câbir bin Abdullah’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerife göre: “Biz Hazret-i Muhammed ve Ebubekir zamanında bir avuç hurma karşılığında kadınlar ile geçici nikâhlar yapardık. Hazret-i Ömer bunu Amr bin Hurays hâdisesinden sonra kaldırdı.” Amr bin Hurays hâdisesinde neler oldu?
    Cevab: Müt’a nikahı Câhiliye devrinde, yani Hazret-i Peygamberin peygamberliğini ilan edişinden evvel câri idi. Hazret-i Peygamber, böyle bir nikâh yapmadı. Yapılmasını emretmedi. Kur’an-ı kerimde Mü’minûn suresinin altıncı âyetinde üstü kapalı da olsa müt’a nikâhının câiz olmadığı bildirildi. Hayber gazâsında Hazret-i Peygamber müt’a nikahını yasakladı. Bunu başta Hazret-i Ali olmak üzere çok sayıda sahabi bildiriyor. Bunun yasaklandığını bilmeyenler, bilmediği için yapanlar da vardı. Hazret-i Ömer zamanında, sahabiler toplanarak, Hazret-i Peygamberin müt’a nikâhını yasakladığını, dolayısıyla müt’a nikâhının câiz olmadığını müzâkere ederek karara bağladılar. İcma’ya vardılar. Müt’a nikâhını Hazret-i Ömer yasaklamadı. Hazret-i Peygamber tarafından yasaklandığı onun zamanında ilân edildi. Hazret-i Ömer’e düşmanlıkları sebebiyle böyle şeyler uydurup kendisini suçlayanlar vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mâide Suresi’nde abdesti anlatırken ayaklara mesh edin diye mi yazıyor? Bu âyet-i kerime muhkem mi, yoksa müteşâbih midir?
    Cevab: Meselenin, bu âyetin muhkem veya müteşâbih olmasıyla alâkası yoktur. Âyet-i kerimede ayaklara meshedin demiyor; ayakları yıkayın diyor. Şiîler bu âyet-i kerimedeki ercüleküm kelimesini ercüliküm diye okuyarak başa meshedildiği gibi, ayakların da meshedileceğini söylüyor. Halbuki eshab-ı kiram, Hazret-i Peygamber’in ayaklarını yıkadığını, ancak mest giydiği zaman meshettiğini ittifakla rivayet ediyor. Kıraat imamları da bu âyet-i kerimenin ercüleküm diye okunacağını, dolayısıyla ayakların yıkanacağını söylüyor. Sonra gelen bütün âlimler de böyle bildiriyor. Bir tek Şia, sahabilerin müslümanlığına inanmadıkları için bu icmayı kabul etmiyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimsenin kendisinden evvel ölen oğlunun çocuğu amcası varsa Kur’an-ı kerimde yazmadığı halde vâris olamıyor. Haksızlığa uğruyor. Bunun bir delili var mıdır?
    Cevab: Kur’an-ı kerîmde Nisâ sûresinde 11 ve 12. âyet-i kerîmelerde ölenin mirasını çocuklarının alacağı bildirilmektedir. Torundan bahis yoktur. Hazret-i Peygamber, mirasçıların kim olduklarını ve mirasa hak kazanış sırasını bildirmiştir. Yani mirasçıların eshâb-ı ferâiz, asabe ve zevü’l-erham olarak sıralanışı sünnetle sabittir. Hangi mirasçının hangi mirasçıyı hacbedeceği, yani mirastan mahrum edeceği; dede ve ninenin mirasçılığı, velâ yoluyla mirasçılık, miras mânileri hep sünnetle sâbittir. Abdullah bin Abbas’ın bildirdiği bir haberde, “Hisselerini eshab-ı ferâize veriniz. Bundan kalanı da ölüye en yakın erkek hısımına aittir” buyuruluyor. Görülüyor ki, oğul var ise, oğlun oğlunun veya kızın çocuklarının hisse alamayacağı sünnet ile sabittir. Çünki oğul, ölüye en yakın erkek akrabadır. Torun sonra gelir. Ama ölünün yalnızca kızı veya kızları varsa, bunlar eshab-ı feraizdendir. Kalan, asabe sıfatıyla oğlun oğluna verilir. Bu da icma ile sabittir. Oğul varken oğlun oğlunun miras alamayacağı kıyas ile de sabittir. Akıl bunu gerektirir. Çünki yakın akraba, uzak akrabayı mahrum eder. Maamafih dede yetimi denilen oğlun çocukları, ölen babalarından miras almış olabilirler. Bu takdirde zaten dedelerinin mirasına ihtiyaçları yoktur. Kaldı ki dede isterse bunlara üçte birden vasıyette bulunabilir. Dedelerinin vasıyette bulunmadığı torunları dedesinden daha çok düşünmek abestir. Üstelik bu çocuklar küçük veya bakıma muhtaç ise, nafakası akrabasına aittir. Çocuk dedesinden miras almasa bile, amcası tarafından geçimi temin edilecektir. Dede yetimini, şâri’ teâlâdan daha çok himâyeye kalkışmak, cüretkârlık olmaz mı?
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde abdest ve gusülde niyet farz olduğuna göre, bu mezhebi taklit eden Hanefîler sadece gusle niyet etse, cünüplükten kurtulmaya niyet etmese gusül sahih olur mu? Mâlikî veya Şâfiî mezhebini taklide niyet etmek, gusle niyet etmek Sonradan niyet etmediğini hatırlasa, niyet etse, kurtarır mı?
    Cevab:

    Hazret-i Peygamber, “Ameller niyyetlere göredir” buyurarak ibâdetlerde niyyetin ehemmiyetine işaret etmiştir. Namaz, oruç, zekât gibi ibâdetler niyyetsiz sahih olmaz. Kur’an-ı kerîm okumak, vakıf kurmak, yemek yedirmek gibi mübahlar da niyyet ile ibâdet olur. niyyet edilmemişse ibâdet olmaz. Çünki bunları müslüman olmayanlar da yapabilir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Başı mesh ederken bir kere kullanılan el ikinci defa kullanılamaz mı? Yıkayıp tekrar mı kullanılacak? Ya da hiç kullanılmayacak mıdır?
    Cevab: Başı meshedince su müstamel olur. Artık başka yer meshedilmez. Ama elde hâlâ ıslaklık varsa kulaklar da bununla meshedilebilir. Tekrar ıslatmak iyidir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir câmi var. Bunun altında lokanta var. Fakat aralarında merdiven gibi bir bağ yok. Lokanta da câmiden midir?
    Cevab: Girişi ayrı olan ev, dükkân gibi yerler mescidden sayılmaz. Mescidin vakfı bile olsa mescidden sayılmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir câmi var. Helâsı alt katta, câminin içindedir. Fakat mimarî olarak helânın çatısı, câminin çatısına denk gelmiyor. Yan binanın çatısı altında kalıyor. Burada ihtiyaç gidermek mekruh olur mu?
    Cevab: Mescidin namaz kılınan mahallerinin altında olmadıkça bevletmek mekruh olmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Şadırvanı içeride olan câmilerde abdestsiz içeriye girmek mekruh olur mu?
    Cevab: İçerideki şadırvan içeride abdesti kaçanların abdest tazelemesi içindir. Câmiye abdestsiz girmek mekruhtur. Şadırvanlar umumiyetle mescidin dışındadır. Varsa, zaruretler memnuları mübah kılar.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Câmiye uyumak niyetiyle giren; fakat girişte sırf uyuması günah olmasın diye itikâfâ niyet eden, uyuyunca mekruh işlemiş olur mu?
    Cevab: İtikâf ibâdet etmek için câmide bir mikdar bulunmaktır. Câmiye itikâf niyetiyle girilir. İki rek’at namaz kılınıp uyunabilir. Mekruh olmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Evden bir yere giderken geç kalınca, yine de abdestli çıkayım diye, abdestin farzlarını yerine getiren, mekruh işlemiş olur mu?
    Cevab: Abdestin bazı sünnetlerini terk etmek mekruh olur. Müstehabı yapmak için mekruh işlenmez. Nitekim namazda abdest bozulduğu zaman, hemen gidip abdest alıp namaz tamamlanır. Burada da abdest sünnetleriyle alınır (İbn Abidin-İstihlâf bahsi).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Çalıştığım holdingde çeşitli katlarda küçük mescidler vardır. Burada imamın namaz kıldığı seccade mihrab hükmünde midir? Böyle bir mescide itikâfa girilebilir mi?
    Cevab: Böyle küçük mescidler yol mescidleri gibidir. Devamlı belli cemaati olmadığı için mihrabı olamaz. Bunlara da abdestsiz girilmez. Vâcib, sünnet ve müstehab olan üç çeşit itikâf vardır. Birincisi adak sebebiyledir. İkincisi Ramazan ayının son on gününde yapılır. Üçüncüsünde, mescidlere her girişte burada bulunduğu müddet içinde itikâfa niyetlenilebilir. Bu mescidlerde ancak bu üçüncü çeşit itikâf mümkündür. Diğerleri muntazam cemaati olan ve Cuma kılınan mescidlerde yapılabilir. İşyerlerinde çalışanların vakit namazlarını kılması için seccade serilmiş köşe ve odalar ise hiçbir zaman mescid hükmünde değildir. Buraya abdestsiz girilebilir. Bunlar çarşı ve mekteplerdeki namazgâhlar gibidir. (İbn Âbidin)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Evde yapılan cemaatin ardından bir başka cemaat olsa ve 2. cemaatin imamı, birinci cemaatin imamının kıldığı yerde dursa, namaz mekruh olur mu?
    Cevab: Bu mekruhluk cemaati muayyen olan mahalle mescidleri içindir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse birkaç gün istihareye yatsa fakat hiçbir şey görmese, bu, o kimse için herhangi bir şeye alâmet midir?
    Cevab: İstihare sünnet olduğu için yapılır. Yeşil, beyaz veya su hayra, siyah, kırmızı şerre alâmettir. Bir şey görüp görmemeye çok ehemmiyet verilmez. Bir şey görmese, ama o işi yapmak hususunda kalbinde daha fazla bir istek varsa, istiharenin neticesi müsbettir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında iki elin bir hareketi namazı bozar, diyor. Bu ne demektir? Elleri kaldırıp rükü’dan kalkarken pantolon çekmek mekruh mudur?
    Cevab: Düğmesini iliklemek gibi iki el ile yapılması âdet olan bir şey, tek el ile yapılsa bile amel-i kesir olup namazı bozar. Düğmesini çözmek gibi tek el ile yapılması âdet olan bir şey, iki el ile yapılsa bile amel-i kalil olup namazı bozmaz. Ama bu bir kavildir. Zayıf kavil olduğu için fıkıh kitaplarında “bozar denildi” diyor. Namazı bozan hareketler (amel-i kesir) hakkında esah kavil, onu işleyeni görenin, namazda olmadığından şüphelenmesidir. Bu takdirde amel-i kesirdir ve namazı bozar. Tarakla saçını taramak, birini öpmek, özürsüz yürümek, ceketini giymek, kemerini bağlamak gibi namazdan olmayan hareketler böyledir. İki elin bir hareketi de bazen böyledir. Düşen takkesini almak, açılan elbisesini örtmek, alnının terini silmek, secde yerinde rahatsızlık veren hayvanı uzaklaştırmak, bozulan abdesti tazelemeye gitmek bozmaz. Mekruh da olmaz. Bir başka kavil, bir elin bir rükünde üç hareketinin namazı bozmasıdır. Bu kavle göre eliyle üç ayrı defa bir yerini kaşıyan kimsenin namazı bozulur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hiçbir zorluk ve ihtiyaç yok iken zayıf kavil ile amel edenin, ameli sahih olur mu?
    Cevab: Âyet-i kerime zan ile hüküm vermeyi yasaklıyor. Zayıf kavil bir zan bildirir. Fıkıh kitaplarında mukallidlerin sahih, racih kavillerle amel etmesinin gerekli olduğu yazmaktadır. Bahr sahibi gibi bazı âlimler, bir mukallid, başka bir mezhebe göre yahut zayıf bir rivâyetle veya zayıf bir kaville amel ederse, bu ameli nâfizdir, yani iş yerine gelmiştir diyor. Ama bu söz, ihtiyaçsız zayıf kavillerle amel edenin en azından kerih bir iş yapmadığı mânâsına gelmez. Neticede bir âlimin kavlidir. Zayıf olması, sözün kendisinde değil, bize geliş yollarının ötekiler kadar sağlam olmayışındadır. İbni Nüceym, “Âhir zamanda nefsine değil de, zayıf kavle bile uymak takvâdandır” diyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “İmamın sesi yetiştiği zaman, tekbirleri müezzinin de bildirmesi mekruhtur.” Tahrimen mekruh, hangi hallerde haram oluyor?
    Cevab:

    Sübutu veya delili kat’i olmayan nasslarla bir şey emir veya men edilmişse, bu vâcip ve tahrimen mekruhu bildirir. Vitr namazı, bayram namazı, kurban kesmek, fıtra vermek, teşrik tekbirleri, kıraati dinlemek, selâmı almak, adağını yerine getirmek Kur’an-ı kerimde emredilmektedir ama bu emir açık değildir. Bu sebeple Hanefîler buna farz değil de vâcip demiştir. Vâcibin bilerek terki tahrimen mekruhtur. Meselâ vitr namazını kılmamak böyledir. Erkeğin altın takması, ipek giymesi tahrimen mekruhtur. Bunlar hadîs-i şerifte açıkça açıkça bildirilmiştir ama bu hadîsi bir kişi bildirdiği (haber-i vâhid olduğu) için sübûtu zannîdir. Çalgı dinlemek de Kur’an-ı kerimde üstü örtülü olarak yasaklanmıştır. Sübûtu kat’î ama harama delâleti zannîdir. Bu sebeple haram değil tahrimen mekruhtur. Amelde bid’at işlemek; başkasının alışverişi sırasında alışveriş teklifinde bulunmak ve başkasının evlenme teklifi üzerine evlenme teklifinde bulunmak tahrimen mekruhtur. Çünki hadis-i şerif ile men edilmiştir. Sünnet-i müekkedeyi özürsüz ve ısrarla terk etmek de tahrimen mekruhtur.
    Ancak mekruhların hepsi aynı derecede değildir. Vâcibin terki kerâhet-i tahrimî, sünnetin terki ise kerahet-i tenzihî ile mekruhtur. Lâkin sünnetin kuvvetine göre kerahet-i tahrimîye yaklaşmak ve şiddet hususunda kerahet-i tenzihînin dereceleri değişir. Zira sünnet, vâcip ve farzın ve bunların zıdları olan yasakların muhtelif dereceleri olduğu gibi müstehabın da muhtelif dereceleri vardır.
    İmam Muhammed’e göre, şüpheli nasslarla sâbit olan vâcibin terkindeki tahrimen mekruh ile şüpheli nasslarla men edilmiş tahrimen mekruh, haram hükmündedir. Yani haram değildir ama haram gibidir. Neden? Bazı âlimlere göre ateşle azap olunacağı içindir. Bazı âlimlere göre böyle söylemesi mecazdır. Çünki mekruha ateşle azap yoktur ama ikisi de şeriatin yapılmasını istemediği şeydir. Böyleyse üçünün sözü aslında birbirine aykırı değildir. İmam Muhammed’e göre tahrimen mekruhun haram sayılması için mutlaka nass ile sâbit olması gerekir. Sünnet-i müekkedenin ısrarla ve özürsüz terkinden doğan tahrimen mekruh da haram değildir. İmam Muhammed’in de tahrimen mekruh dediği, ama haram saymadığı hususlar vardır. Diğer iki imamın tahrimen mekruh dediği bazı hususlara, haram demektedir.
    Vâcibi ve tahrimen mekruhu inkâr etmek üç imama göre de küfr değildir. Sünnet-i müekkedeyi terk etmekten doğan tahrimen mekruh, İmam Muhammed’e göre de haram hükmünde değildir. Fetva Şeyhayna göredir. Ama insanları sakındırmak için İmam Muhammedin kavli de bildirilir. İmamı Azam, şeriatın sahibine karşı çok edepli olduğundan, delaleti veya sübutu kat’i olmadıkça, yani açık ayet-i kerime veya muhkem ve mütevatir sünnetle sabit olmadıkça, bir şeye haram demezdi. Yoksa mekruhu küçük gördüğünden değildi. Çünki mekruh da şeriatin sahibinin beğenmediği şeydir.

    Fıkıh kitaplarında mekruh denildiği zaman tahrimen mekruh anlaşılır sözü, ilk devirde yazılmış mezhebin temel kitapları içindir. Bunlardan alarak yazılmış fıkıh ve ilmihal kitaplarında böyle değildir. İbn Âbidin hazretleri “Fıkıh kitaplarında mekruh dendiği zaman hemen tahrimen mekruh dememeli, deliline bakmalıdır” diyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Kumaş takım elbiseleri yıkamayın, kuru temizlemeye verin; aksi halde bozulur diyorlar. Bunları kuru temizlemeye versek, sonra üzerindeki necis yerler, mesela kan damladığını tahmin ettiğimiz yerler, üzerinden birkaç damla su akıtsak temizlenmiş olur mu?
    Cevab: Tahmin ile hüküm verilmez. Necis olduğunu iyi bildiğiniz yere hafifçe su dökersiniz, alttan akar. Şer’en temizlenmiş olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Secde-i sehv yapması gereken, secde-i sehv yapmayı unutarak namazdan çıkarsa, namazını iade etmesi gerekir mi?
    Cevab: Hayır. Namazın vâcibini kasden terkeden kimse, namazı iade eder. Sehv secdesi namazı kurtarmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Mâlikî mezhebini taklid eden bir kimsenin, secde-i sehv yapması gerekirken, unutur; fakat sağ tarafına selâm verdiği esnâda hatırlarsa, ne yapması lazımdır?
    Cevab: Secde-i sehv yapar. Mâlikî mezhebinde selâm rükün ve namazdan çıkmaya sebeptir. Ama secde-i sehve mâni değildir. Yani secde-i sehv selâmdan sonra da yapılabilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Namazda ard arda olan secdelerden birini yaptıktan sonra kalkan ve hatırlayıp tekrar secdeye yatan, iki secde arasında oturmamış olduğundan, yine ard arda iki secde mi yapar?
    Cevab: Hayır, tek secdeyi yapar. Sonra secde-i sehv yapar.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir vekil, vekilliğinde bulunan bir iş için bir başkasını vekil etse, kendi vekilliği son bulur mu?
    Cevab: Hayır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Alkol karışık parfümün uçması temizlenme değil, yıkanması gerekir, deniyor. Fakat orada herhangi bir madde kalmıyor. Bu hususu anlayamadım.
    Cevab: İnsanın elbisesine idrar bulaşsa bile, sonra kuruyor. Bir şey kalmıyor. Bununla necaset geçmiş olmaz. Alkol uçucudur demek, hemen kurur demektir. Sıvı necasetin kuruması, temizlenme yollarından birisi değildir. Yıkanması şarttır. Mamafih alkol karışık parfüm ve kolonya için necis değil diyen âlimler de vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Adet zamanını unutan kadın ne yapar?
    Cevab:

    Zannına göre hareket eder. Hayzını şaşıran kadın günlerinin sayısını unutur da yerini meselâ, ayın başında veya sonunda olduğunu bilirse ne yapar? Mesela bu kadın ayın sonunda temizlendiğini bilir de günlerinin sayısını bilemezse, yirmi güne kadar her namaz vakti için abdest alır. Çünkü bu müddet zarfında temiz bulunduğunu yüzde yüz bilir. Ondan sonra yedi gün içinde yine bu şekilde abdest alır; zira hayızda mı temizlikte mi olduğu şüphelidir. Son üç günde namazı terk eder. Çünkü bu günlerde hayızlı olduğunu yüzde yüz bilir. Ayın sonunda yıkanır. Zira o zaman hayızdan çıktığını bilir. Yirmi günü geçtikten sonra kan geldiğini bilir de kaç gün olduğunu bilemezse yirmiden sonra üç gün namazı terk eder. Sonra yıkanarak ayın sonuna kadar namazını kılar.
    Hayzın yerini şaşırmaktan murad, günlerinin sayısını bilip de yerinin muayyen olarak nerede olduğunu unutmaktır. Kadın günlerinin iki mislinde veya daha fazlasında şaşırırsa o günlerin hiç biri hakkında yüzde yüz hayız hükmü verilemez. Ama günlerinin iki mislinden azında şaşırırsa iş değişir. Meselâ beş günün üçünde şaşırırsa üçüncü günün hayız olduğunu yüzde yüz bilir. Zira o gün hayzının ya evveli ya sonudur. Kadın hayız günlerinin üç olduğunu bilir de bunları ayın son on gününde şaşırır ve bu on günün neresinde olduğunu bilemezse, bu hususta hiç bir fikri olmadığına göre her namaz vakti için abdest almak şartiyle on günün başından üç gün namaz kılar. Çünkü temizlikle hayız orasında tereddüt etmiştir.
    Ondan sonra ayın nihayetine kadar her namaz vakti için yıkanarak namaz kılar. Zira temizlikle hayızdan çıkmak arasında tereddüt etmiştir. Şayet on günün dördünde şaşırırsa on günün başından dört günü abdestle, geriye kalan altı günün namazlarını yıkanarak kılar. On günün altısında şaşırırsa beşinci ve altıncı günlerde hayızlı olduğunu yüzde yüz bilir ve o günlerde namazını terk eder. Bunlardan önceki dört günde namazlarını abdestle kılar. Bu iki günden sonraki namazlarım ise gusül ile kılar. On günün yedisinde şaşırırsa ilk üç günden sonraki dört günün hayız olduğunu yüzde yüz bilir. On günün sekizinde şaşırırsa, ilk iki günden sonraki altı günün hayız olduğunu yüzde yüz bilir. On günün dokuzunda şaşırırsa, ilk günden sonraki sekiz günün hayız olduğunu yüzde yüz bilir ve bildiği günlerde namazını terk eder. O günlerden önceki namazlarını abdestle, onlardan sonraki namazlarını gusül ile kılar.
    Hayızlı olduğunda, hayız haline girdiğinde ve temiz olduğunda tereddüt ederse, yani hepsi eşit derecede tereddütlü ise, her zaman için abdest alır. Çünki üçü de muhtemeldir.
    Hayızla temizlik arasında ve temizliğe girip girmediğinde tereddüt ederse, her namaz için yıkanır. Gayr-ı müekkede sünnetleri, mescide girmeyi ve cinsî münasebeti terk eder. Ramazan ise orucunu tutar.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Gerdeğe girecek olan erkeğin sırtına vuruyorlar. Uygun mudur?
    Cevab: Âdettir. Ancak insanları incitmemelidir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hayızlı kadın tavaf yapabilir mi? Hoca tavaf yapın, bir davar kesin, hallolur dedi.
    Cevab: Arafat ve Müzdelife’de hayızlı veya cünüp olmanın mahzuru yoktur. Ama tavafta vâcibdir. Cünüp veya hayızlı olarak tavaf yaparsa, haram işlemiş olur; ama tavaf sahihtir, kendisinden düşer. Hayızlı kadın hayzın bitmesini bekler; sonra tavafını yapar. Hayızlı olarak tavaf ederse, hem günaha girmiş olur; hem de cinayet işlemiş olur ki, ziyaret tavafı ise bedene (sığır veya deve), veda tavafı ise şat (koyun veya keçi) kesmesi gerekir. Eğer sonradan temiz olarak tavafı iade ederse, ceza kendisinden düşer, tövbe kâfi gelir. (İbn Âbidîn, Hac bahsi.) Hacca gidecek kadınların ya ilaçla hayzını geciktirmesi; ya da bayramdan itibaren 11 gün daha orada kalacak şekilde seyahat programı yapması gerekir. Çünki hayzın azamîsi Hanefî mezhebinde 10 gündür. Böylece 11. gün farz olan ziyaret tavafını yapıp memleketine dönebilir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Yalnız Pazar günü oruç tutmak uygun mu?
    Cevab: Uygundur. Yalnız Cumartesi ve yalnız Aşure günü tutmak mahzurludur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Yanlışlıkla secde-i sehv yaptığını anlayan tekrar secde-i sehv eder mi?
    Cevab: Yapar. Sağa selâm verip yapmış ise, vâcib olan selâmı vermiş olacağından yapmasına gerek kalmaz. Ancak vâcib olan selâm konusunda ihtilâf olduğundan, bazı âlimler sola da selâm vermek vâcibdir dediği için, ihtiyaten secde-i sehv yapar.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ve hattâ dört imâmın ağız ile niyyet etdikleri işitilmemişdir” dedikten sonra “Ağız ile niyyet etmek, Şâfiî ve Hanbelî’de sünnetdir.” Bu iki cümle birbirini tekzip etmiyor mu? İkinci cümleden ya Resulullah efendimizin ağız ile niyet ettiği veya Eshab-ı kiramdan bu şekilde niyet eden görülüp men edilmemiş olduğu anlaşılmaz mı?
    Cevab: Hazret-i Peygamber sadece hacda ihrama girerken ağzı ile ihrama ve hacca niyet etmiştir. Bazı âlimler diğer ibadetleri buna kıyas ederek, ağız ile niyet sünnettir demişlerdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Şâfiî mezhebinde oruç keffareti sadece oruçlu iken kasden cinsî temasta bulunana düşer. Kadın da keffaret verir mi?
    Cevab: Keffaret, sadece cinsî temasta bulunan erkeğe düşer. Bir kavle göre her ikisine (erkek ve kadına) bir keffaret düşer. Bir başka kavle göre ise kadına da ayrı bir keffaret düşer (Minhac). Oruçluyken cimada bulunan erkeğin suçu daha büyük olduğu için, keffaret onun üzerine farz kılınmıştır. (el-Fıkhu’l-Menhecî.) Erkeğe keffaret düşmesi için de bazı şartlar vardır. (el-Fıkhu alel Mezâhibi Erbaa.)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “İstemiyerek ağız dolusu kussa, zorlıyarak biraz kussa oruç bozulmaz” derken, “Ağız bazan bedenin dâhili sayılır. Bunun için, oruclu kimse, tükürüğünü yutarsa, orucu bozulmaz. İnsanın içindeki necâsetin mi’deden bağırsağa geçmesi gibi olur. Ağızdaki yaradan veyâ diş çekdirmeden, iğne yapılan yerden yâhud mi’deden ağza kan çıkması, abdesti ve orucu bozmaz. Bu kanı tükürünce veyâ yutunca, tükürük kandan çok ise, ya’nî sarı ise, yine bozulmazlar. Mi’deden gelen başka şeyler ağza geldiği zemân da böyle olup, abdest ve oruc bozulmaz. Ağız dolusu, ağızdan dışarı çıkarsa, ikisi de bozulur. Ağzın içi, ba’zan da, bedenin hârici gibi olur. Ağzına su alınca oruc bozulmaz” diyor. İstemiyerek ağız dolusu kusmanın orucu bozmadığı yazarken, başka yerde ağız dolusu kusmanın orucu bozduğu söyleniyor. Bundan kasıt ne olabilir?
    Cevab:

    İhtilaflı bir meseledir. Farklı kitaplardan alınan kavillerdir. “Ağız dolusu, ağızdan dışarı çıkarsa, ikisi de bozulur” cümlesini, “Ağız dolusu kusmak, abdesti bozduğu gibi, isteyerek kusulmuşsa orucu da bozar” şeklinde anlamalıdır.
    Abdestte:
    1-Ağız dolusu kusmak abdesti bozar. Ağız dolusu kusmak ağız külfetsiz yumulamaz hale gelmektir. İster kasden, ister kendiliğinden olsun değişmez.
    2-Bir mecliste müteaddid de olsa, toplamına bakılır. 
    3-Ağız dolusu olmayan kusmak abdesti bozmaz. İster kasden, ister kendiliğinden olsun değişmez.
    Oruçta:
    1-Kendiliğinden (mesela bulantı ile) ağız dolusu kusmak orucu bozmaz. Gelen kusma geri gitmek de bozmaz. Yutulursa oruçlu olduğunu hatırlıyorsa bozar.
    2-Kasden (mesela parmak sokup) az bir kusuntu getirmek de orucu bozmaz. Bu kusuntu geri gitse oruç bozulmaz. Yutulsa, müftabih kavle göre oruç bozulmaz. Oruçlu olduğunu hatırlamıyorsa kasden az kusmak orucu bozmaz.
    3-Kasden ağız dolusu kusmak orucu bozar. Geri dönsün, dönmesin veya yutulsun farketmez. Oruçlu olduğunu hatırlamıyorsa kasden çok kusmak orucu bozmaz.
    (Ni’met-i İslâm, İbn Âbidîn.)

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Teşehhüdde Allahümme salli duası ne kadar okununca sehv secdesi gerekir?
    Cevab: Sadece “Allahümme salli alâ Muhammed” demekle sehiv secdesi vacip olur. Müftabih olan kavil budur. Bazıları “ve alâ âli Muhammed” demedikçe vacip olmayacağını söylemişlerdir. Bazılarına göre bir rükün edâ edecek kadar geciktirmedikçe sehiv secdesi vacip olmaz. Bazılarına göre ise bir harf ziyade etse bile vacip olur. Bunlar İmam Ebu Hanîfe'nin kavline göredir. İmameynin kavline göre “hamidün mecîd”e kadar okumadıkça secde-i sehiv vacip olmaz. Bu secde-i sehiv salavat için değil kıyâmı te'hir ettiği içindir. Binaenaleyh susmuş bile olsa secde-i sehiv vacip olur (İbn Âbidin)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Secde âyetinin tercümesini işitenlere tilâvet secdesi gerekir mi?
    Cevab: İbn Âbidîn’de diyor ki: “Farsça tercümesini bile işitseler secde ayeti olduğu haber verilince secde etmesi vâcip olur. Yahut secde ayetini okuyana uymak şartıyla vâcip olur”.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İslâm hukukunda hukuksal norm sıralaması, öncelik sıralaması ne şekilde yapılabilir? Nasıl ki anayasa, kanunlar, yönetmelikler, mahkeme ictihatları arasında belirli bir sıralama, öncelik veya üstünlük sözkonusu ise, bunu İslâm hukukunda nasıl gerçekleştiriyoruz? Tabiî ki âyetler ile hadîsler arasında bir sıralamadan bahsedilebilir. Lakin sözgelimi âyetler arasında belirli bir öncelik-tekaddum etme hâdisesi sözkonusu mudur? Hani anayasanın değiştirilemez hükümleri gibi münhasır bir gruplama yapılabiliyor mu? Yahut bir grup hüküm diğer gruba göre öncellenebiliyor mu? Mesela kul hakkı yemek yahut beytülmala zarar vermek gıybetten daha öncelikli ve ağır bir günahtır denilebiliyor mu? Yahut şahsa karşı hırsızlık ile kamuya karşı hırsızlık arasında bir öncelik –üstünlük- var mı? Yahut mesela domuz eti yemek ile şarap içmek arasında ceza hukuku anlamında bir öncelik-ağırlık hususiyeti var mıdır?
    Cevab:

    İslam hukukunda öncelikle sizin de işaret ettiğiniz gibi bir sıralama vardır. Usul-i fıkh, yani hukuk metodolojisi bunu belirler. Kaynaklar arasında Kuranı kerim, sonra Hazreti Peygamberin sünneti, sonra müctehid hukukçuların ittifakı (icma); daha sonra da müctehid hukukçunun kıyası gelir. Bu sıralamaya riayet mecburîdir.
    Müctehid olmayanlar bir müctehidi taklid eder. Müctehidin sözlerini ihtiva eden kitaplarda da öncelik ve sonralık münasebeti, bir hiyerarşi vardır. Mesela Hidaye, Kınye’den önce gelir. Hidayenin sözü, Kınyenin sözüne üstün tutulur. Bu asırlar boyu hukuk ilmi içinde teşekkül etmiş kaidelerle belirlenir.
    İctihadlar, nasslarla (ayet ve hadislerle) belirlenmiş hükümleri asla değiştiremez. Mesela süt kardeşlerle evliliği Kuranı kerim yasaklar. Bunun hilafına icithad olmaz. Ama ne zaman süt kardeşliğin tahakkuk edeceği ictihad mahallidir. Bir ictihadın diğerine üstünlüğü yoktur.
    Ayeti kerimeler arasında bazıları geçici hüküm bildirir. Kanunlardaki geçici maddeler gibi, başka bir ayet ile bu zamanın bittiği ve yeni hüküm bildirilir. Buna nesh diyoruz.
    Bazı ayeti kerimeler arasında umumi-hususi; mücmel-müfesser, müteşabih-muhkem gibi münasebetler vardır. Üçünde de ikinciler, birinciye öncelik taşır. Usul, füru ve usulün kardeşleriyle evlenme yasağı bildiren ayet, iki kızkardeş ile aynı anda evlenmeyi yasaklayan ayet ile tahsis edilmiştir. Birincisi umumi, ikincisi hususidir.
    İslam hukuku münhasıran günahlarla uğraşmaz. Bir kadını hayız gördüğü sırada boşamak haramdır ama boşama geçerlidir. Hibe ettiği şeyi geri almak câizdir ama mekruhtur. Alacaklının ispatlayamadığı borcu kimse hukuken ödetemez; ama dinen mesul olur. İçki içmek, domuz eti yemek, zina etmek, gıybet etmek suç değil, günahtır. Ama aleni olursa, o zaman cemiyet düzenini korumak maksadıyla ceza verir. Aksi takdirde kimsenin hususi hayatı araştırılmaz. Bu zaten câiz değildir. Bir kadınla evinde zina eden kimse suçlu değildir, ama günahkârdır. Buna kimse ceza veremez, vermez. Ama Allah ahirette sorar. Cezaya tabi suçlarda da hâkim müşahhas hadiseye göre ceza verir.
    İslam dini de inananlardan şu sıralama uymalarını ister: Önce iman (Allaha, sıfatlarına, peygamberlere, mukaddes kitaplara, meleklere, âhiret gününe, kadere, ayet ve hadislerde açık bildirilmiş emir ve yasaklara inanmak) gelir. Sonra itikadı icma ile bildirilen hükümlere göre düzeltmek (kabir azabına, şefaata, günah işlemenin imanı götürmediğine, sahabelerin üstünlüğüne, imanın artıp eksilmeyeceğine, tenasuhun olmadığına inanmak gibi) gelir. Sonra haramlardan kaçmak (içki, zina, rüşvet, yalan gibi) ; sonra farzları yapmak (namaz, oruç, zekât, anaya babaya itaat gibi); sonra tahrimen (harama yakın) mekruhtan kaçmak (yengeç, karides gibi deniz mahsulleri yemek, erkeğin ipekli giymesi, altın takması gibi); sonra vacibleri yapmak (kurban kesmek, fıtra vermek gibi); sonra tenzihen (helale yakın) mekruhtan kaçınmak (sol elle yemek yemek gibi); sonra sünnetleri yapmak (evlenmek, teravih namazı kılmak gibi); sonra müstehapları yapmak (sadaka vermek gibi) gelir.
    Bunlar arasında da sıralama vardır. Bunlar kaynaktaki ifadeye göre belirlenir.  Mesela namaz, zekâat, oruç, hac en önde gelir. Bir akid yaparken, bir nikâh kıyarken bu işin farz, vacib ve sünnetlerine uymak gerekir. Farzlarına uymazsa geçerli olmaz. Mesela iki şahid nikâhta farzdır. Olmazsa nikâh olmaz. Nikâhta kız velisinin bulunması; oradakilere tatlı ikram etmek, yemek vermek, dua etmek sünnettir. Yapılmamasının akde zararı yoktur.
    Emir ve yasaklar imanı olanlaradır. İmanı olmayan veya imanını bir şekilde kaybeden (farzı, haramı inkâr etmek gibi) kimse, farzları yapsa sahih olmaz. İşlediklerinden dolayı günahkâr da olmaz. Ama İslâm cemiyetinde İslâm mahkemesi buna bakmaz, onu fiillerinden dolayı mesul tutar.
    Allaha şirk (ortak) koşmaktan sonra en büyük günahlar adam öldürmek, bozuk itikad sahibi olmak, namuslu kadına iftira etmek, harb meydanından kaçmak, yalancı şahidlik, yetim hakkı yemek, hırsızlık, büyü yapmak gibi haramlardır. Haramların ağırlığı ayrıca işlendiği zamana, işleyenin pozisyonuna; günahtan zarar görenin kim olduğuna göre değişebilir. Zenginin hırsızlığı fakirinkinden; evlinin zinası bekârınkinden ağırdır. Zina büyük, gıybet küçük günahtır. Ama gıybetin cemiyete zararı, çoğu zaman zinadan daha çok olabilmektedir. Nitekim gıybet edilen şahıs işitip üzülmüşse günahı daha da artar. Adam dövmek büyük günahtır. Anne ve babayı dövmek daha büyük günahtır. Gayrımüslimi dövmek daha büyüktür. Hayvanı dövmek daha büyüktür. Çünki ikisiyle de helalleşmek mümkün değildir. Allah hakkı bulunan günah (zina, sarhoşluk gibi), tevbe ile veya çekilen sıkıntılar ile Hazreti Peygamberin şefaati ile affedilebilir. Olmazsa cehennemde günahı kadar kalıp kurtulabilir. Ama kul hakkı varsa helalleşmeden kurtulamaz. Ahirette de hakkını yediğinin helalleşmek günahlarını yüklenmek ve kendi sevaplarından vermekle olur. Sıradan bir adamı öldürmek büyük günahtır. Ev geçindiren birini öldürmek daha büyük; herkesin istifade ettiği bir âlimi öldürmek daha büyüktür. Hâkim müşahhas hâdisede bunları nazara alır. Çünki hâkime geniş bir takdir salahiyeti tanınmıştır.
    Bütün bunları kati olarak ancak Allah bilir. Fıkıh kitaplarında da bu kadar bildiriliyor. Bu sebeple eskiler büyüğüne küçüğüne, mekruhuna haramına bakmadan dinin kötü dediğinden kaçınmış; farzına müstehabına bakmadan iyi dediğine sarılmıştır.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Padişahların, nikâhlı hanımları, ikballeri, peykleri ile 4 kadın gözetmeksizin birlikte olmalarının hukuku nedir? Kur’an’dan âyet verebilir misiniz?
    Cevab: Câriyelerle evlenmenin ruhsatı, Nisa suresi: 3, 25; Mü’minûn suresi: 5-6. ayeti kerimeler ve Hazreti Peygamberin sünnetidir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazen mescide teşekkül etmiş cemaate rastlıyoruz. İmamın başı açık veya kolu kısa olabiliyor. Buna uymak yerine tek başına kılınabilir mi?
    Cevab: İmam başını örtmeyi unutmuş olabilir. Takke bulamamış olabilir. Takkesiz kılmanın mekruh olduğunu bilmiyor olabilir. Remlî der ki, “İmamdan namazı bozacak bir şey tahakkuk etmedikçe, buna uymak kerahetsiz câizdir. İmam farz, müfsid ve vâciplere riayetkâr ise buna uymak câizdir. Nitekim sahâbe ve tâbiinden birçokları müctehid imamlardı. Halbuki mezhebleri muhtelif olmasına rağmen her imamın arkasında namaz kılarlardı. İmam sünnet ve mekruhlara riayetkâr değil ise, cemaat vâcip veya sünnet-i müekkede olduğuna göre, kerahat-i tenzihiyeye tercih olunur. Bir kimse fâsıkın veya bid'atçının arkasında namaz kılarsa cemaat fazîletine nâil olur. Bunların arkasında namaz kılmanın yalnız kılmaktan evlâ olduğunu gösterir. Lâkin verâ ve takvâ sahibi bir imamın arkasında nâil olduğu sevaba nâil olamaz. Salih başka bir imam varsa buna uymak mekruh olur. Böyle birisini imam yapmak da mekruhtur. (İbn Âbidîn)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: (Dürret-ül-beydâ) kitâbında diyor ki, (Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar yi ve al ve dilediğine ver, hepsi halâl olsun denilse, yidikleri halâl olur. Aldıkları ve başkasına verdikleri halâl olmaz. Çünki, mikdârı bilinmiyen ta’âmın yimesini halâl etmek câizdir. Fekat mikdârı bilinmiyen malı almak için vekîl etmek ve mechûl ve ayrı olarak teslîmi mümkin olan malı ayırmadan hediyye etmek sahîh değildir). Öte yandan fıkıh kitaplarında kadın kocasının malını ondan izinsiz başkalarına yedirip veremeyeceği için, kocanın önceden bunun için zevcesine izin vermesi iyi olur deniyor. Yukarıdaki fetvâya göre koca zevcesine önceden nasıl izin verebilir?
    Cevab: Dürretü’l-Beydâ bir fetvâ kitabıdır. Müşahhas (somut) meseleye umumî kaide çerçevesinde cevap verilmiştir. Fıkıhta kâide şudur: Meçhul bir malın alınması istikametinde yapılan vekâletler sahih (geçerli) değildir; çünkü alınacak malın ne bedeli bellidir, ne de hangi mal olduğu bilinmektedir. Ancak umumî vekâlet bahis mevzuu olduğu zaman iş değişir. «Gördüğün malı benim için satın al.» demesi gibi umumî bir vekâlet olursa bu muteberdir. Hibede de umumî vekâlet muteberdir... İbni Nüceym, Bezzâziyye'den naklen der ki: Tek başına «Sen benim emrim (iş yapmam) câiz olan her hususta vekilimsin» denildiğinde o adam, malını korumaya, satmaya, almaya, hibe etmeye ve sadaka vermeye mâliktir. Hatta bu maldan kendi nefsi için yemiş olsa, eğer müvekkilin yememesi hususunda bir kastı yoksa, yemesi de caizdir. Mamafih İmam Ebu Hanîfe bu şekilde umumî vekâletin sadece ivazlı akitlerde, yani alım satımda vekâlet olduğu görüşündedir. Dolayısıyla bu ifade köle azad etmeyi, hibe ve sadaka gibi teberrulara (karşılıksız kazandırmalara) şâmil değildir. Fetvâ da böyledir. Ancak “Malımdan dilediğine hibe etmekte umumî vekilsin” denmişse, bu takdirde vekil müvekkilin dilediği malından dilediği kimseye hibede bulunabilir. (İbni Âbidin, Vekâlet bahsi).

    Bir kimsenin malından dilediğini alması için başkasına izin verebilmesi ihtilaflıdır. Nitekim Tatarhâniye'de diyor ki: «Falan adam benim malımdan neyi elde ederse o onun için helâldir.» dese o kişi de onun malından alırsa helâl olur. «Kim ki benim malımdan ne alırsa ona helâldir» sözünde ise; bir kişi herhangi bir şey alırsa helâl olmaz. Ebû Nasr dedi ki: «Helâl olur ve zâmin de olmaz (ödemez).» Eğer kişi: «Sen benim malım sana helâldir, dilediğini malımdan al» dese İmam Muhammed’e göre; onun malından hassaten dirhemler ve dinarlar (altın ve gümüş para) helâl olur.» (İbni Âbidin-Alışveriş bahsi).

    Meçhulün hibesi sahih olmadığı gibi, bir çuval buğdayın yarısı gibi taksimi mümkün olan malın ayrılmadan hibesi de sahih değildir. Hibede ve bütün akidlerde malın belli olması lâzımdır. Müşâ (ortak) malın da hibe edilmek istenen kısmının ayrıldıktan sonra hibe edilmesi gerekir. Ancak bir kimse malımdan dilediğin kadar ye ve al ve dilediğine ver dediği zaman, bunu dediği kimse diyenin gözü önünde muayyen bir mikdar ayırıp aldığında, mal meçhullükten ve müşâlıktan (ortak mal olmaktan) çıkar. Memedeki sütü, koyun üzerindeki yünü, topraktaki hurma ağacını ve ağaç üzerindeki hurmayı hibe etmek sahih değildir. Çünkü bu hibe hisseli malın hibesi gibidir. Fakat sayılanlar yerlerinden ayrıldıktan sonra hibe ve teslim edilirse, engel olan şüyu (ortaklık) ortadan kalktığı için caiz olur. Ama bu ayırmanın mâlikin izni ile hibe olunan kişi tarafından yapılması yeterli midir? Dürer'in açık ifadesine göre, evet yeterlidir. (İbni Âbidin, Hibe bahsi). O halde bir kimse bir başkasına, muayyen bir malından almasını söylediğinde, ikisinden biri bu maldan belli bir mikdar alıp ayırdığı zaman, hibe (hediye) tamamlanmış olur.

    Şu halde yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar ye ve al ve dilediğine ver, hepsi helâl olsun denilse, yedikleri helâl olur; aldıkları ve başkasına verdikleri helâl olmaz. Burada ibâha mevzubahistir. İbâhanın umumî hükmü budur. Bir şeyi karşılık beklemeden yemesi için bir başkasına izin vermeye ibâha denir. Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey, hediye edilmiş olmaz, ibâha edilmiş, yani yemesine izin verilmiş olur. Ancak yediği mülkü olur, sahibinden izinsiz başkalarına veremez, yanında götüremez. Ancak sahibi izin vermişse, yahud vereceğini çok zannediyor ise verebilir ve götürebilir. Bu rızâ, yukarıda söylendiği gibi açık bir rızâ olabildiği gibi, görüp de men etmemesi veya men etmeyeceği çok zannedildiği hallerde de delâleten rızâ vardır. Rızâyı ilim, hürmeti nefyeder. Yani râzı olduğunu bilmek veya çok zannetmek rızâ sayılır, malın haramlığını ortadan kaldırır. Bir kimse başkasına “Malımdan dilediğine yedir ve ver” dese, dilediğine dilediğini yedirip verebilir. Çünki umumî vekildir.
    7 Temmuz 2010 Çarşamba
  • Sual: Peygamber efendimizin "Çöplükte biten gülleri koklamayınız!" mealindeki bir hadis-i şerifini okudum. İnsan ailesinden dolayı kınanamayacağına göre buradaki murad ne olabilir?
    Cevab: Şir’atül-İslâm kitabında bu hadis-i şerifi bildirdikten sonra diyor ki, kendi güzel, zengin ve soylu, ama kötü huylu bir kadın, çöplükte bitmiş gül gibidir. Bununla evlenmemelidir.
    7 Temmuz 2010 Çarşamba
  • Sual: Efendim beş aydır çeşitli sebeplerden dolayı hanımımla ayrıyız. Sinirli ve üzüntülü bir ânımda hanımıma mesaj gönderdim. “Baban seni bugün gece 12’ye kadar eve getirip bırakmazsa hem vallahi hem billahi hem tallahi bir daha birleşmemiz imkânsız olacaktır. Bu işin dönüşü yok” dedim. Bunun ardından da kayınpederime bir mesaj gönderdim. Mesajın sonunda “Madem kızınızı getirmediniz. O halde bana tek birşey kaldı: Boşum! Boşum! Boşum! Kızınıza tebliğ edersiniz” dedim. Bunların neticesinde talâk vâki olmuş mudur?
    Cevab: Hanımınıza gönderdiğiniz mesaj ile boşanma tahakkuk etmez. Bu belki bir boşanma vaadidir. Yani böyle olursa boşarım demek gibidir. Kayınpederinize yazdığınız mesaj da böyledir. Nitekim İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki “Ben senden boşum” demekle boşanmaya niyet edilse bile boşanma gerçekleşmez. Dolayısıyla bu mesaj ile de boşanma olmaz. İslâmiyete uygun şekilde boşanmak için erkek kadına cinsî temasta bulunmadıkları bir hayızdan temizlik devresinde bir defa “Boşsun” veya “Seni boşadım” gibi açık bir söz söyleyerek boşanma iradesini bildirmelidir.
    14 Temmuz 2010 Çarşamba
  • Sual: İlmihallerde talâk bahsi anlatılırken “Kinâye söyleyince, boşamaya niyet ettiyse veya öfkeliyse bir bâin talâkla boşamış olur” diye yazıyor. Bir kimse öfkeli iken kinâye söz söylese, meselâ “Babanın evine git!” dese; fakat boşamaya niyet etmese boşanma gerçekleşir mi?
    Cevab: Kinâye söz, “Babanın evine git”, “Bana örtün”, “Bana yabancısın” gibi hem boşanmada, hem de başka mânâda kullanılan kelime demektir. Bir kimse böyle bir kelimeyi hanımına talâk niyeti ile söylerse, bir bâin talâk olur. Talâk niyetiyle söylemezse talâk olmaz. Kadın bu vesileyle mahkemeye mürâcaat etse, erkek “Ben talâk niyetiyle söylemedim” derse kabul edilir. Ancak bu sözü öfkeli iken veya zevcesi ile boşanma üzerine konuşurken sarfetmişse, mahkemede “Ben bunu talâk niyetiyle söylemedim” demesi kabul edilmez ve mahkeme talâka hükmeder. Mahkeme erkeğin niyetini bilemez. İlmihallerde de bu husus ifade ediliyor. İbni Âbidîn hazretleri bu halde kazâen talâk vâki olduğunu, ancak diyâneten talâk vâki olmayacağını bildirmektedir. Kazâen lafzı mahkemeye mürâcaatı; diyâneten lafzı ise Allah ile kul arasındaki durumu ifade eder. Şer’î mahkemenin bulunmadığı yerlerde erkek öfke veya talâk müzâkeresi esnâsında söylediği kinâye sözü talâk niyetiyle söylemediğine yemin ederse boşanmış olmaz.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Evimizi 115 bin liraya satılığa çıkardık. Emlâkçıyla her hangi bir ücret vermemek üzere anlaştık. Emlâkçı evi yüksek fiyattan satışa çıkarmış ve 116 bin liraya pazarlık etmiş. Sonra bize “Alıcı çok pazarlıkçı çıktı. Komisyonumun da tamamını alamıyorum. Bu yüzden siz 115 bin lira alacaksınız. Bana bin lira vereceksiniz. Alıcı size sorarsa 116 bin liraya sattığınızı söyleyin” dedi. Paramızı aldık, tapu muamelesini yaptırdık. Bin lirayı alıcının gözü önünde komisyoncuya verdim. Bu satış câiz oldu mu?
    Cevab: Emlâkçı sizin nâmınıza 116 bin liraya pazarlık yapmış. Akit sahihtir. Emlâkçıya komisyon vermemek üzere anlaştı iseniz, komisyon verme borcunuz yoktur. Alıcıya 116 bin liraya sattım demenizde de yalan yok. Çünki doğrusu budur. Ancak bin lira emlâkçının hakkı değildir. Kendi rızânızla emlâkçıya bin lira verebilirsiniz.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Ev alırken emlâkçıya gittik. Gösterdiği 135 bin liralık evi beğendik. 130 bin lira olursa alacağımızı söyledik. Emlâkçı bizi arayıp 131 bin liraya indiğini söyledi. Sonradan ev sahibinin emlâkçıya bana 130 bin lira verin, gerisi sizin olsun dediğini ve bizden aldığı fazla bin lirayı emlâkçıya vadettiğini öğrendik. Bu arada emlâkçı bizden iki bin lira komisyon ve üç bin lira tapu masrafı istedi. Tapu masrafının 2.500 lira tuttuğunu öğrendik. Satıcı bize hak verip, emlâkçıya vadettiği bin lirayı bize verdi. Satıcının bu parayı emlâkçıya vermeyip bize vermesi emlâkçının parasını gasp olur mu? Bu parayı bizim almamız uygun mudur? Satış câiz midir? Komisyoncuya fazla para vermek mecburiyetimiz var mıdır?
    Cevab: Evi 131 bin liraya almışsınız. Satıcı bin lirayı ne isterse yapar. Emlâkçı sizden 2 bin lira komisyonu hak eder. Tapu masrafları da ne kadar tutarsa, üstünü size iade eder. Satış sahihtir.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Bir banyomuz var. Hem banyo, hem de tuvalet şeklinde kullanılıyor. Banyoda konuşmamız mekruh mudur? Eğer içinde tuvalet olmasaydı vaziyet farklı olur muydu?
    Cevab: Tuvalette değil, def-i hâcet ederken konuşmak mahzurludur.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Mâlikî mezhebinde yatsı namazını vaktin üçte birinden sonraya geciktirmek günah olduğu için vakit girer girmez hemen yatsının farzına duruyorum. Sonra ilk ve son sünneti kılıyorum. Böyle yapmak doğru oluyor mu?
    Cevab: Yatsının önce sünneti, sonra farzı kılınır. Yatsının vakti dört mezhepte de imsake kadardır. Vaktin ilk üçte birinde kılmamak Mâlikî mezhebinde günah ise de, namazın şartı değildir. Başka mezhebi taklid eden kimse, yalnızca bu mezhebin o amel için aradığı şart ve müfsidlere uyacağı için, gusl, abdest veya namaz için Mâlikîyi taklid eden Hanefî mutlaka gecenin ilk üçte birinde kılmalıdır denemez. Ama mezheplerin ihtilâflı hükümlerine uymak iyi olur. Müstehap olur.

    Mâlikîler, vakti, ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. İhtiyarî vakit, mükellefin o vakit içinde edâ etme serbestisine sahib olduğu bir zamandır. Zarurî vakit de bundan sonra gelir. Zarurî denmesinin sebebi, bu vaktin; dalgınlık, hayız görme, bayılma, delirme ve benzeri zaruret hallerine benzemesinden ileri gelmektedir. Bu saydığımız zaruretlere mâruz kimselerin, namazlarını zarurî vakit içinde kılmaları günahkâr olmalarına neden olmaz. Ama bunlardan başka hiçbir özrü olmayan kişilerin bu vakitte namaz kılmaları, günaha girmelerine neden olur. Ancak ihtiyarî vakit içinde bir rek'at namaz kılmış olurlar da namazın geri kalan kısmı zarurî vakte aşacak olursa bundan ötürü günahkâr olmazlar.

    Sabah namazının ihtiyarî vakti, fecr-i sâdığın doğmasından itibaren, açık bir aydınlığın meydana gelmesine kadar devam eder. Açık aydınlık, açık havada normal gözün yüzleri görebileceği ve seçebileceği bir aydınlıktır. Sabah namazının zarurî vakti ise bu ihtiyarî vaktin ardı sıra başlayıp güneşin doğuşuna kadar devam eder.

    Öğle namazının vakti, güneşin zeval noktasına varmasından hemen sonra başlar. Yani bu vakit, güneşin tam tepeden batıya doğru meyletmesi anında başlayıp her şeyin gölgesinin kendi misline varmasına kadar devam eder. Bu, öğle namazının ihtiyarî vaktidir. Zarurî vaktine gelince bu, ikindinin ihtiyarî vaktinin girmesinden, ikindi namazı sığacak kadar bir zaman müstesna olarak günbatımına kadar devam eder.

    İkindi namazının vakti, her şeyin gölgesinin zeval anındaki gölgesine ek olarak kendi mislini aşması anında başlar. Bu ihtiyarî vakittir. Güneşin sararıp batmaya yüz tutmasından batışına kadar da zarurî vakittir.

    Akşam namazının vakti, güneş kursunun ufukta kaybolmasıyla başlayıp kırmızı şafağın yine ufukta kaybolmasıyla sona erer. Akşam namazının ihtiyarî vakti, abdest alıp, varsa necâsetten temizlenmek, avret yerini örtmek, ezan okuyup kaamet getirmek gibi şartları ifa edip namazı kılabilecek kadar zamandır. Şu halde bahsi geçen şartları daha önceden yerine getiren kimse, akşam namazını, vaktin başlamasından itibaren bu şartlan ifa etmeye yetecek kadar bir zaman geciktirebilir. Bu geciktirme, mezkûr şartların normal olarak yerine getirilebileceği kadar bir müddetle takdir edilmelidir. Vesveseli bir kişinin uzatmasına itibar yoktur. Zarurî vakit, bu ihtiyarî vaktin peşi sıra başlar ve ufuktaki aydınlığın kayboluşuna kadar devam eder.

    Yatsı namazının ihtiyarî vakti, batı ufkundaki kırmızı şafağın kaybolmasıyla başlayıp gecenin ilk üçte birinin sona ermesine kadar devam eder. Zarurî vakti de ihtiyarî vaktin hemen ardı sıra başlayıp fecrin doğuşuna kadar devam eder. Kişi özürlü olmadıkça yatsı namazını zarurî vakte bırakmakla günahkâr olur.

    Görülüyor ki, Mâlikî mezhebinde sadece yatsı namazında değil, bütün namazlarda namazın muayyen bir zaman içinde kılınmaması hâlinde günah oluyor. Mâlikîlere göre namazı ihtiyarî vaktinde kılmayan günahkâr oluyor; ancak namazı kazâya kalmış olmuyor. Nitekim Hanefî mezhebinde de ikindi namazını güneş batarken kılmak tahrimen mekruhtur. Akşam namazını da yıldızlar çoğaldıktan sonraya bırakmak böyledir. Ancak hiç birinde namaz kazâya kalmış değildir. Bu vakitlere riayet namazın sıhhat şartı değildir. Namazı ihtiyarî vaktinden sonra kılan kimse Mâlikî mezhebinin şart ve müfsidlerine uymuş demektir.

    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Kadın namaz kılarken eteğinin aşağıdan bakılırsa avret yeri görüleceği için altına uzun bir eşofman ya da benzeri bir kıyafet giymesi gerekir mi?
    Cevab: Arkadan veya yandan yahut yukarıdan başkalarının görmesi mahzurludur. Kendisinin bakınca görmesi veya aşağıdan gözükmesi zarar etmez. (İbni Âbidin)
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Gusl abdesti sebebiyle Mâlikî mezhebini taklit eden bir kadının 15 gün temizlik, 9 gün hayz ve 21,5 gün temiz, 15 gün hayz sürse ne yapması gerekir?
    Cevab: 15 günlük kandan âdet yerine rastlayan gün sayısı 3 günden az olduğu için, hayzın azamî müddeti olan 10 günün tamamlanmasını bekler. Şayet kan 10 günü aşarsa -ki bu durumda aşmıştır-, âdetinden sonraki günler istihaza olacağından bu günlerde kılmadığı namazları kaza eder.
    Mâlikî mezhebinde  hayzın azamî müddeti  mübtedi (ilk defa hayz görecek) için 15 gün, mutade (âdeti olan kadın) için ise 15 günü aşmamak kaydıyla âdetinin 3 gün fazlasıdır.
    Mâlikî mezhebinde bu kadının  azamî  hayz süresi 12 gün olur. Kan 12 güne kadar devam ettiğinden, bu günlerde namaz kılmaz. 12 günden sonra gelen kan Hanefî ve Mâlikî mezheblerine göre istihaza olduğundan namazlarını kılmaya başlar, Ramazan ise orucunu tutar. Mâlikî mezhebine göre hayz olan 10., 11. ve 12. günler, Hanefî'de istihaza olduğundan bu günlerde kılmadığı namazları kaza eder. Çünki bu günlerde Hanefî mezhebine göre namaz kılması gerekiyordu.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Gusl abdesti sebebiyle Mâlikî mezhebini taklit eden bir kadının hayz hususunda şöyle bir durumu var: Âdeti 8-9 gün sürüyor. Ama 9 günden sonra ara ara koyu sarı lekeler geliyor. Normalde bu kadının her zaman sarı bir akıntısı var. Ama umumiyetle koyu sarı değil. Bu 9 gün âdetten sonra gelen koyu sarı lekeleri de normal sarı renge dönene kadar âdet olarak mı kabul edecek? Fakat âdetli olmayan temiz günlerinde de bazen böyle koyu sarı leke oluyor. Bu kadın nasıl davranacaktır?
    Cevab: Kadınlarda hayz dışında sarı su gelmesi normaldir. Abdesti bozar. Gusle zarar vermez. Ama koyu sarı ise kan olsa gerektir. Az kan çok akıntı ile karışır, koyu sarı gözükür. Bu takdirde hayz devam ediyor demektir. Bunu kadınlar tecrübe ile anlar.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Hayzlı bir kadın kan kesildiği zaman ne yapacaktır? Kan kesilip guslettikten sonra tekrar gelebiliyor. Bu sebeple birkaç gün evden çıkamamaktadır.
    Cevab: Kadın kan kesilince gusledip namazını kılar. Âdetten daha önce veya sonra kesilmişse, vaktin sonunu bekleyip, kan kesilmişse gusletmesi lâzımdır. Çünki namaz, vaktin sonuna doğru gusledip namaz kılacak kadar zaman kalınca farz olur. Bu zamanı özürsüz geçirmek haramdır. Kan kesilmişse hayzı bitmiştir. Sonraki vakitte yine gelirse, hayz devam ediyor demektir. Vaktin sonunda kesilirse yine gusledip namazı kılması lâzımdır. Nitekim fıkıh kitaplarında diyor ki: Kızda ilk olarak ve kadında âdetinden onbeş gün sonra görülen kan üç günden önce kesilince, namaz vaktinin sonu yaklaşıncaya kadar bekler. Sonra gusl etmeden yalnızca abdest alıp, o namazı kılar ve önce kılmadıklarını kazâ eder. O namazı kıldıkdan sonra kan yine gelirse, namaz kılmaz. Yine kesilirse, vakit sonuna doğru yalnız abdest alıp, o namazı kılar ve kılmadıkları varsa kazâ eder. Üç gün tamam oluncaya kadar böyle yapar. Fakat gusl etse bile, vaty helâl olmaz. Kan gelmesi üç günü geçti ise, âdetden önce kesilince, âdet zamanı geçinceye kadar, gusl etse bile, vaty helâl olmaz. Fakat namaz vakti sonuna kadar kan lekesi görmezse, gusl edip o namazı kılar. Namaz vaktinin sonu gusl edip o vaktin namazının farzını kılacak kadar zamandır. İkindi namazında kerahat vaktinin başına itibar edilir.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Ramazan ayında yatsıda mesbuk olan kimse, teravihe yetişebilmek için yatsının son sünnetini terkedebilir mi?
    Cevab: Yatsı namazının son sünnetini kılmamış olan bir kimsenin, terâvih kılan kimseye, yatsının sünneti niyyeti ile iktidâ etmesi (uyması) câizdir. Hindiyye.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Hanefî mezhebindeki bir kadın gusl abdesti sebebiyle Mâlikî mezhebini taklid ediyorsa, hayz gördüğü zaman 10 günden sonra kan gelse bile bu halde öğrenmek veya öğretmek niyetiyle Kur’an-ı kerim okuyabilir mi?
    Cevab: Hanefî mezhebinde hayzın en çoğu 10 gündür. Mâlikî mezhebinde ise  mübtedi (ilk defa hayz görecek) için 15 gün, mutade (âdeti olan kadın) için ise 15 günü aşmamak kaydıyla âdetinin 3 gün fazlasıdır. Mâlikî mezhebini taklid eden Hanefî kadından 10 günden sonra gelen ve âdetinin 3 gün fazlası kadar devam eden kan hayız sayılır. Namazı bırakır. Ancak Hanefî mezhebinden çıkmadığı için sonra bu günleri 10 günden sonraya denk geliyorsa, bu günlerdeki namazlarını kaza eder. Oruç böyle değildir. Çünki gusl ile alâkası yoktur. Gusl orucun şartı değildir. Bu sebeple 10. Günden sonra orucunu tutar. Cünüp ve hayızlı Kur’an-ı kerimi ezberden bile okuyamaz. 10. günden sonra gelen kan Hanefî’de hayız sayılmamakla beraber, Mâlikî’de hayız sayıldığı için bu kadın gusletmiş olmaz. Dolayısıyla hadesten taharet etmiş olmaz. Mâlikî mezhebinde hayızlı kadın talim niyetiyle Kur’an-ı kerim okuyabilir ise de, bunda zaruret olmadığı için Mâlikî mezhebini taklid eden Hanefî kadın âdetinin 3 gün fazlasına kadar gelen kan zamanlarında Kur’an-ı kerim okuyamaz. Mezhep taklidi ancak ihtiyaç için olur.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Gusl abdesti sebebiyle Mâlikî mezhebini taklit eden Hanefî mezhebindeki bir kadının hayzı 6. gün bitse, 10. gün oruca niyetlense ve 10 gün tamamlandıktan sonra bir leke gelse bu orucu bozar mı?
    Cevab: Hanefî mezhebinde hayzın azamî müddeti 10 gün; Mâlikî mezhebinde ise  mübtedi (ilk defa hayz görecek) için 15 gün, mutade (âdeti olan kadın) için ise 15 günü aşmamak kaydıyla âdetinin 3 gün fazlasıdır. Kan 10 günü geçmeden kesilirse âdeti değişir. Kan 10 günden sonra devam ediyorsa Hanefî’de istihaza olduğundan namaza devam eder. Bu kadın Mâlikî mezhebini taklid ediyor ve âdetinin 3 gün fazlası 10 günden fazlaysa, namazı bırakır. Âdetinin 3 gün fazlasına kadar böyle yapar. Sonra âdeti bitiminden itibaren 3 gün fazlasına kadar kan gelen günlerdeki namazlarını kazâ eder. Çünki Hanefî mezhebinden çıkmış değildir. 10. günden sonra gelen leke Hanefî’de istihazadır. Mâlikî’de şayet âdetinin 3 gün fazlası 10 günü aşıyorsa, hayz devam ediyor sayılır. Binaenaleyh namazı bırakır, kesilince de gusleder. Ancak gusl abdesti sebebiyle Mâlikî mezhebini taklid eden bir Hanefî, oruç hususunda kendi mezhebine tâbi olur. Dolayısıyla bozmaz.
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Avret olan bir uzvun dörtte birinin kendi fiili ile olmamak şartiyle bir rükün eda edecek kadar açılması namazı bozar. Burada uzuv ne demektir?
    Cevab: Bu meselede erkeğin uzuvları tenâsül uzvu, husyeler, dübür, göbekle kasık arası ve iki taraftan bunun hizası, (dizle beraber) her bir uyluk olmak üzere altı tanedir. Erkeğin namazda dizi açılsa ama uyluğu açılmasa namaz bozulmaz. Kadında bunlara ilâveten, topuklarla birlikte baldırlar, göğüsler, kulaklar, dirseklerle beraber bazular, bileklerle beraber kollar, göğüs, yanlarla beraber karın, omuzlarla beraber sırt, baş, boyun ve kulaktır. Bir rivayette avuçların üstü ve ayakların altıdır.
    Açılma bir uzuvda olursa cüz’ü hesabiyle toplanır. Meselâ, namaz kılan kimsenin bir uyluğunun sekizde biri, diğer uyluğunun da sekizde biri açılsa hesap edilerek iki sekizde bir toplanır ve dörtte bir hâsıl olur. Bu namaza mânidir. Fakat bir uyluğunun sekizde biri diğer uyluğunun sekizde birinin yarısı açılırsa namaza mâni olmaz. Açılma bir uzuvda değilse mesaha (saha) itibariyle toplanır. Toplanan miktar açılan uzuvların en küçüğünün dörtte birini bulursa namaza mâni olur. Meselâ, kadının uyluğundan sekizde birinin yarısı, kulağından da sekizde birinin yarısı açılsa mesaha itibariyle ikisinin toplamı - açılan iki uzvun küçüğü olan - kulağın dörtte birinden fazla olur. (İbni Âbidin, Hindiyye, Ni’met-i İslâm)
    22 Temmuz 2010 Perşembe
  • Sual: Avret yerini ellemek hangi hallerde abdesti bozar?
    Cevab:

    Hanefî mezhebinde avret yerini ellemekle abdest bozulmaz. Abdest almak müstehaptır. Kadın parmağını veya pamuk gibi başka bir şeyi tenasül uzvuna sokarsa abdesti bozulur. Parmağının ucunu sokar da ıslaklık veya koku duyarsa bozulur.

    Mâlikî mezhebinde bâliğ bir erkek kendi avuç içi veya parmaklarının ucu veya alt yahut yan tarafı ile çıplak zekerine kasden veya unutarak dokunursa lezzet alsın veya almasın abdesti bozulur. Başka yeriyle dokunsa veya arada perde varsa bozulmaz. Kasık veya testislere dokunması bozmaz. Kadın kendi tenasül uzvunu ellerse veya parmağını sokarsa lezzet alsa bile abdesti bozulmaz. Bir kimse makadına dokunsa veya parmağını soksa abdesti bozulmaz. Bâliğ bir erkeğin zekerine şehvetle dokununca dokunma hükümleri cereyan eder ve abdesti bozulur.

    Şâfiî mezhebinde vücuttan ayrılmış bile olsa avuç içi veya parmakların altı ile kendisinin veya başkasının zekerine dokunmak abdesti bozar. Avuç içiyle parmakların alt kısımlarının sınırı, avuç ve parmaklar üst üste geldiğinde görünmeyen kısımlardır. Kadın kendi tenasül uzvuna dokunsa veya bir başkası kadının tenasül uzvuna dokunsa abdesti bozulur. Elin ve parmakların aralarıyla ve yan taraflarıyla dokunması bozmaz. Makadın halkasına dokunmak bozar. Dokunulan başkası ise bunun abdesti bozulmaz.

    Hanbelî mezhebinde elin içi ile kendisinin veya çocuk yahut ölü bile olsa başkasının zekerine dokunmak abdesti bozar. Zeker veya fercine dokunulan başkası ise bir rivayettte bunun abdesti bozulmaz. Kasık ve testislere dokunmaz bozmaz. Kadın kendi tenasül uzvuna dokunsa veya bir başkası kadının tenasül uzvuna dokunsa abdesti bozulur. Makad deliğine dokunmak da bozar.

    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Ben bir kurumda ihaleli inşaat işlerinde görev yapmaktayım. Görev gereği bazı şirketler kuruma iş için bazı özel araçlar temin ediyorlar. Bazı arkadaşlar bu araçları özel işlerinde kullanmanın doğru olduğunu, bazıları da yanlış olduğunu söylüyor. Bu konuda aydınlatıcı bir bilgiye ihtiyaç duyuyoruz.
    Cevab: Bir işe veya memuriyette çalışan kimsenin kendisine iş için tahsis edilen vasıtaları hususi işlerinde kullanması caiz değildir. Ancak vasıtayı tahsis eden makamın/işverenin rızası varsa, veya razı olacağı biliniyorsa veya çok zannediliyorsa, yahut herkesin razı olabileceği kadar basit ve zaruri işler ise caiz olur. Mesela gece hamile hanımı sancılansa, bu araba ile hastaneye götürse, işverenin niye götürdün demeyeceği çok zannedilir. Bu insanın vicdanına terkedilmiştir. Herkes kendi vaziyetini daha iyi bilir.
    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Bir farz namazı yalnız veya cemaatle kıldıktan sonra bir cemaat teşekkül etse buna uyulur mu?
    Cevab: Öğlen ve yatsı namazını yalnız kılan kimse, sonra teşekkül eden cemaate uyar. Bu namaz nâfile olur ve kaçırdığı cemaat sevabını elde eder. Ancak sabah, ikindi ve akşam namazları böyle değildir. Çünki sabah ve ikindiden sonra nâfile kılınmaz. Üç rek’atlık da nâfile olmaz. Eğer cemaate uymazsa, mekruh işlemiş olur. Bu sebeple ya cemaate uyar; ya da o mahalli terkeder. Ancak bir farzı cemaatle kıldıktan sonra tekrar cemaatle kılınması mümkün değildir. İsterse ikinci cemaat daha çok olsun. İmam Ebu Hânife, Mâlik ve Şâfiî’nin kavli böyledir. Çünki Hazret-i Peygamber, "Bir günde hiçbir namaz iki defa kılınmaz" buyurmuştur. İmam Ahmed bin Hanbel, İshak bin Râhuye ve Dâvud Zâhirî’ye göre câizdir. İkinci namaz nâfile olur. İmam Ahmed yukarıdaki hadîs-i şerîfi “ikinci namazı farz telâkki ederek kılmayınız” mânâsında alır. Nitekim Hazret-i Peygamber’in namazı cemaatle tekrar kılmalarını tavsiye ettiği kimseler olmuş; bunlara “Bu ikinci namaz sizin için nâfile olur” buyurmuştur. (İmam Kurtubî, Tefsirü Sureti’l-Bakara)
    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Babam bahçemizdeki meyva ağacını aşılarken, komşumuz bunun dinen uygun olmadığını söyledi. Ağaç aşılamakta şer’en mahzur var mıdır?
    Cevab: Hazret-i Peygamber’in ağaçların aşılanarak daha iyi mahsul elde edilmesini teşvik hususunda hadis-i şerifleri vardır.  Nitekim “Malın hayırlısı aşılanmış hurma bahçesidir” buyurmuştur. [İmam Ahmed] Asr-ı saadette sahabe-i kiram hurma ve diğer ağaçları aşılayarak daha iyi mahsul elde etmişlerdir. O halde ağacı kendi cinsinden daha iyi bir ağaçla aşılamakta bir mahzur yoktur. Bu Kur’an-ı kerimde yasaklanan fıtratı değiştirmeye girmez. Ağacın bir dalını başka bir ağaç ile aşılamak da câizdir. Bu takdirde aşılanan kısım başka bir ağaç sayılmaktdır. Nitekim İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki: Bir ağacın dalını başka bir ağaca aşıladıktan sonra, bu ağaçtan yemem diye yemin eden kimse, o aşılanan daldan yese, yemini bozulmaz. Çünki bu artık ayrı bir ağaç sayılır. (Yemin bahsi) Bitki tohumlarını önceden melezleyerek daha iyi bir mahsul almayı temin etmek de ağacın daha iyi bir ağaçla aşılanması gibidir. Hayvanların kendi cinsleriyle döllendirilerek daha iyi bir cins elde etmek de câizdir. Ancak ayrı hayvan cinslerinin birbiriyle döllendirilmesi câiz değildir. İşte bu Kur’an-ı kerimde yasaklanan fıtratı değiştirmeye ve tabiattaki düzeni bozmaya girer. Hazret-i Peygamber bunu tasvip etmemiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber’e bir katır hediye edilmişti. Ona bindi. Hazret-i Ali kendisine:  "Eşekleri atlara aşırtsak da bunun gibi katırlar elde etsek olmaz mı?" dediğinde "Bunu (şeriatın bu meseledeki hükmünü) bilmeyenler yapar" buyurdu. Bu hadîs-i şerif Ebû Dâvud ve Nesâî'de vardır. Fakat kendiliğinden böyle melezleşmiş hayvanları meşru şekilde kullanmak veya yerine göre yemek mahzurlu değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber katıra binmiştir. Av hayvanlarından da bu gibi olanlar annesine tâbi olarak muamele görür.
    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Fıkıh kitaplarında (Semen, para tayin edilince, sahih olan sözleşmelerde teayyün etmez. Yani söz kesilirken tayin edileni vermek lazım değildir. Misli, benzeri verilebilir. Mehirde, nezirde [adakta] ve vekil yapmakta da teayyün etmez. Emanet, hibe ve sadaka vermekte, şirkette ve gaspta teayyün eder. Mebi her zaman teayyün eder) deniyor. Mehirde 11 Reşat altını vermeyi taahhüt etmiştik. Şimdi onun yerine, o değerde başka mal, TL, Dolar, Euro vesaire verebilir miyiz?
    Cevab: Satış akdinde semenin (satılan mal karşılığı ödenecek meblâğın) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti (hakikî kıymeti) ve râyici (geçer kıymeti) müsâvi ise, bey’ sahih olur. Müşteri hangi parayı isterse verebilir. Geçer kıymetleri farklı ise, en yükseğini verir. Geçer kıymetleri aynı olup, mâliyetleri farklı ise, cinsi, sıfatı söylenmezse, bey’ fâsid olur. Suriye’nin sınıra yakın kısımlarında Türk lirası geçmektedir. Haleb’de şu kadar lira üzerinden akid yapılsa, Suriye veya Türkiye lirası diye açıklanmasa, hangisinin geçer kıymeti fazla ise o verilir.

    Semenin cinsi söylenmiş ise, teayyün ettiğinden başka semen verilemez. Reşad altını üzerine pazarlık edilmişse, İngiliz altını verilemez.

    Semen, sahih akidde tayin edilince, teayyün etmez. Yani söz kesilirken tayin edileni vermek lâzım değildir. Misli, benzeri verilebilir. “Bu elimdeki 100 lirayla şu malı aldım” diye akid yapılsa, sonra bu parayı cebine koyup, mislini, benzerini verebilir. Semenin kendi tayin edilince, teayyün etmez ise de, cinsi, mikdarı ve vasfı tayin edilince, teayyün ederler. Yani bu cins, mikdar ve vasfı taşımayan semen verilemez. 100 lira demişse 100 dolar veremez. 11 Reşad altını demişse 11 Aziz veya bu kıymette para veremez.

    Söz kesilen semen, örfe uyulup, bozuk para olarak da verilebilir. Meselâ 20 mecidiyye diye pazarlık olunduğunda, yirmilik yerine onun bozukluğu olan onluk ve beşlik verilebilir.

    Semen, para olmayıp mal ise, hatta altın veya gümüşten işlenmiş eşyâ ise, pazarlıkta tayin edilince, mebî gibi teayyün eder. Satış da, mukâyada (trampa) satışı olur. Yani o malı aynen vermek gerekir. Meselâ müşteri, bir gümüş kaşığı gösterip, “Şu kaşık ile bu horozu satın aldım” dese, kaşığı vermesi lâzımdır. Aynı ağırlıkta, aynı şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez. Çünki semen para değil de mal olup, alıcı tarafından tayin edilmiştir, dolayısıyla teayyün etmiştir.

    Semen, fâsid satışta, sarf satışında, emânet, şirket ve vekâlette, kirâ bedelinde, hibede, zekât, sadaka ve satın alma vekâletinde ve gaspta tayin edilince, teayyün eder. Meselâ emânetçi, emânet bırakılan parayı aynen geri vermekle mükelleftir, geri verirken mislini veremez. Telef oldu ise, mislini değil, kıymetini öder. Satın alma vekili, mal sâhibinin verdiği parayı kendi için kullanamaz. Kullanırsa, vekilliği bozulur. Bir altın lira gasp eden, bunu aynen öder. Bu yok ise, benzerini veremez, kıymetini öder.

    Mehrde ve nezrde ve vekil yapmakta da teayyün etmez. Vekile 100 lira verip “Git şu parayı felancaya ver ve kendisini vekil ettiğimi söyle. Bana şu evsafta bir at alsın” dese, o kişi de bu parayı cebine koyup, vekile aynı mikdarda kendi parasını verebilir. “Şu koyunu kesmek nezrim olsun” dese, başka bir koyunu kesebilir. “Bu elimdeki 11 Reşad altını mehr olmak üzere nikâhladım” dese, başa 11 Reşad altını verebilir.

    Netice itibariyle mehr pazarlığı yaparken 11 Reşad altını söz kesilmiş ise, 11 Reşad altını vermek icab eder. 11 Aziz veya bunun kıymeti kadar para, döviz verilemez. Ama nikâh yapılırken belli 11 Reşad altını mehir olarak gösterilse idi, teayyün etmeyeceğinden sonradan bunu değil de başka 11 Reşad altını vermek câiz olurdu. Mehrde teayyün etmez demek bu demektir. Karşı tarafın rızası varsa, başka şey verilebilir.

    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Defnden sonra düâ edilir. Sessiz olarak Kur’ân-ı kerîm okunur. Yüksek sesle okumak mekrûhdur” buyuruluyor. Kabristanda yüksek sesle Kur’an-ı kerim okumak mahzurlu mudur?
    Cevab: Bu İmam Ebu Hanîfe hazretlerinin kavlidir. İmam Muhammed hazretleri mekruh olmadığını buyurmaktadır. Fetvâ da böyledir. (Muhîtü’l-Burhânî) Büyüklerimizi kabirde yüksek sesle Kur’an-ı kerim okurken ve okuturken gördük.
    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Mahalle câmimizin imamı Şâfiî mezhebindedir. Vitir namazını üç rek’at olarak kıldırmaktadır. Hanefî mezhebinde vitir vâcib, Şâfiî mezhebinde ise sünnet olduğundan, vâcib kılanın sünnet kılana uyması mahzurlu olması sebebiyle bizim bu imama uyarak vitir kılmamız câiz midir?
    Cevab: İmam vitri üç rek’at olarak kıldırıyorsa, Hanefî mezhebini taklid ediyor demektir. Buna uymak ihtilâfsız câizdir. Şâfiî mezhebinde gece nâfile namazları ikişer rek’at kılındığından ve vitir de 2+1 rek’at olarak kılındığından böyle kıldıran imama Hanefîlerin uyması ihtilâflıdır. Böyle imama uymanın da câiz olduğunu söyleyenler vardır. Bu takdirde imam ikinci rek’attan sonra selâm verse bile buna uyan Hanefî selâm vermeyip vitrin kalanını bu imamla kılar (İbni Âbidin, Vitr ve Nevâfil Bâbı).
    5 Ağustos 2010 Perşembe
  • Sual: Bir kimseye Fâtiha'yı veya onun birazını gizli okuduktan sonra birisi gelip buna uysa kıraate gizli olarak mı devam eder?
    Cevab: Fâtiha'yı âşikare olarak tekrarlar. Çünkü cemaat olunca geri kalan kısmını sesle okumak vâcip olur. Bir rekatte kıraatın yarısını sesle yarısını gizli okumak çirkindir. Bu sebeple âşikâre olarak tekrarlanır. Sureyi okuduktan sonra imam olsa hem Fâtiha'yı hem sureyi âşikâre olarak tekrarlar. Baştan beri imam olan da böyledir. Yani imam meselâ fâtihayı sessiz okusa, hatırladığı zaman açıktan tekrarlar. Kendisine sonradan uyulan kimse imamlığa niyet ederse böyledir. Aksi takdirde açıktan okuması gerekmez. Bazıları Fâtiha'nın veya surenin kalan kısmını veya bütün sure kaldı ise tamamını âşikare olarak okuyacağını, aksi takdirde vâcibin geciktirilmiş olacağını söylemiştir. (İbn Âbidin, Namazın âdâbı, Kıraat hakkında bir fasl)
    4 Eylül 2010 Cumartesi
  • Sual: Afganistanlı bir arkadaşım var. Afganistan'da teravih tesbihlerini sadece bir kişi okuyor, cemaat de susup dinliyormuş. Malumı âliniz Türkiye'de ise bütün cemaat hep beraber bu tesbihleri okuyor. Bunlardan hangisi doğrudur? Hep beraber okumak bid'at mi oluyor?
    Cevab: Tervihalar arasında biraz durmak müstehabdır. Teravih namazından önce ve tervihalar arasında zikr, salavat, dua, Kur’an-ı kerim okumak ve namaz kılmak caizdir. Bunlar bidat değildir. Ancak bu zikirleri, salavatları, hele namaz sonundaki duayı yüksek sesle yapmak doğru değildir. Berika’da “Mescidde yüksek sesle zikir men olunmuştur. Hutbe, teşrik tekbiri, ezan gibi sünnetle sabit olanlar müstesnadır diyor. Tervihalar arasındaki salavatları cemaatin bir ağızdan yüksek sesle söylemesi, teşrik tekbirlerine kıyas edilebilir ise de, yapmamak iyidir. Müezzin söylemeli, cemaat içinden tekrar etmeli veya dinlemelidir. Cehrî zikr, hele câmide doğru değildir. İbn Abidin, imamla beraber cemaatin yüksek sesle dua etmesinin memnu olduğunu söylüyor. İmam öğretmek niyetiyle yüksek sesle dua eder, cemaat dinleyip sessizce âmin der. Veya cemaat sessizce tekrar eder veya hepsi birden sessizce dua edeler. Hep bir ağızdan dua Hristiyanlara müşabehet olur.
    4 Eylül 2010 Cumartesi
  • Sual: Gümüş ve ya altın tepsi, çay kaşığı kullanmak caiz midir? Hepsi gümüş olursa ya da karışımlardan biri gümüş olursa ya da gümüş kaplama olursa hükmü ne olur?
    Cevab:

    Kadın olsun, erkek olsun, altın ve gümüş kap ile yemek, içmek, kullanmak tahrimen mekruhtur. Altın ve gümüş kaşık, saat, kalem, abdest ibriği, bıçak, sandalye ve benzeri şeyleri kullanmak da böyledir. Bunları kendi bedeni için kullanmayıp, başka yerde kullanmaları câiz olur. Meselâ yağı, balı gümüş bıçakla ekmeğe sürmek ve bu ekmeği eli ile yemek câizdir. Altın kaptaki ilacı başına dökmek câiz değildir. Fakat buradan eline döküp, elindekini başına sürmek câizdir. Fakat suyu ve ilacı kullanmak için, önceden bu kaplara koymak câiz değildir.
    Gümüş tastan çorbayı tahta kaşıkla alıp yemek câiz olmaz. Çünki tas, zaten kaşıkla kullanılır. Gümüş tüpdeki merhemi ele sıkıp, el ile başa sürmek de böyledir. İbrikteki suyu ele döküp, yüzü yıkamak da böyledir. Altın ve gümüş tepsi ve çay kaşığının da böyle olduğu anlaşılıyor.
    İbni Âbidîn hazretleri hazar ve ibahe bahsinin sonunda diyor ki, Bazı yerleri altın ve gümüş ile kaplı eşyâyı, kaplı yerlerine temâs etmeden kullanmak câizdir. O halde gümüş kaplama ise buralara değmeden kullanılabileceği anlaşılıyor. Ancak bu tepsi gümüş veya gümüş kaplama ise süs olarak evde bulundurulabilir.

    4 Eylül 2010 Cumartesi
  • Sual: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı güvenilir bir kitap mıdır? Yazarının İbni Teymiyeci olmak bakımından tenkit edildiğini işittiğim için soruyorum.
    Cevab: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı sahasında itimad edilir bir kitaptır. Dört mezhebin Mısır'daki en tanınmış dört âlimi bir araya gelerek bu dört mezhebin mutemed kitaplarından toplayarak yazmıştır. Mısır’da mescidlerde dört mezhebin ahkâmının tedrisi ve imamların bu mezheblerin hükümlerini gözetebilmesi maksadıyla Evkâf Vezâreti tarafından Câmi’ül-Ezher ulemâsından dört mezhebe mensup hukukçulardan bir komisyon kuruldu. Bunlar dört mezhebe göre mukayeseli bir fıkıh kitabı hazırladılar. Mısır hükûmeti, kanunlarda ve tedrisatta Hanefî mezhebi yanında dört mezhebin hükümlerinden de istifâde edilmesi kararı almıştı. Bahis mevzuu kitap, bu hususta da yardımcı olacaktı. Mısır’da Hanefî ulemâsının reisi mevkiindeki Şeyh Abdurrahman el-Cezirî (1360/1941), bu komisyonun reisi oldu. Bu komisyonda Mâlikî mezhebinden Abdülcelil Îsâ, Şâfi’î mezhebinden Muhammed el-Bâhî ve Hanbelî mezhebinden Muhammed Sebi’ ez-Zehebî âzâ olarak bulunuyordu. Komisyon 1349/1931 yılında el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbea kitabını hazırlayarak İslâm hukukuna mühim bir hizmette bulunmuş oldu. Kitap matbu olup, Türkçeye de tercüme olunmuştur.

    İbni Teymiyye büyük bir âlimdir.İlmi, dindarlığı, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sivri dili, inatçılığı ve doğru bildiğinden şaşmaması ile tanınmıştır. Şiîlere, Hıristiyanlara ve Yunan felsefecilerine yazdığı reddiyeler çok kıymetlidir. İbni Teymiyye önceleri Hanbelî mezhebinde iken, sonraları müstakil hareket etmeye başladı. Mesâisini selef itikadının ihyâ iddiasına hasr etti. Bu arada kendisinden önce gelenlere, bu arada Sahâbe’ye de aşırı tenkidlerde bulundu. Bazı cahil tarikatçıların aşırı hareketlerini bahane ederek, istigâse, tevessül, şefaat, kabir ziyareti gibi hususlara muhalefetiyle öne çıktı. “Ancak üç mescide ziyâret için gidilir” hadîs-i şerîfini, “Ancak üç mescid ziyâret edilir” şekline çevirerek, Hazret-i Peygamber’in kabrini ziyaret için bile gitmek günah olur dedi. Kabir ziyaretine cevaz veren ve tasavvufu, kerâmeti câiz gören sözleri varsa da, tevessül, istigase, kabirlere adak yapmak, kabirlerde dua edip şefaat dilemek gibi hususlara muhalefeti hep sürdü. Giderek tasavvufun Hind felsefesinden etkilenmiş bir bid’at olduğunu iddia etti. Sadreddin Konevî ve Muhyiddin Arabî’yi ağır şekilde tenkid etti. Şart-ı vâkıfın muteber tutulmaması, bir defada verilen üç talâkın bir talâk sayılması, yemine bağlanan talâkın vâki olmayıp keffâretle iktifâ edileceği, hayızlı kadına verilen talâkın vâki olmayacağı gibi fıkhî konularda da Selef ulemâsının icma’larına uymayan, şâz (marjinal) görüşler ileri sürdü. Bu sebeple yalnız tasavvuf ehlinin değil, zâhir âlimlerinin de nefretini çekti.

    Memlûk Sultanı’nı Müslüman İlhanlılarla harbe teşvik etti. Bu sebeple modernistler tarafından “İslâm ülkelerini Tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan manevî önder İmam İbni Teymiyye” olarak lanse edilir. Halbuki İbni Teymiyye, iki İslâm askerinin harb etmesini kızıştırmış, kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslümanın ölmesine sebep olmuştur.  Ehl-i sünnet âlimlerinin yaptığı gibi, bu iki İslâm hükümdarına nasihatlar verip, din kardeşi olduklarını söyleyip, “Kardeşlerinizin arasını bulunuz!” meâlindeki âyet-i kerîmeye uysaydı, zaten iyi niyetli olan Gazan Han ile Sultan Nâsır birleşerek, yardımlaşır; büyük bir imparatorluğun meydana gelmesine sebep olabilirdi.

    Akideye dair yazdığı Fetâve’l-Hameviyyeti’l-Kübrâ ve El-Vâsıta diye de bilinen el-Akîdetü'l-Vâsıtıye adlı eserlerinde teşbih ve tecsime kayan (Allahü teâlânın cisim olduğu ve insana benzediği yolunda) fikirler ileri sürdü. Bunun üzerine vaaz ve fetvâ vermesi yasaklandı. 705 (1306) tarihinde Kâhire’de Kâdiyülkudât Zeynüddin Mâlikî riyasetinde toplanan âlimler huzurunda muhakeme olundu. Kâhire ve İskenderiye’de ikamete tâbi tutuldu. Sonra Şam’a döndü. Selef-i sâlihînin icma’ına uymayan sözleri sebebiyle fitneye sebep olunca sultan fetvâ ve vaaz vermesini yasakladı. Dinlemeyince Şam Kalesi’ne kapatıldı. 728 (1328) tarihinde burada vefat etti.

    İbn Teymiyye üçyüz civarında kitap yazmıştır. es-Siyasetu'ş-Şer'iyye kitabı, İslâm amme hukukuna dair mühim ve kıymetli bir eserdir. Fetvâları, halen Suudî Arabistan’daki mahkemelerin mürâcaat kitabıdır. Hanbelî âlimlerinden İbni Teymiyye adıyla meşhur Fahrüddîn Muhammed bin Ebi’l-Kâsım başkadır. Bu da Harranlı olup, 621 senesinde 79 yaşında vefat etmiştir. Tefsîri ve Hanbelî fıkhına dair eserleri vardır. İkisi karıştırılır.

    İbni Teymiyye’nin çok sayıda talebesinden İbnü’l-Kayyım dışında hiç biri hocası kadar aşırı gitmemiş ve Ehl-i sünnet dairesinden çıkmamıştır.

    Başta Izz bin Cema’a, Ebu’l-Hasen Sübkî, İbn Hacer Askalânî, İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî, İbn Hacer Mekkî, Ahmed Sâvî, Abdülhay Lüknevî, Yusuf Nebhânî, Habîbü’l-Hak Permûlî olmak üzere pek çok mühim âlimler, İbni Teymiyye ve nev’i şahsına mahsus fikirlerine reddiye yazmıştır.

    İbni Teymiyye mağrur, münazaralarda ise üslubunu ayarlayamayan bir kimse idi. Nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, 700 senesinde Kâhire’ye geldiğince, İbni Teymiyye buna “Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın” demişti. Ebû Hayyân, el-Bahr adlı tefsirinde ve Nehr ismindeki muhtasarında ilim adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmayı uygun gördüğünü söyleyerek İbni Teymiyye’yi ayıplamıştır. İbni Hacer Askalânî, Dürerü’l-Kâmine kitabında, İbni Teymiyye’nin önde gelen talebesi Zehebî’nin “İbni Teymiyye, ilim üzerinde konuşurken hiddetlenir; karşısındakini mağlup etmeye çalışır, herkesi gücendirirdi” sözünü naklediyor. İmam Süyûtî, Kam’ul-Mu’ârıd isimli eserinde, “İbni Teymiyye, kibirli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi” diyor. Şam ulemâsından Muhammed Ali Bey, Hıttatü’ş-Şam kitabında diyor ki, “İbni Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat Hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı.”

    Netice itibariyle İbni Teymiyye, zekâsı, ilmi, ibâdeti bir yana, cerbezesi ve gururu ile öne çıkmış; selef-i sâlihînin icmasından ayrılmış; İslâm tarihinde onulmaz yaralar açmış büyük bir âlimdir. Bir tarafta modernistlerin, bir tarafta Vehhabîlerin önderi olmak itibariyle ifrat ve tefrit arasında kalmış enteresan bir şahsiyettir.

    İbni Teymiyye’nin her söylediği de yanlış değildir. Doğru söylediği ve sonra gelen Ehli sünnet âlimlerinin kaynak aldığı sözleri ve kitapları da vardır. Bir kimsenin İbni Teymiyye'den istifade etmesi, onun kitaplarına referans vermesi, İbni Teymiyye’nin hatalarını da benimsediği mânâsına gelmez. Mesela Ehli sünnetin çok kıymet verdiği İbni Âbidin hazretleri bile İbni Teymiyye'den nakiller yapıyor ve büyük âlim olduğunu söylüyor.

    İbni Teymiyyeci diye bir tabir veya fırka yoktur. Ancak XVIII. asırda Arabistan’ın doğusundaki Necd havâlisinde ortaya çıkan ve zamanla bütün Arabistan’a hâkim olan Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin görüşlerine dayandığı iddiasındadır. Maamafih Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin fikirlerinden çok daha aşırı bir yol tutmuştur. İbni Teymiyye ve fikirleri, unutulmaya yüz tutmuşken, modernistlerin biricik referansı olarak canlandırılmış olup abartılarak hayatiyetini muhafaza etmektedir. Vehhâbîliğin kurucusu 1206/1792 yılında vefat eden Muhammed bin Abdülvehhabdır. Mezhebinin esasları İbni Teymiyye’ye uzanır. Muhammed bin Abdülvehhab, İbni Teymiyye ve en önde gelen talebesi İbni Kayyım’ın görüşlerini iyice incelemiş ve bunlara taassupla bağlanmıştı. İslâmiyeti, ilk zamanlarındaki saflığına döndürme iddiasıyla ortaya atıldı. Kabir ziyaretini, türbe yapılmasını, tevessülü, tasavvufu, câmilerde minber ve minâreyi, namazlardan sonra tesbih kullanılmasını câiz görmüyordu. Mezheb, sahâbeye bakış açısı bakımından Hâricîlik, Allah’ın cisim olduğu hususunda Mücessime ve nassların zâhirî mânâlarına bakıp mecaza gitmemek hususunda da Zâhiriye mezhebinin tesirlerini taşıyordu. Ehl-i sünnetin Mâtüridî ve bilhassa Eş’arî mezhebini reddederek, kendilerine selef-i sâlihîni hatırlatacak şekilde, Selefiyye adını vermişlerdir. Halbuki inanç ve amelleri selef-i sâlihîne benzememektedir. Vehhâbîliğin esasları, İbni Teymiyye’nin görüşlerinden daha şiddetlidir. Öyle ki, İbn Teymiyye’nin câiz değil dediğine, Vehhâbîler küfr demiştir. Ayrıca İslâmiyeti aslına döndürme etme pozu takınan bazı modernistler de İbni Teymiyye’yi hak ettiğinden yukarıda tutmakta ve onun sözlerini referans almaktadır. Günümüzde radikal islamcı denilen ve tedhiş faaliyetleri ile gayrıislamî rejimleri devirme iddiasındaki gruplar da İbni Teymiyye’yi zamanının Müslüman hükümetine karşı tavırları sebebiyle kahraman bir manevî lider olarak görmektedir. Halbuki Ehli Sünnet itikadı ne vaziyette olursa olsun hükümete karşı gelmeyi yasaklamaktadır.

    17 Eylül 2010 Cuma
  • Sual: Osmanlı sarayında padişahlar ve ailesi arasında musiki ( müzik ) yaygın mıydı? Padişahlar arasında beste yapan, ney çalanlar olduğu kaynaklarda geçiyor. Ayrıca müzikle tedavi yapıldığı söyleniyor. Musiki dinen caiz olmadığına göre bunu nasıl izah edilebilir?
    Cevab:

    Evvelemirde şunu söylemek gerekir ki musiki matematik ilminden çıkma bir ilimdir. Musiki bilmek başkadır; beste hazırlamak başkadır; musiki yapmak veya dinlemek başkadır. Ulemâ musikinin bazısını câiz görmüş; bazısını görmemiştir. Bunlar hakkında da ulemâ arasında görüş birliği her zaman bahis mevzuu olmamıştır. O halde musiki haramdır diyerek kesip atmak doğru değildir. Adam öldürmek büyük günah iken, kendini müdafaada câiz ve cihadda lâzım hâle geliyor.
    İmam Gazâlî Hazretleri İhyâ ve Kimyâ kitaplarında musikiyi uzun anlatıyor. Buna göre musikinin hükmü üç şekilde ele alınmaktadır:
    1-Şarkının sözleri haram ise, söylemek ve dinlemek ittifakla haramdır.
    2-Söyleyen kadın ve dinleyen yabancı erkek ise, ittifakla haramdır.
    3-Dinlenen meclis fısk meclisi ise veya dinleyenler fâsık ise, ittifakla haramdır.
    4-Çalgıların hepsi hakkında açık ve kesin nass olmadığı için din âlimleri ihtilaf ettiler. Düğünde def çalmak câizdir. Ramazanda sahur veya iftarı ilân etmek için davul çalmak câizdir. Hac yolunda, cihada giderken, asker karşılarken, bayramlarda davul çalmak câizdir. Sürünün veya kervanın önünde kaval çalmak da câiz görülmüştür. Ney çalmak, bazı Şâfiî âlimlerine göre câizdir. Bando ve mehterde çalgı câizdir. Her çeşit düğünde, seferden dönüş gibi sevinç günlerinde, ezcümle arkadaşların ziyaretinde, arkadaşlarla karşılaşmakta, onlarla bir yemekte çalgı çalınması câizdir. (İhyâ’dan hülâsa tamam oldu.)
    Hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Kettânî'nin Terâtib kitabında yazdığı üzere, Hafız Ebu'l-Fadl Muhammed bin Tahir el-Makdisî gibi bazı ulemâ, çalgı âletlerini kuş veya su sesine benzetmiş; kadın sesi ve sözleri tahrik edici olmadıkça çalgı âletiyle musiki dinlemeyi mübah görmüştür. Kettânî, buna dair yirmi kadar kitabın ismini sayıyor. Bununla beraber fıkıh kitaplarında tercih edilen görüş, yukarıda İmam Gazâlî’nin naklettikleridir.
    İbni Hacer, Zevâcir’de diyor ki: Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Tâlib-i Mekkî, Sühreverdî gibi zâtlar der ki, “Çalgı dinlemekte insanlar ya avamdır; avam, nefislerini öldürmedikleri için onlara bunu dinlemek haramdır; ya da zâhidlerdir. Onların mücâhedeleri devam ettiği için, bunlara mubahtır. Yahut da âriflerdir; kalbleri uyanık olduğu için onların dinlemeleri de müstehabdır” demiştir. Reşahat’ta anlatıldığı gibi, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin huzurunda çalgı çalındığı zaman, biz yapmayız; yapan tasavvufçuları da inkâr etmeyiz sözünde de buna işaret vardır.
    Netice itibariyle mehter, bando, kahramanlık türkülerini gerektiğinde ve zaman zaman dinlemek herkese câizdir. Çalgısız ve yabancı kadın sesi olmadan ve sözlerinde dinen mahzurlu bir husus bulunmadıkça şarkı dinlemek de câizdir. Bir erkeğin veya kadının kendi kendine veya kendi cinsi arasında eğlence için değil de, bayram gibi neşe zamanlarında veya sıkıntıyı gidermek veya düzgün konuşmak yahud kafiye öğrenmek maksadıyla çalgısız şarkı söylemesi âlimlerin çoğuna göre câizdir. Beste yapmak da câizdir. Beste ilahi bestesi de olabilir, mehter bestesi de olabilir, şarkı bestesi de olabilir.
    Osmanlı sarayında Enderun mektebindeki gençlere musiki dersi verildiği gibi, haremdeki cariyelerden de istidatlı olanlara musiki dersi verilirdi. Sarayda kızlar bandosu vardı. Bunlar bayramlarda, düğünlerde marşlar çalardı. Son zamanlarda piyano da kullanılmıştır. Piyano davul gibi vurmalı çalgılardandır. Vurmalı çalgıların muayyen zamanlarda çalınmasına izin veren âlimler olduğu yukarıda zikredilmiştir. Padişahlar pek çok meziyeti yanında, hat gibi sanatlarda da maharet göstermiştir. Bunlar arasında musiki ile uğraşıp beste yapanlar olduğu gibi, tamamen uzak duranlar da vardır. Beste yapabilmek musikiden haberdar olmak demektir ki bir insan için meziyettir. Bu da Osmanlı hükümdarları için bir üstünlüktür. Şiir yazabilmek de böyledir. Sarayda musiki dinlenmişse bile, bunun şimdiki insanlar gibi müptezelce yapılmadığına hüsnü zan etmek lâzımdır. Hâdü'd-Dâllîn kitabında da yazdığı üzere bazı âlimler hükümdar her an devlet işleriyle meşgul bulunduğundan sarayını harb meydanı hükmünde görmüş ve burada musiki dinlemeyi bando dinlemek gibi sayıp mahzurlu bulmamıştır. Nitekim hükümdarın vaziyeti, sıradan insanlar gibi değildir. Mamafih ulemanın ekserisi insanların suiistimal edeceklerini düşünerek musikinin mübah olanından bile uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.
    Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîre bahsinde yazılıdır.
    Raks da bazen câizdir. Harb oyunları gibi. Mescid-i Nebevi'de Habeşliler raksetmişler, Hazret-i Peygamber de seyretmiştir. Demek ki harb oyunları, mehter gibi sulh zamanında da caiz olmaktadır. Çeçen, Çerkez dansları da buna katılabilir. Bunun dışındaki rakslar ulema arasında ihtilaflıdır. Tasavvufçularınki de cezbe hâlinde ise caiz görülmüş; değilse görülmemiştir. Bugün Mevlevi dervişi kisvesi altında gezenlerin çoğu gösteriş ve şov maksadıyla raks ediyor ki dinen çok mahzurlu bulunmuştur.
    Dindar insanlar fıkıh kitaplarındaki sahih kavillere uyarlar. İhtilaflı mevzularda farklı hareket edenlere de bir şey demezler. Nitekim Şahı Nakşibend hazretlerinin yanına ney ve saz getirdiklerinde, “Biz bunları dinlemeyiz. Dinleyen tasavvufçuları da inkâr etmeyiz” buyurdu. Padişahlar da insandır. Masum değildir. Yanlış bir şey, bunların işlemesiyle doğru olmaz. Şu kadar ki, hayırlı işleri daha çoktur.

    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: İlmihalde “Güneş doğarken, batarken ve tepede iken namaz kılmak mekruhtur. Güneş batarken, yalnız o günün ikindisi kılınır. Bu üç vakitte önceden hazırlanmış cenâzenin namazı, secde-i tilâvet ve secde-i sehv de câiz değildir. Hazırlanması bu vakitlerde biten cenâzenin namazını, bu vakitlerde kılmak câiz olur” diyor. Güneş batmadan hemen önce kılınan ikindi namazında secde-i sehv icap etse, yapılması mekruh mudur?
    Cevab: Bu vakitlerde kılması mekruh olan namazlardaki secde-i sehv mekruh olduğu gibi, namazı selâmlamadan önce mekruh vakit girerse secde-i sehv yapmak mekruh olur. Güneş batmadan önce yalnız o vaktin ikindisini kılmak mekruh değildir. Ancak ikindiyi bu vakte bırakmak mekruhtur. Namazın kendisi mekruh değildir. Bu namazda secde-i sehv icap ettiği zaman da yapmak mekruh olmaz. Ama bu vakitte meselâ nâfile bir namaz kılsa da secde-i sehv icap etse, namaz mekruh olduğu gibi, secde-i sehv de mekruh olur. (İbni Âbidin, Namaz vakitleri.)
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: İlmihalde “Fâsid olan farzı iâde etmek farzdır. Tahrîmî mekrûh bulunan her nemâzı ve fâsid olan sünnet ve nâfile nemâzları iâde etmek vâcibdir” diyor. Namazı başı açık kılmak mekruh olduğuna göre, böyle iade etmek vâcib midir?
    Cevab: Tahrîmî mekruh bulunan namazdan maksat vâcibin kasden terk edildiği namaz demektir. Böyle bir namazın iadesi vakit çıkmış olsun olmasın vâcibdir. Vakit çıkmamışsa vâcib, çıkmışsa müstehap diyenler de vardır. Namazın mekruhlarından bazısı tahrîmen mekruh olmakla beraber, böyle namazı iade etmek vâcib değil, sünnettir. Cemaatle namaz kuvvetli sünnet ve kasden terki tahrîmen mekruh olduğu halde, ulemâ bunun iadesine vâcib değil sünnet demişlerdir. Vâcibi unutarak terk eden kimse secde-i sehv yapar. Bunu da unutursa bir şey lâzım gelmez. İâde kasden terktedir. Hatta namazın farzlarını bilmeden terk eden kimse de vakit çıkmadan fark ederse iade eder. Vakit çıktıktan sonra iade etmesi müstehaptır. Kasden abdesti sıkışıkken veya resme karşı yahud başı açık kılınan namazın iadesi sünnet veya müstehaptır. Unutarak veya zarureten böyle kılmışsa iade gerekmez.
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: İlmihalde hamamda ve helâya Mushaf ile girmek, burada Kur'an-ı kerim okumak mekruh olduğu yazıyor. Çalıştığım işyerinde ancak banyo veya helâda namaz kılınabiliyor. Yine de mekruh olur mu?
    Cevab: Hamamda yıkanma yerlerinde yüksek sesle Kur’an-ı kerim okursa mekruh, sessiz okursa mekruh değildir. Hamamcının odasında okursa İmam Ebu Hanife’ye göre iki halde de mekruh olmaz. Yüksek sesle tesbih ve tehlil hiç mekruh değildir. Helâda Kur’an-ı kerim okumak mekruhtur. Çünki hamam ve helâ pislik mahallidir. Ancak fıkıh kitaplarındaki hamam ve helâlar ile günümüzdekiler aynı değildir. Bugün hamam ve helâların gideri olduğundan, su döküp gittiği zaman normal bir odadan farkı kalmaz. Bu takdirde burada Kur’an-ı kerim okumak, namaz kılmak, buraya Mushaf ile girmek mekruh değildir. Ama ortada görülen bir necâset varsa, mekruh olur. Zaruret varsa, burada namaz kılınır.
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: İlmihalde “Vâiz ve imam, cemaate öğretmek için mesnûn olan duaları sesle okur. Cemaat de sessiz tekrar eder. Cemaat öğrenince imam da sessiz okumalıdır. Sesle okuması bid’at olur. Ramazanda ve başka zamanlarda cemaat ile hatim duası yapmak mekruhtur. Fakat böyle yapanları men’ etmemelidir” diyor. Câmilerde veya başka meclislerde bir kişi yüksek sesle hatim duası yapıyor. Biz de el açıp âmin diyoruz. Bu mekruh mudur?
    Cevab: Fetâvâ-yı Hindiyye’de “Ramazan ayında, Kur'an-ı kerimi hatmedince dua etmek mekruhtur. Fakat bu şekilde fetvâ verilmez. Kur'an-ı kerim hatmedilince cemaatle beraber dua eylemek mekruhtur. Çünkü bu Peygamber Efendimiz'den naklolunmamıştır. Kur'an-ı kerim hatmedildiği zaman insanların, İhlâs Sûresi’ni açıktan okumak için toplanmalarında bir beis yoktur. Ancak bu halde de birinin okuyup, diğerlerinin onu dinlemesi evlâdır. Hatmin arkasından, üç defa İhlâs Sûresi okumayı da bazı âlimler beğenmiş; bazıları beğenmemiştir” diyor. Cemaat ile hatim duası demek, imamla beraber cemaatin de yüksek sesle dua yapması olsa gerektir. Bu ise Hıristiyanlara benzemek olduğundan mekruhtur. Şu halde cemaat tekrar etmezse mekruh olmayacaktır. Ancak bir kişinin dua edip diğerlerinin âmin demesi böyle değildir. Nitekim yine Hindiyye’de “Bir kimsenin sünnette bildirilmiş bir duayı cemaata öğretmek maksadı ile açıktan okumasında bir beis yoktur. Bu dua okununca cemaat da birlikte dua yapar. Bu, cemaata öğretmek için yapılmışsa böyledir. Şayet cemaata öğretmek için olmazsa, böyle yapmak da mekruhtur” diyor. Büyüklerimizden böyle hatim duası yaptıklarını veya böyle yapılan duaya iştirak ettiklerini gördük. Bir kimsenin Kur’an-ı kerimi hatmedeceği sırada aile efradını davet edip toplaması müstehaptır.  Şir’atü’l-İslâm’da diyor ki “Kur’an-ı kerim hatmini kışın gecenin evvelinde, yazın gündüzün evvelinde yapmalıdır. (Çünki bunlar hafaza meleklerinin nöbet değiştirdiği zamandır. Melekler gün veya gece boyu hatim edenlere hayır duada bulunurlar. Böylece  duaları daha uzun sürmüş olur.) Hatim duasında bulunmayı ganimet bilmelidir. Orada yapılan dua kabul olur. Hadîs-i şerifte “Kur’an-ı kerim hatminde hazır olan kimse, ganimet taksiminde bulunan kimse gibidir” buyurulmuştur.
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: İlmihalde “Namaz kılarken ikinci rek’atte, birincide okuduğundan sonraki bir kısa sûreyi atlayarak, daha sonrakini okumak mekruhtur” diyor. Burada kısa sûreden maksat nedir?
    Cevab: Fıkıh kitaplarında bu bahiste bir açıklık olmamakla beraber, “Sabah ve öğle namazlarında uzun, ikindi ve yatsı namazlarında orta, akşam namazlarında ise kısa sureleri okumak sünnettir. Uzun sûreler Hucurât ile Târık, orta sûreler Târık ile Beyyine, Kısa sureler Beyyine Sûresi’nden sonra gelen sûrelerdir” ifadesinden anlaşılıyor ki, Beyyine Sûresi’nden sonra gelen sûreler kısa sûrelerdir. İkinci rek’atteki sûrenin birinci rek’attekinden üç âyet daha uzun oluşunun tenzîhî kerâhati de böyle kısa sûrelere mahsustur. İkinci rek’ati birinciden üç âyet mikdarı uzatmaya mekruhtur demek, âyetleri uzunlukça birbirine yakın olan kısa sûrelere mahsustur. İlk rek’atta Asr, ikincide Hümeze Sûresi okumak böyledir. Çünki birincisi üç, ikincisi dokuz âyettir. Ama ilk rek’atta A’lâ, ikincide Gâşiye Sûresi okumak böyle değildir. Her ne kadar ikincisi birinciden yedi âyet uzun ise de, bu uzunluk sûrenin yarısından azdır. Bütün bu anlatılanlar farzlar içindir. Nâfilelerde mekruh değildir. (İbni Âbidin, Namazın Âdâbı).
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: Paraya ihtiyacı olup, karz bulamayan birisi, kredi kartını, tanıdık bir esnafın pos makinesinden geçirtip, bu parayı esnaftan alsa, esnaf bu kişiden ayrıca ücret alabilir mi?
    Cevab: Kredi kartını pos makinesinden geçirip, sonra bu meblağ kadar esnaftan nakit para almak, satış gibi gözükse bile, aslında karz muamelesidir. Akitte görünüşe değil, maksada itibar edilir. Para bankadan borç alınmakta; banka esnafı vekil etmektedir. Kart komisyonunu, satış gibi göründüğü için muamelenin kdv gibi vergilerini kart sahibi ödemesi gerektiği gibi; esnaf ayrıca bir muamele ücreti alabilir. Esnaf parayı önce verir de, sonra kartı pos makinesinden geçirirse, kendisi borç vermiş; bankayı da kefil etmiş olur. Banka parayı esnafa öder; kart sahibi de bankaya öder.
    Kart sahibi borcu, kartı veren bankaya, yani borcun temlik edildiği bankaya öder. Esnafın, kart komisyonu ve vergileri kart sahibinden tahsil etmesi caiz olduğu gibi; muamele masarfı adıyla muayyen bir mikdar istemesi caiz olur.
    Esnaf, kendi kartını kendi pos makinesinden geçirse ve satış yapmış gibi gösterip para alsa, bu hakikatte bankadan borç almak mânâsına gelir. Para çekip fâiz ödememek şartıyla câiz olur. Bankaya kart komisyonu ödemek muamele masrafı sayılır; muamelenin resmî vergisi de tabiatiyle esnafa aittir. Esnaf, kendi kredi kartından çektiğinde doğrudan kendisi bankadan fâizsiz borç almış olur. Banka, esnafın kendi kredi kartını kendi pos makinesinden geçirmesini yasaklamadığına göre buna zımnî izni var demektir. Her iki halde de ödenen komisyon fâiz değil, muamele masrafı karşılığıdır. Bu işler için bankanın bir muamele masrafı yaptığı hakikattir. Şer’î hukukta borçlanma esnasında sened masrafının alacaklı veya borçluya ait olmasını kararlaştırmak câizdir. Kredi kartından para çekmek ise fâiz işletildiği için câiz değildir. Kredi kartını zamanında ödemeyip fâiz ödemek zorunda kalmak da câiz olmaz.
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: Osmanlıların yaptığı gibi mezar taşlarında motiflerin ve desenlerin bulunmasının câiz olmadığını işittim. Osmanlı yaptıysa bir bildiği vardır diye düşündüm. Bunun aslı var mıdır?
    Cevab: İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki: “Kabrin başına eseri kaybolmasın ve tahkir edilmesin diye taş dikip hâcet olursa yazı yazmakta beis yoktur. Bunda amelî icma vardır. Şarktan garba kadar bütün müslüman imamlarının kabirleri üzerine yazı yazılmıştır. Bu, halefin seleften aldığı bir ameldir. Nitekim Rasulullah aleyhisselâm bir taş getirerek onu sütkardeşi Osman bin Mazun'un başı ucuna koydu. ‘Bununla kardeşimin kabrini tanıyacağım ve ailemden vefat edeni bunun yanına defnedeceğim’ buyurdu. Yazı kabri tanımanın yoludur. Ama özürsüz yazı yazmak doğru değildir. Hatta kabrin üzerine Kur'ân-ı kerim veya şiir yahud medhiye mekruhtur.” Bu bakımdan mezar taşı dikmek ve buna mevtayı tanıyabilecek kadar İslam harfleriyle yazı yazmak caizdir. Taş üzerine âyet-i kerîme, mübârek isimler, şiir, medhiye gibi şeyler, Fâtiha kelimesini yazmak, resmini koymak câiz görülmemiştir. Asırlardan beri yazılıyor ise de, kötü bir bid’at olarak vasıflandırılmıştır. Mezar taşına, İslâm harfleriyle ismi ve ölüm hicrî senesi yazılabilir dediler. Mamafih Osmanlı ve daha evvelki Müslüman cemiyetlerin çoğunda mezarlarda nakış ve desen yapılması, çeşitli yazı ve beyitler yazılması âdet olmuştu. Bunun doğru olmadığını söyler, bunu yapanlara söz söylemeyiz. Belki hoş gören âlimler vardır. Osmanlılar sünnet-i seniyyeye uymakta hassas idi. Ancak kimse melek değildir. Hata yapabilir, günah işleyebilir. Osmanlıların yapması da bunun meşru olduğunu göstermez. Mamafih Osmanlıların pek çok iyiliği yanında bu gibi kusurların lafı edilmez.
    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual:

    Eti yenen ve yenmeyen hayvanlar hangileridir?

    Cevab:
    HELÂL ET MESELESİ: Bir etin helâl olması, hayvanın eti yenen hayvanlardan olup olmasından başka, hayvanı kesen ve kesim şekli ile de alâkalıdır. Eti yenen hayvanlar usulüne uygun bir şekilde kesilirse, eti ve her şeyi helâl olur. Eti yenmeyen hayvanlar usulüne uygun şekilde kesilirse, etinden başka her şeyi helâl olur. Domuz ve köpek müstesnadır.


    Eti yenen-yenmeyen hayvanlar

    Domuz ve köpek eti ittifakla helâl değildir. Avını köpek dişi ile veya pençesi ile yakalayan hayvanın eti de helâl değildir. Dolayısıyla arslan, kaplan, kurt, fil, ayı, kedi gibi yırtıcı hayvanlar ile pençeli olup başka kuşlara saldıran kartal, atmaca, şahin, doğan, pençesizlerden de leş yiyen çaylak, akbaba, leş kargası gibi yırtıcı kuşlar helâl değildir. Ancak Mâlikîlere göre dört ayaklı yırtıcı hayvanlar kerahetle helâldir. Kirpi, gelincik, tilki, sırtlan, samur Şâfiî’de helâldir. Kirpi, köstebek, yılan Mâlikî’de helâldir. Tilki ve sırtlan Hanbelî’de helâldir, kirpi Hanbelî’de helâl değildir. Çakal Şâfiî’de de haramdır. Kırlangıç, hüdhüd (ibik kuşu), yarasa, baykuş, papağan, tavus kuşu, saksağan [penguen] helâldir. Bunlar Şâfiî’de helâl değildir. Leş kargası yenmez. Ekin kargası ve kara karga Hanefî ve Mâlikî’de helâldir. Güvercin, turna, toy, bülbül, keklik, bıldırcın, sığırcık, serçe helâldir. Leylek helâl olmakla beraber insanlar bunu yemeği hoş görmezler.

    Deniz mahsullerinden balığa benzeyenleri yemek câizdir. Midye, karides, istakoz, ahtapot, kalamar gibi balığa benzemeyenleri yemek helâl değildir. Timsah ve kurbağa hariç hepsi Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî’de helâldir. Hem suda, hem karada yaşayan yengeç, kunduz, kurbağa [fok, su samuru] gibileri Hanefî ve Şâfiî’de helâl değildir. Mâlikî ve Hanbelî’de helâldir; bunlardan kaplumbağa gibileri kesilerek yenir; yengeç gibi akar kanı olmayanlar balık gibi tutulup yenir. Timsah dört mezhepte de helâl değildir.

    Karada, suda yaşayan haşaratı yemek helâl değildir. Meselâ, kertenkele, kaplumbağa, yılan, kurbağa, arı, pire, bit, sinek, akrep, midye, yengeç, fare, köstebek, kirpi, sincap yemek helâl değildir. Bütün kara haşereleri Mâlikî’de kerahetle câizdir. Çekirge ittifakla helâldir. Ancak Mâlikî’de kendiliğinden değil, dışarıdan bir müdahale ile ölmüş olması gerekir.

    Sığır (inek, öküz, manda), davar (koyun, keçi), deve, kümes hayvanları (tavuk, ördek, kaz), yabanî eşek (zebra), tavşan, zürafa, geyik, yaban sığırı, yaban keçisi helâldir. At eti İmam Ebu Hanife’ye göre tenzihen mekruhtur. Diğerlerine göre helâldir. Ehlî eşek ve katır yenmez. İki ayrı cins hayvanın yavrusu anasına tâbidir. Mâlikî ve Şâfiî’de biri ehli, diğeri vahşi iki hayvanın yavrusu yenir.

    Kendiliğinden ölen hayvan helâl değildir. Ölmek üzere olup usulünce kesilen hayvan helâldir. Ava atış yapıp bu darbe ile ölen hayvan helâldir. Balık ve çekirge kendiliğinden ölse bile helâldir.


    Hayvanın kesim usulü

    Hayvanın boğazında merî denilen yemek borusu, hulkûm denilen hava borusu ve evdâc denilen iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört borudan üçü bir anda kesilmelidir. İmam Ebu Yusuf’a göre mutlaka yemek, nefes ve şah damarından biri kesilmelidir. Hayvanı yalnız ensesinden kesmek câiz değildir. Şâfiî ve Hanbelî’de yalnızca nefes ve yemek borusu kesilir. Mâlikî’de nefes borusu ile iki şah (boyun) damarını kesmek gerekir. Başı tamamen kesilen hayvan dört mezhepte de kerahetle helâldir. Hayvan kesildiği zaman boğaz çıkıntısı başta kalırsa helâldir; vücud tarafında kalırsa Hanefî ile bazı Mâlikîlere göre helâl, Şâfiî ve Hanbelî ile Mâlikîlerin ekseriyetine göre helâl değildir.

    Hayvan ensesinden kesilip nefes borusunu keserken canlı ise Hanefî ve Şâfiî mezhebinde helâl olur. Mâlikî mezhebinde ensesinden kesilen hayvan hiç helâl olmaz.

    Kesmeyip de, bir yerine bıçak saplayarak, ensesine ve alnına vurarak veya boğarak veya ilaçlayarak, elektrikleyerek öldürülen kara hayvanları leş olur. Bunları yemek helâl değildir.

    Su içinde kendiliğinden ölüp, karnı üst tarafta duran balık helâl değildir. Bunun dışında ağ ile, saçma ile, ilaç ile, sarsıntı ile ölen her balık helâldir.


    Hayvanı kesen kimse

    Müslümanın veya Ehl-i kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) Allah’ın ismini veya bir sıfatını, herhangi bir lisan ile söyleyerek kestiği hayvan helâldir. Besmele unutulursa helâl olur. Besmelenin kasden terk edilerek kesilen hayvan Hanefî’de helâl değildir, Şâfiî’de kerahetle helâldir. Mâlikî mezhebinde, Besmelesi unutulan da helâl değildir. Av hayvanını da yakalarken besmele çekilmezse veya avı Müslüman veya Ehl-i kitap olmayan biri yakalarsa bunun eti helâl değildir. Ancak böyle tutulan balık helâldir. Kesen müşrik, putperest, ateist ve mürted ise kestiği hayvan hiç helâl değildir. Yedi yaşından küçük çocuğun, delinin ve sarhoşun kestiği de helâl değildir. Şâfiî’de kerahetle helâldir.


    Hayvanı keserken besmele

    Allah’tan başkası için kesilen hayvan yenmez. Makam sahipleri bir yere gelince şerefine kesilen hayvan yenmez. Çünki Allah’tan başkası için hayvan kesmek olur. Keserken Allah’ın ismini söylese de yenmez. Eğer gelene yedirmek için kesilirse helâl olur. Ehl-i kitabın Allah’ın değil de, İsa veya Uzeyr Peygamber’in ismini söyleyerek kestiği hayvan yalnızca Mâlikî mezhebine göre kerahetle helâldir.

    Arapça bildiği halde, besmeleyi başka lisan ile söylemek câizdir.

    Bir hayvana söylenen tekbir ile başka hayvan kesilemez. Tekbirin kesen tarafından söylenmesi lâzımdır. Bıçağa yazmak olmaz.

    Besmele ile gönderilen av köpeğinin ve doğan kuşunun yakalayıp ısırarak yaralayıp öldürdüğü av hayvanı helâldir. Diri getirdikleri av hayvanını kesmek lâzımdır. Köpeğin, yaralamayıp boğduğu ve yaralayıp etinden yediği av yenmez.


    Hayvanın yenmeyen yerleri

    Kurbanın ve eti yenen her hayvanın yedi yerini yemek haramdır. Bunlar, akan kan, bevl âleti [zekeri], hayaları [koç yumurtası], bezleri [guddeleri], safra kesesi, dişi hayvanın önü ve bevl kesesi [mesâne]. Gudde herhangi bir hastalık sebebiyle deri ile et arasında meydana gelen sertleşmiş ez bezeleridir.

    Hayvanı usulünce kesmek veya av hayvanı ise vurmak suretiyle hayvan temiz olur. Yemesi helâl ise yenir. Eti yenen hayvanlardan kendiliğinden ölenler leş olur. Eti yenmez ise de, kılı, kemiği, dişi temizdir. Derisi tabaklanınca temiz olur. Eti yenmeyen hayvan usulüne uygun kesilince yalnız derisi temiz olur. Domuz ve yılan derisi tabaklansa bile temiz olmaz. Domuzun hiçbir yerinden istifade edilemez. Hanefî ve Mâlikî’de kılı ayakkabı dikişinde kullanılabilir. Şâfiî’de köpeğin de derisi tabaklansa bile temiz olmaz.

    Helâl et ile helâl olmayan et beraber aynı çömlekte pişirilirse yenmez. Deniz hayvanlarından yemesi câiz olmayanlar temizdir. Helâl et beraber pişirilirse, deniz mahsulleri ayırılıp kalan kısmı yenir. Balığın içi yenmez; ama salamura ise veya böylece pişirilmiş ise temizlenip kalanı yenir. Eti yenmeyen hayvanın kesildiği bıçak ile kesilen veya böyle etin doğrandığı tahta üzerinde doğranan helâl et yıkanır veya ateşte pişirilirse temiz olur. Haram etin kızartıldığı ızgara üzerinde helâl eti kızartmak câizdir. Çünki ateş temizleyicidir. Tavuk tüyleri yolunmadan ve içi temizlenmeden kaynar suya atılıp 20-25 saniye bekletilirse necis olur ve yenmez. Çünki içindekilerle beraber pişer ve içindeki necaset derisine akseder. Ancak kaynar olmayan sıcak suya atılırsa, eti helâl olur, ancak tüyleri yolunup içi boşaltıldıktan sonra derisini soğuk suyla yıkamak gerekir. Et şarap ile kaynatılırsa necis olur, yenmez. Üç kere temiz su ile kaynatıp her birinde soğutulursa temiz olur denildi.

    Müslüman kasaptan alınan bir etin, nasıl kesildiği bilinmiyorsa, helâl olmak ihtimali varsa, yani kesenler Müslüman-Ehl-i kitap ve müşrik-mürted karışık ise, yemek helâl olur. Harâm olduğu görerek veya âdil bir müslümanın haber vermesi ile anlaşılarak bilinirse yenmez. Fakat sorup araştırmak lâzım değildir. Ehl-i kitabın dârülharbde kesmiş oldukları aksi sâbit olmadıkça helâl ve temiz kabul edilir. Ehl-i kitap olmayanın etli yemeklerini yemek onların kestiği kat’î bilinmediği için kerahetle câizdir. Böyle kasaptan alınan etler de kerahetle helâldir. Çin gibi Budist veya Küba gibi komünist memleketlerde satılan etin, Müslüman veya ehl-i kitap olmayan biri tarafından kesildiği yahud leş olduğu bilinmedikçe, alınıp yenmesi câizdir. Çünki burada Ehl-i kitap ve Müslümanlar da yaşamaktadır.

    4 Kasım 2010 Perşembe
  • Sual: Günümüzde yapılan mezuniyet törenlerinin gizli amacı olduğu kep ve cüppe giydirerek herkesi papazlara benzetilmek istendiği söyleniyor. Böyle mezuniyet törenlerinin çıkışı hangi ülkedir, neden öyle giyinilir? Mesela Osmanlı ve Selçuklularda mezuniyet törenleri nasıldı?
    Cevab: Mezuniyet merasimlerinde giyilen kep ve cüppenin Hıristiyanlıkla bir alâkası yoktur. Bilakis orijini Mağrib (Kuzey Afrika) ve Endülüs Müslümanları’nın giydiği taylasan adlı kıyafettir. Taylasan kukuletalı cüppe şeklinde ve bugün keşişlerin giydiğine benzeyen bir giysidir. Hazreti Peygamber ve sahabiler de giymiştir. Avrupalı ilim talipleri Endülüs’teki Kurtuba, Gırnata gibi üniversitelerde tahsil görürdü. Burada müderrisler taylasan giyerdi. Mezun olup icazet alanlara da taylasan giydirmek adetti. Bu usul Avrupa’ya geçmiştir. Taylasan, kep ve cüppeye dönüşmüştür. Papazlar da imamlar gibi sakal bırakır. Siyah cüppe giyer. Beyaz entari giyer. Her benzemek kötülenen benzemek değildir. Avrupa kolejlerindeki talebe ve hocaların kıyafeti İslam medreselerindeki kıyafetlere benziyor. Binaenaleyh kep giymek mahzurlu değildir.
    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: “Kim, bir kavme kendisini benzetirse, onlardandır. O halde Yahûdî ve Hıristiyanlara benzemeyiniz” hadîs-i şerifi gayrımüslimlere benzemeyi yasakladığı halde, günlük hayatımızda pek çok işte gayrımüslimlere benzer şekilde davranmak mecburiyetinde kalınıyor. Bunun hükmü nedir?
    Cevab: Gayrımüslimlerin yaptığı ve kullandığı şeyler iki kısımdır: Birisi, âdet olarak, yani her kavmin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, İslâmiyetin yasak etmediği, insanlara faydalı olanları yapmak ve gayrımüslimlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak hiç mahzurlu değildir. Pantolon, fes giymek, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak hep âdete bağlı şeyler olup mübahtır. Bunun için, bu işte, bulunulan şehrin âdetine tâbi’ olunur. Âdete uymamak şöhret olur, mekrûh olur. Günlük hayatta yaşanılan beldenin örfüne uymak lâzım olduğu, Ehl-i kitaba bu bakımdan benzemekte bir mahzur yoktur.  Hazret-i Peygamber, Tebük seferinde, Hıristiyanlardan aldığı ve Bizanslıların giydiği türden (rûmî) yenleri dar cüppe giymiştir. Papazlara mahsus sebtiyye denilen ayakkabıyı giymiştir. Yahûdîlere mahsus bir kıyafet olduğu bizzat kendisinden rivâyet edilen taylasan kullanmıştır. İmam Ebû Yûsuf’un demir çivi çakılı ayakkabı giydiğini gören talebesi Hişâm, “Böyle demir çivi çakılı ayakkabı giymek mahzurlu değil mi? Süfyân ve Sevr bin Yezîd bunu kerih görüyorlar. Nitekim bunda râhiblere benzemek var” deyince; İmam Ebû Yûsuf, “Resûlullah da kıllı ayakkabı giyerdi. Bunlar da râhiblerin giydiği şeylerden idi. Ancak bu insanların menfeatine tealluk eden bir şeydir. Nitekim uzun yol yürümek ancak böyle mümkün olabilir” diye cevap vermiştir. Gayrımüslimlerin âdetlerinden faydalı olmayanları ve çirkin, mezmûm (kötülenmiş) olanları kullanmak ve yapmak câiz olmaz. Fakat İslâm âlemindeki telakkiye göre, iki Müslüman bunları kullanınca âdet-i islâm olmakta ve üçüncü kullanan Müslüman için artık yasak kalkmaktadır. Birinci ve ikinci Müslüman günâhkâr olursa da, başkaları olmamaktadır. (Birgivî Vasiyetnâmesi, Şir’atü’l-İslâm, İbni Âbidîn, Gümüşhânevî-Câmiül-Mütûn) Günlük hayatta ve âdetlerde de Yahûdî ve Hıristiyanlara benzemeyi yasaklayan ve onlara muhalefeti emreder gibi gözüken “Kim bir kavme kendisini benzetirse, onlardandır. O halde Yahûdî ve Hıristiyanlara benzemeyiniz”, “Yehûd ve Nasârâ, sakal boyamaz. Siz onlara muhâlefet edip boyayınız!” gibi hadîs-i şerifler vardır. Halbuki ulemâdan bu gibi hadîsleri esas alarak, günlük hayatta Yahûdî ve Hıristiyanlara, hatta müşriklere benzemeyi yasak kabul eden yoktur. Nitekim Nablusî der ki: “Hazret-i Peygamber’in sünneti iki çeşittir: Sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid. Sünnet-i hüdâ, câmi’de itikâf etmek, ezân, ikâmet okumak, cemâ’at ile namaz kılmak gibidir. Bunlar, İslâm dininin şi’ârıdır. Bu ümmete mahsûsdurlar. Beş vakit namazdan üçünün revâtib, yani müekked sünnetleri de böyledir. Sünnet-i zevâid, Resûlullahın giyim, yemek, içmek, oturmak, barınmak, yatmak ve yürümekteki âdetleri ve iyi işlere sağdan başlamak, sağ el ile yiyip içmek gibidir.... Bazı hadîslerde sakal boyamak emrolundu. Bazılarında da yasak edildi. Bunun için, selef-i sâlihînden bir kısmı boyadı; bir kısmı boyamadı. Çünki, buradaki emre ve yasağa uymak vâcib değildir. Bunun için, bu işte, bulunulan şehrin âdetine tâbi’ olunur. Âdete uymamak şöhret olur, mekrûh olur”. Şir’atü’l-İslâm şerhinde de der ki: “İbni Abbas, haber veriyor ki, Resûlullah aleyhisselâm kendisine bir hüküm indirilmediği hususlarda, Ehl-i kitaba uymasını severdi. Kitaplarında bildirilmiş olduğu için öyle yaptıkları ihtimalini göz önüne alarak Ehl-i kitaba uymayı, müşriklere uymaktan evlâ sayardı. O zaman kitab ehli saçlarını ikiye ayırmadan aşağı sarkıtırlardı. Müşrikler ise ikiye ayırarak aşağı sarkıtırlardı. Önceleri Peygamber efendimiz ve Eshâbı, Ehl-i kitab gibi kâkül bırakırdı. Sonra Cebrâil aleyhisselâm geldi, saçları ikiye ayırmayı emretti. Bütün Müslümanlar da saçlarını ikiye ayırdılar”. Demek oluyor ki, Hazret-i Peygamber, kendisine men edici bir vahy gelmedikçe, âdetlerde Ehl-i kitaba benzemeyi tercih ederdi. Aynı husus ibâdetler için de söylenebilir. Eğer Ehl-i kitabın ibâdet olarak yaptıkları bir hususun gerçekten dinlerinden olduğu Hazret-i Peygamber tarafından biliniyorsa ve vahy ile de yasaklanmış değilse, Hazret-i Peygamber’in bunu tatbik etmekte bir beis görmediği anlaşılıyor ki işte bu eski şeriatlerdir. Tecrîd’de der ki: Hazret-i Muhammed’in dış görünüşünde ilk zamanlar Ehl-i kitaba benzemeyi tercih etmiş; putperestliğin yıkılışından sonra artık müşriklere müşâbehette beis görmemiştir. Tahtâvî der ki: Yemek, içmek gibi âdet olan zararsız şeylerde benzemek câizdir. Kötü, zararlı şeylerde teşebbüh (benzemeyi) kasd ederek benzemek haramdır. Teşebbüh kasd etmezse câiz olur. Ehl-i kitabın dinlerine mahsus olup, dinlerinin alâmeti olan şeylerde, kasd olmadan da benzemek küfr olur. Faydalı dünya işlerinde benzemek câiz, hattâ sevab olur. Nitekim İmameyn namazda mushafa bakarak okumayı Ehl-i kitaba teşebbüh (benzemek) olduğu için mekruh gördüler. Çünki onlar namazlarında mushaftan bakarak okurlardı. Ancak onlara teşebbüh kasdı lâzımdır. Yoksa onlara teşebbüh her şeyde, meselâ ekl ve şirb (yeme ve içme) gibi şeylerde mekruh değildir. Belki mezmûm (kötülenmiş) ve teşebbühe (benzemeye) kasd olunan şeylerdedir. Gayrımüslimlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı ibâdet olarak yaptıkları ve dinlerinin alâmeti olan şeylerdir. Din adamlarının ibâdet olarak yapdıkları ve kullandıkları şeyler gibi. Ehl-i kitabın ve diğer Müslüman olmayan kavimlerin, dinî bayramlarına ta’zim etmek; başka günlerde yapmadığı işleri bu günlerde yapmak; başka günlerde yemediği şeyleri bu günlerde alıp yemek; bu günleri ta’zimen o dine mensup birine hediye vermek memnudur. Gayrımüslimlerin ibâdetlerini beğenmek; ikrah (zorlama) olmaksızın şaka yollu dahi olsa,  dinlerinin şi’arı olan (zünnar, papaz külâhı gibi) giysileri giymek, (haç gibi) eşyayı kullanmak da küfr-i hükmîye sebep olur. Bunlar, Ehl-i kitaba benzemekte en şiddetli yasak edilen kısımdır ki, ulemâ bunları küfr alâmeti kabul etmişlerdir. Bunları bilmemek ve dârülharbde yaşamak küfre düşmeyi önleyen bir özür ise de, öğrenmemek ayrıca günah kabul edilmiştir. Hazret-i Peygamber ibâdetlerde Yahûdî ve Hıristiyanlara benzemeyi yasaklamıştır. “Namaza durduğunuzda her tarafınız sâkin olsun, Yahûdîler gibi sallanmayın!”, “Namazı ayaklarınız örtülü kılın, Yahûdîler gibi çıplak ayakla kılmayın!”, “Yahûdîlere muhalefet edin, cenâze defnedilinceye kadar oturun” buyurmuştur. Bu sebeple namaz kılarken sallanmak, (erkek için) çıplak ayakla namaz kılmak, cenaze defnedilirken ayakta beklemek mekruhtur. Namazlarda imamın oda şeklinde bir mihrab içinde durması; namazda mushafa bakarak kıraat edilmesi mekruhtur. Netice itibariyle ulemâ, “Kim, bir kavme kendisini benzetirse, onlardandır. O halde Yahûdî ve Hıristiyanlara benzemeyiniz” hadîsini tefsir ederken, yasaklanan benzemenin ibâdetlerdeki benzeme olduğunu; günlük hayat ve âdetlerde, benzeme kasdı bulunmaksızın benzemenin yasak olmadığını açıklamaktadır.
    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Kukuletalı veya kapişonlu mont veya hırka yahud tişört giymek keşişlere benzemek bakımından câiz midir?
    Cevab: Vaktiyle taylasan diye bir kıyafet vardı. Taylasan, başa giyilip iki tarafı omuzların üzerine sarkıtılan bir nesnedir. Bugünki kukuletalı pardösülere benzemektedir. O zamanlar Yahûdîlere mahsus bir kıyafetti. Buna rağmen Hazret-i Peygamber’in de, Eshâb-ı kiramdan Hazret-i Osman, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyn gibi ileri gelen zâtların da taylasan kullandıkları bilinmektedir (Kastalânî, Mevâhib). Hazret-i Peygamber’in hanımları bir yere gidecekleri zaman taylasan giyerlerdi (Kettânî, Terâtib). Hazret-i Muhammed’in âhir zamana ait haberlerinde geçen ve İmam Müslim’in rivâyet ettiği ‘İsbehan (İsfehan) Yahûdîlerinden yetmişbin taylasanlı kimse Deccal’e tâbi olurlar’ ifâdesi, taylasanın Yahûdîlere mahsus bir kisve olduğunu göstermektedir. Ancak âdette gayrımüslimlere benzemek mahzurlu olmadığı için ilk Müslümanlar giymiş ve Müslüman âdeti olmuştur.

    İmam Münâvî taylasan için der ki: “Bunu giymek ittifakla mendûbdur. Bilhassa namaz, Cuma ve Bayram için ve toplantılarda mendub olması kuvvetlenir. Taylasan giymeye takannu’ da denir. Hadis-i şerifte ‘Takannu’ peygamberlerin ahlâkındandır’ buyuruldu. Bir başkasında da ‘Ancak sözünde ve işinde hikmeti istikmâl etmiş kimse tekannu eder’ buyuruldu. Taylasanda iç ve dışı ıslah gibi büyük fâideler vardır. Allah’dan hayâ etmeyi ve ondan korkmayı gösterir. Zira korkan kaçak kölenin şanı, başını perdelemektir. Taylasanın bir faydası da küfrü toplayıp at­masıdır. Çünkü o yüzün çoğunu örter, böylece kulun himmetini top­lar ve kalbini Rabbiyle birlikte hâzır kılar. Dış âzâları da muhalefetten ve nefsânî şehvetlerden korunur. Bundan dolayı derler ki: Taylasan halvet-i sugrâdır (küçük halvettir). İbni Hacer el-Heytemî der ki, tekannu sarığı kirlenmekten korur. Peygamberimiz aleyhisselam hicrete evine taylasan giyinmiş olarak çıktı. Nitekim hicrette gizlenmek zarureti vardır. Hatta İbni Abdisselâm der ki, taylasan bir kavmin sünneti ise, bunu terk etmek mekruh olur.”

    Taylasan Hicaz’dan Mağrib’e, oradan da Endülüs’e yayılmıştır. Hala Fas ve Cezayir’de giyilir. Avrupa’ya buradan geçmiş, burada çok tutulmuştur. Keşişler tarafından hâlâ giyilir. Görülüyor ki kapişonlu veya kukuletalı elbiseleri giymek keşişlere benzemek kasdı olmadıkça mahzurlu değildir.

    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Ezan okunduğunda, bir de abdest alındığında parmakları göze sürmek sünnet olduğuna göre bunları sürüş şekli ve zamanı nedir?
    Cevab: Ezan okunduğu zaman icâbet etmek sünnettir. İcabet câmiye giderek olur. Bir özür sebebiyle gidemeyecek olan ezanı hürmetle dinler ve ezan cümlelerini tekrar eder. “Eşhedü enne Muhammeder resulullah” cümlesinin birincisini işitip tekrar ettikten sonra “sallallahü aleyke ya resulallah” der; ikincisini tekrar ettikten sonra iki elinin baş parmaklarını işaret parmağı ile yumup uc uca getirir ve baş parmağının tırnaklarını öpüp gözlerinin üstüne koyar. Değdirir, fakat sürerek çekmez. “Kurret ayneyye bike ya resulallah” der. Ya Resulallah, iki gözüm seninle görsün, yani Ya Resulallah, sen gözbebeğimsin, iki gözümün nurusun demektir. İmam Ahmed bin Hanbel, İbnü’l-Cevzî, İbni Hacer, Süyûtî bunun hadîs-i şerif olduğunu bildiriyor.  “Allahümme metti’ni bi’s-sem’i ve’l-basari” (Ya rabbi, sen beni görmek ve işitmekle nimetlendir) der. Böyle yapmak sünnetle sabit olup müstehabdır. Bir hadîs-i şerîfde, “Ezân okunurken ismimi işitince, iki baş parmağını gözüne koyanı, kıyâmet günü arar, bulur ve Cennete götürürüm” buyuruldu. Hazret-i Ebû Bekr, ezan okunurken, Resûlullah aleyhisselâmın ismini işitince, iki baş parmağının tırnağını öptü. Sonra gözlerine sürdü. “Niye böyle yaptın?” buyurulunca, “Senin mübârek isminle bereketlenmek için yâ Resûlallah” dedi. “Güzel yaptın. Böyle yapan, göz ağrısı çekmez” buyuruldu.  Bir hadîs-i şerîfte, “Müezzin “Muhammeden resûlullah” deyince, bir kimse iki baş parmağını öper, sonra gözlerine sürer ve “Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, Radıytü billâhi rabben ve bil-islâmi dînen ve bi-Muhammedin sallallahü aleyhi ve selleme nebiyyen” derse, şefâ’atim ona helâl olur” buyuruldu. (Tahtâvî, Merâkı’l-Felâh Hâşiyesi) Abdest aldıktan veya yalnızca el yıkadıktan sonra da baş veya işaret parmakları ıslak bir şekilde gözlere sürerek çeker. “Allahümmahfaz ayneyye mine’l-emrâzi ve nevvirhümâ” (Allahım, iki gözümü hastalıklardan muhafaza et ve onları nurlandır) der. Hazreti Peygamber “El yıkadığınız zaman gözlerinize ikram edin” (Yani suyu ulaştırın) buyurmuştur. Böyle yapmak müstehabdır. (Şir’atü’l-İslâm)
    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Bir kadının altın veya parası olmayıp, elmas, inci gibi mücevherleri ile nisabı dolduruyorsa fıtra vermesi ve kurban kesmesi gerekir mi?
    Cevab: Tatarhaniyye bunun ihtilaflı olduğunu söylemektedir. O halde vermek ve kesmek de câizdir. Vermeyip kesmemek de câizdir. Ancak elinde ayrıca nakit parası olan kadın fıtra verir ve kurban keserse hilaftan kurtulmuş olur, parası olmayan da kesmeyebilir.  (İbni Abidin, Masrif babı)
    8 Kasım 2010 Pazartesi
  • Sual: Sadakayı fıtr Müslüman olmayan birine verilir mi?
    Cevab: Zekât Müslüman olmayan birine verilmez. Araştırıp verdikten sonra böyle olduğu anlaşılırsa yeniden verilmez. Sadaka-ı fıtr ihtilaflı olmakla beraber İmam Ebu Yusuf bunu caiz görmez ve fetva da böyledir. Zimmî olsun, harbî olsun gayrımüslime sadaka ve kurban eti verilir. İmam Muhammed Siyer-i Kebir’de böyle söylüyor. Nitekim Mekke-i mükerremede kıtlık olduğu bir sene Hazret-i Peygamber, burada dağıtılmak üzere Medine-i münevvereden Ebu Süfyan ile Safvan bin Ümeyyeye 500 altın göndermiştir (İbni Abidin)
    8 Kasım 2010 Pazartesi
  • Sual: Dinî açıdan son halife Sultan Vahideddin mi, yoksa Abdulmecid Efendi midir?
    Cevab: Halife devlet reisi demek olduğundan ve Abdülmecid Efendi'nin elinde idare etme ehliyeti bulunmadığından dinen son halife Sultan Vahideddin'dir.
    9 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Yedi kişi muteber bir kişiye farklı miktarlarda para verseler (300 , 350, 400 gibi), etini de bir hayır kurumuna talebelere verirsiniz deseler, hisse miktarları farklı olduğu için kurbanları olur mu?
    Cevab: Kurbanı alırken hisse sahiplerinin birbirinin rızasıyla farklı para vermesi kurbana tesir etmez. Yine yedide bir hisse sahibidirler. Hatta hiç para vermeseler, hediye edilse bile böyledir. Kurban paylaşılırken de eşit paylaşılır. Sevabı farklı olur. Çok veren daha çok sevap kazanır.
    9 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Fıkıh kitaplarında: Bayramın 3. günü sefere çıkan zengin, kurban kesmese günaha girmez yazıyor. O halde zengin, kurban bayramının birinci veya ikinci günü sefere çıkarsa, seferde olduğu için üçüncü gün kurban kesmesi ona vacib olmaz, ama üçüncü günü yani kurban vacib olduktan sonra sefere çıkarsa, borçtan kurtulmuş olmaz. Demek ki, kurban bayramının üçüncü günü, imsak vaktinden sonra sefere çıkan zengin, kurban borcundan kurtulmuş olmaz, çünkü şer’i gün imsak vaktiyle başlar. Vacib olmadan, yani kurban bayramının üçüncü günü, imsak vaktinden önce sefere çıkarsa o zaman borçlu kalınmaz. Doğru mudur?
    Cevab: Burada bir yanlış anlama olduğu anlaşılıyor. Her ibadetin bir ilk, bir de son vakti bulunmaktadır. Zengine kurban üçüncü günün sonunda kurban alıp kesecek kadar bir vakitte vâcib olur. Üçüncü günü bu vakitten evvel sefere çıksa veya fakir olsa, kurban vâcib olmaz. Nitekim İbni Abidin der ki: Kurbanın kesiminin vakti, şehir dışında ise birinci gün şafağın doğumundan, şehirde ise bayram namazı kılındıktan sonradır. Sonu da üçüncü günün güneşin batımından hemen öncesidir… Kurban kesim günlerinden son gün bir çocuk doğmuş olsa, onun üzerine kurban kesmek vacibtir. Eğer kurbanın son gününde, kurban kesmeden ölürse, onun üzerine kurban vacib değildir. (Kurban bahsi). Görülüyor ki üçüncü günü doğan bir çocuğa zengin ise kurban kesmek vâcib oluyor; ölen kimseye de vâcib olmuyor. Halbuki bunlar üçüncü güneş doğduktan sonra doğmuş veya ölmüştür. Kurbanın vâcib olmasının son vakti üçüncü gün güneş doğduktan sonra olsaydı, doğan çocuğa vâcib olmaz, ölene vâcib olurdu.
    9 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Namazda okunacak âyet-i kerimenin asgari mikdarı nedir?
    Cevab: İmam Ebu Hanife’ye göre farz olan kıraatin yerine gelip namazın sahih olabilmesi için lem yelid gibi en az altı harfli olup bir mânâ taşıyan bir âyet okumak gerekir. Esah kavil budur. Kur’an-ı kerimin en kısa âyet-i kerimesi olan Müdhâmmetân gibi tek kelimelik bir âyet-i kerime okumak da İmam Ebu Hanife’den gelen bir rivayette kıraat farzının yerine gelmesi için kâfidir. İmameyn’e göre kıraatın farz olan miktarı üç kısa âyet yahud uzun âyettir. Namazda fâtihadan sonra üç âyet veya üç âyet uzunluğunda bir âyet okumak da vâcibdir.  Üç âyet uzunluğunda bir âyetin asgari mikdarı hakkında ihtilaf vardır. Kur’an-ı kerimde peşpeşe en kısa üç âyet-i kerime Müddessir Suresi’nin 21-23. Ayet-i kerimeleridir. (Sümme nazar. Sümme abese ve besar. Sümme edbere vestekber). Bundan dolayı vâcib olan bu üç âyet-i kerime veya buna denk otuz harflik ve on kelimelik (ve’ler dâhil) uzun bir âyet-i kerime okusa vâcib yerine gelmiş olur. Bir başka kavilde (Lem yelid) âyet-i kerimesinin üç katı uzunluğunda (18) harflik veya en kısa sure olan Kevser Suresi’ne denk bir âyet-i kerime okunması gerektiği de söylenmiştir. (İbni Âbidin-Namazın Vâcibleri-Namazın Âdâbı)
    23 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Farz namazda fâtihadan evvel yanılarak sûreye başlansa, sonra hatırlayıp fâtiha okunsa ne lâzım gelir?
    Cevab: İbni Âbidin hazretleri diyor ki: Fâtiha'yı sûrenin bütününden önce okumak vâciptir. Hatta Bahr’de ulemanın beyanına göre evvelâ yanılarak sûreden bir harf okur da sonra hatırlayarak Fâtiha'yı ve sûreyi okursa secde-i sehiv yapması lâzım geldiği yazmaktadır. Buradaki harften murad hakikî harf mi, yoksa kelime midir? Bunu Fethu'l-Kadîr sahibi bir rükn edâ edilecek (üç defa sübhanallah diyecek) kadar diye kayıtlamıştır. Demek ki fâtihadan önce sureye başlasa veya başka bir şey okusa, bu da bir rükn mikdarı, yani üç defa sübhanallah diyecek kadar sürse secde-i sehv gerekir.
    23 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Kadınlara dokunmak ( mess-i nisvan ) hangi hallerde abdesti bozar? Mezheplere göre farklılık var mıdır?
    Cevab:  

    Hanefî mezhebinde: Bedenin hangi tarafıyla olursa olsun, dokunan veya dokunulan çıplak da olsa abdest bozulmaz. Abdest almak müstehaptır. Ancak kişi, abdestli olur; ikisinin de ikisinin de tenasül uzuvları üst üste gelecek olursa abdestleri bozulur.

    Mâlikî mezhebinde: Abdestli biri kendisinden başka birine dokunmakla abdesti bozulur. Bunun için her ikisi de bâliğ olmalıdır. Lezzet kasdıyla dokunmak veya dokununca lezzet duymak lâzımdır. Arada kalın bir örtü varsa bozulmaz. Dokunulan kadın çocuk veya yaşlı kadın ise bozulmaz. Saç ve tüylere şehvetle dokunmak abdesti bozar. Ama saçın saça değmesi ile bozulmaz. Kadın kendi veya erkeğin saçına dokunsa bozulmaz. Erkeğe de şehvetle dokunmak bozar. Mahrem akrabaya şehvetle de dokunsa bozulmaz. Ağızdan öpmekle bozulur. Zorla öpülse de lezzet duysa bozulur. Dokunulan bâliğ ise ve lezzet duyarsa onun da abdesti bozulur.

    Şâfiî mezhebinde: Yabancı bir kadına dokunmak her ikisinin de abdestini bozar. Elleyen erkek yaşlı, kadın da ihtiyar ve çirkin olsa ve bunlar birbirlerine dokunmaktan lezzet duymasalar bile yine abdestleri bozulur. Arada ince bir perde varsa bozulmaz. Saç, tırnak ve dişine dokunmakla bozulmaz. Ölü ise bozulur. Mahrem ise bozulmaz.

    Hanbelî mezhebinde: Arada perde olmaksızın bir kadına şehvetle dokunmak abdesti bozar. Bu kadın mahrem olsun, yabancı olsun, diri olsun, ölü olsun, küçük olsun, büyük olsun fark etmez. Eğer bir kadın bir erkeği elleyecek olursa veya ona dokunacak olursa mezkûr şartlarla abdesti bozulur. Saç, tırnak ve dişe dokunmazla bozulmaz. Kendisine bir kadın dokunsa lezzet alsa bile abdesti bozulmaz.
    23 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Yüzük hangi parmağa takılır?
    Cevab: Erkekler için yüzüğü sağ veya sol elin serçe parmağına takmak sünnettir. Hazreti Peygamber yüzüğünü buraya takardı. Serçe parmağın yanındaki parmağa da takmak câizdir. Baş, işaret ve orta parmağa takılmaz. Zira Hazret-i Ali, orta ve şahâdet parmağını işaret ederek "Resûlullah aleyhisselâm yüzüğümü şu parmağa koymamı yasakladı" buyurdu. Taberânî’de de  “Yüzük ancak küçük parmakla yanındakine takılır” hadîs-i şerifi vardır. İbni Âbidin rehn bahsinde der ki: “Mürtehin, kendisine rehin olunan bir yüzüğü serçe parmağına takarsa ve kaybı hâlinde tazmin eder. Çünki maksadı korumak değil, kullanmak olur. Ama başka parmağa takarsa kullanmış değil, korumuş sayılır. Zira erkekler diğer parmaklara takmaktan men olunmuştur. Ancak mürtehin kadın olursa, hangi parmağına takarsa taksın tazmin eder. Çünkü kadınlar yüzüğü başka parmaklarına da takarlar”. Buradan anlaşılan serçe ve yanındaki parmak dışındaki parmaklara yüzük takmanın memnu oluşu erkeklere mahsustur. Nitekim hadis-i şerifte Hazret-i Ali “Resulullah yüzüğümü şu iki parmağa koymamı yasakladı” buyurmaktadır. Kadınlar ise âdete tâbidir.  Doğrusunu ancak Allah bilir.
    1 Aralık 2010 Çarşamba
  • Sual: Namazının vakti daraldığı zaman, abdest uzuvlarını bir kere yıkamak câiz olur mu?
    Cevab: Abdest uzuvlarını arada sırada üç değil de bir veya iki defa yıkamak mekruh değildir. Ancak böyle yapmayı âdet hâline getirirse mekruh olur. (İbni Abidin)
    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kimsenin namazdan önce bir yeri kanasa ve kanamanın durmasını beklese; durunca namaza başlasa, namazda ya tekrar kanadıysa diye bir şüphe gelse, namazı bitirip selam vererek baktığında kanamadığını görse, bu şüphe hâli Mâlikî veya Hanefî mezhebinde abdesti, dolayısıyla namazı bozar mı?
    Cevab: Her iki mezhebe göre de abdesti ve namazı bozulmamıştır. Hanefî mezhebinde abdest aldığını hatırlasa, fakat bozduğunda şüphe etse, abdesti var kabul edilir. Abdest bozduğunu hatırlasa, ama abdest aldığında şüphe etse, abdesti yok kabul edilir. Mâlikî mezhebinde her iki halde de abdesti yok kabul edilir. Ama abdest aldığını hatırlıyor, bozulduğunu hatırlamıyorsa, Mâlikî mezhebinde de abdesti var kabul edilir. Bir yerinin kanadığında şüphe etmesi, baktığında kanamadığını görse bile şüphe değildir. Bu husus yanlış anlaşılmaktadır. Abdestli olup olmadığını hatırlamak bakımından şüphe abdesti bozar veya bozmaz.
    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Câmide namaz kılarken cep telefonu çalarsa kapatmak namazı bozar mı?
    Cevab: Câmide namaz kılarken cep telefonu çalarsa, bunu mümkün olan en az hareketle kapatmalıdır. Çünki cemaati rahatsız etmek çok mahzurludur. Hatta imamın şaşırmasına sebep olabilir. Hele telefon zili müzik melodisi ise çok daha mahzurludur ki, câmide müzik çalınmasına sebebiyet verilmiş olur. Bu bakımdan cep telefonunun zilini müzik melodisine değil, normal zile ayarlamalıdır. Az bir hareketle cebin üstünden veya elini cebe sokarak telefonu kapatmak namazı bozmaz. Faydalı hareketler mekruh bile değildir. Olsa bile cemaati rahatsız etmek daha büyük kabahattir. İki elin bir hareketi her zaman namazı bozmaz. Dışarıdan bakanda, namaz kılmıyor intibaı uyandıran hareketler namazı bozar. Bunun dışındakiler faydalı değilse, bozmaz, ama mekruh olur. Pantolonu secde giderken iki eliyle yukarı çekmek gibi. Bir elin üç veya iki elin tek hareketinin namazı bozacağı kavli zayıf kavildir. (Nimet-i İslam)
    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kadının kocasını veya başka bir erkeği düşünmekle, ya da yolda giden bir erkeği görüp beğenmesiyle Mâlikî mezhebinde abdesti ve guslü bozulur mu?
    Cevab: Düşünmekle -şehvetle olsa bile- abdest hiç bozulmaz. Kadın veya erkek, birbirini görmekle, düşünmekle, menî akınca cünüb olur. Mezi gelirse abdest bozulur.  Malikî’de de böyledir.
    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Akıntısı olan bir kadın, akıntıya mâni olabilmek için önüne pamuk sokunca, pamuğun iç kısmı ıslanıp dış kısmı ıslanmayınca abdest bozulur mu? Yani abdestin bozulması için pamuğun tamamının mı ıslanması gerekir? Kullanılmasının müstehab oluşu, abdestin bozulmasına engel olduğu için?
    Cevab: Akıntısı olan kadının pamuk veya bez kullanması şart değildir. Ama akıntı gelip çamaşırı ıslanırsa veya pamuk veya bez koyup, bunu ıslak görürse abdesti bozulur. Pamuk içeri sokulur, dışarı akıntı sızmazsa abdest bozulmaz. Müstehab olması içine değil, önüne koymak hakkındadır. Böylece abdestin bozulduğunu rahatça anlayabilir. Vesveseyi önlemek için müstehab olmuştur. Pamuğun içi ıslanıp dışı ıslanmazsa abdest bozulur. Ama içeri konan pamuk ıslanır, pamuğun dış kısmı kuru ise, pamuk dışarı çıkarılmadıkça abdest bozulmaz. İçinin ıslandığını çıkınca anlar ki o zaman bozulmuş olur. Devamlı akıntı varsa, özür sahibi olur veya pamuğu önüne sokarak akıntıyı durdurarak abdest alıp namazını kılar. Akıntı devamlı ise ve önüne pamuk sokmamış ise, namaz vaktinin sonunda önüne bakar; akıntı var ise, özür sahibi olur. Bu halde abdest alıp namazını kılar. Sonraki namaz vaktinde de hiç kesilmezse her vakit için abdest alır.
    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Markette dolaşırken çeşitli malları alıp market arabasına koyuyoruz. Sonra vazgeçip geri yerine koyarak başkasını alabilir miyiz?
    Cevab: Her alışveriş, her akid iki tarafın icab ve kabulü ile olur. Marketin malları rafa dizmesi icaba davet, sizin bunu market arabasına koyup kasaya getirmeniz icab, kasiyerin kasaya girip borcunuzu söylemesi de kabul demektir. Binaenaleyh kasada parasını ödemedikçe müşteri raftan aldığı malı geri koyabilir veya değiştirebilir.
    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Namaz kılarken salli-barik dualarını okurken ya da ettehıyyatüde hata yapılsa ve başa dönülse secde-i sehv gerekir mi?
    Cevab:

    Kıraat ve dualarda hata yapınca bu hata namazı bozmayacak bir hata ise dönüp tekrar okunur. Bozacak bir hata ise hemen düzeltilirse namaz bozulmaz. Her iki halde de secde-i sehv gerekmez. Namaz kılarken okunan yanlış kelime mânâyı değiştiriyorsa ve Kur’an-ı kerimde de benzeri yoksa namaz bozulur. Mamafih Arapça bilmeyen ve hâfız olmayan bunu kolay kolay takdir edemez. Arapça olmayan kelimeler veya Arapçaya uymayan kelimeler, mesela mahreçleri birbirinden farklı söylenen kelimeler, Kur’an-ı kerimde o yanlış telaffuzla bile yoksa namazı bozar.  Mesela eshabi’s-sâîr'i eshabi’ş-şâîr okursa bozulur. Bu bile bazı Arap lehçelerine göre câizdir. Sure ve dua ezberleyen bir Müslümanın namazı bu sebeple kolay kolay bozulmaz. Her okunuşun bir kurtaran fetvası vardır. Kafaya takıp vesvese etmemek lâzımdır. Kasden yanlış okumadıkça mesele yoktur.  Bir kelime veya harfin yanlış okunduğu hemen hatırlanırsa, geri dönüp doğrusunu okunur. Mahalli geçmişse tekrar dönülmez. Mesela birinci rek’atta yanlış okunmuşsa, artık tekrar okunmaz. Kıraat sırasında hatırlanırsa dönülür. Sehv secdesi hiç gerekmez. Namazın bozulduğu kat’i ise, tekrar kılınır. Bu ise çok nâdir olur. Namaz bu sebeple bozulmuş olsa bile, kasden yapılmadığı için kazaya bırakma günahı hâsıl olmaz.

    13 Aralık 2010 Pazartesi
  • Sual: Necip Fazıl'ın vasiyetinde dediği bir şey var: ''Her ferdin, en aşağı yüz tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi... 70 bine dolması lazım'' Bu ne demektir? Tevhid kelimesi nasıl söylenir? Sevabının misli ne demektir?
    Cevab: Kelime-i tevhid, lâ ilâhe illallah demektir. Bunun 70 bin tanesine hatm-i tehlil denir ve imanlı ölmüş ise ölüye çok fayda eder. Azabı varsa kaldırır. Okuyan sevab kazanır. Bu sevabları başkasına hediye ederse, kendisinden azalmamak kaydıyla, bir misli o kimseye yazılır.
    19 Aralık 2010 Pazar
  • Sual: Necip Fazıl'ın vasiyetinde bahsettiği bir husus var: Herkes arkamdan Necip Fazıl'ın kaza borcuna karşılık beş vakit namaz kılsın ve oruç tutsun. Böyle bir şeyin dinimizde yeri var mıdır?
    Cevab: İbâdetler üçe ayrılır: Birincisi, yalnız mal ile yapılır. Zekât, sadaka böyledir. İkincisi, hem mal ile ve hem beden ile yapılır. Hac ve cihâd böyledir. Üçüncüsü, yalnız beden ile yapılır. Kur’ân-ı kerîm okumak, namaz kılmak, tesbih, tehlil ve tahmid okumak ve dua etmek böyledir. Birincilerin sevabını meyyitlere hediye etmenin câiz olduğunu, sevabın onlara vâsıl olup fayda vereceğini, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Üçüncüden dua da böyledir. İkincilerin de böyle olduğunu âlimlerin çoğu bildirdi. Üçüncüden duadan başkası için dört mezheb arasında ayrılık oldu. Hanefî ve Hanbelî mezhebinde, üçüncüler de birinciler gibidir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik, yalnız beden ile yapılan ibâdetlerin sevabları meyyite vâsıl olmaz dediler. Fakat sonradan gelen Şâfiî âlimleri, meyyitin yanında okuyup hediye edince veya uzakta okuyup sonra, “Yâ Rabbî! Okuduğumdan hâsıl olan sevabın mislini vâsıl et!” gibi dua edince, vâsıl olur dediler.

    Netice itibariyle bir kimse başkası için hac edebilir, zekât, kefaret ve sadaka verebilir. Eğer meyyit vasiyet etmişse borçtan kurtulur. Etmemişse kurtulması umulur. Ancak bir kimse başkası için namaz kılamaz, oruç tutamaz. Nitekim Nesâî'nin İbni Abbas’tan tahric ettiği bir hadîs-i şerifte: "Hiçbir kimse başkası nâmına oruç tutamaz. Hiçbir kimse başkası nâmına namaz kılamaz. Lâkin onun yerine velisi yiyecek verir" buyuruldu. Mamafih Hanbelî mezhebinde bu mümkündür. Nitekim Buhârî ile Müslim'de yine İbni Abbâs'tan rivayet edildiğine göre şöyle buyurulmuştur: “Peygamber aleyhisselâma bir adam gelerek; ‘Annem üzerinde bir ay oruç borcu olduğu halde öldü. Onun namına bunu ben kazâ edebilir miyim?’ dedi. Resulullah aleyhisselâm ‘Annenin borcu olsa onun nâmına öder miydin?’ diye sordu. Adam, ‘Evet’ dedi. ‘O halde Allah borcu ödemeye daha lâyıktır’ buyurdu”. İmam Ahmed bin Hanbel bu hadîs-i şerife dayanıyor. Diğer üç mezheb ise bu rivâyetin mensuh (neshedilmiş) olduğunu söylüyor. Çünki râvînin (hadîs rivâyet edenin) rivâyetine aykırı fetvâ vermesi nesheden hadîsi rivâyeti gibidir. Necip Fazıl Bey, zaten bunun başka mezheplerde yeri olduğunu söylüyor. İslâmiyette bir kimse başkası için ibâdet edemez. Ancak yaptığı ibâdetlerin sevabını başkasına hediye edebilir. Hanbelî mezhebinde ise bir kimse ölü için namaz kılabilir, oruç tutabilir.

    21 Aralık 2010 Salı
  • Sual: Peygamberimiz bizzat kendisi cenaze yıkamışmıdır ve bu iş tavsiye edilir mi?
    Cevab: Peygamber efendimizin ölü gaslettiğine dair bir haber bilmiyorum. Ama Resulullah aleyhissalatü vesselâm buyurdular ki: "Ölülerinizi güvendiğiniz kimseler yıkasın." Yine Resulullah aleyhissalatü vesselâm buyurdular ki:  "Kim bir ölüyü yıkar, kefenler, kefenini güzel kokulu maddelerle kokulandırır, taşır ve namazını kılar, cenazeyle ilgili olarak gördüğü (kötü alâmetleri) kimseye anlatmazsa, (bu yaptığına mükâfat olarak) günahlarından temizlenir ve annesinden doğduğu gün gibi (tertemiz) olur." Bu bakımdan ölü yıkamak farz-ı kifâyedir ve sevaplı bir iştir.
    24 Aralık 2010 Cuma
  • Sual: Sünnet ile farz namaz arasında dua etmek, tesbih çekmek, üç İhlâs okumak günümüzde yapılan bid’atlardendir. Bursa'daki Ulu Câmi'de sünnet namazından sonra müezzin sesli olarak 3 kere ihlâs-ı şerif ve ardından Sübhane Rabbike âyetini okuyor ve sonunda el-Fâtiha diyor. Sünnet ile farz arasında bir şey okunmayacağını biliyoruz. O halde bizim Fâtiha okumamamız mı gerekir? Bu yüzden Ulu Câmi gibi çok mukaddes bir mabedde cemaatle namaz kılmamamız mı daha uygun olur?
    Cevab: Sünnet ile farz arasında konuşulmaz, dua ve tesbih söylenmez. Sünneti ıskat eder diyenler bile vardır. Ancak Hindüvanî gibi bazı âlimler kısa dua ve tesbihler okunabileceğini, ihtiyaç varsa az konuşulabileceğini söylüyor. Sünnet ile farz arasında üç ihlâs-ı şerif okumak; Fatiha okumak, salâvat söylemek bid’attir. Fıkıh kitaplarında sünnet ile farz arasında 15 âyet-i kerime okuyacak kadar beklenir, sonra farza kalkılır buyuruluyor. Bazıları bunu o kadar âyet-i kerime okunur diye zannetmiş olsa gerektir. Nitekim üç ihlâs-ı şerif, subhane rabbike.. de söylenince 15 âyet oluyor. Müezzin Fâtiha dediği zaman, cemaatin Fâtiha okuması gerekmez. Okusa da bir şey lâzım gelmez. Câhillikle yayılan bid’atleri değiştirmek bazen çok zor olabiliyor. Buna bakmamalı, câmiye gitmelidir. Câmiye gidilmezse, hem cemaatle namaz sünnet-i müekkedesi terk edilmiş olur; hem de çok sevap ve hizmet etme imkânları elden kaçırılır. Müezzinin ameli, cemaate zarar vermez.
    24 Aralık 2010 Cuma
  • Sual: Tütün haram mıdır? Hakikaten zararlı bir şey midir? Sigaraya ilâve maddeler katıldığı için tütün ile şimdiki sigaralar aynı şey midir?  Nimet-i İslâm kitabında tütün için haram denildiğini söylüyorlar. Doğru mudur?
    Cevab: Tütün ihtilaflı bir meseledir. Mübah diyenler, haram diyenler ve mekruh diyen âlimler vardır. Nimet-i İslâm’da tütünün soğan ve sarımsak gibi kötü kokusu sebebiyle mekruhlardan olduğu bildiriliyor. Dinin hükmü de budur. Haram diyen, fıkıh kitabına dayanıyorsa bir şey denemez. Çoğu âlimler sıhhatli olup günde birkaç tane içen ve çocuklarının nafakasından kesmeyene mübah demişlerdir. Başkasına dumanıyla zarar vermemek de şarttır. Tütün ile sigaranın aynı şey olduğu söylenemez. Tütün saf bir maddedir. Fazlası her şey gibi zararlıdır. Bugünki fen bu zararları daha iyi ve kat’i analiz etmektedir. Sigara ana maddesi tütün olan başka bir şeydir. Çok kimyevî madde katılmaktadır. Çoğunun insana zararının kat’i olduğunu fen söylemektedir. Bu sebeple şüpheli şeylerden kaçınmak lazımdır. Sigara içmemek iyidir. İçerse de günde beş taneyi geçmemelidir.
    25 Aralık 2010 Cumartesi
  • Sual: Şüphe yakîni yok etmez ne demektir? Dinî konularda ben hep vesveseliyim. Şöyle oldu mu, böyle oldu mu diye bir şüphem bitip diğeri başlıyor. Bana yardım eder misiniz?
    Cevab: Şüphe, iyi bilinen bir şeyi iptal etmez. Abdest alındı. Bozulduğunda şüphe var. Bozulmadı kabul edilir. Abdest yakîndir. Bozulması şüphedir. Vesvese şeytandandır. İnsanı günaha, dinden çıkmaya kadar götürür. Vesvese vesveseyi çeker. Abdestte, temizlikte başlar. Namazda, oruçta devam eder. Alışveriş ve helâl lokmaya kadar sürer. Küfr mü değil mi diye insanı yiyip bitirir. Evlense, karı-koca münasebeti yapamaz. Biriyle yemek yiyemez. Çocuğunu sevemez. Nihayet aklını kaçırır. İki ilacı vardır: Birincisi fıkhı iyi öğrenmektir. İkincisi vesvese gelince aksini yapmaktır. Mesela abdesti bozuldu mu diye vesvese gelince, bozulursa bozulsun deyip böylece namazı kılmalıdır. Dinimiz en basit göçebelerin bile uyabileceği basit esaslar getirmiştir. Karışık değildir. Obsesif kişilikler vesveseye yatkındır. Vesvese biraz da kendini beğenmişlikten kaynaklanır. Yani kendisinin çok titiz ve hassas olduğunu, başkalarının böyle olmadığını düşünerek tatmin olur, böylece eksiklerini kapattığını düşünür, nefsi tatmin olur. Buna rağmen takıntılar geçmiyorsa, doktora gidip obsesyon tedavisi görülebilir.
    29 Aralık 2010 Çarşamba
  • Sual: İslâmiyette tırnak kesmenin âdâbı nedir?
    Cevab: Azami haftada bir defa el ve ayak tırnaklarını kesmek sünnettir. Bir haftadan fazla uzatmak mekruhtur. Cuma günleri tırnak kesmek müstehab ise de, uzamışsa bu güne tehir etmek mekruh olur. Bazen bir haftadan evvel kesmek gerekebilir. Kesilen tırnakları gömmek iyidir. Basılmayacak bir yere de serpilebilir. Bir torba içinde taşa bağlayıp denize atmak da olur. Çöpe atmak câizdir. Umumi yol ve meydanlara serpmek de çiğnenmesine veya cinlerin eline geçip büyü yapılmasına sebebiyet vereceğinden doğru olmaz. Helâya, lavaboya atmak mekruhtur. Yakmak âlimlerin çoğuna göre doğru değildir. Tırnak kestikten sonra hemen eller yıkanmalıdır. Tırnaklarını kesen, eğer yıkamadan vücudun bir yerini kaşırsa, bunun baras (alaca) hastalığına sebep olacağı bazı kitaplarda bildirilmiştir. Tırnaklarını sırayla kesmek sünnete muhaliftir. Rivayete göre Hazret-i Peygamber önceleri tırnaklarını sırasıyla keserdi. Bir Yahudi çocuğu bunu görüp, biz de böyle keseriz deyince, Yahudilere muhalefet için sıralı kesmeyi terk etti. Tırnak kesmenin usulü hakkında iki kavil vardır. Evvela sağ elin işaret parmağından başlanıp sırasıyla orta, yüzük ve serçe parmağı kesilir, sonra sol elin serçe, yüzük, orta, işaret ve başparmak kesilir, daha sonra sağ elin başparmağı kesilir. Ayak parmaklarında ise sağ ayağın küçük parmağından başlanıp, sol ayağın küçük parmağında bitirilir (İhyâ). Büyüklerimiz bu şekilde tırnak keserdi. İkinci usul de şöyledir: Önce sağ elin serçe, orta ve başparmakları, sonra yüzük ve işaret parmakları kesilir. Daha sonra da sol elin serçe, orta ve başparmakları, sonra yüzük ve işaret parmakları kesilir. Ayak parmaklarının tırnakları da aynı sıra ile kesilir (Cevâhir). Eller her zaman ayaklardan önce kesilir. (Şir’atü’l-İslâm)
    3 Ocak 2011 Pazartesi
  • Sual: Dünya müslümanları arasında ezan ve ikamette farklılık var mıdır?
    Cevab:

    Hazret-i Peygamber’in dört müezzini vardı: Bilâl Habeşî, İbni Ümmi Mektûm, Sa’d bin Âbid (yahud Sa’d bin Abdurrahman Kurezî ki Kubâ’da ezan vermiştir) ve Ebû Mahzûre Evs bin Mi’yer Cümahî Mekkî. Bilâl ezanda terci etmez, yani sesini alçaltıp yükseltmezdi. İkamette tekbirleri ikişer, hayye ale’s-salah ve hayye ale’l-felâh’ları birer kere okurdu. Ebû Mahzûre ezanda terci yapar, ikamette tekbirleri dörder, hayye ale’s-salah ve hayye ale’l-felâh’ları ikişer kere okurdu. İmam Ebû Hanîfe ve Irak âlimleri Bilâl’in ezanı ve Ebû Mahzûre’nin ikameti ile, İmam Şâfiî ve Mekke âlimleri Ebû Mahzûre’nin ezanı ve Bilâl’in ikameti ile, İmam Ahmed bin Hanbel Bilâl’in ezan ve ikameti ile amel ettiler. İmam Mâlik tekbirde ve ikamette hayye ale’s-salah ve hayye ale’l-felâh’ları ikişer kere söylemekle Medine ameline uymamıştır.

    Hanefîlerin ikamette itibar ettikleri Ebû Mahzûre, İslâmiyet ile Mekke-i Mükerreme’nin fethedildiği sene tanıştı. O sene Resûl-i Ekrem Tâif Muhasarasından Ci’râne'ye dönüyordu. Namaz vakti ge­lince müezzin ezan okumaya başladı. Resûlullah'a karşı büyük bir kin ve düşman­lık besleyen Ebû Mahzûre ile Kureyşli on genç ezan sesini işitince bir yere gizlen­diler ve alaylı bir şekilde müezzini taklit ederek yüksek sesle ezan okudular. İç­lerinden birinin güzel sesli olduğunu farkeden Hazret-i Peygamber onları yanına ça­ğırttı ve kendilerine birer birer ezan okuttu. En son okuyan Ebû Mahzûre'nin se­sini çok beğenerek ona ezanı öğretti; daha sonra namaz vakti gelince elini ba­şına koyup alnını okşadı ve ezan oku­masını emretti. Ebû Mahzûre bu emri isteksiz bir şekilde yerine getirdikten sonra Hazret-i Peygamber ona bir miktar gü­müş para verdi ve kendisine dua etti. Gönlü İslâmiyet'e ısınan Ebû Mahzûre orada müslüman oldu ve Hazret-i Peygamber'den kendisini Mekke'deki Harem-i Şerife müezzin yapmasını istedi. Bu arzusunu kabul eden Hazret-i Peygamber, Mek­ke Valisi Attâb bin Esîd'e gitmesini ve yeni vazifesini ona bildirmesini söyledi. Ebû Mahzûre, Resûl-i Ekrem'in Mek­ke'den ayrılmasına kadar Kâbe'de Bilâl-i Habeşî ile birlikte ezan okudu. Resûlullah'ın okşadığı alnına düşen saçları hiç kestirmedi. 59 senesinde vefatına kadar Mekke'de müezzinlik yaptı. Kendisinden sonra Mescid-i Haram müezzinliğini oğlu ve torunları yüzyıllar­ca devam ettirmişlerdir. Kureyş'in nesebini çok iyi bilen Ebû Mahzûre'den hadîs-i şerifler rivâyet olunmuştur.

    Şiî Ca'ferîlerde ezan okunurken iki defa (Eşhedü enne Muhammeder resulullah) dedikten sonra iki defa (Eşhedü enne Aliyyen Veliyyullah) denir. (Şehâdet ederim ki Ali Allah’ın velîsidir, dostudur) demektir.(Hayye ale’l-felâh) dedikten sonra iki defa (Hayya alâ hayri’l amel) denir. (Haydin en hayırlı amele) demektir. Bunun Hazret-i Peygamber zamanında okunduğuna, Hazreti Ömer tarafından kaldırıldığına inanırlar. Ayrıca sabah ezanında (Essalâtü hayrün minen-nevm) demezler. İkamet okunurken de ezanda ilk okunan (Allâhu Ekber) cümleleri iki defa; ezanın sonundaki (Lâ ilâhe illallah) cümlesi de bir defa okunur. (Hayye alâ hayri’l amel) cümlesinden sonra iki defa (Kad kâmeti’s-salâh) cümlesi okunur.

    5 Ocak 2011 Çarşamba
  • Sual: Mescidde konuşmak her zaman mekruh mudur?
    Cevab: Câmide, mescidde bir şey yemek, uyumak misafir olmayan için mekruhtur. Misafir ise câmiye girerken i’tikâfa niyet edip, önce tahıyyetü’l-mescid olarak namaz kılar. Bu iki rek’at nâfile veya vakit girmişse vaktin namazı olabilir. Sonra yiyebilir, uyuyabilir ve dünya kelâmı konuşabilir. Câmi’de, alışveriş yapmak, kaybettiği bir şeyi aramak mekruhtur. Nikâh yapmak ise müstehabdır. İbâdet etmeyip câmi’de dünya kelâmı ile meşgul olmak tahrimen mekruhtur. İbâdetten sonra mübah olan şeyleri hafif sesle konuşmak câizdir.  Konuşmak için mescidde oturmağa şer'an izin verilmiştir. (İbni Âbidin)
    6 Ocak 2011 Perşembe
  • Sual: Kadın, İslâm hukukuna göre, yanında mahremi olmadan seferden yalnız dönebilir mi?
    Cevab:

    Hazret-i Peygamber “Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kadının üç günlük yola ancak zevci veya nikâh düşmeyen mahreminden biri ile gitmesi helâl olur” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Zevcem hacca gidiyor. Ben cihâda gidiyorum. Yanında bulunamayacağım” denildi. Buna “Cihâdı bırak! Zevcen ile birlikde hac yap!” buyurdu. Bir veya iki erkeğin bile sefere gitmesi mekruhtur. Üç erkeğin gitmesi mekruh olmaz. Dört erkeğin gitmesi ve içlerinden birini emir (başkan) seçmeleri sünnettir. Yolda biri hastalansa veya yaralansa, biri hastayı bekler, diğeri doktor ve ilaç getirir, eşe dosta haber verir. Ölse dinî usullere göre cenazesiyle alâkadar olur, bir muamele veya cinayet olsa şahitlik yapar. Hazret-i Peygamber yalnız seyahate çıkmayı tavsiye etmemiştir. (İmam Şa’rânî, Uhûdü’l-Kübrâ)
    İbni Âbidin hülâsaten der ki: Kadının mahremsiz sefere çıkması câiz olmadığı gibi, yabancı erkeklerin ve mahremleri ile giden kadınların da bir kadını sefere götürmeleri câiz değildir. Kadının hacca gitmesi için de yanında mahremi bulunması lâzımdır. Enişte ve kayınbirader kadının mahremi değildir. Mahremin emin, akıllı ve bâliğ olması lâzımdır. Müslüman da, Ehl-i kitap olmak şartıyla gayrımüslim de olabilir. Müslüman bir kadın, ateist veya putperest olan mahremi ile ve emin olmayan mahremi ile ve bâliğ olmamış akıllı çocuk mahremi ile sefere çıkamaz. Bâliğa olmamış gösterişli kız da kadın gibidir. Yani mahremsiz sefere çıkamaz. Şâfiî mezhebinde, kadının mahremi olmadan, emin kadınlarla birlikte, yalnız hacca gitmesi câizdir. Hanefî kadın, Şâfiî mezhebini taklid ederek böyle hacca gidemez. Çünki mezheb taklidi ancak emrolunan bir iş yapılırken, sıkıntı olduğu zaman bu sıkıntıdan kurtulmak için yapılır. Mahrem bir erkeği bulunmayan kadının hacca gitmesi farz değildir ki, Şâfiî mezhebini taklid etmesi lâzım olsun. Hacca götürecek erkeği olmayan bir kadının, hacca gidebilmek için, hacca gitmekte olan bir erkek ile evlenmesi ve hacdan gelince boşanması da, muvakkat nikâh olduğu için câiz değildir.
    İslâmiyet, bir kadının, üç günlük yola (104 km) mahremsiz gitmesini haram kabul ettiği gibi; bir günlük yere (34,5 km) mahremsiz gitmesini de mekruh kabul etmiştir. Hindiyye’de “Bir günden az mesâfeye bir hacet için salih erkekler arasında mahremsiz gidebilir” diyor. İbni Âbidin, “Kadın ihtiyar bile olsa yalnız başına sefere çıkamaz. Çünkü deliller mutlaktır. Şair, ‘Mahallede her düşenin vardır bir kaldıranı, her malın da vardır bir alanı’ demiştir. Yani ihtiyar kadının da peşinden giden ihtiyar zampara bulunur, demek istemiştir” diyor.
    Hindiyye’de kadının, mürâhık (12 yaşını doldurup da bâliğ olmamış) erkek mahremi ile sefere gidebileceği; Kâdihan’da da kadının sâlih cemaat ile sefere gidebileceği yazmaktadır. İhtiyaç hâlinde bu iki kavl ile amel etmek câizdir. Meselâ sefer mesafesindeki babası hasta olup bakacak kimsesi de bulunmayan kadının, refakat edecek mahremi yoksa bu kavillerden istifade edebilir. Veya kadın bir mahremi ile yola çıkmış, ama mahremi ölmüş veya hastalanmış yahud tevkif edilmiştir. Yahud kadının bulunduğu yerde mahremi kalmamış, bu yer de düşman tarafından işgal edildiği için kadının hicret etmesi gerekmiş olabilir. Kadın hastalanmış, tedavi için başka şehre gitmesi gerekmiş olabilir.
    Hayrü’r-Remlî’nin Fetâvâ-i Hayriyye kitabında vekâlet bahsinde, “Zevcesini, sefer uzaklığında bulunan babasının [veya mahreminin] yanından alıp getirmek için, zevcin kendi kardeşini veya yabancı bir erkeği vekil etmesi câizdir. Onlar, zevcenin bu vekil ile gitmesine mâni’ olamaz. Mâni’ olmaları günahtır” diyor. Bu fetvâya istinaden kadınların kocasının yanına mahremi olmadan dönebileceğini söylemek doğru değildir. Fetâvâ-yı Hayriyye nihayet bir fetvâ kitabıdır. Fetvâ kitapları mezhebin asıl metinlerine aykırı olamaz. Böyle görünüyorsa istisnaî hüküm bildirdiği anlaşılır ve zaruret hâline hükmedilir. Nitekim koca gidip zevcesini babasının yanından getiremiyorsa, baba da götürmüyorsa, güvendiği birini vekil tayin ederek zevcesini getirtebilir. Bunun zaruret hâline münhasır olduğu açıktır. Çünki yukarıda bildirilen zayıf kavillerden birine göre verilmiştir. İbni Âbidin hazretleri “Bir kadın mahremi ile hacca giderken mahremi ölse veya bir suçtan dolayı hapsedilse yahud kocası kendisini boşasa, salih cemaat ile mahreminin yanına yalnız dönebilir” diyor. Yine İbni Âbidin hazretleri, “Bir kadın kocasının vekil edip gönderdiği mahremi olmayan biri ile kocasının yanına dönmekten kaçınırsa, nafakaya hak kazanır. Çünki mahremi olmadan kadının sefere çıkması câiz değildir” diyor.

    Bir kadın, zaruret olunca, mahremi yok ise, mürahık olan, yani büluğa yaklaşmış, 12 yaşındaki mahremi ile sefere gidebilir (Hindiyye). Bu da yoksa, salih cemaat ile sefere gidebilir (Kadihan). Bu iki kavl, zayıftır; ancak zaruret halinde caiz olur. Anne babasının hasta olup bakacak kimsenin olmaması, hastalanıp tedavi olmak zarureti, düşman işgali, afet olup evinin yıkılması, zevcinin hapsedilip veya kaybolup kadının sefer mesafesinde yalnız kalması gibi haller zarurettir. O halde bu fetvayı şöyle anlamalıdır: “Zevcesini, sefer uzaklığında bulunan babasının yanından alıp getirmek için, [kendisi zaruret sebebiyle gidemeyen] zevcin, kendi kardeşini veya yabancı bir erkeği vekil etmesi caizdir. Babası, zevcenin bu vekil ile gitmesine mani olamaz.”

    Bu sebeple bir kadın zevci veya mahremi ile beraber sefer uzaklığında bir başka şehre gitmesi ile dönmesi arasında hiçbir fark yoktur. Yalnız başına sefere gitmekteki mahzurların aynısı dönerken de mevzubahistir. Fıkhın bütün emir ve yasaklarının nice hikmetleri vardır.  Bunlardan biri de kadının seferde bir mahremi tarafından himaye ve muhafaza edilmesidir.

    14 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: Şâfiî mezhebinde fâtiha okumak farz olduğuna göre imama uyan kimse fâtiha okumayı yetiştiremezse ne yapar?
    Cevab: Şâfiî mezhebinde fâtiha okumak farz olduğundan dolayı imama uyan kimse farz namazların her rekatinde fâtiha okur. İmamın hafi (sessiz) okuduğu namazlarda fâtiha ve ardından bir de sure okur. İmamın cehrî (açık) okuduğu namazlarda imamın fâtihayı bitirmesini bekler ve hemen kendisi süratle ve sessizce fâtiha okur. Yetiştiremezse, yarısını okumuşsa, rükü’a gider. İmam rükü’dan doğrulduğu zaman rükü’a eğilse namazı sahih olur. İmam secdeye gittiğinde rükü’a eğilmişse namazı bâtıl olur. Bu bakımdan imamdan iki rükn geri kalmak namazı iptal eder. Cemaate geç gelince, imamla birlikte rükü’a eğilir. Fâtihanın bir kısmını veya tamamını okumayı terkeder.  Meselâ imama birinci rek'atin rükü’unu yaparken yetişse fâtiha okumayıp hemen rükü’a gider. İmama fâtiha okurken yetişip tevcih duası okumayan da böyle yapar. İkinci ve sonraki rek'atlarda mutlaka fâtihayı  okuması gerekir. (İbni Hacer, Tuhfetü'l-Muhtac)
    14 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: Beyin ölümü gerçekleşmiş bir hastanın ölümüne hükmedip bağlandığı makineden çekmek dinen caiz olur mu?
    Cevab: Tıbben şuurun gitmesinden beyin ölümü denen safhaya kadar, koma-derin koma- bitkisel hayat denen safhalar geçiyor. Bunların tamamında geri dönüş, yani hastanın iyileşmesi mümkündür.
    Bitkisel hayattaki insanda beynin korteks (kabuk) denen kısmı ölmüş olup, bu kısım hâfıza, zekâ, kişilik vs hususiyetlerin kontrol edildiği kısımdır. Bitkisel hayattaki hastalarda beyin sapı denilen ve hayati organların kendi kendine çalışmalarını, bir takım hayatî refleks fonksiyonları yürüten kısmı ise ölmemiş, çalışmaya devam etmektedir. Bu nedenle bitkisel hayattaki kişiler ölü kabul edilmez ve organları nakil için alınmaz.
    Ancak beyin ölümü denen halde beynin korteks tabakasının hâricinde beyin sapı denilen bölümü de tamamen ölmüş olup iyileşme kat’iyyen mümkün değildir.
    Yoğun bakım servislerinde koma halindeki hastalar vantilatör denen solunum cihazına bağlanır ve bu cihaz vasıtasıyla, akciğerlerin şişirilmesiyle teneffüs sağlanır. Bu hastalar cihazdan çekildiğinde önce teneffüs ve sonra kalp durur. Vantilatör desteğiyle teneffüsü temin olunan ve kalbi çalışmakta olan bu hastalarda beyin fonksiyonları mevcutsa asla cihazdan çekilmez, beyin ölümü sınıfına girmez ve bunlardan organ nakli yapılmaz. Sadece, bir müddet sonra beyin sapı ölümünün de gerçekleşmesiyle, beynin tüm fonksiyonları kaybolur. Omuriliğe bağlı basit refleksler hâricinde başka hiçbir reaksiyon alınmayan hastalar için beyin ölümü (tıbbî ölüm) teşhisi konur. Bu hâl, bitkisel hayatın ötesinde bir safhadır.
    Bugüne dek beyin ölümü teşhisi konmuş hiç kimse geri dönmemiş, yani iyileşmemiştir. Beyin ölümü gerçekleşmiş herkes ya bir müddet sonra makinelere rağmen akciğer ve kalbi kendiliğinden durarak, ya da makinenin fişi çekilmek kaydıyla akciğer solunumu olmadığı için kalbi de durarak morga yollanır. Bazen beyin ölümü gerçekleşmeden de kalp durmakta, bu durumda ise pacemaker denen ve kalbe elektrik yollayarak kasılmasını, yani kan pompalamaya devam etmesini sağlayan aletler vasıtasıyla kalp çalışmaya devam ettirilmektedir. Kısaca, bugünkü tıp, beyin ölümünü gerçek ölüm olarak kabul etmektedir.
    Beyin ölümünün, şer‛en hakikî ölüm sayılıp sayılmadığı hakkında sarih bir görüş yoktur. Bazı modern hukukçular, tıbben geri dönülemez şekilde beyin ölümünün tahakkuku kat‘î ise, hakikaten ölümün de tahakkuk ettiği kanaatindedir. İbn Âbidîn, istihlâl bahsinde, yani çocuğun sağ doğup doğmadığının tesbitinde Şürünbülâlî’den alarak diyor ki: “Elin açılıp kapanmasının ehemmiyeti yoktur. Çünki bu gibi şeyler, kesilen hayvanın hareketi gibidir. Onlara itibar yoktur. Hatta bir adam kesilir de hareketle can çekişirken babası ölürse, kesilen oğul babasına vâris olamaz. Zira bu halde ona ölü hükmü verilir. Nitekim Cevhere’de de böyledir” . Bu ifade, beyin ölümünün, hakikî bir hayat sayılamayacağına delâlet eder mahiyettedir.
    Karaciğer gibi bazı uzuvların nakli için beyin ölümü aranmakta; eğer teneffüs durmuşsa nakil gerçekleştirilememektedir. Beyin ölümü tahakkuk etmiş bir hastanın makineye bağlı olarak bırakılması astronomik masrafları gerektirebiliyor. Üstelik makineye bağlılık devası kat’i bir ilaç değildir. Devası kat’i olan ilacı kullanmak farzdır. Beyin ölümünde kalbin çalışması beyin vâsıtasıyla değil, makineden akciğerlere gelen elektrik refleksleriyle tahakkuk etmektedir. Bir hastanın ölüp ölmediği tıbbî bir hâdisedir. Tıp otoritelerinin öldü dediği hasta ölü kabul edilir. Beyin ölümü tahakkuk etmiş bir hastanın da makineye bağlantısının kesilmesinin câiz olacağı anlaşılmaktadır. Allahü a’lem bissavab.
    21 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: Erkek için bacak, göğüs ve sırttaki kılları almak câiz midir?
    Cevab: İbni Âbidin hazretleri “Göğüs üzerindeki ve sırttaki kılların tıraşı edebe aykırıdır. Kınye'de hüküm böyledir” diyor.  Haram ve mekruh olmadığı anlaşılıyor. Sırt kılları çirkin bir manzara hâsıl edebilir. Sırtı kaşındırabilir. Bu niyetle almak caiz olur. Yine İbni Âbidin'de şöyle diyor: Boğazının üzerindeki tüyleri tıraş etmesinde İmam Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre bir beis yoktur.  Erkek için kaşlarını ve kendisini kadınlara ve kadınsı erkeklere benzetmeksizin yüzündeki tüyleri almakta herhangi bir beis yoktur".(Alışveriş Faslı).
    21 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: İnşaat şirketimiz bankalardan kredi kullanıyor. Bunlarla inşaatları yapıyor, malzeme alıyor, personel maaşı ve taşeron ödemelerini yapıyor. Belirli ilerleme seviyelerine gelince de istihkak düzenliyor, işverenden parasını alıp kredi geri ödemelerini yapıyor. Bu döngü sürekli yenileniyor. İdareler parayı mutlaka banka hesabına yatırıyorlar. Ayrıca ihaleye girebilmek için gereken teminat mektubunu da bankalar belirli hacimde kendileriyle iş yapan müşterilerine limit dâhilinde veriyorlar. Bu yüzden bankalar ile çalışmak ve bu limitleri arttırmak zorunluluğu var. Yeni kurulan bir şirketin iş hacmi belli seviyeye gelene kadar önceden para harcanıp sonra istihkak yapıldığından dolayı finansman açığı doğuyor. Şirket bundan önceki devirlerde bu açığı bankadan kredi kullanmak şeklinde çözmüş. Şimdi şirketin elinde kârlı gözüken bir iş var ve buradan elde edilecek kâr ile bir sene zarfında tüm kredilerin kapatılmasına niyet edildi. Bu niyet işi kurtarır mı?
    Cevab: Banka ile çalışmanın mahzuru yok. Ama bankadan kredi kullanıp faiz ödemek caiz değildir. Niyetle kurtulmaz. Şirketin daha fazla kâr edeceği kat’i değildir. Şirketler, ticarî firmalar sermaye ile kurulur. Sermaye olunca kredi almaya ihtiyaç kalmaz. Sermayesi olmayan firma ve şirket kurmaz, ücret ile çalışır.
    21 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: Bir GYO şirketi ile ortak bir proje yapıyoruz. Burada müşteriler bizim inşa ettiğimiz yerleri satın alıp parasını ortak hesaba peşin yatırıyorlar. Bu paralar bizim inşaat ilerlememize paralel olarak GYO tarafından ortak hesaptan serbest bırakılıyor. İşin başında satışlar çok iyi gitti ve hesapta oldukça yüklü bir para birikti. Bu toplanan paraları GYO nemalandırıyor ve bize fâiz ödüyor. Bu fâizleri ne yapacağız ? Bunlarla banka fâiz ödemelerini yapmak uygun olur mu ? Başka ne şekilde değerlendirilebilir?
    Cevab: Bunlar adı fâiz olsa da, bir fâizli akid neticesinde tahakkuk etmiş değildir.  GYO şirketinin ihsanı mesâbesindedir. Kaldı ik başta böyle anlaşılmış olsa bile bu fâizleri almak İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre câizdir. Zaten paranın altın üzerinden kıymet kaybetmesini de borçlu tazmin etmelidir. Bu faizler bunu ancak kapatabilir. Bunlar şirketin (dolayısıyla şirket ortaklarının) mülküdür. Bunlarla kredi faizi ödemek, kredi almayı meşrulaştırmaz.
    21 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: Aktüel enflasyon nisbetinden daha aşağıda bir nisbette faiz geliri caiz midir?
    Cevab: Enflasyon değil, altın kıymeti nazara alınır. Borçlu, borç aldığı gün ile ödediği gün arasındaki farkı altın kıymetine göre tazminle mükelleftir. Aksi takdirde alacaklı zarara uğrar. Bu faiz değildir. Önceden de mikdar bilinemez ve şart koşulamaz. Mamafih bugün bankaların ödediği faiz, umumiyetle bankaya yatırılan paranın altın üzerinden değer kaybından bile az olmaktadır.
    21 Ocak 2011 Cuma
  • Sual: Câmide cemaat yaparken imamın mihrabda durması şart mıdır?
    Cevab: İbni Âbidin hazretleri Namazın mekruhları bahsinde buyuruyor ki: Mi'râcü’d-Dirâye'nin imamlık bâbında bildirildiğine göre, Ebu Hanîfe'den rivâyet edilen en sahih kavl, ben imamın iki direk arasında veya bir köşesinde, bir tarafında yahud bir direğe karşı namaza durmasını kerih görürüm. Çünkü bu iş ümmetin ameline muhaliftir, sözüdür. Sünnet olan imamın safın ortası hizâsına durmasıdır. Mihrablar mescidlerin ortalarına dikilerek imamın duracağı yer tayin edilmiştir. Tatarhâniye'de “İmamın mihrabtan başka bir yere durması mekruhtur. Meğer ki zaruret ola!” denilmiştir. Dolayısıyla imam mihrabı terk ederek başka bir yere durursa, burası safın ortası bile olsa, mekruh olur. Ama bu söz mescide resmen tayin edilmiş devamlı imam hakkındadır. Böyle olmayan imam ile yalnız başına namaz kılan hakkında açık değildir.” Buradan da anlaşılıyor ki, câmide tayin olunan (devamlı namaz kıldıran) imamın namaz kıldırırken mihrab dışında durması mekruhtur. Bunun dışındaki cemaatlerde imamın mihrabda durması şart değildir. Sonraki cemaatlerde imam mihrabda durursa, ezan ve kaamet okunmaz; durmazsa okunur.
    23 Ocak 2011 Pazar
  • Sual: Selâm verilmesi uygun olmayan kimselere selâm vermenin hükmü nedir? Bunların selâmı alması gerekir mi?
    Cevab:

    Selâm vermek sünnettir. Hazret-i Peygamber, “Aranızda selâmı yayınız ki, Cennete selâmetle giresiniz” buyurmuştur. Bir başka hadîs-i şerifde ise  “Sabahleyin evinden çıkıp bir mümin kardeşine selâm verene Allahü teâlâ bir köle âzâd etmiş gibi sevap verir” buyurulmaktadır. Selâmın Mânâsı şöyledir: “Ben müslümanım, sen benden selâmet ve emniyet üzeresin, sana benden zarar gelmez. Selâma cevap da, “Ben müminim, sen benden selâmet ve emniyet üzeresin. Benden sana zarar gelmez” demektir. 

    Verilen selâmı almak vâcibdir. Ancak bu vâcib selâm sünnete uygun verildiği zaman bahis mevzuu olur. Namaz kılana, hutbe okuyana ve dinleyene, ezan ve ikamet okuyana, Kur'an-ı kerim okuyana, zikr edene, hadîs-i şerif okuyana,  ders veren muallime, hüküm vermek için oturan hâkime ve fıkh müzâkere edenlere, abdest bozana, zevcesi ile meşgul olana, yemek yiyene selâm vermek mekruhtur. Aç olup da yemeğe davet edeceği umulursa yemek yiyene de selâm verilebilir.  Selâm verilmesi mekruh olan kimselerin selâmı almaları da vâcib değildir. Namaz kılan, hutbe veren ve ezan okuyan dışındakiler alırsa, zararı yoktur. Hatta sevab da kazanırlar. Zevceyi ile meşgul olmak demek, cinsi münâsebet ve bu münâsebetin mukaddimeleridir. Bir ihtiyaç varsa veya kalbi kırılacaksa gayrımüslime de selâm vermek câizdir. Yabancı kadınlara, avret yeri açık olana, şarkıcıya, satranç vs oyunlar oynayana, gayrımüslimlere de selâm vermek mekruhtur. Yabancı kadın yaşlı ise mekruh değildir. Satranç vs oyunları oynayan veya bir günah işleyene, velev ki bir an olsun o işten vazgeçmesi niyetiyle selâm vermek câizdir. Kadınların, yabancı bir erkeğin kendisine verdiği selâmı alması da mekruhtur. Yabancı erkeğe selâm veren kadının selâmını almak da vâcib değildir. “Selâm aleyküm” diye med ile selâm verene de cevap vermek vâcib olmaz. (İbni Âbidin, Namazı bozan ve namazda mekruh olan şeyler bahsi)

    Dilenci gibi menfaat için selâm verenin de selâmına cevap vermek de vâcib değildir. Çocuklara selâm verilebilir. Bazı âlimler gayrımüslimlere selâm verilebilir, bazıları verilemez buyurdu. Fetvâ ikincisine göredir. Selâmı bilmeyen, hoşlanmayan, anlamayanlara veya dârülharbdeki gayrımüslimlere selâm vermenin mânâsı yoktur. Ayrıca zararlı da olabilir. Burada selâmlaşmak için kullanılan kelimeleri kullanmalıdır. (Tergibü’s-Salât, Namazın Sünnetleri faslı)

    31 Ocak 2011 Pazartesi
  • Sual:  Kıyamda kıraati bitirmeden rükü’ya eğilmenin hükmü nedir?
    Cevab: Kıyamdan rükü’ya eğilirken tekbir alınır. Tekbir ayakta iken başlar, sırt dümdüz olunca biter. Efdal olan budur. Tekbiri ayakta almak da câizdir. Kıraati tekbire eklemek efdaldir. “Ve emmâ bini'meti rabbike fehaddisillahu ekber” demek gibi. Bazı âlimlere göre sûrenin sonu “ve kebbirhu tekbirâ” gibi senâ ile bitirse eklemek; “inne şânieke hüvel ebter” gibi biterse ayırmak evlâdır, buyurmuştur. Kıraatten bir harf veya kelime kalır da onu eğilirken tamamlarsa bazı âlimler göre bunda bir beis yoktur. Kıraati tamamladıktan sonra rükü’ya eğilmelidir. (İbni Âbidîn, Namazın Âdâbı).
    31 Ocak 2011 Pazartesi
  • Sual: Bir kimse namaz kılarken kıraatten evvel rükü’ yapsa veya rükü’dan evvel secde yapsa ne lâzım gelir?
    Cevab: Kıyam ile rükü’, rükü’ ile secdeler arasında tertip farzdır. Yani kıyamın rükü’dan, rükü’un da secdelerden evvel yapılması farzdır. Kıyamdan evvel rükü’ yapan dönüp kıyam eder, sonra tekrar rükü’ yapar, namazın sonunda da secde-i sehv yapar. Kıyama dönüp sonra tekrar rükü’ yapmazsa ve namazı tamamlarsa, namazı bozulmuş olur.
    Rükü’den evvel secde eden tekrar rükü’ eder, sonra tekrar secdeleri yapar, namazın sonunda da secde-i sehv yapar. Rükü’ya dönüp sonra tekrar secdeleri yapmazsa ve böylece namazı tamamlarsa namazı bozulmuş olur.
    Yalnızca secdeleri veya bir secdeyi unutmuşsa, hatırladığı yerde hemen bunları iade eder; namazın sonunda da secde-i sehv yapar.
    Son oturuşun bütün rükünlerden sonra olması farzdır.
    Kıraat ile rükü’ arasında tertib farz değil, vâcibdir. Binaenaleyh birinci ve/veya ikinci rek’atlerde kıraati unutan, son iki rek’atte kazâ eder. Birinci ve/veya ikinci rek’atin rükü’unu ve secdelerini tekrarlamaz. Ama secde-i sehv yapar.
    İki secde arasında tertibe riayet vâcibdir. İkinci secdeyi unutan kimse, bunu hatırladığı yerde yapar; sonra secde-i sehv yapar. Bir rekatin secdesini unutup, sonra gelen kıyam, rükü’ veya secdeden sonra hatırlarsa, o secdeyi kazâ eder ama secdeden önce yaptığı kıyam, rükü’ veya secdeleri tekrar yapmaz. Rükü’ veya ecde hâlinde iken evvelki rek’atin secdesini yapmadığını hatırlarsa, onun secdesini yapar. Ancak secdeyi hatırladığı rükü’ veya secdeleri tekrar yapıp yapmaması ihtilaflıdır. Hidâye’de tekrar etmek müstehabdır; Hâniye’de ise tekrar yapması lâzımdır denmiştir. Mutemed olan Hidâye’de geçendir.
    (İbn Âbidîn, Namazın Farzları bahsinin sonu, Namazın Vâcibleri Bâbı, Secde-i Sehv Bâbı)
    2 Şubat 2011 Çarşamba
  • Sual: Seferî imam, dört rek’atlik bir namazda unutup üçüncü rek’ate kalkarsa, ona uyan mukim nasıl hareket eder?
    Cevab: Eğer üçüncü ve dördüncü rek’atlerde imama uyarsa, namazı bozulur. Zira farz kılanın nâfile kılana uyması sahih değildir. Hayreddin Remlî der ki: "Misafir imam hataen veya kasden üçüncü rekâte kalkarsa, muktedi, imama uymaksızın kendi başına üçüncü ve dördüncü rek’atleri kılarsa sahih olur". (İbni Âbidîn, Salâtı Müsâfir bâbı)
    2 Şubat 2011 Çarşamba
  • Sual: Teşehhüdü (Ettehiyatüyü) yanlışlıkla kıyamda fatihadan evvel veya sonra okuyana ne lâzım gelir?
    Cevab: Teşehhüdü fâtıhadan evvel okumuş ise bir şey lâzım gelmez, çünki Fâtihadan evveli senâ mahallidir. Ama Fâtihadan sonra okumuş ise esah kavle göre secde-i sehv lâzım gelir. Çünki burası sûre okunacak yerdir. Ettehiyatü okununca, vâcibi terk veya tehir etmeye sebep olur. (Fetâvâ-yı Hindiyye, Secde-i Sehv bâbı)
    2 Şubat 2011 Çarşamba
  • Sual: Bir kimse son oturuşta teşehhüdden evvel yanlışlıkla fâtiha okusa ne lâzım gelir?
    Cevab: Teşehhüdden evvel yanlışlıkla kıraat etse (meselâ Fâtiha okusa), sonra teşehhüdü okusa, secde-i sehv lâzım olur. Teşehhüdden sonra Fâtiha okusa, son oturuş ise bir şey lâzım gelmez. İlk oturuş ise, secde-i sehv lâzım gelir. İlk oturuşta teşehhüdü bile iki defa okusa secde-i sehv lâzım olur. (Fetâvâ-yı Hindiyye, Secde-i Sehv bâbı)
    2 Şubat 2011 Çarşamba
  • Sual: Bir kimse vatan-ı ikâmetten çıkıp sefer müddeti uzaklıkta olmayan bir şehre gelip bir gün kalsalar, buradan da sefer mesafesindeki bir yere gitmek üzere yola çıksalar ve yolda önceki vatan-ı ikâmete uğrasalar, yol boyunca namazları nasıl kılarlar?
    Cevab: Meselâ İstanbul’dan Bağdad’a ve Mekke-i mükerremeden Kûfe’ye 15 gün kalmak niyeti ile giden birer Hanefî, bu vatan-ı ikâmetlerinden çıkarak, Kasr denilen yere gelseler, her ikisi de Kasr’a giderken misafir olmaz. Çünki Kasr denilen yer, Bağdad ile Kûfe arasındadır. Her ikisinden iki günlük yol uzaktır. Kasr’da 15 gün kalmağa niyet ederlerse, Bağdad ve Kûfe, vatan-ı ikâmet olmaktan çıkar. Çünki Kasr şehri, yeni vatan-ı ikâmetleri olur. 15 gün sonra Kasr’dan Kûfe’ye gelseler, misafir olmazlar. Kûfe’den bir gün sonra çıkıp Bağdad’a gitseler, yolda Kasr’dan geçseler, yolda hep misafir olmazlar. Çünki, Kasr, ikisi için de vatan-ı ikâmet idi. İbni Âbidîn hazretleri bu misâli verdikten sonra diyor ki: “Kûfe’de meselâ bir gün kalırlar da sonra Bağdad'a müteveccihen yola çıkar ve Kasr’a uğramak isterlerse, Kasr’a kadar yolda namazlarını tamam kılarlar. Kasr’da ve Kasr’dan Bağdad'a kadar da tamam kılarlar. Çünkü Kasr onların vatan-ı ikâmeti olmuştur. (İbni Âbidîn, Bâbu Salâti’l-Müsâfir, I/556)
    5 Şubat 2011 Cumartesi
  • Sual: İslâm hukukuna göre kadın ev işi yapmaya ve çocuğunu emzirmeye mecbur mudur?
    Cevab: İbn Âbidîn hazretleri nafaka bâbında Bahr kitabından alarak diyor ki: Kadın un öğütmekten, ekmek yapmaktan, yemek pişirmekten çekinirse bakılır: Eğer kadın baba evinde hizmetçisi bulunanlardan ise yahud kendisinde bir illet bulunursa, kocası ona hazır yemek getirir. Aksi takdirde, kadının baba evinde hizmetçisi bulunanlardan değilse ve kudreti de varsa kocasının hazır yemek getirmesi vâcib değildir. Kadının ev işleri için ücret alması câiz değildir. Çünkü diyâneten onu yapmak kendisine vâcibdir. [Yani ev işi yapmazsa günaha girer; fakat ev işi yapmaya zorlanamaz. Kocası nafaka vermeye devam eder.] Velev ki eşrafdan birinin kızı olsun. Çünkü Peygamber aleyhisselâm, Hazret-i Ali ile Fâtıma arasında işleri taksim etmiş; dış işlerini Hazret-i Ali’ye, iç işlerini de Hazret-i Fâtıma radıyallahü anhümaya vermiştir. Halbuki Hazret-i Fâtıma bütün cihan kadınlarının hanımefendisidir.

    Ni’met-i İslâm’da nafaka bâbında diyor ki: Taâmın dışarıdan tedâriki erkeğe ve dâhilde hazırlanması kadına aittir. Çünki bu işler zevceye diyâneten lâzımdır. Resûl-i ekrem efendimiz hazretleri, Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma radıyallahü teâlâ anhümâ arasında, geçinme işlerini taksim buyurup, hâricî işleri Hazret-i Ali’ye ve dâhilî işleri Hazret-i Fâtıma’ya ait kılmışlardı ki, Hazret-i Fâtıma üstelik bütün kadınların seyyidesidir…Vâlide çocuğu emzirmek için cebrolunamaz. Babası süt anne tutar. Vâlideye çocuğunu emzirmek şer’an (hukuken) değil diyâneten vâcibdir. Çocuk annesinden başkasını emmezse çocuğunu emzirmek hukuken de vâcib olur.

    Netice itibariyle, İslâmiyette kadın ev işi yapmaya ve çocuğunu emzirmeye mecbur değildir sözünü, hukukî bir borç olarak mecbur değildir şeklinde anlamak gerekir. Yani yapmazsa, zevc bunları zevcesine zorla yaptıramaz. Çocuk için de babası süt anne tutar. Kadın ev işi yapmasa da, çocuğunu emzirmese de nafakaya hak kazanır. Ancak kadın hizmetçilerle büyümüş zengin bir âilenin kızı olmadıkça ev işi yapmadığı için günaha girer. Sütü var ise, çocuğunu emzirmediği için de günaha girer. Çünki bunlar kendisine diyâneten vâcibdir. Zengin kadına zengin nafakası verilir. Yani kocası hizmetçi tutar. Kadının ev işlerini yapması, zevcine teberru ve ihsandır. Çok sevaptır. Ev işi yaparsa veya çocuğunu emzirirse ücret isteyemez. Çünki erkeğin vazifesi, dışarıdaki işleri, kadının vazifesi içerideki işleri yapmaktır. Zevc de zevcesinin bu ihsanına karşı ihsanda bulunur. Ben ev işi yapmaya mecbur değilim diyen kadın, nafaka olarak fıkıh kitaplarında yazan asgari mikdara (her yıl için bir kat elbise) mahkûm olmayı göze almalıdır.

    10 Şubat 2011 Perşembe
  • Sual: Kabrin veya ölünün nakledilmesinin hükmü nedir?
    Cevab:

    İbni Âbidîn hazretleri cenâze bahsinin sonunda der ki: Definden evvel cenazeyi başka yere nakletmek bazılarına göre mutlak surette caizdir. Bir takımları sefer müddetinde aşağı bir yere nakledilebileceğini söylemiştir. İmam Muhammed bunu bir veya iki mil diye kayıtlamıştır. Çünki bir yerin kabristanı çok defa bu mesafeye ulaşır. Onun için fazlası mekruhtur. Nehr sahibi “Zâhir olan budur” demiştir. Definden sonra nakli ise mutlak surette caiz değildir. Bazı sonra gelen âlimlerin şâz takımının buna cevaz vermesine kulak asılmaz. Hazret-i Yakub ve Yusuf aleyhisselamın ecdadının yanında olsun diye Mısır’dan Şam’a nakledilmesi, bizden öncekilerin şeriatidir.

    Nitekim bu hâdise Tevrat’ta anlatılmaktadır: Hazret-i Ya’kûb, Mısır’da vefat etmiş, vasıyeti üzerine oğlu Hazret-i Yûsuf babasının cenâzesini Kudüs yakınındaki Nur mağarasına -bugünki Halîl şehri- götürerek orada dedelerinin yanına defnetmiştir (Tekvin 49/29-33, 50/1-14). Hazret-i Yûsuf, vefat ettiğinde Mısır’da defnedilmiş, ancak dört yüz sene sonra Hazret-i Mûsâ İsrâiloğulları ile beraber Mısır’dan ayrılırken O’nun cenâzesini de vasıyeti üzerine yanlarında götürerek aynı yerde babasının yanında defnetmişti (Tekvin 50/24-26, Çıkış 13/19; Yeşu 24/32). Burada Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Sâre, Hazret-i İshak, Hazret-i Ya’kûb ve Hazret-i Yûsuf beraberce medfundur. Bu rivâyetin benzerini İbn Hibbân, Hazret-i Peygamber’den de nakletmektedir.

    Bazı fakihler bu hâdiseyi delil alarak cenâzenin bulunduğu yerden başka yere nakledilmesine cevaz vermişlerdir. Bazıları ise bu nakillerin adı geçen peygamberlerin vasıyeti üzerine yapıldığını, peygamberlerin vasıyetine riâyet etmenin ise gerekli olduğunu söylemiştir. Fakihlerin ekserisi ise,  bunun eski şeriatlerde câiz olduğunu; Müslümanlar için de şeriat olması için şartların tamam bulunmadığını söylemiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber’in “Katledilenleri öldükleri yerde defnediniz!” hadîsi bunu göstermektedir. Hazret-i Peygamber, Uhud harbi şehidlerinin şehid düştükleri yerde defnedilmesini, hatta cenâzelerini Medine getirmiş olanlara da geri götürmelerini emretmişti. Halbuki Medine-i münevvere kabristanı yakındı. Yine Şam’ın fethinde vefat eden Sahâbîler de burada –toplu olarak değil, şehid düştükleri ayrı ayrı yerlerde- defnedilmişlerdi. Hazret-i Âişe, kardeşi Abdurrahman, Medine’ye on iki mil kadar uzaklıktaki Hubşiyy’de (veya Habeşe) vefat ederek Medine’ye getirildiğinde, kabri başında “Allah’a yemin ederim ki, eğer ben öldüğün yerde bulunsaydım, seni öldüğün yere defnederdim” demişti.

    Bununla beraber Sa’d ibni Ebî Vakkas ile Said bin Zeyd, Medine’ye dört mil mesâfedeki Akîk denilen yerde vefat etmişler; cenâzeleri Medine’ye getirilip burada defnedilmişti. Abdullah ibni Ömer de burada vefat etmiş ve kendisinin Seref’de defnolunmasını vasiyet etmişti. Cemel Vaka’sında şehid düşen Hazret-i Talha’nın cenâzesi Medine’ye naklolunmuş; Muaz bin Cebel de bizzat hanımının kabrini açarak cenâzesini nakletmişti. Hazret-i Osman, Mescid-i Nebevî’yi genişletirken buradaki kabirlerin Cennetü’l-Baki’ kabristanına naklini emretmişti. Hazret-i Muaviye’nin de mescidi genişletirken bu yolda hareket ettiği bilinmektedir. Bu iş Sahâbe’nin huzurunda cereyan etmiş ve hiçbiri karşı çıkmamıştı. Hatta Hazret-i Câbir, babasının cesedini bizzat kabrinden çıkarıp bir başka mevkiye naklettiğini haber vermektedir (Tecrid-i Sarih Tercümesi).

    Yukarıda da geçtiği üzere Hanefîlere göre henüz defnedilmemiş bir cenâzenin, bulunduğu yerden uzağa nakli câizdir. Bazılarına göre sefer mesâfesinden yakına, bir görüşte de birkaç mil uzağa nakli câizdir. (İbn Âbidîn)

    Mâlikîler bu konuda biraz daha geniş düşünmekte ve bir maslahat varsa cenâzenin definden önce de, sonra da başka bir yere nakline cevaz vermektedir. Buna göre cenâze, kabri sel sularının basmasından korkulduğu zaman veya bereketi umulan bir mekâna yahud da âilesinin kolayca ziyaret edebileceği bir mekâna, hürmeti gözetilmek şartıyla nakledilebilir. (Muhtasaru Halîl)

    Defnedildikten sonra ise cenâzenin nakli veya yalnız kabrin açılması, bir zaruret olmadıkça câiz değildir. Ancak Abdullah ibni Übeyy, ölümünden sonra Hazret-i Peygamber’in emriyle kabrinden çıkarılmış, Hazret-i Peygamber O’na gömleğini giydirdikten sonra tekrar defnedilmişti. İslâm hukukçuları bundan, bir ihtiyaç ve bir maslahat olduğunda meyyitin definden sonra naklinin câiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

    Hanefî mezhebine göre, ölü yıkanmamışsa veya kıbleye karşı defnedilmemişse yahud başka bir ölüyü de gömmek için kabir sonradan açılamaz. Ancak defn esnasında kabirde kıymetli bir eşya kalmışsa, kefenin başka birisine âit olduğu sonradan anlaşılırsa ve o da satmaya yanaşmıyorsa, kabrin bulunduğu arâzinin başkasının mülkü olduğu anlaşılırsa veya kabrin bulunduğu yer şuf’a yoluyla alınmışsa, su baskınına veya ecnebi istilâsına maruz kalmışsa, düşmanın tacizinden veya soyguncunun kabri açacağından korkulursa, vahşi hayvanların açma tehlikesi varsa meyyitin mezarı açılıp başka yere nakledilebilir. Yine dar olan bir mescidi genişletmek veya yer darlığı sebebiyle bir başka ölü gömmek maksadıyla, artık kemikleri tamamen çürümüş olan bir meyyitin mezarı açılabilir. Kemiklerin çürüyüp çürümediği konusunda o beldede süregelen âdete nazaran zan kâfidir; bir şüphe olursa ehlihibreye mürâcaat edilebilir. Ayrıca bir nizâ sebebiyle, sözgelişi meyyitin cinsiyeti hakkında bir şüphe varsa, bilirkişi (kâif) incelemesi için mezar açılabilir. Yine gebe bir kadının çocuğunun canlı olduğu hakkında bir şüphe varsa mezar açılarak meyyitenin karnı yarılıp çocuk çıkarılır. (İbn Âbidîn) Hazret-i Yusuf’un cenazesinin nakli bizden öncekilerin şeriatidir. Bizden öncekilerin şeraiti neshedilmedikçe bizim de şeriatimizidir ama burada meyyitin öldüğü yere defnolunması hakkında sünnet vâki olmuştur. Önceki şeriatlere uyulamaz.

    Şâfiî mezhebi bütün bunlara ilâveten, meyyit yıkanmadan veya kefenlenmeden veya kıbleden başka yere müteveccihen defnedilmişse, ya da vasiyet etmişse cenâzenin nakledilebileceğini söylerler. (Tuhfetü’l-Muhtac, Şirvânî Hâşiyesi)

    Mâlikî mezhebi de, bir maslahat varsa defnedildikten sonra ölünün bir yerden bir başka yere naklini câiz görür. (Muhtasaru Hâlîl)

    Hanbelî mezhebi, definden sonra cenâzenin nakli hususunda en geniş görüşlere sahip mezhebdir. Ancak bunlar, ölünün defnedildikten sonra, gömüldüğü yerden daha hayırlı bir yere veya iyi bir kimseye yakın gömülmek için nakledilebileceği hükmünden şehidlerin müstesnâ olduğunu söylerler. (İbn Kudâme, el-Muğnî)

    14 Şubat 2011 Pazartesi
  • Sual: Seferîlikte bir yere giriş ve çıkış günleri ikamet müddetinden sayılır mı?
    Cevab: Hanefî mezhebinde sefer müddeti uzaklığa (104 km) giden bir kimse, gittiği yerde 15 günden az kalırsa misafir sayılır ve 4 rek’atlik namazlarını kasreder. İbni Âbidin hazretleri misafirin namazı bahsinde, “Yarım aydan bir saat bile az olursa seferî olur” buyurmaktadır. Buradan anlaşılan giriş ve çıkış günleri ikamet müddetinden sayılmamaktadır. Şer’î gün güneşin batmasıyla başlar, güneşin batmasıyla sona erer. İkamet için fıkıh kitapları tam 15 gün aramaktadır. Dolayısıyla seferî olmak niyetiyle gittiği yere vardığı gün güneş batana kadar hesaba katılmaz. Güneş batmadan önce dönmek üzere hareket ederse, önceki günün güneş batışından itibaren hesaba katılmaz. 14 gün kalırsa ve 15. gün güneş batmadan evvel oradan ayrılırsa seferîdir. Baştan sefer niyetiyle çıkıp, 15 günden fazla kalsa ve bugün çıkarım, yarın çıkarım diye aylarca kalsa hep seferîdir. Ama baştan sefer mesafesi bir yere gidip orada giriş-çıkış günleri hariç 15 gün kalmaya niyet etmişse, yolda namazları kasreder, ama orada tam kılar. Meselâ Pazartesi öğlen üzeri bir şehre girerse, ikamet müddeti akşam güneş batışından itibaren hesab edilir. Pazartesi güneş batana kadar giriş günü olup hesaba katılmaz. İki hafta sonraki Salı günü (üçüncü Salı) güneş batmadan evvel hareket ederse, seferî sayılır. Salı günü güneş battıktan sonra hareket ederse, mukim sayılır. Çünki artık Çarşamba başlamıştır ve 15 gün dolmuştur.
    Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde de, sefer mesafesinde (üç günlük yol=80 km) gittiği yerde seferî olup 4 rek’atlik namazları 2 rek’at kılmak için giriş-çıkış günleri hariç 3 gün kalması lâzımdır. 4 gün kalmaya niyet etmiş ise mukim sayılır.
    Mâlikî mezhebinde bu zaman zarfında kendisine 20 vakit namazın farz olmaması da lâzımdır. Zaten 4 gün kalmak, 20 vakit namazın kendisine farz olması demektir. Ancak bazen 20 vakit namaz farz olur ama tam 4 gün kalmaz; yahud da tam 4 gün kalır ama 20 vakit namaz farz olmaz. Nitekim Pazartesi ikindiden evvel, ama henüz öğleyi kılmadan girse, Cuma günü sabah namazını kıldıktan sonra çıkmaya niyet etmiş ise, seferîdir. Her ne kadar bu beldede kendisine 20 vakit namaz farz olmuşsa da, 4 tam gün kalmamıştır. 3 gün kalmıştır. Cumartesi sabah namazından evvel bir beldeye girmişse, Çarşamba günü yatsı vakti girdikten ama yatsı namazını kılmadan çıkmaya niyetlenmişse, burada 4 tam gün kalmış olmakla beraber, kendisine 20 vakit namaz farz olmamıştır.
    Giriş ve çıkış günleri ikamet müddetinden sayılmaz. Çünki bunlar eşyalarını yerleştirme ve yükleme hazırlıkları içindir. Mâlikî mezhebinde fecrden evvel girmişse o gün fecre kadar, fecrden sonra girmişse, o gün ertesi fecre kadar hesaba katılmaz.
    Pazartesi fecrden (sabah namazı vaktinin başlamasından) sonra girmişse, Cuma güneş battıktan sonra çıkmaya niyet etmişse seferîdir. Çünki Salı gününün fecrine kadar giriş günüdür. Hesaba katılmaz. Salı, Çarşamba ve Perşembe (üç gün) ikamet günleridir. Cuma günü fecrden Cumartesi günü fecre kadar çıkış günüdür. Hesaba katılmaz. Ama Cumartesi fecrden sonra çıkmaya niyet etmiş olsaydı, tam 4 gün kalmış olduğundan mukim sayılırdı, seferî olmazdı.
    Cumartesi günü zeval (öğle) vaktinde girse, Perşembe zeval vaktinde çıkmak niyetinde olsa, mukimdir, namazları tam kılar. Cumartesi zeval vaktinden Pazar fecr vaktine kadar giriş günüdür, ikametten sayılmaz. Perşembe zevalden evvel çıkmak niyetiyle girse idi, seferî sayılırdı. Çünki Çarşamba zeval ile Perşembe fecr arası çıkış günüdür. Tam üç gün kalmış olur.
    Salı fecrden evvel (yatsı vakti çıkmadan) girmişse, Cuma günü güneş battıktan sonra çıkmaya niyet etmişse, seferîdir. Pazartesi fecrden Salı fecre kadar giriş günüdür, hesaba dâhil edilmez. Cuma fecrden itibaren de çıkış günüdür. Hesaba katılmaz. Binaenaleyh Salı, Çarşamba ve Perşembe olmak üzere üç gün kalmış ve kendisine 18 vakit namaz farz olmuştur. Akşamı kılsa bile 19 vakit eder. Yatsı vakti girdikten, ama yatsıyı kılmadan çıkmaya niyetli olsa yine seferîdir. Yatsıyı kılmaya veya yatsı vakti çıkmaya niyetli ise hem dört gün kalmış hem de 20 vakit namaz üzerine farz olmuş olur. Seferîdir.
    Dört gün dört gece kalmışsa, mukimdir. Dört gün üç gece kalmışsa veya üç gün dört gece kalmışsa seferîdir. Namazları kasredebilir ve cem edebilir.
    Şâfiî fıkıh kitabı Muğni'de der ki, eğer gündüz girmişse, giriş ve çıkış seferîlik müddetinden sayılmaz.
    (Mevâhibü’l-Celîl; Muğni’l-Muhtâc; el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa)
    27 Şubat 2011 Pazar
  • Sual: İslam hukukuna göre hangi hallerde maddi tazminat alınabilir? Günümüzde açılan tazminat davalarının İslâm hukukuna göre bir hükmü var mıdır? Bilhassa sağlık sektörü bakımından değerlendirir misiniz?
    Cevab:

    İslam hukukunda tazminat şahsa ve mala karşı olmak üzere iki kısımdır. Mala karşı olanlar gasp ve itlaf hâlinde bahis mevzuu olur. Bir kimse gasp ettiği malı tazmin eder. İtlâf bir başkasının malını telef etmektir. Bunu kasten yapmışsa veya kasıt olmasa bile bizzat sebebiyet vermişse öder.

    Şahsa karşı tazminat, şahsın öldürülmesi veya yaralanması hâlinde bahis mevzuu olur. Kasten öldürmede mağdurun yakınları kısas isterse fail idam edilir; isterlerse katilin bunlara bir meblağ ödemesi karşılığında anlaşırlar. Katil kısastan kurtulur. Kasten olmayan öldürmelerde zaten ceza mağdurun yakınlarına diyet adıyla tazminat ödemektir. Uzuv kesme ve yaralamada da kasıt varsa, kısas yapılır. Kasıt yoksa mağdura diyet ödenir. Trafik kazalarında fail kusuru nispetinde tazminat öder. Spor müsabakalarında da böyledir.

    Cerrahi müdahalelerde doktor izinle ve aklın ve tıbbın gereklerini yerine getirmişse, mesuliyetten kurtulur. Aksi takdirde tazminat öder. Hacamat, sünnet, kan alma, iğne yapmada da böyledir. İzinsiz veya yanlış yapılmış ise tazminatla mükellef olur. Osmanlı şer’iyye sicillerinde hastaların kendi rızâsıyla ameliyat olduğu ve bu ameliyat neticesinde ölürse doktordan bir şey talep edilmemesi hususunda beyanını hâvi hüccetlere rastlanır.

    Tıbbî müdahale, trafik kazası, spor müsabakalarında failin kusuru varsa tazminat (diyet) ödenir. Tazminat (diyet), bedenî kaybın yanında, masrafları ile iyileşinceye kadarki nafakasının karşılığı olarak hesaplanır. Hanefilerden İmam Ebu Yusuf’a göre elem tazminatı adıyla manevi tazminat da ödenir.

    Bugün açılan tazminat davalarında gasp ve itlaf hususunda bir mesele bulunmamaktadır. Laik hukuk ile şer’î hukuk arasında bir fark yoktur. Adam öldürme ve yaralama hallerinde kısas ve diyet Hanefî mezhebine göre ancak dârülislâmda tatbik olunabilir. Bu bakımdan laik hukuk sisteminin muteber olduğu bir yerde kısas ve diyet istenemez. İstenmeden verilirse alınabilir. Diğer üç mezhebde dârülharbde de bir müslümanın öldürülmesi veya yaralanması hâlinde diyet ödenir. Bu bakımdan zamanımızda trafik kazası, iş kazası, spor müsâkabaları ve sağlık sektöründe doğan ölüm ve yaralama hallerinde, kusur varsa, mağdura veya yakınlarına ödenecek tazminat diğer üç mezhebe uygun olarak verilebilir ve alınabilir. Suç ve kabahatlerin bir dünyevî ve bir de uhrevî ciheti olduğundan, Hanefî mezhebinde bu tazminatlar, diyet olarak değil, hakkın helal edilmesi karşılığında verilebilir veya alınabilir. Çünki hakkın devri (ferağ) karşılığında bir şey istemek câizdir.

    3 Mart 2011 Perşembe
  • Sual: İlmihallerde diyor ki: “Mukim, eda ederken ve kaza ederken de, misafire uyabilir. Misafir, dört rek’atli olan farzları edâ ederken, mukime uyabilir. Yetişemediği rek’at olursa, imam selâm verdikten sonra dörde tamamlar. Çünki mukim imama vakit içinde uyan misafirin namazı değişerek, imamın namazı gibi dört rek’at olur. Kazayı iki rek’at kılması lâzım olduğundan, mukim imama uyamaz. Çünki oturması ve okuması farz olan, nâfile olana uymuş olur”. Bu son cümleden ne anlaşılması gerekir?
    Cevab: Mukim ile misafir birbirine imam olabilir. Mukim imam olursa, misafir o namazı dört rek’at olarak kılar. Misafir imam olursa, mukim kalkıp o namazı dörde tamamlar.  Ancak mukim ve misafirin dört rek’atlik aynı namazı kazaya kalırsa ve cemaatle kılmak isteseler, misafir mukime uyamaz. Vakit çıktığı için misafirin o namazı üzerine iki rek’at olarak farz olmuştur. Mukim imam olursa, ilk oturuş ve son iki rek’atte kıraat imama farz değildir. Nâfileden kasıt budur. Halbuki ilk oturuş ve son iki rek’atte kıraat misafir için farzdır. Çünki bu namazın ilk iki rek’ati farz, sonraki iki rek’ati nâfiledir. Kazaya kalmış namazlarda misafirin namazı değişerek imamın namazı gibi olmaz. Çünki değişme sebebi olan vakit çıkmıştır. (İbni Âbidin, Misafirin Namazı bâbı)
    9 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Dükkânın her ay kirâsını ödemek karşılığında, kârın % 10’unu almak şeklinde bir ortaklık caiz midir?
    Cevab: Buna ortaklık denmez. Ortaklık kâr ve zarara olur. Burada borç ödeme bahis mevzuudur. Hibe ahkâmına tâbidir. Bir şey karşılığında hibede bulunmak câiz ise de, bu şeyin mevcut ve malum olması, ayrıca derhal teslim edilmesi şarttır. Çünki hibe ancak kabz (teslim alma) ile tamam olur. Burada karşılık ne mevcut ve ne de malumdur. Üstelik ileri bir tarihte verilecektir. Bu bakımdan fâiz olur.
    13 Mart 2011 Pazar
  • Sual: Televizyonda, resimde, filmde, bilgisayarda avret yerine şehvetle bakmakla hürmet-i müsahere olur mu? Gözünün önüne avret yeri gelse, şehvet duysa, bunlarla hürmet-i müsahere olur mu? Kocanın amcasıyla, dayısıyla hürmet-i müsahere olsa, nikâh bozulur mu? Ya da kimlerle olursa bozulur?
    Cevab:

    Hürmet-i musahere bir kadınla cinsî temasta bulunmak yahud çıplak tenine ve başındaki saçına şehvetle dokunmak veya fercinin içine şehvetle bakmak suretiyle meydana gelir. Bu kadının annesi ve kızının o adamla evlenmesi yasak olur. Bu adamın oğlu veya babası da o kadına yasak olur. Dokunmak ve bakmakta şehvetin sınırı, erkeğin âletinin hareket etmesi yahut sertse hareketin ziyadeleşmesidir. Kadın veya yaşlılarda gönlün meyletmesi, ürpermesi, o kişi ile cinsî teması gönülden arzu etmektir.

    İtibar, dokunurken ve bakarken şehvetli bulunmayadır. Binaenaleyh şehvetsiz dokunur da, sonra elini çektiği halde bu dokunmadan şehvete gelirse, hürmet-i musahere olmaz. Bakmakta da şehvet şarttır. Nitekim gözünü yumduktan sonra şehvete gelse hürmet-i musahere olmaz. Şehvetin baktığı kadına duyulması şarttır. Bakıp başkasını düşünerek düşündüğü kadına duyarsa hürmet-i musahere olmaz.

    Bunun dışında şehvetle bile olsa bakmakla, TV, resim ve aynada yahud su ve cam içinde şehvetle bakmakla, hatta bakıp meni gelmekle hürmet-i musahere olmaz. Yalnızca kadının fercinin içine (yuvarlak kısmına) şehvetle bakınca olur. Bunun da meydana gelmesi çok ihtimal dışıdır. Kocanın amcası veya dayısıyla hürmet-i musahere olmaz. Yalnızca usul ve füru ile, yani adamın oğlu veya babası ile olabilir (İbni Âbidin, Namazın Şartları Bahsi, Haram Olan Kadınlar Bahsi).

    Hürmet-i musaherenin kadından gelmesi fevkalâde zordur. Vesvese etmemeli, bu mevzuyu hiç düşünmemelidir.

    16 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Eskiden kazâya kalmış namazlar tertibi düşürür mü?
    Cevab: Bir kimsenin bir namazı kazâya kalsa, bunu kılmadan sonraki vaktin namazını kılamaz. Altı vakte kadar böyledir. Unutarak kılmak veya vaktin çıkması korkusu özürdür. Kazâya kalan namazlar altı vakti bulunca tertib düşer. Bu kimse o vaktin namazını kılabilir. Ancak kazâya kalan namazları kazâ etmedikçe günahı artar. Ancak eskiden kazâya kalmış namazların tertibi düşürüp düşürmeyeceği ihtilaflıdır. Kazâya kalmış namazlar iki nevidir: Fevâit-i Kadîme (Eskiden kazâya kalmış namazlar) ve Fevâit-i Hâdise (Yeni kazâya kalmış namazlar). Mesela bir kimse bir ay namazını terk edip bunları kazâ etmeden tekrar namaza başlasa, bu arada bir vakit namazı terk etmiş olsa, o yeni kazâya kalmış namazı hatırladığı halde, vaktin namazını kılarsa, bazı âlimlere göre câiz olmaz; bazı âlimlere göre câiz olur. Fetvâ da ikinci kavil üzerinedir (Fetâvâ-yı Hindiyye, Kazâ Namazları bahsi).
    16 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Farz namazın ilki iki rek’atinde kıraati unutan kimse ne yapar?
    Cevab: Kıraat namazın farzlarındandır. Farz namazların iki rek’atinde kıraat farzdır. İmam Züfer’e göre sadece bir rek’atte, Mâlikî mezhebine göre ekseri rek’atlerde, Şâfiî mezhebine göre bütün rek’atlerinde kıraat farzdır. Nafile ve vitrin bütün rek’atlerinde kıraat farzdır. Kıraati, farz namazın iki rek’atinde etmek vâcibdir. Bunu unutan son iki rek’atte kazâ ve sonra secde-i sehv eder. Namazın iki, üç veya dört olması fark etmez. Bir kimse namazda hiç bir rek’atte kıraat etmese veya yalnız bir rek’atte kıraat etmiş bulunsa, o kimsenin namazı fesada gider. (Fetâvâ-yı Hindiyye, Namazın Farzları)
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Dört rek’atlik nafile namazlarda ilk oturuşu terk etmenin hükmü hedir?
    Cevab:

    İbni Abidin hazretleri vitir ve nafileler bahsinin sonunda diyor ki: Nâfilelerde son oturuş farzdır. Dört rek’atlik nâfilelerde de ilk oturuş son oturuş hükmündedir. Binaenaleyh ilk oturuşun terk edilmesi ile namaz bozulur. Nitekim İmam Muhammed'in kavli bu olduğu gibi kıyas da budur. Lâkin Şeyhayn'a, yani İmam Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre oturmadan üçüncü rek’ata kalkınca bu namaz farza benzeyen bütün bir namaz olmuş; farz oturuş, son oturuş olmuştur ki, istihsan da budur.

    İbni Âbidin hazretleri bu bâbın başında da ilk oturuş hususunda İmam Muhammed'in kavlinin sahih kabul edildiğini söylüyor. Yani terki namazı bozar.

    Fetâvâ-yı Hindiyye’nin nâfileler bahsinde de diyor ki: Bir kimse dört rek’atlik nâfile bir namazda, ilk oturuşta oturmayıp kalkarsa, İmam Muhammed’e göre geri dönüp oturur. İmam Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre dönüp oturmaz, sehiv secdesi yapar. Tatarhâniye'de Attâbiye'den naklen «Sahih olan dönmemesidir» denilmiştir.

    Bu hüküm, dört rek'at kılmaya niyet edildiği zamandır. Eğer dört rek'ate değil de iki rek’at kılmaya niyet edilmiş ve üçüncü rek'ate oturulmadan kalkılmış ise, üç imama göre de geri dönüp oturulur. Şayet, dönülmezse, namaz fâsid olur.

    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Namaz kılarken yanılarak tehiyyattan evvel euzü besmele çekmenin hükmü nedir?
    Cevab: Tahiyyatı ka’denin başında okumak vâcibdir. Şayet bir âyet veya dua kıraatinden sonra okunsa, vâcib mahallinden tehir edilmiş olacağından sehiv secdesi lâzım gelir. (Nimet-i İslâm)
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Mâlikî mezhebini taklit eden bir Hanefî, zaruret halinde öğle namazını İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerinin kavline göre asr-ı sâni vaktinde kılabilir mi?
    Cevab: Üç mezhepte ve İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed Şeybani hazretlerinin kavillerine göre öğle vakti asr-ı evvel vaktinde çıkar. Bu vakit bugün ikindi ezanlarının okunduğu vakittir. Ancak İmam Ebu Hanife’ye göre ikindi namazının vakti asr-ı sani denilen vakitte girer. Bu vakit kışın (21 Aralık) 36, yazın (21 Haziran) 72 dakikadır. Her ay buna göre 6 dakika uzar veya kısalır. Hanefîler öğle namazını dilerse asr-ı evvel vakti girmeden kılar; dilerse asr-ı saniye kadar geciktirir. Ama öğleyi asr-ı evvel girmeden, ikindiyi de asr-ı sani girdikten sonra kılmak iyi olur. Diğer üç mezhepten birini taklid eden Hanefî, öğle namazını keyfi olarak geciktirip de bu vakitte kılamaz. Ama bir özür ve ihtiyaç varsa, kılabilir. Zarurî telfik olur.
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Mâlikî mezhebini taklit eden bir Hanefî, zaruret halinde öğle namazını İmam Ebu Hanife hazretlerinin kavline göre asr-ı sâni vaktine kadar kılabilir mi? Yoksa Hanbelî mezhebine göre mukimken öğle ve ikindiyi cem mi etmelidir?
    Cevab: Her ikisi de câizdir. Ancak cem edecekse Hanbelî mezhebinin şartlarına uyar. Bu da kolay değildir. O halde  Hanefî mezhebinin asr-ı sani ihtilafından istifade etmesi daha iyi olur.
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: İhtilam olan, gece uyanıp farketse, sabah namazı vaktine kadar guslü geciktirmesinde bir mahzuru olur mu?
    Cevab: Cünübün gusletmesi namaz vaktinin sonuna doğru gusledip  o vaktin farzını kılacak kadar zaman kalınca farz olur. Binaenaleyh gusl bu vakte kadar geciktirilebilir. Hazret-i Peygamber'in guslü geciktirdiği vâkidir.
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Amerika’da şu an yaklaşık 4 haftadan beri, Afrika’daki hâdiseler başladığından beri, Cuma namazlarının ikinci rek’atlarında rükü’dan kalktıktan sonra secdeye gitmeden Arabi olarak, ama Kur'an-ı kerimde olmayan dualar okuyorlar. Buna ilk başlarken de bu yaptıklarının Peygamber Efendimizin sünneti olduğunu söylemişlerdi. Namazda Kur'an-ı kerimden başka veya bildirilen dualar ve salavatlardan başka bir kelâmın namazı bozacağını biliyorum. O halde bu şekilde dua yapan imamın arkasında Cuma namazı kılmaya devam etmek uygun olur mu?
    Cevab: Doğrudur. Müslümanların başına bir belâ geldiği zaman kunut duası okumak sünnettir. İbni Abidin vitr bahsinde der ki: “Hanefî mezhebinde vitrden başka namazda kunut okunmaz, Yalnız bir büyük musibetten dolayı imam âşikâre okunan namazlarda kunutu okur. Bazıları bütün namazlarda okuyacağını söylemişlerdir. Eşbah'da bildirdiğine göre vebâ hastalığı en büyük musibetlerden biridir. Böyle bir musibet zamanında imam âşikâre okunan namazlarda kunutu okur. Tahavî diyor ki: Bize göre sabah namazında kunut okunmaması musibet olmadığı zamanlardadır. Bir fitne veya musibet gelirse bunu okumakta beis yoktur. Bunu Rasûlüllah aleyhisselâm yapmıştır. Sabah namazında kunut okunması Hanefîlere göre nesholunmuştur. Ama musibet zamanında okunması bunun dışındadır. Bu kunut, rüküdan sonra okunur. Doğrusu budur. Önce yapılır diyen de olmuştur”. Bu sebeple Cumaya gitmemek ayrıca günah olur. Nitekim musibet olmasa bile sabah namazında Şâfiîler kunut okur. Bunlara uyan Hanefî’nin ellerini kaldırmadan bekleyeceği fıkıh kitaplarında yazılıdır.
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Gayri müslim memlekette de kanunlara uymak gerektiğinden, hız sınırını geçmek, yaya iken yol boş olsa bile yayalar için kırmızı ışık yanarken geçmek günah olur mu?
    Cevab: Trafik ve sigara içme yasağı gibi kaideler örfe girer. Örf, insanların doğru ve güzel gördüğü kaideler demektir. İslâmiyette dört delilden sonra gelen bir delildir. Kur’an-ı kerimde örfe uymak emrolunuyor. Hadis-i şerifte “Müminlerin beğendiği şeyi, Allah da beğenir” buyuruluyor. Dârülislâmda da, dârülharbde de dine ve kanunlara uymak mecburidir. Uyulmazsa günah olur. Yol boş iken kırmızı ışıkta dikkatle geçmek, belki dinen mahzurlu değil ise de, Amerika ve benzeri ülkelerde cezaya sebebiyet verebilir. Müslümanın zarar vermesi ve zarara uğraması câiz değildir.
    23 Mart 2011 Çarşamba
  • Sual: Hiç kazâsı olmayan kimsenin kazâ namazı kılması câiz midir?
    Cevab:

    Kazâya namazı kalan kimse, bunlar birkaç tane ise hemen kazâ eder. Kazâları çok ise, nafaka kazanmak ve istirahat için geçirdiği zamanlardan arta kalan zamanlarda fırsat buldukça her kazâ kılar; hem de nâfile namazların yerine kazâ kılar. Kazâları bitince, tekrar nâfile kılabilir. Kazâya devam da edebilir.

    Fetâvâ-yı Hindiyye’de kazâ namazları bahsinde diyor ki: Attâbiyye'de Ebû Nasr'dan rivayeten : «Hiç bir vakit namazını geçirmemiş olan bir kimse, ihtiyatlı olmayı dileyerek, ömrünün bütün namazlarını kazâ ederse, eğer bunu, namazlarındaki noksanlık ve kerahetten dolayı yapmışsa, yaptığı güzel bir iş olur. Bu sebeplerden dolayı yapmıyorsa namazından şüphe etmiş olur ki bu doğru değildir. Bu kazâları, sabah ve ikindi namazlarından sonra kılmamalıdır. Çünki bu vakitlerden sonra nâfile namaz kılınmaz. Büyüklerin pek çoğu fesada gitmiş olması şüphesi ile namazlarını kazâ etmişlerdir.» Muzmarat'ta da böyledir. Böyle yapan bir kimse, bütün rek'atlerde Fâtihâ ve sûre okur. Zahıriyye'de de böyledir.

    Vitri ve akşam namazını da kazâ eder. Ancak bunları dört rek’at kılar. Çünki üç rek’atlik nâfile olmaz. Hazret-i Peygamber buteyrayı, yani tek rek’atlik nâfileyi men etmiştir. Tahrimen mekruhtur. İbni Âbidin “İmam-ı Azam Ebu Hanife’den nakledilen ömrü boyunca kıldığı namazları kazâ etmiştir sözü sahih ise, akşam ile vitri dört kılmıştır deriz” diyor (Vitr ve Nevâfil Bâbı, I/489-490, Türkçe tercemesi III/76)).

    Şöyle ki: Vitri üç rek'at kılar; kunut yapar ve teşehhüd miktarı oturduktan sonra kalkıp bir rek'at daha kılar. Bu durumda,  kazâya kalmış vitri varsa, onu kılmış olur; yoksa kıldığı bu namaz nafile olur. Ve bu kimsenin, nafile bir namazda kunut duası okumuş olması hiç "bir zarar vermez. Akşamda da böyle yapar; üçüncü ve dördüncü rek’atlerde sure okur. Cuma günü zuhr-i âhir kılan da eğer kazâsı yoksa son iki rek’atte sure okumalıdır. Sünnet namazlarda her rek’atte sure okumak şarttır. Farzlarda şart değil ise de okumanın mahzuru yoktur.

    Namazı şartlarına uygun olarak kılanın namazı sahihtir. Vesveseye lüzum yoktur. Namazın şartlarından birinin eksik olduğunu sonradan anlaşılırsa, bu namazı iade müstehabdır. Vâcib, sünnet ve müstehablardaki eksiklik yahud kerahetle kılma hâlinde de böyledir. Farz ve vâciblerdeki eksiklik kasıtlı ise her zaman iade vacibdir. İlk kıldığı sahih ise, bu kıldığı nâfile olur. İlk kıldığında bozukluk varsa, bu onun yerine geçer. Üç rek’atlik farz kazâsına bir rek’at daha eklemek mahzurlu değildir. Bid’at ile vâcib olmasında tereddüd edilen şey terk edilmez. Tatarhâniyye’de seleften birçokları bozulma şüphesiyle namazlarını kazâ etmiş; ama sabah ve ikindiden sonra bunu yapmadıkları gibi akşam ve vitri de üç oturuşla dört rek’at kılmışlardır. (İbni Âbidin, Vitr ve Nevâfil Bâbı).

    Kazâsı olan kimsenin, akşam ve yatsının son sünnetinde üç rek’atlik kazâ kılması mahzurlu değildir. Çünki sünnet olan o mahalde vaktin farzından başka bir namaz daha kılmaktır. Kazâ namazı, vaktin farzından başka bir namazdır. Kazâ kılınca bu sünnet yerine getirilmiş olur. Ama sevabı elbette kazâsı olmayandan daha aşağıdır. Kazâsı olanın kazâ kılması, nâfile kılmasından evlâdır.  Ancak beş vaktin sünnetleri ile duhâ gibi namazlar böyle değildir. Kazâsı olan bunları ayrıca kılabilir. Evlâ olan budur. Yerine kazâ kılsa da olur. Ancak bu söylenenler özürle kazâya kalmış namazlar içindir. Özürsüz kazâya namazı kalan kimse nâfile kılarsa sevab alamaz.

    Akşam namazını kılmış olan bir kimse imama uyarsa, imam sağa selâm verince kalkıp bir rek’at daha kılar. Bu namazı sahih olursa da, imama muhalefet ettiği için mekruh işlemiş olur. Bu kimsenin ikamet getirilirken bile olsa o mescidden çıkması gerekir. Çünki ya imama uyacak, ya da namaz kılmadan duracaktır. Namaz kılmadan durmanın keraheti, imama uymaktan daha fazladır. (İbni Âbidin, İdrâk-i Farîza (Farza yetişme) bâbı)

    4 Nisan 2011 Pazartesi
  • Sual: İlahiyat Fakültesi’nde talebeyim. Aliyyü’l-Kari’nin Fıkh-ı Ekber şerhini okurken burada Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin kurtulamayan fırkalar arasında Hanefîleri de saydığı yazıyor. Bu ibare beni şaşırttı. Ne demek istendiğini anlayamadım.
    Cevab: Bahsettiğiniz ibare kitabın 132. Sahifesinde geçiyor. Şeyh Abdülkadir, burada Kaderiye taifesinden bahsediyor. Kaderiye, Mutezile’nin bir başka adıdır. 72 bid’at fırkasından birisidir. Kaderi inkâr ettikleri için bu isimle anılmışlardır. Mutezile mezhebinin o asırdaki mensupları, fıkıh olarak Hanefî mezhebine bağlıydı. Nitekim Zemahşerî, Zâhidî gibi Mutezile âlimleri, fıkıhta Hanefî mezhebini taklid ederdi. Şeyh’in bahsettiği bütün Hanefîler değil, Mutezile itikadındaki Hanefîlerdir. Hatta kitabı hazırlayan, meselenin aslından haberdar olmadığı için, işgüzarlık edip bir de dipnot koymuş. Şeyh Abdülkadir’in Ganiyye kitabının Günyetü't-Tâlibîn adıyla Türkçeye tercemesinde buranın tercüme edilmeyip atlandığını, bunun ilim ve tercümede sadakat anlayışına uymadığını söylemiş.
    5 Nisan 2011 Salı
  • Sual: Kavmede ve celsede durmanın azami mikdarı ne kadardır?
    Cevab: Kavme ve celsede, yani rükü’dan doğrulunca ve iki secde arasında bütün azaların sükûnet bulmasından sonra bir tesbih mikdarı durmak lâzımdır. Bu vâcibdir. Hanefî mezhebine göre kavmede rabbenâ lekel-hamd denir, celsede ise bir şey söylenmez. Bundan sonra sadece bir subhanallah daha diyecek kadar durmaya izin bulunmaktadır. Bundan sonrası mekruhtur. Hatta bazı âlimler secde-i sehv gerekeceğini söylemiştir.  (İbni Âbidin, Namazın Vâcibleri.) Hanbelî mezhebinde ayrıca her ikisinde de söylenecek tesbihler vardır. Okunacağını gösteren deliller Hanefî’de nâfile namaza hamledilmiştir. Celsede Allahümmeğfirli dense de mekruh olmaz. Hatta mendub olur. Şâfiîler de bunları söylemeyi yalnız kılana veya söylenmesi kendilerine ağır gelmeyecek cemaate hamletmiştir. (İbni Âbidîn, Namazın Âdâbı.)
    6 Nisan 2011 Çarşamba
  • Sual: Namazdaki birisi namazda olmayan birisinin sözüne cevap verirse namaz bozulur mu?
    Cevab: Namaz kılarken namazda olmayan birisinin sözüne cevap vermek namazı bozar. Selâm verenin selâmını almak, aksırana yerhamükallah demek böyledir. Allahü teâlâ’nın ismi anılır da celle celâlühü, Hazret-i Peygamber’in ismi söylenir de aleyhisselâm, bir musibet işitir de innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn, Kur’an-ı kerim okunur da sadakallahü’l-azîm derse bozulur. Namazda olmayanın okuduğu Fâtiha’ya âmin demek ihtilaflıdır. Bazı âlimlere göre namazdaki birisi, namazda olmayanın duasına âmin derse, İmam Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre namazı bozulur. İmam Ebu Yusuf’a göre bozulmaz. Müteahhirîn ulemâsı bozulacağını tercih etmiştir. (İbni Âbidîn, Namazı Bozan Şeyler).
    6 Nisan 2011 Çarşamba
  • Sual: Namazdaki birisi başkasının sözüyle rükü ve secdeye gitse, hareket etse, namazı bozulur mu?
    Cevab:

    Büyük bir mescide müezzin tekbirleri yüksek sesle alıyorsa, o sırada içeri giren birisi imamın rükü’ya eğildiğini görüp müezzine tekbir almasını söylese, müezzin de bu adamın sözüyle tekbir alırsa namazı bozulur. Bozulmaz diyenler de vardır. Mutemed kavil bozulmamasıdır. (İbni Âbidîn, Namazı Bozan Şeyler). Kınye’deki malumata nazaran, yalnız kılan birisine ileriye gitmesi söylenir de o da emre uyarak ilerlerse namazı bozulur. Saftaki boşluğa bir adam girer de namaz kılan kimse ilerleyecek ona yeri genişletirse namazı bozulur. Bu hükmün gerekçesi Allah’ın emrinden başkasına uymuş olmasıdır. Tahtâvî ise dinin emrine uyarak yaptı ise bozulmaz; içeri girenin emri ile yaptı ve onun hatırını kollayarak dinin emrini hatırlamadı ise bozulur diyerek iki hâli ayırmıştır. (İbni Âbidîn, İmamet Bahsi).

    6 Nisan 2011 Çarşamba
  • Sual: Meyyit ( ölü ) yıkanırken nasıl yatırılması gerekir?
    Cevab: Hasta sekerat hâlinde (ölmek üzere) iken ima ile namaz kılıyor gibi yüzü ve ayakları kıbleye gelecek şekilde yatırılır. Ölüm tahakkuk ettikten sonra soymak üzere sedire ve yıkanmak üzere teneşire yatırıldığında bazıları aynı şekilde yatırılır; bazıları ise kabirdeki gibi sağ tarafı kıbleye gelecek şekilde yatırılır demiştir. Bazıları ise nasıl mümkün ve kolay ise o şekilde yatırılır demiştir. Esah kavil de budur. (İbni Âbidîn, Cenâze; Fetâvâ-yı Hindiyye, Cenâze).
    6 Nisan 2011 Çarşamba
  • Sual: Avret yerinin yalnız iken de örtülmesi gerekir mi?
    Cevab: Avret yerini örtmenin farz olması namaz içine ve dışına şâmildir. Namaz dışında halk huzurunda örtünmek bilittifak farzdır. Tenha yerde ise sahih kavle göre farzdır. Ancak sahih bir maksaddan dolayı açmak câizdir. Sahih bir maksaddan dolayı avret yerini açmak helâya oturmak ve taharetlenmek gibi yerlerde olur. Yalnız başına yıkanmak için soyunmak hususunda birtakım kaviller vardır. Bazılarına göre yıkanmak için çıplak kalmak mekruhtur. Bazılarına göre inşallah ma'zurdur. Bir kavle göre beis yoktur. Diğer bir kavle göre az müddet de olursa câizdir. Başka bir kavle göre küçük hamam odasında câizdir. Küçük hamam odası ellerini iki yana açtığı zaman duvara değen odadan küçük odadır.
    Namaz dışında tenhada örtmesi icap eden yerden murad mahremlerinin bakması câiz olmayan göbek ve dizlerin arası ile karın ve sırtıdır. Kadına evinde yalnız iken başını açmaya ruhsat verilmiştir. Onun için evlâ olan, mahremlerinin yanında ince ve altındakini belli eden bir başörtüsü sarmaktır.  (İbni Âbidîn, Namazın Şartları).
    6 Nisan 2011 Çarşamba
  • Sual: Hanımımla bazı kötü hadiseler yaşadık. Hanımıma söylediğim 3 söz var, bunlar talak gerektiriyor mu? 1- Ben bu evde durmam sözüne karşılık defol git nereye istiyorsan dedim. 2- Babası annesinin hasta olduğunu, kızlarını getirmemi istedi. Hanım büyük bir valiz hazırlamış, anladığım kadarıyla bu işi bitirmek istiyordu. Bu valizi ikiye böl dedim, kabul etmedi, tamam dedim iki valiz yap, eşyalarının hepsini götür dedim. 3- Tahmin ettiğim gibi işi bitirmeye karar vermişler, büyüklerimin ricasıyla tekrar hanımı arayıp kendisini evliliğimizin bitmemesi için ikna etmeye çalıştım. Kabul etmeyince, peki bu iş benim içinde bitti dedim. Sonunda tekrar birleşiyoruz, bu durumda söylediklerim 3 talak gerektiriyor mu, gerektiriyorsa ne yapmamız lazım?
    Cevab: 1-Boşanma niyetiyle söylendi ise, bir bâin talak olmuştur. Boşanma niyeti ile söylenmemişse talâk yoktur. 2-Boşanma niyetiyle söylenmemiş ise mesele yok. Boşanma niyetiyle söylenmiş, ama öncekinden ayrı ikinci bir talâk kasdedilmemişse, önceki talâkı haber vermiş olur. İkinci bir talâk sayılmaz. 3- Boşanma niyetiyle söylenmemiş ise mesele yok. Boşanma niyetiyle söylenmiş, ama öncekinden ayrı üçüncü bir talâk kasdedilmemişse, önceki talâkı haber vermiş olur. Üçüncü bir talâk sayılmaz. Bâin talâk ıddeti içinde ikinci bir bâin talâk, ayrı bir talâk sayılmaz.
    14 Nisan 2011 Perşembe
  • Sual: İslâmiyetten haberi olmayan Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin âhirette gideceği yer hususunda Müslüman kaynakları ne söylemektedir?
    Cevab:

    “Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” mealindeki âyet-i kerimeleri (İsrâ: 15, Kasas: 59) nazara alan İmam Eş’arî, kendilerine peygamber gönderilmeyen gayrımüslimlerin ehl-i necat olduğunu, yani cehenneme gitmeyeceklerini söylemiştir. Çünki İmam Eş’arî, Şâfiî usulüne tâbi olduğu için, ibarelere çok ehemmiyet vermektedir. Ama aklî delillere ve şeriat sahibinin maksatlarını ön planda tutan İmam Mâtüridî, bunu gayrımüslimlerin peygamber gönderilmedikçe ibâdetten mesul tutulamayacağı mânâsına hamletmiş; Hazret-i İbrahim’in Kur'an-ı kerimde anlatılan yıldızlara, sonra aya, sonra güneşe bakarak, hepsinin battığını, o halde bunları böyle hareket ettiren ve asla batmayan (yok olmayan) bir yaratıcının bulunduğunu anlamak gerektiğini bildiren kıssasına (En’am: 76-78) bakıp, insanların aklıyla bir yaratıcının varlığını bulmaya muktedir olduğunu, o halde aklıyla bir yaratıcının varlığını bulamayanların ehl-i necat olmadığını söylemiştir.

    Ehl-i necat demek, cehenneme gitmez demektir. Peki nereye gider? Onu ikisi de söylemiyor. Bu hususta sonra gelenler tarafından çok farklı söylenmiştir. Bazıları cennete girer demiştir. Bazıları A’raf’ta, yani cennet ile cehennem arasında bir yerde kalır demiştir. Muhyiddin Arabî gibi bazıları, kıyamet günü Hazret-i Peygamber onları dine davet eder; kabul eden cennete, etmeyen cehenneme gider demiştir.

    Müşriklerin küçükken ölen çocukları için de bazıları “Her doğan, müslüman fıtratı üzere doğar” hadîs-i şerîfi gereği cennete gider dedi. Bazıları “Rabbimden müşrik çocuklarının cennette müminlere hizmetkâr olmasını diledim. Rabbim kabul etti. Çünki onlar babaları gibi müşrik değildir. Önceki misaktadır (yani ezelde verdikleri iman sözü üzeredir)” hadîs-i şerîfi gereğince cennette müslümanlara hizmetçi olur dedi. Bazıları Cennet ve Cehennem arasında kalan A’raf adlı yerdedir dedi. Bazıları, ilm-i ilahîde âkıl ve bâliğ oldukları zaman mümin olacağı belli ise cennete, değilse cehenneme gider dedi.  Bazıları anne ve babalarına tâbi olarak cehenneme gider dedi. Nitekim Hazret-i Hadice, Hazret-i Peygamber’e Câhiliye devrinde ölenlerin çocuklarının hâlini sorduğu zaman “Onlar ateşdedir” cevabını almıştı. Bazıları Allah’ın dilediği yerdedir dedi. Bazıları âhirette imtihan olunur ve mihnet çekerler dedi. Bazıları hayvanlar gibi toprak olurlar dedi. Bazıları ise sükûtu tercih etti. Bütün bunlar İmam Süyûtî’nin Tevşîh adlı eserinde zikredilmektedir. Hâdimî Berîka’da (C. I, s. 287-288) ve Kâdızâde Âmentü Şerhi’nde (s. 277) naklediyor. Görülüyor ki bu hususta hadîs-i şerifler ve kaviller muhteliftir. Süyûtî sahih kavli, İmam Muhammed’den ve Devânî’nin Nevevî’den naklettiği üzere Allahü teâlâ günahsız hiç kimseye azap etmeyeceği vechile bunların cehennemlik olmadığı istikametinde bildiriyor.

    Bu mesele, İmam Rabbani hazretlerinin Mektûbât’ında da ele alınmaktadır (I. Cild 259. mektub) Kelâmda müctehid olan  İmam Rabbânî, şöyle diyor: “Ebû Mensur Mâtüridî ve yetiştirdiği büyükler, acaba neden Allahü teâlânın varlığını ve birliğini aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda, çölde yetişip de putlara tapanların, peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Akılları ile bulmaları lâzım idi, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakikat duyurulmadıkça, kâfir olmayacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, peygamberler ile gönderilmektedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azap yapılmaz.”

    Şöyle bir sual sorulsa: “Dağda yetişip, hiç bir din duymayıp puta tapan müşrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lâzım gelir. Bu da olamaz. Çünki müşriklere, Cennet haramdır, yani yasaktır. Bunların yeri Cehennemdir. Nitekim, Allahü teâlâ, Mâide sûresi yetmişbeşinci âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın meâlen, (Allahü teâlâdan başkasına tapınanlar, başkalarının sözlerini Onun emirlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onların konacağı yer Cehennemdir) dediğini beyan buyurdu. Âhırette Cennet ile Cehennemden başka yer de yoktur. A’raf’ta kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalınacak yer, ya Cennettir, ya Cehennem! Bunlar hangisinde kalacaktır?”

    “Bu suali halletmek için, Fütûhât-i Mekkiyye sahibinin [Muhyiddin el-Arabî]: (Peygamberimiz, kıyâmet günü, bunları dine davet eder. Kabul eden Cennete, etmeyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakire iyi gelmiyor. Çünki âhıret, mükâfat yeridir, hesap yeridir. Emir yeri, iş yeri değildir ki, oraya peygamber gönderilsin! Çok zaman sonra, Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu meselenin hallini ihsan eyledi. Şöyle bildirdi ki, bu müşrikler, ne Cennette, ne Cehennemde kalmayacak, âhırette diriltildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatleri kadar mahşer yerinde azap çekecektir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmayacaklardır. Herkesin aklı birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanılırken, iyiliklerine, merhametine son bulunmayan sahibimizin, peygamberleri ile haber vermeden, yalnız akılları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşte yakacağını söylemek, bu fakire ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennette kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersiz ise; sonsuz azap çekeceklerini söylemek de öyle yersiz oluyor. Nitekim, itikadda ikinci imamımız Ebul-Hasen Eş’arî, bunların Cehenneme girmeyeceklerini söylüyorsa da, bu sözünden, Cennette kalacakları anlaşılıyor. Çünki ikisinden başka yer yoktur. O halde cevabın doğrusu, bize bildirilendir. Yani bunlar mahşer günü, hesapları görüldükten sonra, yok edileceklerdir. Bu fakire göre, kâfirlerin çocukları da böyle olacaktır. Çünki Cennete girmek, iman iledir. Ya kendisi iman etmiş olacak, veya imanlının çocuğu olduğu için, yahud ana-babası birlikte mürted olunca [dinden çıkınca], kendisi dârülislâmda kaldığı için imanlı sayılmış olacaktır. Dârülislâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmîlerin [gayrımüslim vatandaşların] çocukları da dârülharbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünki bu çocuklarda iman yoktur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, tekliften sonra inanmamanın cezâsıdır. Çocuk ise, mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi diriltilip, hesapları görüldükten sonra yok edileceklerdir. Eskiden bir peygamberin vefatından sonra çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozularak unutulduğu zamanlarda yaşayıp, peygamberlerden haberi olmayan insanlar da kıyâmette böyle sonradan tekrar yok edileceklerdir.”

    İmam Rabbânî hazretleri bu sözüyle Mâtüridiye ile Eş’ariye mezhebinin sözlerinin arasını bir bakıma bulmuş oluyor. İnsan, aklıyla düşünerek yaratıcının varlığını bilebilir. Ancak emir ve yasaklarla muhatap olmak, bir peygamberin bildirmesiyle olur. Bir yaratıcının varlığının bilgisi kendisine ulaşan bir kimse, düşünmezse ve düşünmediği için anlamaz ve iman etmezse veya düşünüp bulduktan sonra, bu akla ve fenne uygun değildir diyerek iman etmezse, mesul olur. Kendisine bir peygamber tebliği ulaşmadığı için, aklıyla düşünmeyip, bir yaratıcının varlığını anlamayan kimse, iman etmiş sayılmaz; ancak mesul de olmaz. Cennete de, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azap, buna yapılmaz. Hesabı görüldükten sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. İmam Rabbânî hazretlerinin, kıyamette hayvanların toprak olmasına kıyas ederek bu ictihada vardığı anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Rabbânî hazretleri Mebde ve Me’âd kitabının otuzuncu fıkrasında der ki, “Kelâm ilmine ait meselelerde bu fakirin kendine mahsus görüşü ve hususî ilmi vardır. Mâtüridiye ve Eş’ariye arasındaki ihtilaflı meselelerin çoğunda, o meselenin anlaşılması başladığı zaman hakikatin Eş’ariye tarafından olduğu malum oluyor. Fakat keskin görüş ve firâset nuru ile bakılınca, açıkça anlaşılıyor ki, hak, Mâtüridiye tarafındadır. Kelâm ilmindeki ihtilâflı meselelerde, bu fakirin reyi Mâtüridî âlimlerinin görüşüne uygundur.”

    Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizamı incelemek; peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrendikten sonra farz olmaktadır. Hanefî âlimi İbni Âbidîn hazretleri Reddü’l-Muhtar’ın mürted bâbında buyuruyor ki: “Buhârâ âlimleri dediler ki, peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz. Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtar olan kavl de budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allah’ın varlığını anlamaması özür olmaz) sözünden murat ve maksat, peygamberlerden işittikten sonra, anlamaması özür olmaz demektir, dediler. Bu takdirde İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin: (İnsanların akıllarıyla Allah’ı bilmeleri vâcib olurdu) kavlindeki (vâcib olurdu) kelimesinin manasını (lâyık olurdu) manasına hamletmek gerekir.” Demek ki Hanefî âlimlerinden bir kısmı da İmam Eş’arî’nin görüşündedir.

    Netice itibariyle İmam Rabbânî hazretlerine göre: Şâhikü’l-cibâl yani dağlarda yaşayıp kendisine peygamber tebliğatı ulaşmayan veya ehl-i fetret, yani bir peygamberden çok zaman geçip, iman bilgilerinin unutulduğu veya zâlimlerce değiştirildiği bir zamanda (fetret devrinde) yaşayan müşrikler cehenneme gitmeyecek, hayvanlar gibi yok edileceklerdir. Kâfirlerin küçükken ölen çocuklarını da böyledir.

    Şu kadar ki, dağlarda veya fetret devrinde yaşayıp, peygamber tebligatı kendisine ulaşmayan, fakat tevhid inancında olanlar ve bunların küçükken ölen çocukları böyle değildir. Bunların Mâtüridî ve Eş’arî mezhebine göre ehl-i necat olup, cennete gidecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim Kâdızâde Ahmed Efendi, Ferâidü’l-Fevâid adındaki Âmentü Şerhi’nde diyor ki: “Aklı olana özür ve bahane yoktur. Eğer câhil, İslâm dinini işitmeyip, nazar ile sahih marifet elde ederse, hakikaten mümin olup, Cennetlik olur. Eğer imandan ve küfrden birini elde edemezse, mazur olup, hükmen mümin kılınıp, Cennet ehli olur. Küfr itikad ederse, mazur olmaz, kâfir olur, Cehennem ehli olur. Zira ehliyeti olduğu açıktır. Âlimlerin çoğu Ebû Hanife mezhebini böyle beyan ettiler. Bazıları İmam-ı A’zam’a göre İslâm dinini duymayıp, küfr ve iman etmeyen mazur olduğu gibi; dini duyup, mukaddem tertiplerde [yani İbrahim aleyhisselâm kıssasında anlatıldığı üzere kâinattaki düzene bakarak Allahü teâlânın varlığını ve birliğini anlamakta] hata edip kâfir olan dahi mazur olur dediler. Eş’arî’den, “İslâm dinini duymayan, kâfir de olsa mazurdur. Ehl-i cennettir” diyenler buna delil İsrâ sûresi onbeşinci âyet-i kerimesinin sonu olan (Biz bir ümmete resul gönderip hak yoluna davet etmeyince, azab etmeyiz) kelâmını göstermektedirler. Hanefîler tarafından bu âyet-i kerime şer’î hükümler hakkında olup, ma’rifet hakkında değildir. Bu bildirilen ayrılıklar, ayırıcı akıl hakkındadır.” (İstanbul 1978, s. 22-23)

    İmam Gazâlî hazretleri Türkçeye de çevrilip basılmış olan Faysalü’t-Tefrika  kitabında, “Hazret-i Muhammed’in ismini hiç işitmeyenlerle, ismini işitse bile vasıf ve hususiyetlerini işitmeyenler veya bu vasıfları zıdlarıyla beraber işitenler rahmet-i ilahiyyenin şümulünde olup ehl-i necattır. Bugün İslâm daveti kendilerine ulaşmayan Rumlar ve Türkler böyledir. Çünki bunlar Hazret-i Peygamber’i belki işitmiştir ama, hayalî veya yalancı bir şahıs olarak işitmiştir” diyor. (Kâhire 1325/1907, s. 22 vd.) Bu da İmam Rabbânî hazretlerinin yukarıda zikredilen kavliyle benzemektedir. Nitekim bugün bütün dünyada Hazret-i Peygamber ve tebligatı doğru olarak herkes tarafından bilindiği kat’î olarak söylenemez. Hele İslâmiyet aleyhinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğü bir zamanda, basit insanların İslâmiyet ve Hazret-i Peygamber hakkında doğru bir bilgi öğrenmesi fevkalâde zordur.

    Said Nursî bugün dünyada yaşayıp İslâmiyeti hakkıyla işitmemiş olan gayrımüslimlerin ehl-i fetret olup cennete gideceğini söylediği için tenkid edilmektedir (Kastamonu Lâhikası, s. 69-70, 111; Mektubat, 28. mektup, 8. mesele, s. 385). Eş’arîler fetret ehline ehl-i necat dediği için, kendisi de Şâfiî-Eş’arî olan Said Nursî Efendi böyle söylemiştir. Burada onbeşinden küçük olanların ne dinde olursa olsun şehid olacağı; onbeşinden büyük olanların ise cihan harbine sebebiyet vermeyip, masum ve mazlum iseler şehid olacağı sözü problemlidir. Bir çocuk onbeşinden önce de bülûğa erebilir ve şer’en mükellef hâle gelir. Ayrıca eğer bu gayrımüslimler hakikaten ehl-i fetret iseler, ehl-i necattır. Ehl-i necat, ehl-i cennet kabul edilse bile; şehidlik ancak Allah yolunda ölen müslümanlar için sözkonusudur. Hükmî şehidlik gibi istisnaî bir hâli burada mevzubahis etmek, doğrusu söz götürür. Üstelik cihan harbine sebebiyet verip vermemenin ahkâm-ı islâmiyye bakımından bir ehemmiyeti yoktur. Bu, siyasî bir keyfiyettir. İmana tealluk etmez. Nitekim önceki cihan harbine sebebiyet verenlerin bir kısmı da Müslüman Türkler arasından çıkmış olup, Said Nursî Efendi’nin eserlerinde bunlardan övgüyle bahsedilmektedir. Bir başka enteresan husus da, müsamahaya mazhar görülen sınıfın Hıristiyanlar oluşudur. Bu mantıkla Yahudîlerin de ehl-i necata dâhil edilmesi beklenirdi. Yahudîlerin, tevhide Hıristiyanlardan daha yakın olduğu herkesçe malumdur. Avrupa’da tarih boyunca hunharca katledilen, mallarına el konulan ve yurtlarından atılan Yahudîlerin sayısı, mazlumen ölen Hıristiyanlardan az değildir.

    14 Nisan 2011 Perşembe
  • Sual: Ben bir yurtta kalıyorum. Bu yurtta müdürün ajanları var. Bunlar öğrencilerin idareyi sevmemesine sebep oluyor. Mesela ben tatil günü bilgisayarla meşgul olursam, müdür bilgisayara çok takılma yoksa bilgisayarını alırım diyor. Odada ne olsa müdür hepsini biliyor. Yanlış anlaşılmak gibi kötü şeyler oluyor. Ajanlık yapanlar kul hakkına girer mi?
    Cevab: Kur’an-ı kerim insanların ayıplarını, günahlarını araştırmayı yasaklıyor. Ajanlık, ispiyonculuk, müzevirlik caiz değildir. Talebe arasında ispiyoncu bulundurmak fitne çıkmasına sebebiyet verir. Müslüman, bir din kardeşinin dine aykırı bir hareketini görürse, bunu tatlılıkla ikaz eder. Dinlemezse, kendisi bilir. Dinlemeyeceğini biliyor veya çok zannediyorsa yahud söylediği zaman fitne çıkacağından korkuyorsa, bir şey söylemez.  Kimseye de anlatmaz. Kalben bu hareketi tasvip etmez. Dinin emri budur. Ancak bir kimse kul hakkına taalluk eden bir şey yapmışsa, karşı taraf görenin şahit olmasını isterse, o zaman şahitlik yapar. Bunun dışında kimseye anlatamaz. Kendisinin veya başkasının günahını herkese anlatmak ayrı bir günahtır.
    Talebe yurtları ile bu yurtta kalan talebe arasındaki münasebet, otel ile otelde kalanın münasebeti gibidir. Bu da fıkhın icâre akdi hükümlerine tâbidir. Müdür, talebenin amiri veya emiri değildir. Müdür, yurtta çalışan hizmetlilerin amiridir. İslâm hukuku hâdiseye böyle bakar. Dolayısıyla, yurtta kalan talebelerin hususî hayatına karışılamaz. Ancak umumî ahlak ve adaba aykırı davranılırsa veya başkaları
    rahatsız edilirse yahud da talebe yurtlarını tanzim eden mevzuatın icab ettirdiği hallerde müdahale edilebilir.
    Meselâ yurtta başkalarının yanında sigara içmek, şortla gezmek, yüksek sesle müzik dinlemek, hırsızlık yapmak, hakaret etmek, fiilî tecavüzde bulunmak, yurt eşyasına zarar vermek gibi haller buna misal gösterilebilir. Bilgisayarla meşgul olmak, sakal traşı olmamak, kot pantolon giymek, yurda geç gelmek, yurttaki konferanslara katılmamak gibi haller, müddet bitmeden akdi fesih hakkını vermez.
    Yurt idaresi, başlangıçta canının istediği talebeyi yurda alır; istemediğini almaz. Başta yurttaki kaide ve prensipleri bildirir ve talebeyi bu şartla kabul edebilir. Buna kimse karışamaz. Ama yurda kabul ettikten sonra tek taraflı olarak talebeyi yurttan çıkaramaz. Sonradan kâide ve prensip koyamaz. Bir insanın zâtî hak ve hürriyetlerini ihlâl edici keyfî kâide ve yasaklar hiç getirilemez. Yurt idaresi talebenin yurtta kalmasını istemiyorsa, mukavele müddeti bitince, hiçbir sebep göstermek mecburiyetinde olmaksızın talebeye yurttan ayrılmasını söyler. Ders yılı içinde talebeyi yukarıda sayıldığı gibi haklı sebeplerden birisi mevcut olmadıkça yurttan çıkaramaz. Çıkarırsa, akde aykırı davranmış ve kul hakkına girmiş olur. Üstelik talebe yurtlarının, kendisine düşman kazanmasına sebebiyet verir ki bu da aklın kabul edeceği bir şey değildir.
    Talebe, müdürü; müdür de talebeyi sevmek mecburiyetinde değildir. Talebe de bu yurtta kalmak istemiyorsa, çıkar. Kalmak mecburiyetinde ise, tahsili bitene kadar sabreder. İdarenin istemediği işleri yapmamaya, yapsa da göstermemeye dikkat eder. Münakaşa etmek doğru değildir. Haklı olduğu halde münakaşayı terk edene cennette köşk verileceğini Hazret-i Peygamber va’d etmektedir. Sabrın sonu selamettir.
    15 Nisan 2011 Cuma
  • Sual: Hayvan zekâtına erkek hayvanlar da dâhil midir?
    Cevab: Zekât, sâimenin, yani senenin yarısından fazla otlakta otlayan küçükbaş (koyun, keçi) veya büyükbaş (sığır, manda, deve) hayvanların erkeklerine de, dişilerine de farzdır. (Fetâvâ-yı Hindiyye, Sâime Zekâtı)
    15 Nisan 2011 Cuma
  • Sual: Satmak, yemek , yük taşıtmak niyetiyle ahırda beslenen hayvanların zekâtı var mıdır?
    Cevab: Eti veya yük taşıması için beslenen hayvanlarda hiç zekât yoktur. Ticaret için (satmak için) ahırda beslenen veya velev senenin yarısından fazla otlakta otlayan hayvanlarda ticaret zekâtı vardır. Bunun nisbeti de zekât nisbeti olan kırkta birdir. Sâime olan bin koyunun zekâtı bir yılda on koyun iken, ticaret için olan bin koyunun bir yıllık zekâtı yirmi beş koyundur. Sâime olan hayvanı sonradan satmaya niyet etse ticaret malı olmaz. Ama ticaret için aldığı hayvanları satmayıp beslemeye niyet etse ve sâime yapsa, sâime olur ve sâime zekâtına girer.(Fetâvâ-yı Hindiyye, Sâime Zekâtı)
    15 Nisan 2011 Cuma
  • Sual: Ezan okunurken dinleyen kimseye selâm verilir mi?
    Cevab: Ezanı işiten kimsenin derhal mahallesindeki mescide giderek cemaate iştirak etmesi lâzımdır. Dil ile icabet etmesi (yani ezan kelimelerini tekrar etmesi ve aralarında söylenmesi sünnet olan zikrleri söylemesi) kâfi değildir. Vakit varsa dil ile icabet eder. Sonra yürüyerek mescide gider. Ancak cemaate gitmekten alıkoyan bir özür varsa dil ile icabet eder. “Müezzini işittiğiniz vakit siz de onun dediği gibi deyin! Sonra bana salâvat getirin!” hadîs-i şeriftir. Mescidin içinde ise zaten ezana icabet etmiş sayılacağından dil ile icabet etmesi gerekmez. Ederse de zararı yoktur. Bahr’de bildirildiği üzere ezanı işiten kimsenin konuşmaması, ezan ve ikamet hâlinde bir şeyle meşgul olmaması, selâm dahi alıp vermemesi gerekir. Bunların hepsi ezanın nazmını bozar. Ezan okuyana selâm vermek meşru olmadığı gibi, almak da vâcib değildir.  Müezzin nefeslendiği sırada selâmı alabilir ise de, bunu da yapmamak iyidir. (İbni Âbidin, Ezan bahsi)
    19 Nisan 2011 Salı
  • Sual: Bir fıkıh kitabında Hadîka’dan naklen diyor ki: (Ehl-i kitabın dârülharbde kesmiş oldukları, aksi sâbit olmadıkça, temiz kabul edilir. Mecûsînin, kitapsız kâfirlerin etli yemeklerini yimek, onların kestiği kat’î bilinmediği için, tenzîhen mekrûhtur. Şimdi kasaptan alınan etler de böyledir.) Şimdi bizim kasaplardan veya marketlerden aldığımız etleri yememiz tenzîhen mekruh mudur?
    Cevab: Yukarıdaki ibareden anlaşılan şudur: Dârülharbde kasap eğer putperest, dinsiz veya mürted ise, bunun sattığı eti yemek tenzîhen mekruhtur. Çünki kendisinin kesme ihtimali vardır. Dârülharbde eti satan kasab Müslüman veya Ehl-i kitab ise hiç mekruh değildir. Kaldı ki o kitap yazıldığı zaman, eti satan kasaplar keserdi. Şimdi şehir ve kasabalarda et satan kasap ve marketlerin, o etin kesimiyle hiç alâkası yoktur. Kendileri kesmeyip mezbahadan alırlar. Kanunen de böyledir. Bu sebeple bugün Türkiye’deki Müslüman veya Ehl-i kitap kasap ve marketlerden alınan etlerde bir kerahet mevzubahis değildir. Böyle olmayanlardan da, kendilerinin kesmediği kati olduğu için et almak veya ikram ettikleri etli yemekleri yemek mübahtır.
    25 Nisan 2011 Pazartesi
  • Sual: Cuma günü ezan okunduktan sonra alış-veriş yapmak mekruh olduğuna göre, Cuma namazı ile mükellef olmayanlara da alış-veriş yapmak mekruh mudur?
    Cevab: Cuma günü iç ezan okunduktan sonra imam Cuma'nın farzında selâm verene kadar işiyle meşgul olmak veya alış-veriş yapmak Cuma ile mükellef olanlara tahrîmen mekrûh olur. Nitekim kadınlar, Cuma ile mükellef olmadıklarından onlara mekruh değildir. (Ni’met-i İslâm, Tefsir-i Kurtubî)
    22 Mayıs 2011 Pazar
  • Sual: Fıkıh kitaplarında abdestin sünnetlerini anlatırken “Enseyi, üçer bitişik parmaklarla, bir kere mesh etmek” diye yazdıktan sonra, diyor ki: Son üçünü birlikte yapmak için, iki el ıslatılıp, iki elde de, üç bitişik ince parmak birbirine yapıştırılıp, iç tarafları, başın önünde, saçların başlangıcına konmak üzere iki el başa konur. İki elin bu üç parmağının uçları, birbirine dokunmalıdır. Baş ve şahâdet parmakları ve avuç içleri havada olup, başa dokunmaz. İki el, arkaya doğru çekilerek, üçer parmak, başı mesh eder. Eller, arkadaki saç kenarına gidince, üçer parmak, baştan ayrılıp, iki elin avuç içleri, kafanın yan tarafındaki saçlar üzerine yapışdırılıp, arkadan öne çekilerek, başın yan tarafları mesh edilir. Sonra şahâdet parmakları kulakların iç tarafına ve baş parmakların iç yüzü, kulak arkasına konup, kulaklar yukarıdan aşağı mesh edilir. Sonra, diğer üç parmakların dış yüzleri enseye konup, ensenin ortasından, iki tarafına doğru çekilerek mesh edilir. [Başı bu şekilde mesh etmek, Mâlikî mezhebinde farzdır.] Bu son cümle nazara alınacak olursa, başı başka türlü, fakat kaplama olarak meshedince, Mâlikî mezhebine göre farz yerine gelmez mi?
    Cevab: Bahsi geçen “Başı bu şekilde mesh etmek, Mâlikî mezhebinde farzdır” cümlesi, başın tamamının meshedilmesinin Mâlikî mezhebinde farz olduğunu bildiriyor. Baş her hangi bir şekilde kaplama meshedilince farz yerine gelmiş olur. Ancak anlatılan usul efdal olanı bildiriyor. Nitekim burada kulaklar ve boyun da meshehdiliyor ki Mâlikî mezhebinde boynun ve kulakların dışını meshetmek farz değil, sünnettir.
    22 Mayıs 2011 Pazar
  • Sual: Cenaze namazında selâm verdikten sonra eller aynı anda mı indirilecektir?
    Cevab: Cenâze namazında dördüncü tekbir söylendikten sonra sağa, sonra sola selâm verilir. Kitaplarda ellerin ne zaman indirileceği açıkça bildirilmiyor. Ancak eskilerden bazısı sağa selâm verdikten sonra sağ eli, sola selâm verdikten sonra da sağ eli indirirlerdi. Molla Hüsrev’in Dürer kitabında, kıyam bahsinde diyor ki: “İki ellerini, rükûdan kalkdığı zaman salıverir. Yine Bayram Namazının tekbirleri arasında, iki ellerini salıverir. Sözün kısası, zikri mesnûn (zikr sünnet) olan her kıyamda iki ellerini bağlar. Böyle olmayan her kıyamda da ellerini salıverir”. Bundan anlaşılıyor ki, cenâze namazında, sağa selâm verince, mesnûn (sünnet olan) bir zikr kalmadığı için, iki eli birden indirmek en doğrusudur.
    30 Mayıs 2011 Pazartesi
  • Sual: Üç tarihçinin katıldığı bir televizyon programında Sultan II. Abdülhamid’in 12 tane zevcesi olduğu, böylece şer’î hukukun getirdiği 4 tahdidinin aşıldığı söylendi. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?
    Cevab: Osmanlı padişahları hür kadınlarla değil, cariyeleriyle, yani kadın köleleri ile evlenirdi. Bunun için nikâh gerekmez, çünki kendi mülküdür. Bir sayı tahdidi de yoktur.
    Son devirlerde, aslı hür veya müdebber, yani âzâdı vasıyet edilmiş olma ihtimaline binâen veyahud meşru olarak taksim edilmemiş ganîmetten alındığı bilinen câriyeler için, zinâ tehlikesini bertaraf etmek üzere, efendinin kölesiyle nikâh kıymasının iyi olacağını ulemâ ifade etmiştir. Buna nikâh-ı tenezzühî denir.
    Osmanlı Devletinin son zamanlarında, Sultan Abdülmecid zamanında köle ticareti yasaklandığı için, saraya kâfi mikdarda câriye gelmez oldu. Bu sebeple saraya Kafkasyalı kavimlerden hür kızlar alınıp yetiştirilmeye başlandı. Bu kızlar harem hizmetlerinde bulunduğu gibi, müsait olanları padişah ve şehzâdelerle evlendirilirdi. Bunlarda şeriatın aradığı 4 tahdidine riayet edilmesi mecburî idi. 
    Sultan II. Abdülhamid’in kayıtlara göre 16 defa evlendiği görülüyor. Bunlardan bir kısmı câriyedir. Mamafih bunlarla nikâh-ı tenezzühî yapılmıştır. Bunların diğer kısmı Kafkasyalı hür kızlardır. Bunlarla normal nikâh akdedilmiş; şer’î hukukun 4 tahdidine de riayet olunmuştur. Padişahın hiçbir zaman 4’ten fazla zevcesi olmamıştır. Yeni bir hanımla evleneceği zaman, öncekilerden bir tanesini boşamaktadır. Bu kadın çocuğu varsa sarayda yaşamaya ve unvanlarını taşımaya devam etmektedir. Sultan Abdülhamid’in zevcelerinden Behice II. İkbal’in verdiği bu malumatı kendisini görüp bizzat işitenlerden dinledik.
    Bu izahat gayet makuldür. Çünki şer’î hukuka göre bir kadının boşandığını duymaması, boşamanın sıhhatine tesir etmez. Yani kadın boşandığını duymasa da boşama muteberdir; ancak kadın nafaka gibi zevcelik haklarını taşımaya devam eder. Netice itibariyle padişah, hukuk kaideleriyle muhataptır. Bir erkeğin 4 kadından fazla evlenmesi batıldır. Aynı zamanda suçtur. Böyle bir evlilik, resmî kayıtlara geçirilemez. Bu kadın mirasçı olamaz. Nafaka alamaz. Bu birleşmeden doğan çocuklar da hukuken tanınmaz. Şer’î hukuku ve saray geleneklerini iyi bilmeyenler, karşılaştıkları hâdiseler karşısında hayrete düşmekte ve bunları analiz edemeyerek esaslı hatalara kapılmaktadır.
    9 Haziran 2011 Perşembe
  • Sual: Nikâhlanırken mehr olarak aile yâdigârı kıymetli taşı bulunan altın bir yüzük vermiştim. Zifaf veya halvet olmadan nikâhımız bozuldu. Mehrin vaziyeti nedir?
    Cevab: Ölüm, zifaf veya halvet olduktan sonra taraflar nikâhtan ayrılırsa, kadın mehr konuşulmuşsa tamamını hak eder. Mehr konuşulmamışsa kadına mehr-i misl, yani o kadının cemiyetteki emsallerinin aldığı mehr ödenir. Ölüm, zifaf veya halvet olmadan taraflar nikâhtan ayrılırsa, kadın mehr konuşulmuşsa yarısını hak eder. Mehr konuşulmamışsa kadına mehr-i mislin yarısını geçmeyecek şekilde bir muta (hediye) verilir. Mehr teslim edilmiş ise, kadın yarısını iade etmekle mükelleftir. Mehr yüzük ise koca bunun yarısına sahip hâle gelir. Mehr kadının elinde fâsid akitle alınmış mal gibidir. Talâk ile kadının yüzüğün yarısındaki mülkiyeti bâtıl olmuştur. Kadın yüzüğün piyasa kıymetinin yarısını erkeğe öder. Veya erkek yüzüğü alıp kadına piyasa kıymetinin yarısını öder. Anlaşamazlarsa, hâkimin hükmü ile yüzük taksim edilir. Yani satılır, elde edilen bedelin yarısı erkeğe, yarısı kadına verilir. Yüzük zâyi olmuş veya bozdurulmuş ise, kadın piyasa kıymetinin yarısını erkeğe öder. (İbn Âbidin, Mehr bahsi.)
    11 Haziran 2011 Cumartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında erkeklerin altın yüzük takması meselesi anlatılırken diyor ki: “Mâdenin rengi ve kaplaması değil, içi, cinsi muteberdir. Bunun için, meselâ altın yaldızlı gümüş yüzük takmak erkeklere de câiz olur. Gümüş kaplı altın, bakır yüzük, altın, bakır sayılırsa da, altın, bakır görülmedikleri, gümüş göründüğü için, takılması câiz olur”. Öyleyse gümüş yüzüğü altın kaplatıp kullanmak câiz olur mu?
    Cevab: Demir, tunç, platin, altın gibi erkeklerin takması câiz olmayan yüzüklerin üzerine gümüş bir astar geçirilirse, bu yüzük gümüş yüzük sayılır ve takmakta bir beis yoktur. Gümüş yüzük taşını altın çiviyle tutturmak veya gümüş yüzük üzerine altın nakışlar yapmak veya altın yaldız kaplamak câizdir. Yüzüğün üst dairesi altın olanı câiz değildir. Binaenaleyh altın kaplama yüzük takmak câiz olmaz, yaldız ile kaplama aynı şey değildir. (İbni Âbidîn, Hazer ve İbaha bahsi)
    17 Haziran 2011 Cuma
  • Sual: Fetâvâ-yı Hindiyye’de “Selem satışında bâyi vekil tutamaz” diyor. Ben bir otomobil fabrikasında çalışıyorum. Müşterilerle selem akdi yapıyoruz. Selemde bâyinin vekil tutamamasının hikmeti nedir?
    Cevab: Selem vekili parayı (semeni) kabzettiği zaman, selem malı borcu zimmetinde kalır. Bir kimsenin kendi malını satıp, semeni başkasına şart kılması caiz değildir. Bunun için selem almakta vekâlet câiz değil, ama selem yapmakta câizdir (İbni Âbidin, Vekâlet bahsi). Selem malı satanların adamları, vekil değil, resul (haberci) sayılır. Akdi kendi adlarına değil, zaten firmanın, fabrikanın sahibi adına yapmaktadır. Şu halde câiz olur.
    17 Haziran 2011 Cuma
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Her şeye vekilimsin denilen umumî vekil, talâk, hediye, sadaka ve vakıftan başka her şeyi, sahibi adına yapabilir” sözünden sonra “Birisine, her şeyde vekilimsin dese, yalnız malını korumak için vekil etmiş olur. Her şeyde vekilimsin, emrin câizdir dese, bey’ ve şirâ ve hibe, yani hediye etmek ve sadaka gibi bütün muamelatta vekil yapmış olur” diyor. Şu halde birisini umumî vekil yapmak nasıl olmalıdır?
    Cevab: Vekâlet hususî ve umumî olmak üzere ikiye ayrılır. Belli bir işi yapmak üzere vekil etmişse, hususî vekildir. “Bana şu binayı al!” dese böyledir. “Sen benim her hususta vekilimsin” derse umumî vekâlet bahis mevzuu olur. Vekil, müvekkili adına her şeyi yapabilir. İmam Muhammed’e göre böyledir. Ancak İmam Ebu Hanife’ye göre boşama ile köle azadı ve vakıf dışında her şeyi yapabilir. Mezhebin asıl kavli ve fetvâ da böyledir.
    Fıkıhta hiçbir akide şekil şartı aranmadığı halde, umumî veya hususî vekâlet ile risâleti ayırmak için müvekkilin kullandığı lafızlara ehemmiyet verilir. Durup dururken “Ben seni vekil tayin ettim” gibi umumi ve mutlak bir sözle de umumî vekâlet sabit olur. Her şeyde vekilimsin sözü, şey tabiri kullanıldığı için, mallarını korumaya hamledilir ve vekâletin en alt derecesidir. Bu bu söze ilâveten “Emrin (işin) câizdir” dediği zaman, malı koruma yanında muamele salâhiyeti de vermiş olur. “Seni her işte vekil tayin ettim” demesi de böyledir.
    Böyle umumî vekil olan kimse, boşama, azat ve vakıf dışında, hibe, ibrâ gibi teberruları da yapabilir mi? Ebulleys gibi yapabilir diyen de vardır, Zahîre’de olduğu gibi yapamaz diyen de vardır. Fetvâya esas olan da yapamaz diyenlerin sözüdür. (İbni Âbidin, Vekâlet bahsi).
    17 Haziran 2011 Cuma
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “Göz sinirlerinin çapraz istikameti arasındaki açıklık, Kâ’beye rastlarsa, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde nemâz sahîh olur. Bu zâviye takrîben 45 derecedir.” O halde namaz kılan, kıble cihetinin 22,5 derece sağ ve soluna dönmüş olsa, namazı sahih olur mu?
    Cevab:

    Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer’de diyor ki: Namazın farzlarından birisi de Mekke halkı dışındakiler için Kâ’be’nin cihetine dönmektir. Kâ’be’nin yönü namaz kılanın alnından çıkan hattın iki dik köşe meydana gelecek şekilde Kâ’be’ye doğru uzanan hatta ulaşmasıdır. Kâ’be namaz kılanın dimağında (beyninde) kavuşan iki hattın arasında kalsın ki bu iki hat üçgenin iki kenarı gibi namaz kılanın iki gözünden çıkmıştır. Bundan anlaşılır ki, namaz kılan, Kâ'be'nin kendisine yönelmekten kaysa, bu kayma (veya sapma) ile Kâ’be’ye dönüş tamamen yok olmazsa, namaz câiz olur. Nitekim Zâhiriyye'nin şu sözü bunu teyid eder: «Şayet namaz kılan, soluna yönelmiş olsa veya sağına yönelmiş olsa, namaz câiz olur. Çünki insanın yüzü kavislidir. Sağına ve soluna yöneldiğinde iki yanları Kıbleye doğru olur.»
    İbni Âbidîn’de de benzer şekilde anlatılıyor. Kâbe’ye dönmek ya tahkikî (gerçekten), ya da takribî olur. Gerçekten dönmek alnının ortasından dik çıkan bir hattın Kâbe’ye dik şekilde ulaşması demektir. Bu ise zordur. Takribî dönüşün mânâsı ise, yüzün bir kısmı Kâbe'ye dönük kalmak şartiyle biraz Kâbe'den ayrılıp yana dönmektir. Yakın bir mesafede karşı karşıya durmak, sağdan veya soldan münasip bir şekilde azıcık yer değiştirmekle kaybolur. Ama uzak mesafede ise ancak çok yer değiştirmekle kaybolur. Meselâ, bir insan diğer bir insanla bir metre mesafede karşı karşıya dursalar, bu karşılaşma birinin bir metre sağa kaymasıyla ortadan kalkar. Bir mil yahud bir fersah mesafede karşı karşıya dururlarsa ancak yüz metre veya ona yakın sağa kaymakla yok olur.  Mekke’den uzak beldelerde, Kâbe'nin bulunduğu yerden fersahlarca sağa veya sola dönen kimse, hâlâ Kâbe’ye dönmüş sayılır. Bundan anlaşılır ki Kâbe'nin ciheti gözden tamamen kayıp olmayacak şekilde biraz yana düşerse câizdir. Çünkü insanın yüzü yuvarlaktır. Sağa veya sola kaymakla bir tarafı kıbleye karşı kalır.
    Netice itibariyle kıble istikameti, şayet dimağda birbirlerine dik olacak şekilde musallinin gözlerinden çıkan iki hattın arasında kalırsa, namaz sahih olur. Bu da göz sinirlerinin çapraz istikametindeki açıklık demektir ve takrîben 45 derecedir. Yani kıble istikametinden 44 derece sağa veya sola sapan bir kişinin namazı sahihtir. Nitekim bir kimse kıbleyi araştırıp da, hiçbir tarafa gönlü yatmazsa, bazı âlimler o namazı dört tarafa doğru birer defa kılacağını söylemiştir. Bundan anlaşılıyor ki, kıbleden sapmaya müsamaha edilen mikdar 45 derecedir.
    Mamafih bu mikdar dakik değildir. Nitekim yukarıdaki Fetâvâ’z-Zâhiriyye’den alınan “Kâbe'nin ciheti gözden tamamen kayıp olmayacak şekilde biraz yana düşerse câizdir” ibaresine göre, biraz daha fazla dönülse bile, kıbleye dönülmüş sayılır. Zaten Kur’an-ı kerîmde “Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir!” emrinden de bu anlaşılmaktadır.
    Şekildeki musallî, kıble istikametinden farklı bir istikamete dönmüştür. Sol gözünden çıkan Hat-I ve sağ gözünden çıkan Hat-II dimağda birbirlerine diktir. Kıble istikameti bu iki hat arasında kaldığından namaz sahihtir.

    25 Haziran 2011 Cumartesi
  • Sual: Elbisenin veya vücudun bir yerine necâset gelse, bu yeri bulamasa, zannettiği yeri yıkasa, namazdan sonra necâset meydana çıksa, namazı iâde eder mi?
    Cevab: İbni Âbidin’de diyor ki:  Elbisenin veya bedenin bir yerine pislik bulaşıp da neresi olduğunu unutan kimsenin araştırmadan bile olsa elbisenin bir tarafını yıkaması onu temizler. Muhtar olan kavil budur. Sonradan pisliğin başka yere bulaştığı anlaşılsa tekrar yıkar mı yıkamaz mı? «Hulâsa»da evet yıkar, denilmiş; Zahiriyye’de ise muhtar kavle göre içinde bulunduğu namazdan başka hiç bir şeyin tekrarı lâzım gelmeyeceği bildirmiştir. Muhtar olan sadece içinde bulunduğu namazı kazâ etmektir. (Cilt: 1, Sayfa: 557).
    Dürrü’l-Muhtar’ın Tahtavî hâşiyesinde de şöyle diyor: Kendinde bir mahalle necâset isabet edip o mahalli unuttuğu elbise veya bedenin bir tarafını yıkamakla muhtar kavle göre tâhir olur. Bir tarafını yıkadıktan sonra necâsetin başka bir tarafta olduğu anlaşılsa o halde kıldığı namazı iade eder mi? Hülâsa’daki kavle göre eder. Zahiriyye’de beyan olundu ki, muhtar olan ancak necasetin ortaya çıktığı zamanki namazı iade eder. (Cilt: 1, sayfa: 310).
    Halebî-i Sagîr’de diyor ki: Elbisenin bir tarafı necâsetlense ve orayı unutsa ve araştırıp veya araştırmadan bir tarafını yıkasa, burası temiz olur. Fakat sonra necâsetten yıkanmadığını anlarsa, bu elbise ile beraber kıldığı namazı iade eder (s. 136). 
    Nimet-i İslâm’da diyor ki: Görünmeyen necâsetin isabet ettiği yer unutulup da isabet ettiği şeyin araştırmaksızın bir kısmı yıkanırsa, muhtar kavle göre temizliğine hükmolunur. Lakin necaset başka yerde görülürse onunla kılınan namaz iade olunur. (s.118)
    Fetâvâ-yı Hindiyye’de ise diyor ki: “Elbisenin bir tarafı pislenir ve ne tarafının pislenmiş ol¬duğu unutulursa, araştırmaksızın, her hangi bir tarafı yıkanır. Bir kimse, bu şekilde yıkanmış olan bir elbise ile bir kaç vakit namaz kılmış ve sonra da necâsetin yıkanan yerde değil de bir başka tarafta olduğu açığa çıkmış olsa; o kimse, o elbise ile kılmış olduğu namazları yeniden kılar. Hulâsa'da da böyledir. İhtiyata uygun olan, o elbisenin tamamını yıkamaktır.
    Görülüyor ki, elbisesindeki necâsetin yerini bilmeyen, çok zannettiği yeri yıkar. Sonra namazını kılar. Vakit içinde necâsetin yerini hatırlarsa, burayı yıkayıp, o namazı iade eder. Ama vakit çıkmışsa, bazı âlimlere göre kıldığı namazı kazâ eder; bazı âlimlere göre etmez. Muhtar olan da kazâ etmemesidir. Zaten umumî fıkıh kaidesidir ki, namazın şartlarından birini unutarak veya hata ile terk etse, vakit içinde o namazı iade etmesi vâcib, vakit çıktıktan sonra müstehâbdır.
    30 Haziran 2011 Perşembe
  • Sual: Bir fıkıh kitabında ınân şirketi anlatılırken diyor ki: “Şerîklerin hepsinin veyâ bir kısmının çalışması şart edilirse, sermâyeler ve işleri müsâvî olup, ba’zılarına veyâ ba’zıları çalışıp, çalışanlara fazla nisbetde kâr vermek câiz olduğu gibi, sermâyeler farklı olup, sermâyesi az olanlar çalışıp, kârı müsâvî olarak bölmek câiz olur. Sermâyesi çok olanın çalışmasını şart etmek câiz olmaz ve kâr, sermâyeler nisbetinde bölünür”. Inan şirketinde kâr şartnâmeye göre bölündüğüne ve yalnız sermâyesi çok olanın çalışmasını şart etmek câiz olduğuna göre, “sermâyesi çok olanın çalışmasını şart etmenin câiz olmaması ve kârın sermâyeler nisbetinde bölünmesi” ne demektir?
    Cevab: Inân şirketinde kâr sermâyeye değil, şartnâmeye göre bölünür. Ortaklardan birisi iş yaparsa, sermâyesi az bile olsa kendisine fazla kâr verilebilir. Ancak metindeki bir üst cümleden de anlaşıldığına göre, kâr eşit bölünüyorsa, sermâyesi çok olanın çalışması şart edilemez. Çünki bu karşılıksız bir kazanç olur. Çünki kâr ya sermâye veya müşteriye karşı damânı (mesuliyet) yüklenmenin karşılığıdır. Çalışmışsa, kâr şartnâmeye göre değil, sermayeye göre bölünerek adalet temin edilmiş olur. (İbni Âbidin, Şirket-i Inan bahsi).
    10 Temmuz 2011 Pazar
  • Sual: Namazda rükü’ya eğilirken topukları bitiştirmenin hükmü nedir? Bir web sitesinde buna dair bir suale “Aslında askerlerin hazır ol duruşunu gösteren topukların bitişmesi, kanaatimizce bir sünnet olarak gözükmemektedir. Ayağın sağa-sola hareket ettirilmesi namazdaki huşua aykırı gibi görünmektedir. Bununla beraber, bunu sünnet kabul eden âlimlerin izini takip edenlere de bir şey diyemeyiz” şeklinde cevap verilmiş. Bu mesele kaynaklarda nasıl geçmektedir?
    Cevab: Hanefî mezhebine göre namazda iki ayağın arasının dört el parmağı genişliğinde açık tutulması ve (erkekler için) rükü’ya eğilirken sol ayağı sağ ayağın yanına getirip topuk kemikleri bitiştirmek, secdeden kalkarken de açmak sünnettir. İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar’da (Matbaatü’l-Meymeniyye, 1299) I. cild 346. sahifesinde, (Türkçe tercemesinin de II. cilt, 274. sahifesinde) hem metinde, hem de hâşiyede özrü olmayanların topuğunu bitiştirmesinin sünnet olduğu açıkça yazıyor. İbn Âbidin, Hanefî fıkhında en esaslı mehazdır. Sözünü bütün Hanefî ulemâsı  hüccet tutar. Halebî-i Sagîr’de 196. sahifede de yazıyor. Daha eski ve popüler bir mehaz olarak İznikî’nin halkın Mızraklı İlmihal dediği Miftahü’l-Cenne adlı eserinde 27. sahifede namazın müstehaplarından sayıyor. Başka eserlerde, meselâ Bedâyı’da bulunmaması, sünnet olmadığını göstermez. Diğer mezheblerde bulunmaması da bunun sünnet olmadığını göstermez. Şâfiî mezhebinde namazda ayakların arası bir karış açık tutulur. Rükü ve secdede de böyle kalır. Çok sünnetler, hatta farzlar vardır ki Hanefî de sünnet veya farz değildir. Aksi de bahis mevzuudur.

    Bu mesele Osmanlılar zamanında o kadar bilinmektedir ki, rüşdiyelerde okutulan bir ilmihal kitabında bile zikredilmektedir. Mesela Darüşşafaka'da tedris olunmak üzere heyet-i tedrisiye-yi islamiyye tarafından inticab ve kabul olunan 1307 tarihli İlmihal-i Kebîr'in namazın rüknlerinden rüküyu anlatan 78. sahifesinde diyor ki: "Kıraatdan fâriğ olundukda Allahü ekber diyerek rükûa gider. Sünnet üzere rükûun sûreti, başını arkasıyla düz olunca eğüb, parmaklarını açarak elleriyle dizlerini tutub ve topuklarını biribirisine yapışdırarak inciklerini dikmekdir ve bu heyet üzere üç kerre Sübhâne rabbiyelazîm demek ve rükûa ve sâir rek'atlere intikal ederken Allahü ekber demek sünnetdir". Ayrıca, Fatih Camii dersiâmlarından İskilipli Atıf Efendi'nin İslam Yolu muhtasar ilmihalinin namazın sureti bahsinde de şöyle geçmektedir: "Erkek kısmı rükuda .... topukları birbirlerine yanaştırır".

    Bahsettiğiniz cevabın bulunduğu siteyi tetkik ettik. Cevabın, pek fıkhî esaslara riayetkâr verildiği söylenemez. Nitekim namazda teşehhüdde parmakla işarete dair suale yine fıkhın umumî kaidesinin hilâfına cevap verilmiş. Öyle ki iki cevap tenakuz hâsıl etmiş. Teşehhüdde işaret sünnet diyenler olduğu gibi, sünnet değildir, hatta namazda hareketsiz kalmak gerektiği için işaret etmek câiz değildir diyenler vardır. Bu haber Hanefî mezhebinin aslını bildiren zâhirü’r-rivâye kitaplarında geçmez. Vâkıat kitaplarında geçer. Bu sebeple muteber Hanefî mehazları (meselâ Şeyhülislâm Ebussuud Efendi) parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu söyler. Topukları birleştirmek huşuyu bozuyorsa, teşehhüdde işaret haydi haydi huşuyu bozar. Çünki ne zaman işaret edileceği sıkı sıkı kayıt altına alınmıştır.
    1 Ağustos 2011 Pazartesi
  • Sual: Birkaç kişi zekât ve fıtralarını vermem için bankaya para yatırmış. Halbuki fıkıh kitaplarında “İki zenginin de vekili olan kimse, bunların zekâtlarını, haberleri olmadan karıştırır, sonra fakire verirse, zekât verilmiş olmaz. Vekil sadaka vermiş olur. Zekâtları karıştırınca, kendi mülkü olur. Fakire, kendi malını vermiş olur” diyor. Bu halde nasıl davranmak icap eder?
    Cevab: Birkaç kişi, zekât veya fıtrasını bankaya yatırarak göndermiş ise, bunun karışmasını zaten önceden kabul etmiştir ve buna zımnen izin vermiş demektir. Nitekim fıkıh kitaplarında “Zenginlerin izni ile karıştırmış ise veya karıştırdıktan sonra ve fakirlere vermeden önce izin almış ise, caiz olur. Fakirlerin vekili olan kimse, aldığı zekâtları, habersiz karıştırıp, sonra fakirlere dağıtması caizdir. Zenginlerin vekilinin de, bunlardan izinsiz karıştırdıktan sonra vermesi caiz olur da denildi” diyor. Buradan anlaşılıyor ki, izinsiz karıştırmaya cevaz veren zayıf bir kavil de vardır. (İbni Âbidin, Zekât bahsi başı)
    8 Ağustos 2011 Pazartesi
  • Sual: Havale kabul eden ile havaleyi alan uyuşarak, havale olunan borçtan az veya çok verirse, havale verenden, bu verdiği mikdarı isteyebilir mi?
    Cevab: Havale kabul eden ile havaleyi alan uyuşarak, havale olunan borçtan az verirse, havale verenden, bu verdiği mikdarı isteyebilir. Havale olunan mikdarı isteyemez. Çok verirse, havale olunan mikdardan fazlasını isteyemez.
    Yani A, B’ye olan 100 lira borcunu C’ye havale ediyor. C, ödediği bu parayı sonra dönüp A’dan alacaktır. B ile C anlaşıp 80 lira veya 120 lira ödediği zaman, A’dan bu kadar para ister, havale olunan 100 lirayı isteyemez. Eğer ödediği 80 lira ise bir mesele yoktur. Çünki havale kabul eden, havale veren borçlunun halefidir, onun yerine geçer, onun haklarını kullanır. Ama 120 lira ödemesi A’ya iradesi dışında bir külfet getirir.
    Havaleyi alan, kabul edeni ibra, yani borcunu helâl ederse, havaleyi kabul eden, havale verenden bir şey isteyemez. Fakat, havaleyi alan, kabul edene hediye ederse, kabul eden, havale verenden, havale olunanı isteyebilir. İşte, bankaların, tüccarların, bono, sened kırmaları bunun için caiz değildir.
    Nitekim İbni Abidin bu hususta şöyle diyor: Havale kabul eden, havale edenden, havale olunan mikdarı isteyebilir. Havale alanla anlaşarak daha az vermişse, havale olunan mikdarı değil, verdiğini isteyebilir. (Arapça metn, Cild: IV, Sahife 305)
    8 Ağustos 2011 Pazartesi
  • Sual: Emlâkçıyım. Komisyon alacağıma karşı müşteri sened verdi. Kendisi kayıptır. Bu borç zekât nisabına katılır mı?
    Cevab: Kirâ (ve ücret) alacaklarının zekâtı verilmesi hususunda iki rivâyet vardır: Bir rivâyete göre, alacağını alıp üzerinden sene geçmedikçe zekât yoktur. Çünkü menfaat, hakikî mal değildir. Mehir gibi olur. Zâhir rivâyete göre ise zekâtı verilir. Nisap miktarı eline geçtiği zaman zekâtı vermek vâcip olur. Çünkü menfaatler hakikatte maldır. Ancak zekâtın vâcip olması için mahal değildir. Çünkü nisap olmaya yaramazlar. Bunlar bir sene devam etmezler. Bütün bu söylenenler, o kimsenin aldığı borçtan başka malı olmadığına göredir. Başka malı varsa, bu borç kazanılmış mal gibi, olur ve elindekine katılır. O halde alacaklının başka malı varsa, kirâ (ve ücret) alacağını nisaba katar. Eline geçince zekâtını verir. Hiç malı yok da sadece kirâ (ve ücret) alacağı varsa, bu alacak nisab mikdarını aşsa bile nisaba katılmaz. Dolayısıyla zekâtı verilmez. Bu borcun nev’i, yani zayıf, orta ve kuvvetli alacak olup olmadığı hususunda da üç rivâyet vardır. Zâhir rivayete göre ise orta borçtur. (İbni Âbidin, Zekât bahsi) Şu kadar ki senedli olmakla beraber borçlunun kayıp olması itibariyle alacağınızın zayıf alacak olduğu anlaşılıyor. Zayıf alacak nisaba katılmaz, ele geçtikten sonra o senenin zekâtı verilir.
    8 Ağustos 2011 Pazartesi
  • Sual: Câminin alt katında boş yer varken, üst katında; ikinci katta boş yer üçüncü katında namaz kılmak caiz midir?
    Cevab: Mekruhtur. Nitekim İbni Âbidin diyor ki: Mescidin içinde yer varken, raflarında (üst katında) namaz kılmak mekruhtur ve bir safda yer varken arkadaki safa durmak gibi olur. Cuma günü olduğu gibi mübelliğ (imamın sesini cemaata duyuran müezzin) sesi her tarafa duyurmak için orada kılarsa mekruh olmaz. Bu kerahatin tahrimî olduğuna Hazret-i Peygamber’in, “Safı kim keserse Allah da onu keser” hadis-i şerifi delâlet etmektedir (İmamet bahsi).
    8 Ağustos 2011 Pazartesi
  • Sual: Hangi hallerde sehiv secdesi yapılır?
    Cevab: Sehv (yanılma) secdesi, son oturuşta ettehiyatüden sonra sağa selam verilip iki secde hâlinde yapılır. Sonra ettehiyatü, salli barik, Rabbena âtinâ okunup iki tarafa selâm verilerek namaz bitirilir. Namaz kılan, namazda farz olan bir şeyi, bilerek veya unutarak terk ederse, namazı bozulur. Eğer birf arzı unutarak geciktirirse sehv secdesi lâzım olur. Eğer bir vâcibi, unutarak terk ederse, namazı bozulmaz. Fakat sehv secdesi yapması lâzım olur. Eğer kasten terk ederse, namazı bozulmaz. Fakat noksan olur. Secde-i sehv vâcib olmaz. Yeniden kılması vâcib olur. Kılmazsa günahkâr olur. Eğer bir sünneti kasten terk ederse, mekruh olur. Fakat namazı bozulmaz. Sünneti unutarak terk ederse secde-i sehv gerekmez.
    Namazda birkaç kere sehv secdesi icap etse bir kere yapmak yetişir. İmamın yanılması, kendisine uyanların da secde-i sehv yapmalarını gerektirir. İmama uyan yanılırsa, kendisi imamdan ayrı secde-i sehv yapmaz.
    Secde-i sehvi yapmak için, ettehiyyatü okunup, bir tarafa selâm verildikten sonra, iki secde yapıp oturulur ve (Tehıyyât), (Salli ve bârik), (Rabbenâ) duâları okunarak namaz tamamlanır. İki tarafa selâm verdikten sonra veya hiç selâm vermeden de secde-i sehv yapılabilir ise de böyle yapmak mekruhtur.
    Namazda on sekiz şeyin değişmesi, az ve çok yapılması, gecikmesi secde-i sehve sebep olur:
    1- Oturması lâzım gelen yerde kalkmak. (Meselâ birinci oturuşu unutup ayağa kalkmak. Artık geri dönmez, sehv secdesi yapar).
    2- Kalkması gereken yerde oturmak. (Meselâ ikinci rek’ate kalkacakken unutup oturmak).
    3- Sesli okuması gereken yerde, gizli (hafi) okumak
    4- Gizli (hafi) okuması gereken yerde, sesli okumak. (Cemaatle namaz kılarken sabah, akşam ve yatsı namazının ilk iki rek’atinde imam yüksek sesle okumalıdır. Okumazsa sehv secdesi yapar. Öğle ve ikindide de içinden okumalıdır. Yüksek sesle okursa sehv secdesi gerekir.)
    5- Düâ okunacak yerde, Kur’ân-ı kerîmden okumak. (mesela ettehiyatü yerine Kuranı kerim okursa).
    6- Kur’ân-ı kerîmden okunacak yerde düâ okumak. (Meselâ, Fâtiha sûresi yerine Ettehıyyâtü düâsını okumak gibi. Burada Fâtiha terk edilmiş oluyor.)
    7- Namazı tamamlamadan selâm vermek. (Son oturuşta oturup ettehiyatüyü tamamlamadan selâm vermek)
    8- Tamamlamış olduğu namazdan sonra ayağa kalkmak.
    9- Farzların ilk iki rek’atinde, sünnetlerle vitir namazının her rek’atinde Fâtiha okumayı unutmak.
    10- Farzların ilk iki rek’atinde, sünnetlerle vitir namazının her rek’atinde Fâtiha’dan sonra bir sure veya üç âyet okumayı unutmak.
    11-Fâtihayı sure veya üç âyetten sonra okumak.
    12-Fâtihayı birden fazla defa okumak.
    13- Bayram namazı tekbirlerini terk etmek.
    14- Vitir namazında kunut duâsını terk etmek.
    15-Seferî olan dört rek’atli namazları iki rek’at kılması gerekirken üçüncü rek’ate kalkmak.
    16-Secdeleri birbiri ardına yapmamak.
    17-Oturuşlarda ettehiyatüyü unutmak.
    18-İlk oturuşta ettehiyatüden sonra bir şey okuyarak üçüncü rek’ati geciktirmek. (Meselâ Allahümme salli ala Muhammed’e kadar okusa sehv secdesi gerekir.)
    8 Ağustos 2011 Pazartesi
  • Sual: Alzheimer hastası tutamadığı oruç için fidye verecek midir?
    Cevab: Orucun sıhhat şartlarından birisi de akıllı olmaktır. Aklı olmayan, küçük çocuk gibidir. Oruç ona farz olmaz. Fidye vermesi de gerekmez. Çünki oruç niyet ile olduğu gibi, fidye de niyet ister. Fidye, akıllı, bâliğ ve Müslüman birinin hastalık sebebiyle tutamadığı oruçları kaza da edemezse vereceği bir bedeldir. Deli oruçla mükellef değildir. Nitekim küçük bir çocuk ölse, tutamadığı oruçlar için fidye verilmez. İbni Abidin’de diyor ki “Delilik bütün bir ramazan ayını kaplarsa, sonra iyileşse bile kaza etmesi gerekmez” (Oruç bahsi).
    14 Ağustos 2011 Pazar
  • Sual: Şu işim olursa bir dana keseceğim diye adamıştım. O işim oldu. Fakat daha danayı kesmeden zekât günüm geldi. Dananın bedelini nisaptan düşecek miyim?
    Cevab: Her nevi borç zekât nisabından düşülür, kalanı nisaba ulaşıyorsa kırkta biri verilir. Ama adak, kefaret ve hac borcu böyle değildir. Çünki bunları isteyen yoktur. Borcun nisaptan düşülebilmesi için zekât, haraç, nafaka, mehr gibi bir alacaklısının bulunması, yani kul borcu olması gerekir. (İbni Âbidin, Zekât bahsi)
    14 Ağustos 2011 Pazar
  • Sual: Bir arkadaşım, şiddetli bir münakaşa neticesinde hanımına iki kere aynı mecliste açıkça boşadığını söylemiş. Sonra da pişman olmuş. Ama hanımı üç talâk verdiğini söylemiş. Kendisi ise iki olduğundan emin. Nasıl hareket edilir?
    Cevab: Talâkta kadının sözü nazara hiç alınmaz. Aksi takdirde kendi ikrarıyla kendi lehine, başkası aleyhine netice doğurmuş olur. Talâk münhasıran erkeğin bileceği bir şeydir. İki şahit işitip, üç talâk olduğu hususunda kadı önünde şahitlik yaparsa, kadı kazaen ayrılmalarına karar verir. Şahitler yok ise veya iş kadıya intikal etmemişse, söz yemin ile beraber erkeğindir. Erkek isterse zevcesine ric’at eder (döner). Bu takdirde eğer kadının sözü doğru ise, günah erkeğindir. (İbni Âbidin, Ric’at bâbı.)
    23 Ağustos 2011 Salı
  • Sual: Müteahhidim. Üzerine bina yapmak üzere aldığım arsaya zekât düşer mi?
    Cevab: İbni Âbidin hazretleri zekât bahsinin başında sâime zekâtını anlatmaya başlamadan hemen evvel diyor ki: “Haraç veya öşür yerini ticaret için satın alırsa ticaret zekâtı vermesi icab etmez. Ona düşen sadece yerin hakkı olan öşür veya haracı vermektir. Ücret ve kira meselesinde arazi öşüriyye ise öşür bilittifak kira ile alana aittir. Müftabih olan İmameyn'in kavline göre de, ücretle tutana aittir. Ama yerlerin ikisi de haraç yeri olursa haracını yerin sahibi verir. Kira veya ücretle olan kimse bu yerlerden çıkan mahsulde ticareti niyet ederse iki hak bir araya gelmediği için câiz olur. Bunu Halebî söylemiştir.  Ben derim ki: Bu meseleyi (ticaret için tohum alırda o tohumu ekerse)  şeklinde kurmak icab eder ki, iki hak bir araya gelmesin diye ta'lil sahih olabilsin. Kendi yerinden çıkan mahsulde ticarete niyet ederse sahih olmadığını biliyorsun, çünkü akid yoktur. Arazisinden çıkan mahsul ticaret malı değildir, binaenaleyh onda zekât yoktur.

    Şârih'in söylediği «Ticaret için satın alınan yerde zekât yoktur; onda yalnız öşür veya haraç vardır» sözü hakkında Bedâyi sahibi; «Ulemamızdan meşhur rivayet budur» demiştir. İmam Muhammed' den bir rivayete göre zekât da lâzımdır. Çünkü ticaret zekâtı yer için lâzımdır. Öşür ise çıkan mahsul için yer için verilir. Bunların ikisi de ayrı ayrı şeylerdir. Binaenaleyh bir malda iki hak bir araya gelmiş olmaz. Zahir rivayetin vechi şudur: Vücûbun sebebi hepsinde birdir. Zira hepsinde yere izafe edilir ve yerin öşürü, yerin haracı, yerin zekâtı denilir. Bunların hepsi Allah'ın hakkıdır. Allahü teâlâ'nın üreyen mallara ilişkin haklarında bir mal sebebiyle iki hak vâcip olmaz. Meselâ ticaretle beraber kırda otlayan hayvanlarda zekât yoktur.

    Malın zekâtı bahsinde metin sahibinin “Burada ticaret malından murad, para olmayan şeylerdir. Haraç arazisinde ve benzerinde niyetin sahih olmaması, yukarıda arz ettiğimiz vecihle mâni bulunduğundandır. Yoksa arazi eşyadan sayılmadığı için değildir. Dikkatli ol!” sözlerini şerhederken de diyor ki:  «Haraç arazisinde niyetin sahih olmaması, mâni bulunduğundandır. Bu cümle Zeyleî'nin itirazına cevaptır. Zeylaî, «Haraç arazisinde zekât vâcip değildir. Velev ki satın alırken ticareti niyet etsin. Halbuki o da arazlardandır» demiştir. Bunun cevabı sâime bâbından az önce geçen şu sözdür: «Esasen altın, gümüş ve otlak hayvanlarından başka mallarda ticaret niyeti olursa iki defa zekât vermeye müeddî bir mâni bulmamak şartı ile zekât verilir.» «Yoksa arazi eşyadan sayılmadığı için değildir» cümlesi, Dürer sahibine red cevabıdır. O, Zeylaî'nin itirazına, «yer araz değildir» diye cevap vermişti. Bahır sahibi diyor ki: «Bu söz reddedilir. Çünkü biliyorsun arazın burada doğru tefsiri, para olmayan şeydir.» Zeylaî şöyle de itiraz etmişti: «Bir kimse öşür arazisi satın alır da eker yahut ticaret için tohum alır da ekerse öşür vâcip olur. Zekât vâcip olmaz. Zira öşürle zekât bir yere gelmez.» Buna da Şârih'in dediği gibi «mâni vardır» diye cevap verilir. Dürer'de ve ona tebean Bahır'da şöyle cevap verilmiştir: «Tohumda zekât vâcip olmaması, ancak ekildikten sonra meydana gelmiştir. Bu zarar etmez. Çünkü evvelce geçtiği vecihle ticaret için satın alınan kölede mücerret hizmeti niyet etmek zekâtın vâcip olmasını ıskat ederse, niyetten daha kuvvetli olan tasarrufun ıskât etmesi evleviyette kalır.»

    Netice itibariyle ticaret niyetiyle alınan arazi, eğer ekilip öşür veya haraç veriliyor değilse, ticaret eşyası sayılır ve zekâtı verilir.
    14 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: Nikâh yaparken, kadın bulunmaz, vekili veya velisi bulunursa, kızın, babasının ve dedesinin ismini söylemek kâfi midir? Şahitlerin bunları şahsen tanıması gerekir mi?
    Cevab: Nikâhta iki erkek veya bir erkek iki kadın şahidin bulunması akdin sıhhati için şarttır. Evlenecek kadının meçhul olmaması şarttır. Nikâhlanan kadının şahitlerce başkalarından ayrılması lâzımdır. Tâ ki bilinmezlik ortadan kalksın. Eğer yüzü örtülü olarak orada bulunuyorsa, kendisine işaret kâfidir. Ama ihtiyatlı olan yüzünü açmaktır. Şahsını görmezler de başka bir odadan sesini işitirlerse, orada yalnız başına bulunduğu takdirde nikâh caizdir. Yanında başka bir kadın daha varsa caiz olmaz. Çünkü meçhuliyet, bilinmezlik ortadan kalkmamıştır. Kadın gaip olur da şahitler sözünü işitmezlerse, meselâ nikâh akdini kadının vekili yaparsa bakılır: Şahitler kadını bilirlerse, onu kastettiğini anladıkları ismini zikretmek kâfidir. Kadını bilmezlerse, mutlaka kendi ismiyle babasının ve dedesinin isimlerini zikretmek gerekir. Koca için de böyledir. Bir kavle göre gaipte olan şahıs şahitlerce bilinen bir kimse olsa bile, akdin mutlaka ona izafe edilmesi lâzımdır. Nitekim gaip kadın veya erkeği şahitler tanıyorsa, yalnız ismini söylemek kâfidir.

    Bilmekten murad, nikâhı kıyılanın filan kızı filane olduğunu şahitlerin bilmesidir. Yoksa şahsını tanımaları değildir. İsim söylemek de şart değildir. Murad, ya isim yahut isim yerini tutacak ve kadını tayin edecek bir şeydir. Bir kimse birine kızını nikâh eder de adını söylemezse, o kimsenin iki kızı bulunduğu takdirde akit sahih değildir. Çünkü hangisi için yapıldığı belli değildir. Bir kızı varsa, akit muteberdir. Kızın ismini söylemese de olur. Ancak başka bir isim söyler, bu isimde bir kızı yoksa, nikâh olmaz. Bir kızı olan bir adam bir oğlu bulunan birine şahitler huzurunda “Kızımı senin oğluna nikâhladım” dese, öbürü de kabul etse, nikâh sahih olur. (İbni Abidin, Nikâhın musahhaf sözlerle akdi bâbı)
    19 Eylül 2011 Pazartesi
  • Sual: İrem ismini koymak uygun mudur?
    Cevab: İrem Kur’an-ı kerimde geçer: “Görmedin mi yüksek direkli İrem'e rabbin ne yaptı?” (Fecr Suresi 7. âyet). İrem, Âd kavminin atasıdır. Veya Âd kavmine mensup bir kabiledir. Yüksek direkli tabiri, sütunlarıyla meşhur bir şehir inşa ettikleri veya uzun boylu oldukları yahut güç sahibi bulundukları manasınadır. Benzeri yaratılmamış bir kavim idi.
    Âd kavmi 23 kabileden meydana gelir. Yemen ile Şam arasında yaşamışlardır. Uzun boylu, iri yarı, güçlü ve uzun yaşayan insanlardı. Bulundukları beldenin toprağı gayet münbit ve yağmuru bol idi. Her taraf yemyeşil, bağlar, bahçeler, rengârenk çiçekler, göz alabildiğince meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Bu belde İrem diye tanınmıştır. Büyük kaya parçalarını yontarak sütunlar haline getirip, muazzam binalar yaparlardı. Bu süslü binaların içinde havuzlar ve bahçeler bulunurdu. Zamanla aralarında fitne ve fesat yayıldı. Hazret-i Hud kendilerine peygamber olarak gönderildi. Fakat Rabbin davetini kabul etmedikleri için büyük bir kıtlık ile helâk edildiler.
    İrem kelimesinin manası ve tarihî menşei hakkında tefsirlerde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İrem, bu kelimeyi erame şeklinde okuyan Mücâhid, Dahhâk ve Katâde gibi âlimlere göre alâmet, bayrak demektir. İbni Abbas’tan bir rivayette ise helak olmak manasına gelir. Erime benu fülanun, filanın oğulları helâk oldu demektir. İmam Mücâhid’e göre İrem eski bir ümmettin. İrem kelimesinin manası da kadim (eski) veya güçlü demektir.
    Tarihçi İbni İshak, İrem’in Hazret-i Nuh'un oğlu Sam olduğunu söyler. Atâ’nın İbni Abbas’tan rivayetine göre Sam’ın oğludur. O halde Âd da İrem’in oğlu veya torunudur. Amâlika kavmi ve Medine (Yesrib) yerlileri bu soydandır. İrem’in bu kavimin atası veya annesi olduğu da rivayet edilir. Çünki hem müzekker, hem müennestir (maskülen-feminen). Yüksek direkli İrem’in bir benzeri daha evvel yaratılmamıştı” kavl-i celilinden dolayı İrem’in bir şehir olduğunu söyleyenler de vardır. Bağ-ı İrem “İrem bağları” lisanımızda meşhurdur. (Tefsir-i Kurtubî)
    Şu halde, İrem ismini erkek veya kız çocuğa koymanın şer'en bir mahzuru yoktur. Çocuğa güzel bir isim konması Hazret-i Peygamber’in emridir. Ancak İrem, anıldığı zaman, Kur’an-ı kerimde helâk edilmiş bir kavim hatıra gelmektedir. Bu sebeple çocuğa bu ismi vermemek daha iyidir.
    21 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: Miras ile alakalı bir meselemiz var.Osmanlı hukukuna göre verilmiş bir karar var.1908 yılında ölmüş bir kadının kocası ve 3 yaşındaki kızı mirasçı kalıyor. Veraset ilamında mahkeme emlâkta 1/4 kocaya, 3/4 kız çocuğa;  arazide ise 4/4 kıza verip, kocaya hiçbir şey vermiyor. Soru arazi ve emlâktaki dengesiz paylaşımla alakalı. Burada bir haksızlık mı var, yoksa o zamanki kanuna göre emlâk ve arazi paylaşımı farklı mı yapılıyordu? Haksızlık varsa ona göre mahkeme açılacaktır.
    Cevab: Eğer kadının kardeşi, annesi, babası yok ise, mülk olan mallarda miras hisseleri böyledir. Osmanlılarda şehir ve köyler dışındaki arazinin ekserisi mülk olmadığı, devlete ait (miri arazi) olduğu için, bunun intikali İslam miras hukukuna göre değil, kanuna göredir. Çünki feraizin mevzuu mülk olan mallardır. Burada intikal eden mülkiyet hakkı değil, tasarruf hakkıdır. Burada da 1867 tarihli intikal kanununa göre arazinin tamamı çocuklara intikal eder. Hesap doğrudur.
    21 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: İlmihalde bey' ve şirâ bahsini okuyordum. Bir yeri anlayamadım: "Deyni veresiye, yani deyn karşılığı olarak borçluya da satmak bâtıldır. Yani, alacağı yerine başka bir şeyi ileride alması bâtıldır" diyor. Daha ileride: "Fakirin, zekâtı teslim almadan satması fâsiddir. Ganimet malını taksim edilmeden önce satmak fâsiddir. Yanında bulunmayan şeyi müsteriye tarif etmeden satmak fâsiddir. Müşteri, malı alırsam, bu para, malın semeni olsun, malı almazsam, parayı geri gönder derse, fâsid olur. Alacağını veresiye satmak fâsiddir" diyor. Önceki ifadelerde, sonrakilerde olduğu gibi niçin bâtıl değil de fâsid oluyor?
    Cevab: Zekâtta fakirin ve ganimette gâzinin hakkı olduğu için, fâsid oluyor. Deyni deyn ile satmakla aynı şey değildir. Yanında olmayan mal deyn değildir, mal onundur, vardır; ancak müşteriye tarif etmediği için fâsid oluyor. Eğer ortada böyle bir mal olmasaydı, bâtıl olurdu.
    21 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: Kadının çıplak ayakları ve sesi avret midir? Namaz kılarken ayaklarını örtmesi gerekir mi?
    Cevab: İbni Âbidin şöyle diyor: Kadının çıplak ayaklarının namazda veya namahreme göstermek hususunda avret olup olmadığı ihtilaflıdır. Yüz ve avuçlarda ihtilaf yoktur. Elin üstü ihtilaflı olmakla beraber, mutemet kavil açmanın caiz olduğudur. Osmanlı kadınları ihtiyatlı davranarak elbiselerinin kollarının ucunu üçgen şeklinde uzun yaptırarak ellerinin üstünü örtmesini temin ederlerdi. Ayaklarda da ihtilaf vardır. Esah kavle göre avrettir. Zira ayağın üstü gösterilmesi yasak olan ziynet yeridir. “Kadınlar, gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar!” ayet-i kerimesi bunu göstermektedir. Kollarda da ihtilaf vardır. Esah olan kolların avret olmasıdır.

    Kadının sesi racih (tercih edilen) kavle göre avret değildir. İtimat edilen de budur. Bahr ve nehr’de böyledir. Mamafih Nevâzil’de buna muhalif kavl zikredilir ve Hazret-i Peygamber’in “Namazda olduğunu başkasına bildirmek gerektiği zaman tesbih erkeklere, el çarpmak ise kadınlara mahsustur” sözünü delil getirir. Kâfi’de “Kadın âşikâre telbiye yapamaz. Çünkü sesi avrettir” denilmiştir. Bu kavli tercih edenler de vardır. Muhît gibi. Hatta Feth, “Kadın sesini yükseltirse namaz bozulur” demiştir. Kurtubî gibi kadının sesi avret değildir diyenler ise şunu ilâve etmektedir: “Zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki biz kadının sesi avrettir, demekle konuşmasını kastediyoruz! Bu doğru değildir. Biz ecnebi erkeklerin hâcet düşerse kadınlarla konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve ahenkli konuşmalarını câiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini harekete getirmek vardır. Kadının ezan okuması bundan dolayı câiz olmamıştır” (Şurutü's-Salât bâbı).
    21 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: Düğünde başkaları tarafından getirilen hediyeler karz (borç) hükmünde midir?
    Cevab: Bu sual Fetâvâ-yı Hayriye'de sorulup cevaplandırılmıştır. Hayrü’r-Remlî şöyle cevap vermiştir: Bu meselede yaşadıkları beldenin örfü muteberdir. Örfe göre karşılıklı olarak gönderiliyorsa, onun karşılığını aynen vermek gerekir. Eğer misliyattan ise misli verilir, kıyemiyattan ise kıymeti verilir. Eğer örf bunun aksine ise, yani onu karşılık beklemeden hibe yoluyla veriyorlarsa, onun hükmü de diğer hükümleriyle birlikte hibe (hediye) gibidir. O halde helâk edilirse, geri alınamaz.
    İbni Âbidin hibe bahsinde der ki: “Bizim memleketimizde örf müşterektir. Evet, bazı köylerde düğünde gönderileni karz sayarlar. Hatta düğünlerde köyün kâtibini getirerek hediye edenleri ve hediyeleri yazdırırlar. Hediye edilen kişi de, birisi düğün yaptığında deftere müracaat ederek onun hediye ettiği değerde bir şey hediye eder”. Anadolu’nun bazı yerlerinde de böyledir. Hatta uzun zaman geçmişse, yüzü tutanlar, “Ben size daha önce şöyle bir hediye getirmiştim” diye hatırlatırlar.
    21 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: Nikâhlandıktan sonra, düğün olmadan eşimin arzusu üzerine kendisini boşadım. Mehr vermem gerekiyor mu?
    Cevab: Hangi sebeple olursa olsun, erkek hanımını boşarsa, mehr ödemesi gerekir. Ancak ayrılık kadın tarafından gelmişse, yani kadın irtidat etmişse veya hürmet-i musahereye sebep olmuşsa, bu takdirde mehr alamaz. Ama erkekten boşamasını istemiş ve erkek de boşamışsa veya kadın zina edip yahut huysuz olup erkek boşamışsa, yine mehr ödenir. Eğer zifaf ve halvet olmamışsa, mehrin yarısı verilir. Eğer erkek ile kadın anlaşarak boşanırsa, buna hul denir. Bu takdirde mehr, boşamanın karşılığı olur. Önceden hanımla bunu konuşmalı ve anlaşarak boşanmalıydınız. Şu takdirde mehr ödemeniz gerekmektedir (Nimet-i İslâm).
    22 Eylül 2011 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Ömer devrinde zekât toplayan memurların kadın olduğu rivâyeti ne derece doğrudur?
    Cevab: Kadı Ebu'l-Abbas Ahmed bin Said'in et-Teysîr fî Ahkâmi't-Tes'îr adlı eserinde şöyle deniyor: "Muhtesibde bulunması gereken şartlardan biri de erkek olmasıdır. Çünkü bu hususta erkek oluşu gerektiren sayılamayacak kadar sebep vardır. Bu hususta, Hazreti Ömer'in pazarlardan birinde Şifâ el-Ensâriyye adlı bir kadını -ki Süleyman bin Ebî Hasme'nin annesidir- hisbe vazifesine getirdiği karşı delil olarak ileri sürülemez. Zira hüküm gâlibe göredir, nâdire değil. Bu ise nevâdirdendir ve muhtemelen kadınların işleriyle alâkalı hususî bir mevzuda olmuştur."
    İbnül-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân'da "Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum" (Neml 27/23) âyet-i kerimesi ile alâkalı der ki: Hazret-i Ömer'in bir kadını pazarda hisbe ile vazifelendirdiği rivayet edilir ki sahih olmayan bu rivayete iltifat edilmez. Bu rivayet, bid’at ehlinin hadislerde yaptıkları desiselerdendir.

    İbn Abdilber el-İstîâb'da şöyle der: “Semra bint Nehîk el-Esediyye, Resulullah aleyhisselâm zamanına ulaştı. Pazarlarda dolaşır, emri maruf ve nehyi münker ederdi. Bunu temin için de yanında taşıdığı bir kamçı ile insanlara vururdu”. İbn Abdilberr’in Semrâ’nın terceme-i hâline bakılırsa, Kadı İbni Sa'id'in "O kadının vazifesi kadınlarla alâkalı hususî bir mevzudaydı” sözü, İbnü’l-Arabî’nin sözündeki müşkili çözebilir.

    Nitekim kadının tesettürsüz olarak cemaat içine çıkması, erkeklere karışması, onlarla görüşmesi kendisi için kolay ve rahat değildir. Zira o eğer gençse kendisine bakmak ve onunla konuşmak haramdır. Eğer örtüsüz olarak dolaşıyorsa, bu câiz değildir. Belki de Semrâ hicab âyetinden evvel bu işi yapardı. Veya tayin edilmeksizin, kendi inisyatifiyle yapardı veya İstîâb’da da geçtiği üzere çok yaşlıydı. (Kettânî, Terâtib)
    22 Eylül 2011 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in anne, baba, dede ve amcasının Hanîf dininde olduğu ve Hazret-i İbrahim’in şeriatına uyduğu bilinmektedir. Her peygamberin şeriatı kendisinden önceki peygamberlerin şeriatını nesh ettiğine göre, bunların Hazret-i Peygamber’den önceki son peygamber Hazret-i İsa’nın dininde olmaları gerekmez meydi?
    Cevab:

    Yaygın kanaat, Hazret-i Muhammed’in kendisine peygamberlik bildirilmeden önce eski şeriatların hükümleriyle amel etmediği istikametindedir. Hanefî ve Şâfi’îlerin bir kısmı bu görüştedir. Buna göre, Hazret-i Peygamber, eski şeriatlarda da bulunduğu bilinen Kâbe’yi tavaf, leş yememek gibi bir takım işleri, maslahat sebebiyle ya da teberrüken (bereketlenmek için) veya kendi aklıyla güzel bulduğu için yapmıştı. Hazret-i Peygamber’den önceki devir fetret devri idi ve önceki şeriatların hükümlerinin kendisine ulaştığına dâir bir bilgi de yoktur. Eski peygamberlerin şeriatlarının unutulduğu ve uzun süre peygamber gönderilmeyen zaman aralığına fetret devri denir. Bu devirde yaşayan insanlar prensip itibariyle dinî emirlerle mükellef tutulamazlar. Hazret-i İsa ile Hazret-i Muhammed’in arası bir fetret devridir. Bir başka deyişle Hazret-i İsa’nın getirdiği şeriat unutulmuş, hatta mukaddes kitabı İncil bile tahrife uğramıştır. Tevrat için de aynı şey söylenebilir.

    Peygamberler, umumiyetle şeriatların unutulduğu zamanlarda gönderilirler. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in eski şeriatlarla amel etmesi mümkün değildir. Çünki peygamber gönderilmeden dinin füruu, yani şeriatla mükellefiyetten bahsedilemez. Ancak dinin aslı, yani iman bahse konu olabilir. Hazret-i Muhammed’in bi’setten (peygamberliği kendisine bildirilmeden) önceki hâli bilinmektedir. Kendisinden böyle başka bir şeriatla amel ettiği hususunda bir nakil, bir söz bize gelmemiştir. Kaldı ki böyle bir şey olsaydı, bu şeriatların bağlıları, mesela Yahudi veya Hıristiyanlar, bi’setten sonra O’nun kendilerine ve kendi şeriatlarına nisbetini iftiharla bildirirlerdi ki, böyle bir şey de bahis mevzuu değildir. (Serahsî, Usul, II/100-101; Âmidî, Usul, IV/121-123; Gazâlî, Mustasfa, I/132;  Hâdimî, Mecami, 211; Keşfü’l-Esrârı Pezdevî, III/932 vd; İbnü’l-Hümâm, Tahrir, 359.)

    Hazret-i Muhammed’in annesi, babası, dedesi ve amcası Hazret-i İbrahim’in inancında birer mümin idi. Bu dinden kendilerine intikal eden bazı amel esaslarına göre de ibâdet ederlerdi. Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa daha sonra geldiği halde, bunlar Yahudi veya Hıristiyan dinine girmiş değillerdi. Çünki bu dinler Arabistan’da doğru bir şekilde tebliğ edilmiş değildi. Bir dinin hükümleri doğru bir şekilde tebliğ edilmemişse, bu hükümlerin insanları bağlamayacağı açıktır. Böyle bir zamanda insanlar sadece iman ile mükelleftir. Fetret devri prensibi bunu gerektirir.

    Hazret-i İsa’nın gelişinin üzerinden uzun asırlar geçmiş, bu dinin esasları unutulmuştu. Arabistan’da tek tük Hıristiyanlar vardı. Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine ilk inananlardan ve Hazret-i Hadice’nin amcası oğlu Varaka bin Nevfel bu dindendi. Bu da bir arayışın neticesidir. Medine’de üç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı. Bunların inanç esaslarının da orijinal olduğu söylenemez. Bunun dışındakiler ya müşrik veya Hazret-i İbrahim’in dinine inananlardı. Hazret-i Muhammed, peygamberliğini açıklamadan evvel Arabistan’da az da olsa tevhid inancını benimseyen ve eski peygamberlerin, bilhassa Hazret-i İbrahim’in şeriatından geldiği zannedilen bazı esaslarla amel eden kimseler vardı. Ümeyye bin Ebî Salt ile meşhur hatib ve şâir Kus bin Sa’îde ile Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hazret-i Said’in babası Zeyd bin Amr bunlardandır. Hazret-i Muhammed bunlar için “Kıyâmet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır” buyuruyor.

    Hazret-i Muhammed’in dedeleri, bu arada Abdülmuttalib, babası Abdullah, annesi Âmine ve amcası Ebû Tâlib de Hazret-i İbrâhîm’in inancındaydı. Nitekim Kur’an’da “Sen, yani senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” buyurulmaktadır (Şuarâ: 219). Bu inanca Hanîf inancı, bunlara da Hanîfler (Hunefâ) denir. Hanîf, hanef masdarından sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya meyleden mânâsınadır. İslâmiyetten önce putlara tapınmayan, hacc yapan, sünnet olan, kısacası Hazret-i İbrahim’in dininden o zamana intikal etmiş esaslara tâbi bulunanlar için (Sâbiî’nin zıddı olarak) bu isim kullanılmıştır. Hanîf kelimesi Kur’an’da da müteaddit defalar geçer. Müslim kelimesiyle kullanıldığında hacceden; tek başına kullanıldığında ise Müslüman olan, tevhid inancında olan mânâsı kasdedilmiştir. Kur’an-ı kerimde Hazret-i İbrahim için bu sıfat kullanılmaktadır. Pek çok âyet-i kerimede Hazret-i İbrahim’in hanîf olarak vasıflandırılması da boşuna değildir. Çünki zamanında kendisinden başka tevhid inancını taşıyan kimse kalmamıştı. Etrafında hemen herkes putlara tapınırken, o tek tanrıya ibadet etmekteydi. Keldanîler gibi bâtıl yolda değil; Hakka yönelmişti (Bakara: 112, 135, Ahkâf: 13). Hazret-i İbrahim, Kur’an ve hadîslerde başka birçok hasletleriyle de övülmüş büyük bir peygamberdir. Allahın kendisini bütün insanlara ve inananlara imam, önder yaptığı bildirilmektedir (Bakara: 124, Nahl: 120). Tevhid inancı sonraki nesillere bu peygamberden intikal etmiş; şeriatı yayılmıştı. İslâm coğrafyasında bilinen peygamberlerden kendisinden sonrakilerin hepsi O’nun soyundandır. Semâvî dinlere mensup insanların hepsi kendisini büyük bilir ve inanırlar. Bütün dinlerdeki itikadî ve ahlâkî prensipler hep O’ndan intikal etmiştir. Bundan dolayıdır ki İslâm akâidinde, Müslümanlar -Kur’an’ın tâbiriyle- Hazret-i Muhammed’in ümmeti ve Hazret-i İbrâhîm’in milleti olarak tavsif edilmektedir. Millet aynı inancı benimseyen insanların hepsine denir. Osmanlı Devleti’nde gayrımüslim teb’a dinlerine göre gruplandırılmış ve hepsine dinî/hukukî imtiyazlar tanınmıştı. Buna “millet sistemi” denir: İslâm milleti (millet-i İslâm), Rum (Ortodoks) milleti, Ermeni (Gregoryen) milleti, Yahudi milleti gibi. Eski ilmihal kitaplarında, mesela Sultan Fâtih devri ulemâsından Mehmed bin Kutbüddin İznikî’nin Mızraklı İlmihal diye bilinen Miftahü’l-Cenne’de “Din ve millet, ikisi birdir”, diye yazar (s. 64).

    Görülüyor ki hanîflik Hazret-i İbrahim’in dininin esas vasfıdır; ama sadece bu dine mahsus değildir. Bu bakımdan hanîf, tevhid inancına çağıran peygamberlere uyan kimseye denir (Beyyine: 5, Hacc: 30, 31). İşte hanîflik olarak bilinen Hazret-i İbrahim’in şeriatine âit hükümlerin bazıları Arabistan’da da câriydi. Hanîf dininin esasları olan bu hükümleri, Hazret-i Muhammed de kabul ve tatbik etmiştir.

    24 Eylül 2011 Cumartesi
  • Sual: Altın veya gümüşün para ile veresiye ve taksitle satılmasının câiz olmadığını işittim. Kuyumcuyum. Altını peşin alamayacak olanlara satış yapmamak çok zordur. Nasıl hareket etmeliyim?
    Cevab:

    İbni Abidin ribâ bahsinde der ki: İmam Hanutî, kendisine sorulan «Altını fülus (para) ile değiştirirken birini peşin, diğerini vadeli aldığımızda hüküm nedir? sualine şöyle cevap vermiştir: «İkisinden biri kabzedilecek (peşin) olursa caizdir.» Fetâvâ isimli eserinde İmam Bezzâzî şöyle der: «Bir kimse yüz felsi, bir dirheme (gümüşe) satın alsa, iki taraftan birinin kabzetmesi yeterlidir. Gümüş veya altını fülus karşılığı satsa, durum yine aynıdır.» Muhitten naklen Bahır'daki ifadeyi de sözlerine ekler: Fetâvâ-yı Kâriu’l- Hidâye'nin şu ifadesine aldanmamak gerekir. O, «fülusun, altın ve gümüş karşılığı birinin peşin diğerinin vadeli olması caiz değildir» demektedir. Zira fukahanın tartı ile satılan bir malın yine tartı ile satılan bir mal karşılığı selam yoluyla alınması, satılması caiz değildir» sözlerini kendisine delil olarak zikretmektedir. Ancak felslerin, bir bakıma uruz mallardan olması itibariyle iki taraftan birinin kabzetmesiyle iktifa edilebilir.

    Görülüyor ki, altın veya gümüşün para karşılında satışında, her ikisinin de peşin olması gerektiğini söyleyenler olmuş ise de, doğrusu, bir tarafın peşin olmasının kâfi geleceğidir. Bu bakımdan veresiye ve taksitle altın ve gümüş satmanız câiz olmaktadır. Ancak altının altınla, gümüşün de gümüşle değiştirilmesinde, iki tarafın da peşin olması şarttır. Bu bakımdan birisi size sikke altın getirip, bilezik istese ve elinizde bilezik yok ise, altını peşin alıp, bileziği sonra vermeniz mümkün değildir. Altını emanet veya borç olarak alabilir; bilezik gelince de satış yapabilirsiniz. Bileziği görünce almamasından korkarsanız, bunu istisna yoluyla yaptırırsınız. İstisnada müşteri şartlara uygun yapılmışsa reddedemez. Emanet veya borç olarak aldığınız altın ile takas edersiniz. Burada dikkat edilecek husus, altının ağırlığı ile bileziğin ağırlığının eşit olması şarttır. İşçilik için ayrıca ücret talep edebilirsiniz. Veya bilezik için ücret olarak para alırsınız, emanet altını da para ile satın alırsınız. Şâfiî mezhebinde sarraf, altını altın ile mübadele ederken, işçilik payı alabilir.

    2 Ekim 2011 Pazar
  • Sual: İnternette .... diye bilinen bir sistem vardır. Bunun câiz olup olmadığı hususunda ne dersiniz? 1. Sisteme en az 330 TL vererek giriş yapılıyor. Bunun bir karşılığı yoktur. Bu paralar aşağıda açıklanacağı üzere üyeler ve sistemi kuran kişi arasında değişik yüzdelerle taksim ediliyor. Sisteme başkalarını da buraya dâhil edebilecek en az 4 kişiyi daha bulunduğunda artık para kazanmaya başlanıyor. Ve direkt getirilen üye sayısı 10''u bulduğunda büyük bir ilerleme kaydetmiş olunuyor. Bu bir ağ gibi uzayıp gidecek ve kişiler çoğaldıkça daha fazla para edilecektir. 2-Bu sistem, bazı firmalarla anlaşmış durumdadır. Üyelerinin, ile anlaşmalı iş yerlerinden indirimli alış-veriş yaptığı bir sistem. Üye olan kişilere ... diye adlandırılan bir kart verilmektedir. Ve alış-verişini yapan kişi kasada bu kartı gösterdiği zaman indirim kazanmaktadır. Bu indirim ise direkt hesabına nakit olarak yansıtılmaktadır. Örneğin benim üye yaptığım kişi alış-veriş yaptığında % 0.5’i, onun üye yaptığı kişi alış-veriş yaptığında ise yine ; % 0.5’i benim hesabıma nakit olarak geçmektedir. Kendi yaptığım alış-verişin ise ; % 1’i bana nakit olarak dönmektedir. İki alt üyeden sonraki alt üyelerin yaptığı alış-verişler ise belli bir sınıra geldiğinde ... pozisyon hesabı sistemi ile hesaplandıktan sonra hesabıma nakit olarak geçmektedir. Bu sistemde alt üyelerin alış-verişinden üst üyeler, üst üyelerin alış-verişinden de alt üyeler kazanabilmektedirler. Pozisyon hesabı sistemi bunu sağlamaktadır. Tabii üstte yer alan üyeler her zaman daha çok kazanır. Bu sistemde kazanç; yapılan alış-verişlerden elde edilen indirimin, üyeler arasında nakit olarak pay edilmesine dayanır. 100 TL lik alışverişte ; % ; 15 indirim varsa bu 15 TL nin: 1-Sistem 2-Üyeler 3-Çocuk ve Aile Yardımlaşma Fonu 4-Vergi Olarak Devlet arasında paylaşılmasıdır. Sistemde amaç; büyük bir tüketici topluluğu oluşturarak firmalardan indirim kazanmak ve alış-verişlerden üyelere para kazandırmaktır. Sorular: 1. Bu sistemden elde edilen para helal midir? 2. Alt veya üst üyeler haram olan bir alış veriş yaptığında (içki, domuz eti vs.) bize bir günahı olur mu? Çünkü onun alış verişlerinden diğerlerine de hisse verilmektedir. 3. Üye olurken karşılıksız para vermek caiz midir? Bu parayı daha sonra alamıyorsunuz. 4. Üyelerin pozisyon alırken verdikleri paralardan diğer üyelere de verilmesi caiz midir? Üyelere ve diğerlerine yüzdelik durumuna göre taksim ediliyor.
    Cevab: 1-Bu bir ortaklık ise, sermayeyi geri alamamak şartı, bu ortaklığı ifsad eder. Borç ise keza. Bu para hibe ise, ortaklara önceden tayin edilmiş nisbetlerde verilmesi caizdir. Ama bu hibenin şartı, istikbale matuftur. Hibede karşılığın derhal kabzedilmesi gerekir. Yoksa şart fasid olur. Öyle anlaşılıyor ki, burası bir klübdür. Klübe âzâlık para iledir.
    2-Üyenin domuz, içki satın alması veya satması, diğerlerine sirayet etmez. Vekâlet mevzubahis değildir. Alışverişinden hisse verilmiyor. Komisyon veriliyor. Bu satış darülislamda sahih değildir. Binaenaleyh bu satıştan komisyon talebi de caiz değildir. Ama firma verirse, kendi ihtiyarıdır, alınır.
    3-Firmanın dilediği müşteriye tenzilat yapması, müşteri getirene prim vermesi caizdir.
    4-Para hibe veya klübe giriş ücreti olarak veriliyor ise, ortaklara önceden tayin edilen şart nisbetinde diğerlerine dağıtılması caizdir.

    Netice itibariyle bu şekilde bir işe açıkça haram veya fâsid denemez. Ama içinde fâsid unsurları barındırdığı da bir gerçektir. İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed, İslam ahkâmına göre idare edilmeyen memleketlerde, müslümanın menfaatine olmak ve karşılıklı rıza şartıyla fâsid muamelelerin sahih sayılacağını ictihad buyurmuştur.

    İşin başka bir ciheti de şudur: Tecrübeler göstermiştir ki, bu gibi kolay yoldan para kazandırmayı va’d eden işler, suiistimallere elverişli ve sonu gelmeyen işlerdir.
    18 Ekim 2011 Salı
  • Sual: İkindi namazının farzından sonra tilâvet secdesi yapılabilir mi?
    Cevab: İki çeşit kerahat vakti vardır:
    Bunlardan birincisi güneşin doğduğu, en tepede olduğu ve battığı zamanlardır. Güneşe tapınanlara benzememek için bu vakitlerde hiç namaz kılınmaz. Bundan o vakitte hazırlanan cenazenin namazı, o vakitte okunan secde âyetinin secdesi, o günün ikindi farzı, nafile namaz ve o vakte kayıtlı nezr (adak) namazı müstesnadır. Bu altı çeşitten birincisi kerahatsiz, ikincisi tenzihî kerahatle, üç ve sonrası tahrimî kerahatle sahih olur.
    İkinci çeşit fecrin ağarması ile güneşin doğuşu ve ikindi namazından sonraki zamandır. Bu vakitlerde kılınan bütün namazlar kerahatsiz sahih olur. Yalnızca nafile namaz ile vâcib ligayrihi kısmı namaz kerahatle sahih olur. Bunlardan sehv secdesi dışındakiler kesilip, sonra kaza edilmek gerekir.
    Bunlardan başka aşağıda sayılacak vakitlerde bilhassa nâfile kılmak mekruhtur:
    1-Fecrin ağarmasından sonra, sabah namazının sünnetinden başka; 2-Sabahın farzını kıldıktan sonra; 3-İkindinin farzını kıldıktan sonra, güneş sararmamış olsa bile; 4-Akşamın farzından evvel; 5-Bayram namazından evvel, ne evde, ne câmide;  6-Bayram namazından sonra câmide nafile namaz kılmak mekruhtur. Nezir ve tavaf namazı ile ifsad ettiği nafilenin kazası da böyledir. Ancak tilâvet secdesi ile cenaze namazı böyle değildir. o halde ikindinin farzından sonra tilâvet secdesi yapmak mekruh değildir (Ni’met-i İslâm, Evkât-ı Mekruhe)
    21 Ekim 2011 Cuma
  • Sual: Arefe günü cumartesiye gelirse bu gün oruç tutmak uygun olur mu?
    Cevab: Arefe günü, yani Kurban bayramından bir önceki gün oruç tutmak mendubdur, çok sevabdır. Ancak cumartesiye denk gelirse yalnız bu gün oruç tutmak mekruhtur. Tahrimen veya tenzihen mekruh oluşunda ihtilaf vardır. Aşure, Berat gibi mübarek günler de cumartesiye denk gelirse böyledir. Bunda Yahudilere benzemek olduğu için men edilmiştir. Nitekim onlar yalnızca bu güne çok tazim eder, diğer günlere ehemmiyet vermezler. Hazret-i Peygamber “Allahü tealanın üzerinize farz kıldığı oruçtan başkasını cumartesi günü tutmayınız! Üzüm dalından veya ağaç kabuğundan başka bir şey bulamasanız da, bunları çiğneyin de, oruçlu olmayınız!” buyurmuştur.  Muharrem’in 10. Aşure günü de tek başına oruç tutulmaz. Bir gün öncesi veya sonrası ile beraber tutulur. Bunun hakkında da hadis-i şerif vardır. Nevruz ve Mehrican’da oruç tutmak da mekruhtur. Şu kadar ki, Savm-ı Davud gibi bir gün tutup bir gün tutmuyorsa, adak veya kaza tutuyorsa, bir gün öncesini de tutmuşsa, o halde cumartesiye veya Nevruz, Mehrican gibi günlere denk gelen günlerde de oruç tutulabilir. Çünki bu, yalnız o günü tazim etmek değildir, benzeme mevzubahis olmaz. Zilhicce’nin başından itibaren oruç tutulmuşsa veya tevriye günü de tutulmuşsa, şu halde cumartesiye denk gelen arefe de tutulabilir. Bu halde oruç, cumartesine mahsus olmaz. Mekruh olmaz.
    Cumartesi ve pazar günlerini beraberce tutmak mekruh olmaz. Çünki Ehl-i kitap bu iki güne birden tazim etmezler. Yalnız Pazar günü oruç tutmak hakkında açık bir hüküm olmamakla beraber, İbni Abidin’in ifadelerinden anlaşılan, yalnız bu gün oruç tutmanın da uygun olmadığıdır.
    Yalnız Cuma günü oruç tutmak bazı âlimlere göre mendub, bazılarına göre tenzihen mekruhtur. Mekruh diyenler, oruç ibadetinin farz kılınmadığı yalnız bir güne tahsis edilmesine işaret etmişler, burada Ehl-i kitabın belli bir günü tazim etmesine benzerlik olduğunu söylemişlerdir. Cuma müminlerin bayramıdır. Allah o güne mahsus bir ibadet tayin etmiştir. Bunun dışında bir ibadeti o güne mahsus kılmak uygun olmaz. İmam Ebu Hanife ve Muhammed’e göre bu gün oruç tutmakta beis yoktur. İmam Ebu Yusuf’a göre Cuma günü oruç tutmayı men eden hadis-i şerif vardır. Hadis-i şerifte, “Diğer geceler arasında yalnız Cuma gecesini ihya etmek için ayırmayınız! Cuma gününü de oruç tutmakta diğer günlerden ayrı tutmayınız! Ancak birinizin âdeti olan oruç o güne rastlarsa, mahzuru olmaz” buyurulmuştur. Mesela sevdiği kimse gelirse oruç tutacağını adayan kimsenin sevdiği kimse Cuma günü gelirse, bir gün öncesini veya sonrasını tutmuşsa, kaza tutuyorsa o gün oruç tutması mahzurlu olmaz. (İbni Abidin, Oruç bahsi; Şir’atü’l-İslâm, Orucun faziletleri)
    4 Kasım 2011 Cuma
  • Sual: Kilo ile kurban satın almak câiz midir?
    Cevab: Canlı hayvanın etini tartı ile satmak bâtıldır. Canlı hayvan etini tartı ile satmak veya satın almak isteyen kimse, pazarlık yerinde hayvanı tartıp etini kilo üzerinden kendi kendine hesap edip çıkardığı fiyata göre canlı hayvanı toptan pazarlık ederse, yani satış hayvan üzerinden yapılırsa câiz olur. Kilo fiyatı bellidir. Hayvan tartılır. Bir fiyat söylenir. Bu fiyat üzerinden pazarlık yapılırsa, akid sahih ve kurban muteber olur. Eğer bazı büyük marketlerde yapıldığı gibi, kurban kesildikten sonra tartılıp fiyat tayin edilirse yine caiz değildir. Çünki satılan hayvanın fiyatı baştan belli olmalıdır. (İbni Abidin, Alışveriş bahsi). Daha önceki senelerde bilmeden bu şekilde kurban kesmiş olan kimsenin kurbanı sahihtir. Günahı için tövbe etmek gerekir.
    6 Kasım 2011 Pazar
  • Sual: Amerika’da doktora yapıyorum. Burada gayrimüslimlerle yan yanayız. Hubbi fillah ve buğdi fillah çerçevesinde nasıl hareket etmelidir?
    Cevab: Gayrımüslimlerin dinini, itikadını ve bundan gelen kötü şeylerini sevmek, beğenmek caiz değildir. Buğd-i fillah, yani Allah için sevmemek bu demektir.Yoksa gayrımüslimleri iyi taraflarından dolayı sevmek yasak edilmemiştir. Bir insanın anne ve babası, zevcesi gayrımüslim olabilir. Bunları sevmeyecek midir? Gayrımüslimlerle daimi dostluk kurulması uygun görülmemiştir. Komşuluk, akrabalık, meslekdaşlık gibi sebeplerle görüşmek, arkadaşlık etmek, güler yüz göstermek, iyilik yapmak, davetlerine gitmek yasak edilmemiştir. Hatta bu zamanda belki faydalı bile olabilir. Bir müslümanı görür, onun güzel ahlakına bakarak Müslüman olabilir, hiç değilse Müslümanlığa düşmanlık etmezler. Büyüklerin hareketleri bizim için ölçüdür.
    14 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: Avrupa’da fakültede okuyan bir talebe, gayrı müslim arkadaşlarının ikram ettiği şeyleri, helal olup olmadığını bilmediği için, yiyebilir mi?
    Cevab: İkram edilen şeyde, yenmesi haram olan bir şey olduğu tecrübe ile anlaşılamadığı takdirde yemek câizdir. Kur’an-ı kerimde gayrımüslimlerin yiyeceklerinin Müslümanlar için temiz olduğu bildiriliyor. Hüsnü zan edip yenir.
    14 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: Amerika’da okuduğum şehirde Cuma namazları kılınan bir mescid var. Cuma namazlarını 1:30'a sabitlemişler; yaz kış bu vakitte kılıyorlar. Fakat bazen yazları 1:30’da vakit girmemiş oluyor. Kışın tabi böyle bir sorun olmuyor. Bu saatte direkt hutbeye çıkıp, yarım saat kadar hutbeden sonra namaza geçiliyor. Hutbe tabii ingilizce. Namazı kıldıran kişilerin itikatlarından tam emin değilim. Ama bu mescide ait internet sitesinde buranın sorumlusu gibi görünen insan sünnete seniyeye uymayan top sakallı bir kişi. Şu ana kadar Cumaları o vakitlerde üniversitede vazife olduğundan gidemiyordum. Fakat bundan sonra program değiştiğinden vakit uygun olabilecek. Cumalara gidelim mi?
    Cevab: Cuma namazı kılan ve bunun için mescid yapanlar, elbette vaktin namazın şartı olduğunu da bilirler. Cuma namazı öğle vakti girdikten sonra kılınır. 1:30’ta öğle vakti giriyor olsa gerek. Bazı takvimlerde 60 arzının üzerindeki yerlerde temkin mikdarı çok yüksek olabiliyor. Bu sebeple vakit girmediğini zannetmiş olabilirsiniz. Öğle vakti mevsimlere göre fazla değişmez. Zaten Cuma namazı hutbeden sonra kılınıyor. Hiç değilse hutbenin bir kısım ile farz olan namaz vaktinde kılınmış olur. Hutbe bütün dünyada Arapçanın yanında mahallî lisanlarda okunuyor. Bunun namaza bir zararı yok. Ancak tahrimen mekruhtur. Bunun vebali de böyle okuyana aittir, cemaate değil. Cemiyet sorumlusu ile Cuma namazının alakası olmayabilir. İslâm cemiyeti reisleri umumiyetle popüler şahıslardan seçilir. Top sakalı sünnet olarak bıraktığını bilemeyiz. Eğer sünnete uymak niyetiyle bir kabzadan kısa sakal bırakmışsa, bu bidattir. Köse ise, sakalı uzamıyorsa, moda diye veya sakal uzatamayıp tamamen kesmesi de mümkündeğilse, bidat denemez. Şafiî mezhebinde az bir sakal bile sünnet için kâfidir. Bid’at sayılmaz. Her gün traş olunsa bile, akşama bir mikdar sakal uzamış olur. Buna bid’at denemez. Cuma namazı farzdır. Dârülharbde Hanefi mezhebine göre farz olmamakla beraber, Müslümanlar toplanıp kılıyorsa, kılınır. Cemaatten ayrılmamalıdır. Fitneye sebep olur. Hem orada Müslüman gençlerle tanışırsınız. Size dünyevi faydaları dokunabileceği gibi, sizin de onlara emr-i maruf yapma imkânınız doğar. İnsanlara bu kadar soğuk ve peşin hükümlü bakmamak, hepsine acımak ve faydalı olmaya çalışmak lazımdır.
    14 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: Hava parası almak caiz midir?
    Cevab: Normal şartlarda kira müddeti bittiği halde, çıkmak için kiralayandan veya bir başkasından hava parası istemek ve almak caiz değildir. Kira müddeti bitmeden kiralayan çıkarmak isterse, çıkmak için tazminat istemek câizdir. Bir kimse mülk sahibinin izniyle malda vitrin, dolap, makine, hark, su değirmeni, bina gibi şeyler yapmışsa, kira müddeti bittiği zaman çıkarılmak istenirse, kiracının bunlara karşılık bir tazminat istemesi caizdir. Buna hulüvv veya ferağ akçesi denir. (İbni Abidin, Alış-veriş bahsi)
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Yemekten sonra elleri uzatarak sesli olarak dua etmek caiz midir?
    Cevab: Hazret-i Peygamber, yemekten sonra ellerini açmadan, yani ileri uzatmadan dua ederdi.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Fasık kimse evliyayı vesile ederek dua etse duası kabul olur mu?
    Cevab: Allah bilir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Tanımadığımız birinin cenazesine katılmak uygun mu?
    Cevab: Camiye cenazesi getirlen herkes müslüman kabul edilir. Cenaze namazı kılınır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Alışveriş yapmak için dükkâna gelen travesti tabir edilen kişileri dükkândan kovmak caiz mi?
    Cevab: Asla uygun değildir. Travesti olmak en nihayet günahtır. Herkese güler yüz ve tatlı dil lâzımdır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Kadınların dışarıda alyans takmaları caiz midır?
    Cevab: Hanımların, alyans dahil hiç bir ziynetlerini nikâh düşen erkeklere göstermesinin yasak olduğu âyet-i kerime ile sabittir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Bazı din kitaplarında, günahlardan uzaklaşmadan zikr yapmaları, insanlara fayda yerine zarar verir diye okudum. Bazen tembellikle namazları aksatıyoruz. Zikr etmemiz yarar yerine zarar mı verir?
    Cevab: Burada kasdedilen seyrü sülûkdaki zikrdir. Zikreden kişi bazı haller görür ve kendini kemâle geldi zannedebilir. Bu bakımdan tehlikelidir. Yoksa günah işleyenin de zikr yapmasına bir mâni yoktur. Ancak günahtan sakınmaya ehemmiyet vermeyenin ibadetlerinden sevab alamayacağı kitaplarda yazılıdır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Bekçi köpeğim var, bunun kuyruğunu kestirmek istiyorum. Dini bakımdan mahzuru var mıdır?
    Cevab: Kuyruğunu kesmenin ciddi bir menfaati varsa canını acıtmadan kestirilir.Yoksa caiz değildir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Yılanı nerede görürseniz öldürün deniliyor; caiz olduğundan bahsediliyor. Bu konuda hadîs-i şerif var mıdır?
    Cevab: Hadîs-i şerifin meali şöyle: (Evde yılan görüldüğünde ona şöyle deyiniz: "Nuh ve Davud oğlu Süleyman'ın senden aldıkları ahde dayanacak bize ezâ vermemeni istiyoruz." Buna rağmen yine de size yönelirse onu hemen öldürün). Bir başkası da şöyle: (Yılanları öldürün. Küçük büyük beyaz veya siyah olsun, kim yılan öldürürse Cehenneme fidye olur. Ve yılan da kimi öldürürse o şehiddir). İnsanlara zarar vermesi sebebiyle öldürülmesi emrolunmuş.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Buffalo, zürafa, zebra, kanguru, midilli ve deve kuşu gibi hayvanların etinin yenilmesi helal midir?
    Cevab: Buffalo, zürafa, zebra, kanguru ve deve kuşu yenir. Midilli İmam Ebu Hanife’ye göre mekruhtur.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Evde şempanze beslemek caiz midir?
    Cevab: Ehli hayvan beslemek caizdir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Çocuklara Allah'ın isimlerinden olan "Hâlık" isminin konulması caiz mi? Abd sözü ile başlayan isimler kız çocuğuna neden konulmuyor?
    Cevab: Hâlık, samed, rahman gibi Allahın zâtî isimleri konmaz. Başına abd ilâve edilirse olur. Aziz, Mecid gibi sıfatlar insanlara da tek başına konabilir. Abd, erkek köle demektir. Kadın için kullanılmaz. Kadın için bu gibi isimler kullanmak âdet olmamıştır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Levitasyon hakkında bilgi verir misiniz? (Levitasyon: Hindistan ve Tibet'teki insanların havada durabilmeleri)
    Cevab: Bir insan aç kalarak nefsini terbiye ederse, kendini tam kontrol ederek, konsantrasyon sayesinde bu gibi işleri yapabilir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Ruh çağırmanın İslâm inancındaki yeri nedir?
    Cevab: Ruh çağırmak aklen mümkündür. Ama İslâm inancına göre, sâlih insanların ruhu, kendilerini çağıran fâsıklara gelmez. Müslüman olmayanların ruhu ise azapta olduğu için gelemez. Cin gelip ruh gibi numara yapar. Çağıranlarla dalga geçer. Onlar da ruh geldi zanneder. Hakiki ruh çağırma şöyle olur: Müslüman hürmet ettiği bir mübarek zatın isimini anar, onun hayatını okur, kitabını okur, o zâtın ruhu orada hazır olur. Olunca oraya rahmet yağar, oradakiler istidatları kadar feyz alır. Sâlihlerin anıldığı yere rahmet yağar, hadis-i şeriftir. Diriler, ölülerini hayırla andıkları zaman, onun ruhu için hayır ve hasenat yaptıkları zaman, ruhu azapta değil, serbest ise gelebilir veya rüyada görünür.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Misak, yani kalu beladaki anlaşma ne demektir? Ruhlar âlemindeyken Allah’a verdiğimiz sözü, niçin hatırlamıyoruz. Bu sözü hatırlamayışımız, bizi sorumluluktan kurtarır mı?
    Cevab: Allahü teala ruhları yarattığı zaman hepsinden kendisini rab tanıdıklarına dair misak aldı. Dünyaya gelip bedene girince bazısı hatırladı, müslüman oldu; bazısı unuttu, inanmadı. Hatırlamıyor ise de, dünyaya geldikten sonra ilahî hitaba muhatab olmuşsa, aklı başında olan herkes mesuldür.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Esrar, afyon gibi uyuşturucular hakkında dinî hüküm nedir? Haramlık dereceleri içki gibi midir?
    Cevab: İçkilerin bile haramlık derecesi aynı değildir. Az içmekle çok içmek de haramlık derecesi bakımından aynı değildir. Bunların ilaç, narkoz olarak kullanılması ve satılması caizdir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Online kumar oynatan bir internet sitesinde çalışmanın dinî hükmü nedir?
    Cevab: Dârülislâmda İmameyn’e göre tahrimen mekruh, İmam Ebu Hanife’ye göre câizdir. Dârülharbde ikisine göre de câizdir. Ama kazancı tayyib, bereketli değildir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Kemik tozundan elde edilen porselenleri kullanmak helal midir?
    Cevab: Domuz dışında her hayvanın kemikleri temizdir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Ay-yıldız veya Arapça Allah yazısı olan bir madalyonu boyundan asıp gezdirmek caiz midir? Bazı insanlar bunun küçük şirk olduğunu söylüyorlar?
    Cevab: Mahzurlu değildir. Şirkle alakası yoktur. Bereket ve korunmak için takılır. Arapça yazı, âyet-i kerime ise helâya girerken örtmelidir. İnsanların düşmanlığını çeken şeyleri yapmamalıdır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: İçki de satılan yerden alışveriş yapmanın hükmü nedir?
    Cevab: İçki satmayan emsali varken yapmamak iyidir. Ancak kazancı helâl ve haram karışık olan ile akid yapmak sahihtir. Şu kadar ki, içki satışının semeni, para üstü olarak alınmaz. Ama kasaya koyup diğer paralarla karışırsa, almak câiz olur.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: İçki için fıçı üretimi; içki partileri için mekân hazırlama işinde çalışmak caiz midir? Bu kişinin kazancı helâl midir?
    Cevab: İkisi de câizdir. Nitekim İmam Ebu Hanife’ye göre ücret ile zimmînin şarabını taşımak, üzümünü toplayıp sıkmak, kilise tamir etmek caizdir. Çünki işin bizzat kendisinde günah yoktur. Ancak tayyip, bereketli kazanç değildir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Fotoğraf stüdyosu açmak caiz midir? Kazandığım para haram mı olur?
    Cevab: Câizdir. Ayna satmaya benzer. Çünki fotoğraf çekmek ile canlı resmi yapmak aynı şey değildir. Mısır başmüftüsü Bahîtü’l-Mutiî bu hususta bir risale kaleme almıştır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: İçki reklamı olan formalarla spor yapmak caiz midir? Spor yaparken nelere dikkat etmek gerekir?
    Cevab: Mekruhtur. Başkalarının görmesi dinen câiz olmayan yerlerinin açılmamasına, farzların terk edilmemesine, oyun üzerinde kumar oynanmamasına (başkası ile bahse girişmek veya başkaları bu oyun üzerine spor-toto gibi bahis oynamak gibi) dikkat etmelidir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Koro halinde söylenen ilâhî ve mevlid gibi manzumelerin Hıristiyanlıktan kaynaklandığı öne sürülüyor. Bunun doğruluk derecesi nedir?
    Cevab: Koro halinde ilahi ve mevlid söylemenin dinle bir alakası yoktur. Adettir. Mahzuru olmaz.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Peygamber Efendimiz'in za’feranla boyanmış elbiseleri giymeyi yasakladığını, hatta yakılmasını istediğini bildiren rivayete göre, sarı renkli elbise giymek günah mıdır?
    Cevab: Tamamı sarı veya kırmızı elbise giymenin mekruh olduğunu bildiren zayıf kaviller vardır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Bir muhasebeci, vergi kaçıran mükelleflere göz yummaktan ve onlara yardımcı olmaktan dolayı mes'ul olur mu?
    Cevab: Müşterilerinin kabahatlerini araştırmakla mükellef değildir. Gerekirse kendilerine bir defa ikaz eder. Nitekim fıkıh kitaplarının vekâlet bahsinde, dava vekilinin müvekkilinin aleyhine beyanda bulunamayacağı yazar.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Yılan ve kertenkele necis midir, düştüğü sıvıyı necis eder mi?
    Cevab: Domuz dışında hiçbir hayvanın kendisi necis değildir. Bunlardan bazısının dışkısı, bazısının salyası necistir. Akıcı kanı olmayan yılan ve kertenkele suda ölünce su necis olmaz. Su dışında ölüp suya düşseler yine necis olmaz.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Çocukları okula göndermeyip çalıştırmak haram mıdır?
    Cevab: Babanın çocuğuna hayatta lâzım olacak bilgileri öğretmesi vecibedir. Bugün bunlar kısmen mekteplerde veriliyor. Ancak her çocuk okuyacak diye bir kaide yoktur. Zeki ve kabiliyetli çocuklar okur. Okuyamayacak olanlar, istidatlarına göre mesleğe yönlendirilir. Okumayacak çocuğu okutmak, hem çocuğa kötülük olur; hem de istidatlı olanların önünü kesmek demektir. Bu bakımdan okumayacak çocuğu okutmamak, hayırlı olur. Bir meslek öğrenmiş olur. Mektebe gitseler, belki asalak olacaklardır. Bu bakımdan, ebeveynin, çocuğu için hayırlı görerek onu okutmaması, mesleğe yönlendirmesi caiz, hatta iyidir. Hiç okutmayıp meslek de öğretmemek, ebeveyn vazifesini yerine getirmemek olur ki günahtır. Anne-babanın ihtiyacı varsa, çocuğu bünyesine uygun işte çalıştırmaları ve getirdiğinden nafaka yapmaları caizdir. Ancak yine de çocuğa din ve dünya bilgilerinden yetecek kadar öğretmeleri farzdır.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Veznedar, gün sonunda fazla çıkan paraları alabilir mi? Bunlarla diğer günlerdeki açıkları kapatabilir mi?
    Cevab: Fazla çıkan paralar verenin rızasıyla verilmişse veznedarındır. Değilse lukatadır. Sahiplerine geri vermelidir. Sahibi çıkmazsa fakirse alabilir.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Dinî bir bayram olmayan Halloween/Cadılar Bayramı’nı, eğlence niyetiyle kutlamak günah mıdır?
    Cevab: Âdettir, günah değildir. Gayrımüslimlerin küfr alâmeti olmayan âdetlerini, iki Müslüman yapsa, üçüncüsüne günah olmaz.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: At, eşek ve katır sütü içmek haram mıdır?
    Cevab: At sütü helâldir. Ehlî eşek ve katır eti ve sütü tahrîmen mekruhtur. Yalnız Mâlikî mezhebinde helâldir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İnternette online “Fantezi Futbol” diye bilinen oyunu oynamak haram mıdır?
    Cevab: Diğer oyunlar hükmündedir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Askerde iken, komutanlara içki servisi yapmak caiz midir?
    Cevab: Zaruretler yasakları mübah kılar. Bu işin meraklısı vardır; ona bırakmalıdır. Yapamıyorsa caiz olur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: At yarışları caiz midir? Hipodromda at antrenörlüğü, at işletmeciliği, veterinerlik gibi meslekler caiz midir?
    Cevab: At yarışı oynamak kumardır, caiz değildir. Bahsettiğiniz işlerin kendisi haram değildir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Çaycının, dem iyi çıksın diye, çaya karbonat atması caiz midir?
    Cevab: Müşteriyi aldatmak haramdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye ve bazı sahabelere dayanarak, şarabın dışındaki (rakı ve bira gibi) sarhoş edici alkollü içkileri, sarhoş etmeyecek kadar içmenin caiz olduğunu söyleyenler var. Meselenin gerçek yüzü nedir?
    Cevab: Üzüm ve hurmadan yapılmayan alkollü içkilerin İmam Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre sarhoş etmeyecek mikdarını, eğlence ile olmayarak, iştah için, sıhhat için, yemeği yutmak için vs sebeplerle içmek caizdir. Çünki bu iki âlime göre şarap, üzüm ve hurmadan yapılır. Diğerleri, ancak sarhoş ederse veya fâsıklar gibi içilirse haramdır. İmam Ebu Hanife “Ben nebîze haram diyemem, çünki sahabilerden içenler olmuştur. Ama içmeyi tercih etmem, çünki çoğu sarhoş etmektedir” demiştir. İmam Muhammed’e göre alkollü içkilerin hepsi ve damlası bile haramdır. Fetvâ da böyledir. Rakı üzümden yapılır ve ittifakla haramdır. (İbni Abidin, Eşribe) 
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İçkili otellerde kalmak ve yemek yemek caiz midir?
    Cevab: Yapılan işin kendisi haram değildir. Malı haram ile karışık olan kişiyle muamele yapmak câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Huzurevinde çalışan kişi, o insanları yıkamak durumunda kalıyor. Bunun gibi şeyleri yapmak dinen câiz midir?
    Cevab: Doktor gibidir. Câizdir. Zaruretler memnuları (yasakları) mübah kılar.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Resulullah aleyhisselâmın kuşların peşinden koşmayı câiz görmediğine dair bir hadis var mı?
    Cevab: Çatıda güvercin beslemek, başkalarının bahçelerinde olup biteni ve onların mahremiyetlerini öğrenmeye sebep olduğundan tasvip edilmemiştir. Yoksa evde kafese alışkın kanarya gibi kuş beslemek câiz, hatta makbuldür.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Park ve bahçeleri dizayn ederken, çim ve çiçeklerin arasına ördek, köpek, ceylan vb. hayvanların heykellerinin konulması haram sınıfına girer mi?
    Cevab: Heykel hükmünde ise de, eve dikilenlerden daha hafiftir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Belediyeden izin alınmadan yasak olan yerlere ev yapmak caiz midir, kul hakkına girilmiş olur mu?
    Cevab: Müslüman dine de, kanunlara da riayet etmelidir. Suç işlemek, kendisini tehlikeye atmak demektir. Neticesinde ceza vardır. Bu ise dinen caiz değildir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı kuruluşlar, halktan yardım toplamak maksadıyla çekiliş düzenliyorlar. Böyle bir çekilişe katılmakta mahzur var mıdır?
    Cevab: Hayır için değilse, yani elde edilen paralar, fakirlere, muhtaçlara dağıtılmıyor veya bir hayır işine sarfedilmiyorsa, kumardır, mahzurludur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Namaz kılmayana kız verilmez ve kestiği yenilmez deniliyor. Bu doğru mudur?
    Cevab: “Fâsığa kızını veren mel’undur” hadîs-i şeriftir. Ancak böyle kişinin kestiği yenir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı İslâm büyüklerinin insanları imamlık ve müezzinlik yapmaktan, başkasına kefil ve vasi olmaktan men eden ifadelerine rastlıyoruz. Bu ifadelerde ne anlatılmak istenmektedir?
    Cevab: Bunlar veballi işlerdir. Ehliyet ve adalet gerektirir. Herkes bunu beceremez. Kul hakkına ve günaha düşer. Nitekim Hazret-i Ömer, vasi olmak ilk defasında saflık, ikinci defasında ahmaklık, üçüncü defasında hâinlik demektir buyurmuştur. Ancak bu işler yerine göre farz veya sünnet-i kifâyedir. Yapılmazsa, herkes günaha girer veya kerâhate düşer. Onun için kendine güvenenin böyle bir işe girişmesi, girişmeden evvel de fıkıh kitaplarındaki hükümlerini öğrenmesi ve mümkün mertebe adalete riayet ederek vazife yapması gerekir. İmam, müezzin, kadı, kefil, vekil, vasi olmak çok sevaplı işlerdir. Nitekim İmam Ebu Hanife, kendisine yapılan kadılık teklifini adaletle hükmedemeyeceğinden korkarak kabul etmemiş, bu yolda işkencelere maruz kalarak vefat etmiştir. Talebeleri İmam Ebu Yusuf, Züfer ve Muhammed ise kadılık vazifesi kabul edip insanlara faydalı olmayı tercih etmiştir. Herkesin ve her devrin hâli başkadır. Demek ki hakkıyla vazife yapamayacağından korkan kimsenin böyle işleri kabul etmemesi takvâ, etmesi fetvâdır. İhlâsla hareket edene Allah yardım eder. Nitekim "Kim Allah'ın dinine yardım ederse, Allah da ona yardım eder; ayağını sağlam tutar" âyet-i kerimedir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İstihârede görülen renkleri nasıl tabir etmek gerekir?
    Cevab: Yeşil, beyaz, berrak su hayra; siyah, kırmızı, bulanık su şerre tabir edilir. Esasında istihâre neticesinde hiç renk görülmeyebilir. Ama kalbinde o işe karşı arzu artmışsa, istihâre müsbet demektir. Azalmışsa, menfi tabir edilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Güvenlik görevlilerinin cuma namazına gidememesi hakkında bilgi verir misiniz?
    Cevab: Özür sebebiyle gitmemek dârülharbde câizdir. Dârülislâmda zâten izin verirler. Çok kritik hallerde burada da gitmemek câizdir. Cuma namazına gidemeyen öğle namazını kılar.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Göz ile namaz kılınır mı?
    Cevab: Secde edemeyen kimse yere oturup başı ile ima eder. Göz ile imaya bazı âlimler cevaz vermiş ise de meşhur kavle göre göz ile ima olmaz. Böyle kişi namaz kılmaz. Altı vakitten az ise sonra kaza eder.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Deniz aşırı ülkelere uçakla giderken, namaz vakitlerini neye göre ayarlamalıyız? Uçak içinde yer olmadığı zaman oturarak namaz kılsak geçerli olur mu?
    Cevab: Namaz vakitlerinden anlayan birisine üzerinden geçilecek memleketlerin namaz vakitleri ve tayyarenin irtifasına göre bunların ne kadar değişebileceği sorulur. Tayyarede ayakta kılamayan, oturarak kılar. Secde edemiyorsa rüku’ ve secde için biraz eğilir. Koltuğunda kılamazsa tuvalette kılar. Oturarak kılamıyorsa ayakta başını eğerek ima eder.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Yolculukta vasıta içinde namaz nasıl kılınır?
    Cevab: Gemi, tren, tayyare gibi vâsıtalarda ayakta namaz kılınabilir. Bu mümkün değilse veya otobüs, otomobil gibi vâsıtalarda namaz zarureti doğarsa, koltukta namazda oturur gibi ayaklarını altına alarak oturulur; başı ile ima eder. Secde için eğilmesi, rükû için eğilmesinden az olmamalıdır.
    Vâsıtada namaz kılmaya sebep olan özürler, malının, canının, vâsıtanın tehlikede olması, inince vâsıtanın veya vâsıtadaki veya yanındaki malın çalınması, yırtıcı hayvan, düşman, yerde çamur olması, yağmur olması, hastanın, inerken, binerken, iyi olmasının gecikmesi veya hastalığının artması, arkadaşlarının beklemeyip tehlikede kalması, indikten sonra, vâsıtaya yardımcısız binememek gibi özürlerdir. Vâsıtada namaz kılarken, mümkün olduğu kadar kıbleye dönülür. Mümkün olmazsa her hangi bir yöne veya gidiş istikametine göre kılınır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Panik atak hâlinde neler yapılmalı ve hangi duaları okumalıdır?
    Cevab: Sıkıntılı zamanlarda 500 lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah okumak hadîs-i şerif ile bildirilmiştir. Her yüz sonunda illâ billahil aliyyil azîm demelidir. Başta ve sonra 100'er Allahümme salli alâ Muhammed demelidir. İnanarak okumalıdır. Doktora da gitmelidir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Başörtüsü omuzlara dökülmeli mi yoksa yakayı kapatsa yeterli mi? İnce başörtüsü kullanmak caiz mi?
    Cevab: Omuzlar örtülü ise, yakayı kapatsa kâfidir. Omuzlara dökülmesi iyidir. İçini (saçları) gösteren başörtüsünün yok hükmünde olduğunu Hazret-i Peygamber bildirmektedir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bir kadının dışarıda topuğu ve ayak parmakları görünecek ayakkabı giyinmesi caiz midir?
    Cevab: Kadının ayağının avret olmadığını söyleyen kaviller varsa da zayıftır. Bunlar da namazda kerahetle câiz görür, namaz dışında cevaz vermez. Ayakta kalın çorap varsa mahzuru olmaz. (İbni Abidin-Şurutü's-Salât bâbı)
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Gelinlik giymek caiz midir? Gayrımüslimlerin âdeti olduğundan dolayı nikâh merasiminde gelinlik giyilebilir mi? Gelinlik tesettüre aykırı düşer mi? Tesettüre uygun gelinliğin yabancı erkeklerin görmesinde bir mahzur var mıdır?
    Cevab: Gelinlik âdete tâbidir. Eskiden kırmızı renkte olurdu. Şimdi beyaz olması âdet olmuştur. Bu bakımdan şer’en mahzurlu değildir. Kadınların arasında tesettüre uygun olmasa bile giyilebilir. Şu kadar ki kadının kadına bakması câiz olan yerlerini nazara almalıdır. Derin dekolte veya transparan ile kadınların yanına da çıkılamaz. Çünki kadının kadına karşı göbek ile diz kapağı arasını örtmesi farz, göğsü, sırtı ve karnını örtmesi vâcibdir. Yabancı erkeklere kapalı bile olsa gösterilemez. Çünki ziynettir. Eski düğünlerde, gelinlik giymiş gelinin evden çıkarken üzerine manto veya bir örtü örtüldüğünü gördük.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı milletlerarası hava meydanlarında emniyet gerekçesiyle vücut hatları belli olacak şekilde elektronik tarama yapılmaktadır. Böyle bir uygulamaya maruz kalacak olursak ne yapmalıyız?
    Cevab: Şer’en bir mahzuru yoktur. Aynadaki görüntü gibidir. Kendi görüntüsü değildir. Olsa bile, kanunun emri ikrahtır, zarurettir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı memur ve işçiler sıhhatli günlerinde bile hasta raporu alıp şahsî işleriyle meşgul oluyorlar. Bunların çalışmadıkları günün ücretini hak ettiklerini söylemek mümkün müdür?
    Cevab: Hususi firmada veya hakiki şahsa çalışıyor ise, aldığı para haram olur. Memur ise, hakikî şahıs olmayan devlete karşı bir günahtan söz edilemeyecek olsa bile, bundan birisi zarara uğramışsa memur günaha girer.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Yıllık iznim dosyama eksik işlendiği için, iki gün izin hakkım varmış gibi gözüküyor. Bunu kullanmak kul hakkına girer mi?
    Cevab: Aldatmak câiz değildir. Âmirinize gidip gerçeği anlatmanız, size daha fazla avantaj temin eder.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı kişiler bankalara prim yatırarak ikinci emeklilik hakkı kazanıyorlar. Dinen bu özel emeklilik câiz midir?
    Cevab: Garer (belirsizlik) bulunan bir muamele olduğundan dârülislâmda câiz değildir. Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve Muhammed’e göre câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Ticari maksatlı toplantı, düğün ve seminer salonu işletmek caiz midir? Günümüz düğünlerinin birçoğunda, kadınlı erkekli aynı salonda ve müzik eşliğinde düğün yapılmaktadır. İçkisiz olmak şartıyla, böyle bir iş yeri işletebilir miyim?
    Cevab: Seminer salonu işletmenin mahzuru yoktur. Düğün ve sair eğlencelerde helâl ve haram karışık ise, kendisi işletirse, günaha vesile olmak mekruhtur. Kendisi işletmez de mülkünü kiraya verirse bunun kendisi haram olmadığından içkili düğün yapsalar bile mülk sahibine câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Teknokask, laptop gibi teknolojik mamulleri yangın, kırılma ve benzeri haller için sigortalatmak câiz midir?
    Cevab: Dârülislâmda câiz değildir. Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve Muhammed’e göre kazâ sigortası yapmak ve yaptırmak câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Siftah açmak hakkında bilgi verir misiniz? Halk arasında, sabah siftah yaptığımızda parayı yere atmak, sakala sürmek hurâfe mi, yoksa dinimizde böyle bir şey var mı?
    Cevab: Yere atmak paraya kıymet vermemeyi, sakala sürmek ise bereket ve kanaati ifade eder. Dinimizde yok ise de gelenek olmuştur. Mahzuru yoktur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Nakit paraya sıkıştığımızda, kredi kartı ile altın alıp bunu hemen geri bozdurmak ve bu parayı kullanmak câiz midir?
    Cevab: Altının, kâğıt para karşılığı taksitle veya kredi kartıyla alınması câizdir. Alınınca mülkü olur, dilediğini yapabilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Ülkemizin kalkınması için yerli mallarını mı tercih etmeliyiz? Bu durum yabancı ülkelerle dostluk bağlarımızı koparıp ırkçılık yapmamız manasına gelir mi?
    Cevab: Yerli veya yabancı mal satın almanın dinen ve hukuken bir hükmü yoktur. Hangi ülkeden olursa olsun kaliteli malı tercih etmelidir. Yerli malını üretenlerin de ekseriya Türk-İslâm kültürüne bağlı kimseler olduğu söylenemez.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İnternet üzerinden faaliyet gösteren bir marketing şirketi kurup, satış ağı şeklinde kazanılan prim caiz mi?
    Cevab: İnternet üzerinden kredi kartıyla veya ödemeli olarak alış-veriş yapmak câizdir. Satış ağı şeklinde kazanılan paraya ise, komisyon veya vücûh (itibar) ortaklığı hissesi olarak değerlendirilerek cevaz verilebilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Tatlı, meyve, sebze gibi yiyecekleri tartarken, ambalajın, kutunun veya poşetin darasını almak gerekir mi? Darasını almadan yiyecekle beraber tartmanın bir mahzuru var mıdır?
    Cevab: Gerekir ise de, alınmayıp tarttıktan sonra “Borcum nedir?” diyerek götürü satış yapınca mahzur kalmaz.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İslâmiyete göre, vergi vermenin ve fatura kesmenin hükmü nedir? Bir alışveriş yaptığımızda fiş veya fatura alma mecburiyeti var mıdır? Fiş vermeyen günaha girer mi?
    Cevab: Müslüman kanunlara riayet etmeli, suç işlememelidir. Aksi takdirde ceza ve zarara uğrar ki bu dinen câiz değildir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Mal almak için birisine para verilse, o kişi de malı ucuza alsa, kalan parayı kendisi için alabilir mi?
    Cevab: Vekil, müvekkil gibidir. Malı kaça almışsa, müvekkilinden o kadar alabilir. Müvekkili rıza gösterirse veya önceden ücretli vekâlet için anlaşılmışsa alabilir. Malı pahalıya almışsa, aradaki farkı da kendisi karşılar, müvekkilinden alamaz veya malı kendisi alır müvekkilinden aldığı parayı iade eder.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kurayla ve taksitle otomobil veya ev satan organizasyonlara dâhil olmak câiz midir? Sistemden çıkınca verdiğimiz taksitler geri verilmekle beraber, organizasyon ücreti geri ödenmiyor. Kurada ilk/son çıkan kişi daireye farklı ücret ödüyor.
    Cevab: Organizasyon ücreti muamele masrafı olarak görülebilir. Organizasyona girdikten sonra ortada olmayan ev veya arabayı satmak câiz değildir. Kurada ismi çıkınca, hazırdaki ev veya arabayı öncekilerden ve sonrakilerden farklı fiyat ve taksitlerde satın almak üzere akit yapılırsa câiz olur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Hacda Arafat’tan Müzdelife’ye geldik. Başımızdaki memurlar gece vakfe yaptırıp bizi Mina’ya götürdüler. Vakfemiz sahih midir?
    Cevab: Hanefî mezhebinde Müzdelife vakfesi vâcib olduğu gibi, vakfeyi fecr doğduktan sonra yapmak da vâcibdir. Diğer üç mezhebde gece de yapılabilir. Ancak bir Hanefî zaruret olmadan bu mezhebleri taklid edemez. Üstelik taklid edebilmek için haccın şart v emüfsidlerinde de bu mezhebe uymuş olamsı gerekir. Bu bakımdan ceza olarak haremde bir koyun veya keçi kurban kesmek gerekir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kumar oynayan bir site ile ortaklık kurmak, web sitemizin modelini verip hisse almak câiz midir?
    Cevab: Kumar oynamak caiz değildir. Kumar oynatan site ile ortak olmak İmam Ebu Hanife ve Muhammed’e göre dârülharbde câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: İnternet kafe işletmek haram mıdır?
    Cevab: Yapılan işin kendisi haram olmadığından câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Arsası alınmış, projesi onaylanmış, ancak inşaatı henüz başlamayan bir yerden devre mülk veya daire satmak caiz midir?
    Cevab: Mevcut olmayan malı satmak câiz değildir. Hanefî mezhebinde menfaat ve hak da satılamaz. Bunun için, arsayı müteahhide verip de, buna karşılık, buraya yapacağı apartmandan kat almak câiz olmaz. Bunun gibi bir müteahhidden, yapacağı bina, yapılmadan satın alınamaz. Bu bina ve apartman katı, yapılmadan önce, selem yolu ile de satın alınamaz. Çünki, malı vermek zamanı gelinceye kadar çarşıda bulunmayan şey ve misli bulunmayan şey selem yapılamaz. Parayı emânet veya borç verip, bina bitince bu para üzerinden satış yapılır. Binayı müteahhide istisnâ yolu ile yaptırmak câizdir. Binanın teslim zamanı belli olmasa veya bir aydan az olsa, sözbirliği ile câizdir. Bir aydan çok olursa, İmameyn’e göre, istisnâ yine sahih olur. Bu maddelere uyularak, arsanın belli bir kısmı, meselâ üçte ikisi, hisse-i şâyıa olarak müteahhide veresiye olarak satılır. Müteahhidden alacağı olan paranın karşılığı olarak, istenilen kat, müteahhide istisnâ yolu ile yaptırılır. Çünki, kendi arsasına, projesine göre, istisnâ yolu ile apartman yaptırılması câizdir. İstisnâ yolu ile yaptırılacak apartmanın veya katın proje ve planının ve kullanılacak her malzemenin cinsinin ve fabrikasının önceden söz kesilirken bilinmesi, kararlaştırılması lâzımdır. Mâlikî mezhebinde üst hakkı (apartmandaki daire hissesi) müstakilen satılabilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Ticarî taksi, dolmuş, otobüs gibi hatlar vatandaşın eline geçtikten sonra, astronomik fiyatlara satılıyor. Bu astronomik fiyatlara satılan hatlara ödenen para caiz midir?
    Cevab: Hak, tek başına satılamaz. Ancak satılması örf olmuşsa satılabilir. Taksi, dolmuş, otobüs hattı gibi hakların satılması (hulüvv) hakkın ferağı olarak görülür. Bu da Mâlikî ve bazı Hanefî âlimlerine göre caizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Emitasyon, sahtecilik, bir başka deyişle meşhur markaların ismiyle sahte elbise üretmek marka taklidi yapmak câiz midir?
    Cevab: Burada sahtecilik yok, taklit vardır. Marka sahibi râzı değilse, câiz olmaz. Marka sahibi râzı ise, fark bâriz ve müşteri kandırılmıyorsa câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kaçakçılık yapmak, kaçak mal alıp satmak caiz midir?
    Cevab: Müslüman kanunlara uymalıdır. Ceza ve zarara uğramak câiz değildir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Günümüz dünyasında vakıf malları hususiyetini yitirdi mi, alınıp satılabilir mi?
    Cevab: İslâm hukukuna göre vakıf malı, harap olup vakfa faydalı olacak başka bir malla değiştirmek maksadı dışında satılamaz. Şer’î manada vakıf kurmak, şimdiki kanunlara göre mümkün değildir. Bugün bir vakıf malı, vakıf maksatlarına uygun olarak kullanılıyorsa, alınıp satılamaz. Vakıf olmaktan çıkarılmış ise, gaspçının veya mürtedin elinden kurtarmak maksadıyla alınıp mülk edinilebilir ve başkasına satılabilir. Zira gâsıp, gasp etmekle habis de olsa mâlik olmuştur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Günümüzde berdel denen evliliklerde yapılan nikâh, Câhiliye devrinde görülen ve İslâmiyetin yasakladığı şigar nikâhı mıdır? Bu geçerli midir?
    Cevab: Berdelde damat kızkardeşini kayınbiraderine verir. Böylece iki taraf da birbirine başlık ödemez. Başlık zaten İslâmiyete uygun değildir. Ancak bu iki nikâh şartlarına uygun yapılmışsa, meselâ kızların rızası varsa, sahihtir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Tasavvufta dünyayı terk etmenin gereği üzerinde duruluyor. Ancak bu sebeple Müslümanların geri kaldığı da söyleniyor. Sizce bizim dünyaya bakışımız nasıl olmalıdır?
    Cevab: Dünyayı terk etmekten maksat, dünyada Allah için olmayan şeyleri, yani günahları, hırsı, faydasız şeyleri terk etmek demektir. Dünyalık, para, makam için, dinin emirlerini terketmek uygun değildir. Müslüman dini için dünyalık verir. Mesela günah işlememek için makam, para ve saireden vazgeçer. Tasavvuftaki dünyayı terk etmekten maksat budur. Bir lokma, bir hırka telâkkisi değildir. Bunun İslâm tarihinde pek çok misali vardır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kadınlar cemaatle namaz kılmak için câmiye gidebilir mi?
    Cevab: Dinin emirlerinin yeni tebliğ ediliyor olması sebebiyle Hazret-i Peygamber ilk zamanlar kadınların süslenmeksizin ve koku sürmeksizin cemaate gelmesine müsaade etmiş; ancak erkekler saf tuttuktan sonra çocukların, bunların da arkasında kadınların durmasını emretmişti (Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî). Cemaatle namaz bitince, kadınlar erkeklerden önce çıkabilsin, böylece iki cins birbirine karışmasın diye, Resûlullah bir müddet oturup, sonra kalkardı. Hatta mescidde -bugün de Bâbü’n-Nisâ diye bilinen- ayrı bir kapı tahsis etmişti. (Buhârî, Nesâî, Ebû Dâvud). Din bilgileri yayılınca, artık Hazret-i Peygamber hanımların cemaate gelmesini istemedi. Evvelâ sadece el ayak çekildiği gece namazlarına (akşam, sabah, yatsı) gelmelerine müsaade etti (Müslim, Tirmizî). Kendisine “Seninle namaz kılmayı seviyorum ya Resûlallah” diye arzeden Ümmü Humeyd’e, “Biliyorum. Şu var ki, kendi evinde kılacağın namaz, mescide kılacağın namazdan daha hayırlıdır. Kadınların en hayırlı mescidleri, evlerinin en tenha köşesidir” buyurdu. Bu hanım vefatına kadar hep evinde namaz kıldı. (İbni Hüzeyme, İbni Hibbân, Ebû Dâvud)
    Hazret-i Peygamber, bir cenâzede rastladığı hanım topluluğuna, “Sevap için geldiniz; günahla dönün!” buyurmuştu (İbni Mâce). Bu sebeple kadınların cenâzeye iştiraki tahrîmen mekruh olarak görülmüştür. Nitekim Hazret-i Âişe der ki: “Resûlullah, kendisinden sonra kadınların ne âdetler çıkardığını görse idi, Benî İsrâil'in kadınları men edildiği gibi mutlaka onları mescidlere gelmekten men ederdi” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, Taberânî). Reddü’l-Muhtâr, bu meseleyi, zamanın değişmesiyle hükümlerde meydana gelen değişikliğe misal verir ve der ki: “Bu onun zamanındaki kadınlar hakkında söylenmiştir. Ya zamanımız kadınlarına ne demeli? Sahihayn'da Ümmü Atiyye'den rivayet olunan, ‘Biz cenâzelerin peşinden gitmekten men olunduk; ama kat’i olarak yasaklanmadı’ hadîs-i şerîfi, o zamana mahsus olmak gerekir. O zaman kadınların mescid ve bayramlara çıkmaları mübah idi.” 
    Bu sebeple Abdullah bin Ömer, Cuma namazı için câmiye gelen hanımlara “Ey hanımlar, buradan çıkıp evlerinize dönseniz, sizler için daha hayırlıdır” buyurdu (Taberânî). Cuma namazı, kadınlara farz olmadığı gibi; cemaatle namaz da yalnızca erkekler için sünnet-i müekkededir. Reddü’l-Muhtâr metninde der ki: “Kadınların cemaate gitmeleri, Cuma, bayram namazı ve vaaz için bile olsa tahrimen mekruhtur. Velev ki ihtiyar olsunlar veya gece namazı olsun. Müftâbih kavil budur.”
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Yıkılan bir câminin yeri, câmiden başka bir maksatla kullanılabilir mi? Satılabilir mi? Yerine ev veya işyeri yapılabilir mi? Yoksa kıyâmete kadar ibâdethâne olarak kalması mı gerekir?
    Cevab: Yıkılıp, yeniden inşâına imkân verecek kadar geliri olmayan vakıflar satılamaz. Benzeri maksatlarla hizmet veren vakıflara tahsis edilir. Meselâ bir imârethâne harab olup müstağnâ (istifade edilemez) vaziyete düşse, gelirleri yakındaki bir başka imârethâneye sarfedilir. Bu da yapılamazsa vakfın enkazı ve eşyâsı vakfedene veya vârislerine döner. Bunlar belli değilse lukata hükmüne girer. Yani beytülmâle verilir; bu da yoksa satılıp fakirlere dağıtılır. Arsası ise vakıf olarak kalır. Çünki arsayı kirâya verip istifade etmek mümkündür. İslâmiyete göre idare olunmayan yerlerde yıkılan bir mescidin arsası vakfedenin mülkiyetine, yoksa vârislerin mülkiyetine döner. Bunlar mevcut değilse lukata hükmündedir. Fakirlere verilir. Bir câmi gâsıbın veya mürtedin elinde ise, kurtarmak maksadıyla satın alınıp, tekrar câmi yapılabilir. Bu mümkün değilse, başka maksatlarla kullanılabilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı Aleviler Müslümanız dediği halde, İslâmiyet ile alâkası olmayan ibâdetler yapıyorlar. İslâmiyet, bunlara ve cemevleri yapılmasına izin verir mi?
    Cevab: İslâmiyete göre idare olunan yerlerde, müslümanız diyenler, câmiden başka mâbed yapamaz. Dinin bildirdiği ibâdetlerden başka şeylere ibâdet adını veremez. Aksi takdirde mürted sayılır. Türkiye laik bir memlekettir. Herkes istediği mâbedde ibâdet edebilir. Müslümanlar câmiye, Aleviler cemevine gider. Kimse karışamaz.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Tüp bebekle çocuk sahibi olmak caiz midir, şartları nelerdir? Cinsiyet tesbit usulleri caiz midir? Kur’an-ı kerimde bebeğin cinsiyetini Allahtan başka kimsenin bilemeyeceği yazıyormuş.
    Cevab: Aralarında nikâh bağı bulunan kadın ve erkek arasında yapılması şartıyla câizdir. Ancak kadının avret yerini zaruret olmadan başkası göremeyeceği için, kadın rutin jenital muayene için doktora gittiğinde tüp bebek muamelelerinin yapılması mümkündür. Çocuğun cinsiyetini tesbit etmek câizdir. Bu, gayb sayılmaz. Âletle anlamak gözle görmek gibidir. O halde gayb değildir. Kur’an-ı kerimde mealen “Rahimlerde ne olduğunu Allah’dan başka kimse bilemez” buyuruluyor. Bunu cinsiyete hasretmek doğru değildir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bir babanın hayattayken vârislerinden birine bir malı hibe etse, baba vefat ettikten sonra diğer vârisler o maldan miras haklarını isteyebilirler mi?
    Cevab: Hibe edip (bağışlayıp) teslim edince o malla hibe edenin ve vârislerinin alâkası kalmaz. İsteyemezler. Ama ölüm hastalığında hibe etmişse, hibe ancak mal varlığının (varsa borçtan artan kısmının) 1/3 ünden muteberdir. Vârisler geri kalanı isteyebilirler. Birisine 500 lira hibe edip ölse, geride 1000 lira malı kalsa, 100 lira da borcu olsa, hibenin ancak 300 lirası muteberdir. Ölüm hastalığı, kişinin ölümünden bir sene kadar evvel teşekkül eden, hastada ölüm korkusu doğuran ve ölümle neticelenen kanser gibi hastalıklardır. Batan gemide, salgın hastalık çıkan yerde, cephede düşmanla çatışmada, doğumda ölen kimsenin hâli de böyledir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Erkeğin, vefat eden eşinin başı açık resimlerine bakması haram mıdır?
    Cevab: Şehvetsiz bakabilir. Çünki ölüm ile nikâh sona erer.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Cinsî güç için Viagra kullanmak dinen mahzurlu mudur?
    Cevab: Câizdir. Tıbben zararlı olmayan her türlü destekleyiciyi kullanmak da böyledir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Erkeğin de cinsî vazifelerini yerine getirmekten kaçınması haram mıdır?
    Cevab: Evlilik iki tarafa da dinî mükellefiyetler yükler. Dört geceden fazla fasıla vermemek sünnettir. Kadının da ihtiyaçları vardır. Karşılamak gerekir. Dört geceden sonra özürsüz yaklaşmamak mekruhtur. Bunun için azami bir müddet tayin edilmemişse de, ölüm iddeti dört ay on gün olduğundan bu kadar müddet zevcesine yaklaşmamak mahzurludur. Kadın razı ise mahzuru yoktur. Nitekim Seyyid Abdülhakîm Efendi der ki: Zeyd, nikâhlısı olan Hind’e, evlenmesinden itibaren mazeretsiz yaklaşmayıp, Hind’in bekâreti mahfûz kalsa ve zevcesi Hind dahi bu hâlden şikâyet etmeyip râzı olsa, tarafların muvâfakat ve rızâsıyla olduğundan her ikisine de bir günâh yoktur. Esasen zevcesine cimâ muamelesinde bulunmak, zevcin hakkıdır. Zevce talepte bulunursa, bir defa vâcib olur. Ondan başka dört geceden fazla fâsıla vermemek sünnettir. Binâenaleyh bir defadan sonra terkinde günah terettüp etmez, mekruhtur. Şer’î hüküm böyledir ama insaf etmek de lâzımdır. Erkek her ne vakit isterse, velev ki istimnâ suretiyle de olsa şehvetini giderebilir. Kadınlarda şehvet tabiatleri icabı erkeklerden fazla ve câiz yollardan şehvetlerini teskin etmeleri zor olduğundan, şehvetin galebe çaldığı zamanlarında şehvetini gidermek üzere dört gecede bir defa olmak veyahud başka günlerde talepte bulunsa veyahud arzusu malum olursa cimayı esirgememelidir. (Sevânihü’l-Enzâr)
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Evimizde yaşı ilerlemiş olan anne babaya karşı davranışlarımız nasıl olmalıdır? Bazen yanlış davranışlarına sabretmekte zorlanıyoruz. Ne tavsiye edersiniz?
    Cevab: Sizin de o yaşa geleceğinizi, belki onlardan daha fena vaziyete düşebileceğinizi, çocukken onlardan çok daha huysuz olduğunuzu, ama anne-babanızın size sabır ve şefkatle muamele ettiğini düşünün. Kur’an-ı kerimde “Anne ve babanız yaşlandığı zaman onlara öf bile demeyin” emrini hatırlayın.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Sultan Fâtih başta olmak üzere, bazı Osmanlı padişahlarının yurt dışından ressamlar getirterek resimlerini yaptırdıklarını duyuyoruz. Bunlar doğru mudur? Eğer doğru ise, İslâm hukukunda resim yasağı ile ilgili hükümlerle nasıl bağdaştırırsınız?
    Cevab: Ressam getirtmediler. Ressam denilen Bellini, aynı zamanda mimardı. İstanbul’u imara geldi. Sonra padişahı görüp, zihninden resmini yaptı. Padişah poz vermiş değildir. Yaşamayacak şekilde canlı resmi yapmak câizdir. Bazı âlimlere göre portre de böyledir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Moğollara karşı neden cihad etmemiştir? Moğollar ile iyi münasebeti olduğu yönündeki tenkitleri nasıl değerlendirirsiniz?
    Cevab: Cihâdı devlet yapar. Ferdlerin cihâdı fitne çıkartmadan emr-i maruf yapmaktır. Mevlânâ bir ferd olarak nasıl cihâd edecekti? Güçlü ve gâlip Moğollarla iyi geçinerek halkı ve dini korumuştur. İslâmiyet de bunu emreder. Muhtemelen bunların sonradan iyi Müslümanlar olacağını keşfetmiştir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Dinimiz anne babaya hürmette kusur etmemeyi emrettiği halde, Yavuz Sultan Selim hangi sebeple babasına savaş açıp padişah olmak istemiştir?
    Cevab: Dini korumak ana-baba hakkından önce gelir. Yavuz Sultan Selim, Şiî tehlikesinin Anadolu halkını tehdit ettiğini ve babasının yumuşak siyasetinin menfi neticeler doğurduğunu yakından gördü. Bu bakımdan İslâm tarihindeki hizmeti çok büyüktür. Sultan Selim babasına karşı ayaklanmış değildir. Babası, kanun-ı kadim icabı ve vezirlerin de telkini ile Şehzade Ahmed’i yerine bırakıp tahttan çekilmeyi düşünüyordu.  Ancak Şehzade Ahmed, şarktan gelen büyük tehlikeyi bertaraf edebilecek kapasitede değildi. Celalzade’de anlatıldığına göre, Sultan Selim, böyle bir tayinden vazgeçirmek için babasıyla görüşmeyi talep etti. bu talebi kabul edildi. Ancak vezirler, Padişah’ı kışkırttılar ve Şehzade Selim’in ayaklandığı intibaını hasıl ettiler. Bunu anlayan Şehzade Selim geri çekildi ki, bazı tarihlerde mağlup oldu denmesinin sebebi budur. Sonradan askerin kendisine mail olduğunu gören Padişah fikrini değiştirdi ve Şehzade Selim’i yerine bırakıp tahttan feragat etti. Bazı kroniklerde hiç tafsilat verilmediği için, Şehzade Selim’in babasına ayaklandığı istikametinde bir kanaat hasıl olmuştur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı 1492'de İspanya'daki Yahudilere kucak açtığı halde, neden Müslümanlara kucak açmadı ve İspanya'yı uyarıp savaş açmadı?
    Cevab: Endülüs İspanyollar tarafından işgal edilince, Yahudileri vaftiz ve kılıç arasında muhayyer bıraktı. Müslümanlar ise ilk yıllarda böyle bir baskıya maruz kalmadı. Bunlardan İspanyolların hâkimiyetinde yaşamak istemeyenleri Osmanlı gemileri arzuları üzerine Kuzey Afrika’ya taşıdı. Yahudilerin ise gidecek yeri yoktu. Osmanlı Devleti, büyük bir ileri görüşlülük ile bu zamanın güçlü ticaret ve sermaye erbabını Osmanlı ülkesine getirdi. İstanbul, Selânik ve İzmir’e yerleştirdi. Bunların gelişi Osmanlı ticaret ve ekonomisine çok müsbet tesir etti. Osmanlıların bu vesileyle İspanya ile savaşması o zamanın şartlarında kolay değildi.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ubâde’yi Hazret-i Ebu Bekr’e biat etmediği için katletmekle korkutmuş mudur?
    Cevab: Sa'd ibn Ubâde’nin ictihadı halifenin Ensar’dan olmasıydı. Hazret-i Ebu Bekr halife olunca, Medine’de kalmadı. Şam’a gitti. Sa'd, Hazret-i Ömer’den korkacak biri değildi. Müctehid ictihadına uymalıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Matbaa, Türkiye'ye dinî sebeplerden dolayı mı geç geldi?
    Cevab: Matbaa geç gelmedi. Gayrı müslimlerin matbaası vardı. Müslümanlar, ekonomik ve estetik sebeplerden dolayı matbaaya itibar etmemiştir. Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Rûmî Efendi’nin matbaa hakkındaki müsbet fetvâsı Behcetü’l-Fetvâvâ’da mevcuttur. Demek ki meselenin dinle bir alâkası yoktur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Alafranga tuvalette (klozette) idrar sıçratmadan ayakta bevl etmek günah mıdır?
    Cevab: Ayakta bevl etmek yolculuk veya başka bir özür olmadıkça mekruhtur. Hadîs-i şerif ile men edilmiştir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Çarşamba gününün menfiliğine ve uğursuzluğuna, eski kavimlerin Çarşamba günü helâk olduğuna dair bir hüküm var mıdır?
    Cevab: İslâmiyette uğurluluk vardır; ama uğursuzluk yoktur. Çarşamba uğurlu bir gündür. Hadîs-i şerifte, “Bu gün başlanan bir iş tamama erer” buyurulmuştur. Allah’ın nûru (Buhârî), ağaçları, şehirleri ve mamureleri (Hâkim) Çarşamba günü yarattığı da hadîs-i şerifte geçer. Çarşamba günü hacamat olmak (kan aldırmak) tavsiye edilmemiştir. Eyyüb Peygamber’in bu gün hastalandığı, cüzzam ve baras hastalığının umumiyetle bu günlerde ortaya çıkacağına dair rivayetler zikredilir (Hâkim). Ayın son Çarşambası’nın bereketsiz olduğuna dair bir rivâyet de vardır (Hatîb).
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Tövbe ve istiğfar nedir, nasıl yapılır?
    Cevab: Tövbe, günahına pişman olup affını istemek; istiğfar ise günahın tamamen silinmesini istemek demektir. Samimî olarak günahlarına pişman oldum, tövbe ettim dese veya böyle düşünse tövbe etmiş olur. Bunun bir merasimi yoktur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Günah işlemekten kurtulmanın en kısa yolu nedir?
    Cevab: Günah işlemeyenlerle beraber olmaktır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Mekruhların hepsi aynı derecede midir?
    Cevab: Mübah ile haram arasında 180 derecelik bir aralık tasavvur edilirse, her biri birbirinden derece olarak farklıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazıları “İçki içmeye devam eden kimse, haram olduğuna ehemmiyet verse, içmez; açık saçık gezen kadın, bunun haram olduğuna ehemmiyet verse, örtünür. O halde bunlar, işlediği günahlarına üzülmedikleri, yani haramı ehemmiyetsiz saydıkları için kâfirdir” diyorlar. Dinimizin bu husustaki ölçüsü nedir?
    Cevab: Bu çok tehlikeli bir sözdür. Amel, imandan bir parça değildir. Bu, Ehl-i sünnetin prensiplerindendir. Günah işleyen herkes, günaha ehemmiyet vermediği, yani azabından korkmadığı için günah işler. Kimse hem ehemmiyet verip, hem de günah işlemez. Küfr, günahı inkâr ederse bahis mevzuu olur. Dolayısıyla bahsi geçen kimselere kâfir denemez. Bu halleri imanlarını zayıflatarak onları küfre sürükleyebilir denebilir. İmam-ı Rabbani hazretleri, böyle günah işlemeye, küfr bulaşığı olan günah diyor ve tövbe edilmezse insanı cehenneme götüreceğini söylüyor.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Başımıza bir bela gelince, bir yakınımız ölünce nasıl dua etmeliyiz?
    Cevab: Bir belâ, musibet isabet edince, “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” (Ondan geldik, Ona döneceğiz) demek sünnettir. Kadere rıza alâmetidir. Sonra Cenab-ı Hak’tan sabr ve tahammül dilenir; ölüye rahmet ve mağfiret ihsan etmesi istenir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Namaz kılmış olana, “Allah mübarek etsin” mi denir, yoksa “Allah kabul etsin” mi?
    Cevab: Her ikisi de caizdir. Birincisi daha iyidir. Allah kabul etsin (tekabbelallah), namazın sevablarına kavuşma temennisidir. Hadîs-i şeriflerde namaz için “kabul etmek” lafzı geçer. Allah mübârek etsin (tebârekallah) ise zaten mübarek olan bir ibâdet senin hakkında da mübârek olsun, bereketini gör mânâsına gelir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazıları, bir din kitabını, meselâ Mektûbât’ı okuyup bitirdikten sonra “Sadakallahülazim” diyorlar. Bir mahzuru var mı?
    Cevab: Çok mahzurludur. Bu söz "Allah doğru söyledi” mânâsına olup, Kur’an-ı kerim okuduktan sonra söylenir. Her sohbetten sonra “Sübhâne rabbike…” âyet-i kerimesini okumak müstehabdır. Eshâb-ı kiram böyle yapardı.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Fâsık babaya hayır dua edilir mi?
    Cevab: Elbette edilir. Gayrımüslim bile olsa, hidâyeti için dua edilir. Hatta Salih insana dua eden çok olur. Esas, fâsık ve gayrımüslimlere dua etmelidir. kitaplarda, gayrımüslime “Allah râzı olsun” duasının söylenebileceğini, bunun mânâsının “Allah senin bu hâlinden râzı olsun” değil, “Allah seni râzı olduğu yola soksun” olduğu yazar. Anne veya baba, fâsık veya gayrımüslim de olsa, evlâdın onlara karşı vazifeleri devam eder. Hürmet ve hizmet etmesi gerekir. Fısk veya küfrlerinden ileri gelen kötü huyları beğenilmez, bunlar desteklenmez; bu istikametteki emir ve isteklerine uyulmaz; ama bunun için de sert söylenmez; itiraz ve münakaşa edilmez.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Arabî bilenin, dua ve hadîsleri latin harfiyle yazıp okuması câiz midir?
    Cevab: Câizdir. Çünki mânâya vâkıf olduğu için, hangi harfi nasıl okuyacağını bilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Dua âyetlerinin ve diğer duaların, evimizde bulundurmak ve üzerimizde taşımak için, elle yazılması şart mıdır? Yazıcıdan çıktı alınsa veya fotokopi çekilse de olur mu?
    Cevab: Elle yazmak lâzım değildir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: “Kenzü’l-Arş” duası muteber midir?
    Cevab: Kadeh duası da denilen bu dua eskilerin günlük dua ve virdlerinin bulunduğu En’am-ı Şeriflerde yer alırdı. Hadis kitaplarında zikredilmemekle beraber Nevâdir-i Kalyubî’de geçer. Mânâsı güzel ve dokunaklıdır. Nihayet bir dua ve zikrdir. Hâlis niyetle okunması faydalıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Hıristiyanlar gibi “Seni melekler korusun” diye dua etmek uygun olur mu?
    Cevab: İnsanın iki yanında, ayrıca ön ve arkasında kendisini koruyan hafaza melekleri vardır. Melekler zaten insanları korumaktadır. Böyle dua etmek Müslümanlar arasında âdet değildir. Benzemek kasdı olmaksızın böyle dua edilirse, mahzuru olmaz.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Usul ve füru nedir? Farzlar ve haramlar için, füruat denir mi?
    Cevab: Usul asıllar, füru ferler, dallar demektir. Burada iman bilgileri usul, ibadetler fürudur. Farzlar ve haramlar füru-ı dindendir. Farz ve haramlar için füruat veya teferruat denir. Fıkıhta usul anne ve baba ile yukarıya doğru soyu, füru ise çocuk ve torunlar ile aşağıya kadar soyu ifade eder.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kadınların kollarının dar bir bluz ile örtünmesi caiz midir?
    Cevab: Kadınların kolları dar bluzla yabancı erkeğe örtünmüş olmaz. Bedeni de dar ise kadınlara ve kendi mahremi erkeklere karşı da örtünmüş olmaz. Kadınların, göğüs, sırt ve karınlarını başka kadınlara ve mahremlerine de örtmesi vâcibdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Doktora günah olmaz diyorlar, doğru mu?
    Cevab: Doktor, muayene etmesi gereken yere bakabilir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Günahkârın duası kabul olmaz mı?
    Cevab: Allahü teâlâ umumiyetle günah işlemeyen, kul hakkına ilişmeyen, haram lokma yemeyen müminlerin hâlis dualarını kabul eder ve bunların ibâdetlerine sevab verir. İstisnaları elbette vardır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
    <