Sual
İmam Şâfiî hazretlerinin, bir belde bir kez dârülislâm olmuşsa, bir daha dârülharb olmaz sözünü nasıl anlamalıdır?
Cevap
Ulema dârülislamın dârülharbe dönüşmesinde ihtilaf ettiler. Mâlikiler, Hanbelîler ve İmameyn (İmam Ebu Hanife’nin iki talebesi Ebu Yusuf ve Muhammed) dediler ki: Bir beldede küfür ahkâmının zuhuruyla orası dârülislamdan dârül-harbe dönüşür. İmam Ebu Hanife ise bir yerin dârülharbe dönüşmesini şu üç şarta bağladı. 1- Orada küfr ahkâmının zuhuru. 2- Dârülküfre sınır olması. 3- Orada ilk eman ile -yani müslümanların emanı ile- kendisine eman verilmiş olan zimmî kalmaması; yani kısas ve diyet ahkâmının tatbik edilmiyor, müslüman ile gayrı müslimlerin gayrı şer’î bir statüde yaşıyor olmasıdır. (Bedâyi’u’s-Sanâyi', I/232; Esne’l-Metâlib, IV/174; Keşşâfü’l-Kınâ, I/98.)
Binaenaleyh üç mezhepte de bir memlekette Müslümanlar ekseriyette olsa bile, beş vakit ezan okunsa, camiler açık olsa bile, burada ahkâm-ı islâmiyye tatbik edilmiyorsa, orası dârülharbdir. Dâr, ülke demektir ki, burada devlet ile aynı manadadır. Çünki ahkâmın tatbiki, devlet otoritesini icap ettirir.
Şâfiî mezhebine göre, dârülislâmı kâfirler istila etseler, müslümanlara galebe çalsalar ve [kendi dinlerinin] hükümlerini izhar etseler bile orayı dârülharb olmaz. Nitekim hadis-i şerifte geldi ki “İslam âlidir (yücedir), hiçbir şey ondan daha âli olamaz.” Şâfiî mezhebinin bu içtihadının manası, dârülharbdeki malların mülkiyeti ile alakalıdır. Dârülislâm, kâfirlerin istilasına uğrasa, Müslümanların malı, gayrımüslimlerin mülkiyetine geçmez. Müslümanlara burayı tekrar fethedip dârülislâma katmak bir vecibedir. Sonra orası tekrar fethedilirse, Müslüman malını Şâfiî’ye göre alabilir; Hanefi’de alamaz, bu mal artık ganimet sayılır.
İbn Hacer Tuhfe’de Râfiî’nin şu sözünü nakleder: Dârülislâm 3 surettedir: 1-Müslümanlarla meskûndur. 2-Müslümanlarca fethedilip, cizye mukabili gayrı müslimlerin elinde bırakılan yerdir. 3-Müslümanlarca meskûn iken kâfirlerin galebe çaldığı yerdir. Râfiî ikinci kısım için diyor ki, tek bir müslüman olmasa bile, burası müslümanların (yani İslâm hukukunun) hâkimiyetinde olduğu (yani cizye alınmakla şer’î hükümlerin tatbik edildiği) yerdir. Müslümanların hâkimiyeti ve dinini izhar etmesi, İslâm hukukunun hâkimiyetidir ki, cizye, had, kısas gibi tatbikatı ifade eder; ezan veya camiyi değil. Demek ki bir memlekette Müslümanların az veya çok olması, oranın hukuki statüsüne tesir etmiyor. (Tuhfetü'l-Muhtâc, IX/269)
Yine İbn Hacer der ki: (Dârülislamda lakît bulunduğu zaman) ki burada dârülislâm diye tabir edilen yer, kadim zaman evvel bizim istilâ (feth) etmemizden sonra kâfirlerin uzun zamandan beri galip oldukları (ellerinde tuttukları) Gırnata gibi müslüman meskeni olduğu bilinen yerlerdir. Ancak Râfiî’nin bazı müteahhirînden naklettiğine göre, bu mahalden men olunmuyorsak, oradan, (yani dârülislamdan) sayılır; değilse dârülküfrdür. Sübkî, bunu tashih ederek (yani sahih bularak) ona şöyle cevap verdi: Orası sureta dârülküfr olur, hükmen değil.” (İbn Hacer, Tuhfetü’l-Muhtac, VI/350; Remlî, Nihayetü’l-Muhtac, V/454)
Tuhfe’yi şerheden Şirvânî der ki: “İslâmın âli oluşundan murad, kıyamete değin intişarı, iştiharı ve küfrü sindirmesidir. Ancak bu, bazı yerlerin [dârülislâm iken] dârülküfre dönüşmesine münafi (aykırı) değildir. Tıpkı birçok vak’ada kâfirlerin kendi ehillerine yardım ederek onların [ehl-i islâma olan] galebesinin bu hâle münafi gelmemesi gibi.” (IX/269)
İbn Hacer’in Râfiî’den naklettiği görüş, bir yerin dârülharbe dönüşebileceğine delildir. Dolayısıyla bütün Şâfiî âlimlerine göre bir yer suret-i kat’iyyede dârülharb olmaz diye mutlak bir kaide yoktur. Bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharb olmaz sözünün manasının mülkiyet olduğu, Râfiî gibi âlimlerin kavlinden de anlaşılmaktadır. Zira maksat eğer mülkiyet olmasaydı, dârülislâm olan yer dârülküfre dönüşür diyemezlerdi.
Son devir Şâfiî âlimlerinden Süleymaniye Medresesi müderrisi Şeyh Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Sevânihü’l-Efkâr kitabında diyor ki: “Dârülharb diye ahkâm-ı şer’iyyenin cârî [yürürlükte] olmadığı memâlike [ülkelere] denir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olmadığı ülke, ister müslüman, ister müslümandan gayrı kimselerle meskûn olsun, dârülharbdir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olduğu yerler dârülislâmdır. Ahâli gerek müslim ve gerek gayrı müslim olsun. Bu cereyandan [tatbikattan] murad, mehâkim [mahkemeler] ve hükûmetçe olan cereyandır. Yoksa eşhas beyninde cereyan-ı ahkâma bu bâbda hüküm yoktur. [Yani şahıslar arasında tatbik edilip edilmemesi mühim değildir.] Zira şahs-ı müslim, her ne zaman ve mekânda olursa olsun, ahkâm-ı şer’iyye ile âmil olmasına bir mâni’ yoktur.” Görülüyor ki Şâfiî mezhebinde olduğu halde, dârülislâm ve dârülharb tefrikini münhasıran hukuka bağlamıştır.
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi şöyle der: “Fukahâ ıstılâhında dârülislâm, İslâm kanunları ile hüküm verilen beldelere denir ki, hilâfı dârülharbdir." (Mevkıf, I/14)
İslâm Hukukunda Ülke Kavramı müellifi Ahmet Özel, İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı dârülislâm maddesinde diyor ki: “Şâfiîler’e göre dârülislâm daha sonra istilâya uğramış olsa, hatta istilânın üzerinden uzun yıllar da geçse dârülharbe dönüşmez. Dârülislâmın dârülharbe kesinlikle dönüşmeyeceği şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayri müslimlere geçmeyeceği anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine Şâfiîler’e göre gayri müslimler istilâ ile müslümanların mal ve mülklerine hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini istilâ etmesi gerekse Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması göz önüne alındığında bu devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî ilişkiler açısından dârülharp sayılacağı da açıktır. Nitekim halkının irtidad ederek istilâ ettiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârülharbe dönüşür. Zira malların ve arazilerin mülkiyeti esasen irtidad edenlere ait olup bir el değiştirme söz konusu değildir.”
Eğer bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharbe dönüşmez denirse, İspanya, Sicilya, Sardinya, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Makedonya, Hırvatistan, Slovenya, Macaristan, Polonya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Hindistan dâhil olmak zere dünyanın bugün İslâmiyetin kokusu kalmamış memleketlerini dârülislâm saymak icap eder ki, şer’en de, aklen de muhaldir. İspanyollar, Gırnata’yı; Normanlar, Sicilya’yı işgal ettiklerinde; İngilizler, Hindistan, Kıbrıs, Filistin; Fransızlar Mağrib; Holandalılar Endonezya gibi İslâm beldelerinde Müslümanların kendi hukuklarını tatbike bir müddet de olsa müsaade ettiler. Nitekim bir yer gayrı müslimlerce istilâ edilirse, hükümet gayrı müslim bile olsa, orada yaşayan Müslümanlara hürriyet verilir, onlar da kendi aralarından bir emir (kadı, müftü) seçer ve şer’î ahkâmı (had, kısas vs) tatbik edebilirlerse, Hanefî’de de orası dârülharb olmaz, dârülislâm kalmaya devam eder. İdareciler müslüman olsa, beş vakit ezan okunsa, halkın ekseriyeti müslüman olsa bile, ahkâm-ı islâmiyenin tatbiki mümkün değilse, orası dârülharbe dönüşür. Çünki bütün âlimlere göre bir yerin dârülislâm olmasının alâmeti orada Müslümanların hâkim bulunması, yani orada ahkâm-ı şer’iyyenin tatbikidir. Hele bir belde gayrı müslimlerce istila edilmiş olmayıp, yakın tarihte nadiren de görüldüğü üzere dârürridde olmuşsa, yani mürtedlerin hâkimiyetine geçmişse, burasının dârülharbe dönüşmesinde ihtilaf yoktur.
Kâsânî der ki, “Bir beldenin dârülislâm veya dârülharb oluşundan maksat, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere; korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârülislâmdır. Korku mutlak surette müminlere aitse; orası da dârülküfrdür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır.” (Bedâyi, VII/131).
Dârülharb ve dârülislâm mefhumları, mugalata (demagoji) mevzuu yapılamayacak kadar teknik şer’î ıstılahlardır. Şunun bunun gönlüne göre mana verilemez. Kur’an-ı kerim, şer’î hükümleri tatbik etmeyi emreder ve esas tutar. Bir şahıs/memleket, şer’î hükümleri kabul eder; ama kısmen veya tamamen tatbik etmezse, günahkârdır. Zira amel, imandan bir cüz değildir. Ama bu hükmü/hükümleri kısmen veya külliyen inkâr ederse mümin değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi inkâr eden ve laikliği düstur edinmiş bir belde/ülke/devlet, isterse halkı kâmilen müslüman olsun dârülharbdir. Bunda hiç şüphe yoktur. Aksi, nassı inkâr demektir.
İmam Ebu Hanife’nin ikinci şartı, eğer bir belde dârülislâma bitişik ise, müslümanların vazifesinin burayı kurtarıp, tekrar dârülislâm haline getirmesi vecibesine işaret etmektedir. Bugün Müslümanların sayıca çok olduğuna, ezana, minareyle bakıp da, ahkâm-ı islâmiyenin artık tatbik edilmediği eski dârülislâm beldelerini hâlâ dârülislâm zannedenler şunu anlamıyor: Bugün yeryüzünde müslümanların el ele verip de kâfirlerin müslümanlardan istila ettiği yeri/yerleri yahut müslümanları kurtaracak bir vahdet ve kuvveti yoktur. İmam Ebu Hanife zamanında mümkün olan bu iş, şu an mümkün değildir. Şu anda teknik manada hakiki dârülislâm yoktur ki, dârülislâma bitişik olma keyfiyeti vâki olsun. Tahavî, Muhtasar'da, İmam Ebu Hanife’nin dârülislama bitişik olma şartını işaret ederek, “Eğer İmam Ebu Hanife müslümanların bu hâlini görseydi, böyle içtihat etmezdi” diyor. Şâfiî mezhebinin kavli de böyle anlaşılmak icap eder. İfsadın ta o zaman yayıldığı malum olduğuna göre, hâlâ bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharbe dönüşmez diyenlere ne denir?
Binaenaleyh üç mezhepte de bir memlekette Müslümanlar ekseriyette olsa bile, beş vakit ezan okunsa, camiler açık olsa bile, burada ahkâm-ı islâmiyye tatbik edilmiyorsa, orası dârülharbdir. Dâr, ülke demektir ki, burada devlet ile aynı manadadır. Çünki ahkâmın tatbiki, devlet otoritesini icap ettirir.
Şâfiî mezhebine göre, dârülislâmı kâfirler istila etseler, müslümanlara galebe çalsalar ve [kendi dinlerinin] hükümlerini izhar etseler bile orayı dârülharb olmaz. Nitekim hadis-i şerifte geldi ki “İslam âlidir (yücedir), hiçbir şey ondan daha âli olamaz.” Şâfiî mezhebinin bu içtihadının manası, dârülharbdeki malların mülkiyeti ile alakalıdır. Dârülislâm, kâfirlerin istilasına uğrasa, Müslümanların malı, gayrımüslimlerin mülkiyetine geçmez. Müslümanlara burayı tekrar fethedip dârülislâma katmak bir vecibedir. Sonra orası tekrar fethedilirse, Müslüman malını Şâfiî’ye göre alabilir; Hanefi’de alamaz, bu mal artık ganimet sayılır.
İbn Hacer Tuhfe’de Râfiî’nin şu sözünü nakleder: Dârülislâm 3 surettedir: 1-Müslümanlarla meskûndur. 2-Müslümanlarca fethedilip, cizye mukabili gayrı müslimlerin elinde bırakılan yerdir. 3-Müslümanlarca meskûn iken kâfirlerin galebe çaldığı yerdir. Râfiî ikinci kısım için diyor ki, tek bir müslüman olmasa bile, burası müslümanların (yani İslâm hukukunun) hâkimiyetinde olduğu (yani cizye alınmakla şer’î hükümlerin tatbik edildiği) yerdir. Müslümanların hâkimiyeti ve dinini izhar etmesi, İslâm hukukunun hâkimiyetidir ki, cizye, had, kısas gibi tatbikatı ifade eder; ezan veya camiyi değil. Demek ki bir memlekette Müslümanların az veya çok olması, oranın hukuki statüsüne tesir etmiyor. (Tuhfetü'l-Muhtâc, IX/269)
Yine İbn Hacer der ki: (Dârülislamda lakît bulunduğu zaman) ki burada dârülislâm diye tabir edilen yer, kadim zaman evvel bizim istilâ (feth) etmemizden sonra kâfirlerin uzun zamandan beri galip oldukları (ellerinde tuttukları) Gırnata gibi müslüman meskeni olduğu bilinen yerlerdir. Ancak Râfiî’nin bazı müteahhirînden naklettiğine göre, bu mahalden men olunmuyorsak, oradan, (yani dârülislamdan) sayılır; değilse dârülküfrdür. Sübkî, bunu tashih ederek (yani sahih bularak) ona şöyle cevap verdi: Orası sureta dârülküfr olur, hükmen değil.” (İbn Hacer, Tuhfetü’l-Muhtac, VI/350; Remlî, Nihayetü’l-Muhtac, V/454)
Tuhfe’yi şerheden Şirvânî der ki: “İslâmın âli oluşundan murad, kıyamete değin intişarı, iştiharı ve küfrü sindirmesidir. Ancak bu, bazı yerlerin [dârülislâm iken] dârülküfre dönüşmesine münafi (aykırı) değildir. Tıpkı birçok vak’ada kâfirlerin kendi ehillerine yardım ederek onların [ehl-i islâma olan] galebesinin bu hâle münafi gelmemesi gibi.” (IX/269)
İbn Hacer’in Râfiî’den naklettiği görüş, bir yerin dârülharbe dönüşebileceğine delildir. Dolayısıyla bütün Şâfiî âlimlerine göre bir yer suret-i kat’iyyede dârülharb olmaz diye mutlak bir kaide yoktur. Bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharb olmaz sözünün manasının mülkiyet olduğu, Râfiî gibi âlimlerin kavlinden de anlaşılmaktadır. Zira maksat eğer mülkiyet olmasaydı, dârülislâm olan yer dârülküfre dönüşür diyemezlerdi.
Son devir Şâfiî âlimlerinden Süleymaniye Medresesi müderrisi Şeyh Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Sevânihü’l-Efkâr kitabında diyor ki: “Dârülharb diye ahkâm-ı şer’iyyenin cârî [yürürlükte] olmadığı memâlike [ülkelere] denir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olmadığı ülke, ister müslüman, ister müslümandan gayrı kimselerle meskûn olsun, dârülharbdir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olduğu yerler dârülislâmdır. Ahâli gerek müslim ve gerek gayrı müslim olsun. Bu cereyandan [tatbikattan] murad, mehâkim [mahkemeler] ve hükûmetçe olan cereyandır. Yoksa eşhas beyninde cereyan-ı ahkâma bu bâbda hüküm yoktur. [Yani şahıslar arasında tatbik edilip edilmemesi mühim değildir.] Zira şahs-ı müslim, her ne zaman ve mekânda olursa olsun, ahkâm-ı şer’iyye ile âmil olmasına bir mâni’ yoktur.” Görülüyor ki Şâfiî mezhebinde olduğu halde, dârülislâm ve dârülharb tefrikini münhasıran hukuka bağlamıştır.
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi şöyle der: “Fukahâ ıstılâhında dârülislâm, İslâm kanunları ile hüküm verilen beldelere denir ki, hilâfı dârülharbdir." (Mevkıf, I/14)
İslâm Hukukunda Ülke Kavramı müellifi Ahmet Özel, İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı dârülislâm maddesinde diyor ki: “Şâfiîler’e göre dârülislâm daha sonra istilâya uğramış olsa, hatta istilânın üzerinden uzun yıllar da geçse dârülharbe dönüşmez. Dârülislâmın dârülharbe kesinlikle dönüşmeyeceği şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayri müslimlere geçmeyeceği anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine Şâfiîler’e göre gayri müslimler istilâ ile müslümanların mal ve mülklerine hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini istilâ etmesi gerekse Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması göz önüne alındığında bu devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî ilişkiler açısından dârülharp sayılacağı da açıktır. Nitekim halkının irtidad ederek istilâ ettiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârülharbe dönüşür. Zira malların ve arazilerin mülkiyeti esasen irtidad edenlere ait olup bir el değiştirme söz konusu değildir.”
Eğer bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharbe dönüşmez denirse, İspanya, Sicilya, Sardinya, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Makedonya, Hırvatistan, Slovenya, Macaristan, Polonya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Hindistan dâhil olmak zere dünyanın bugün İslâmiyetin kokusu kalmamış memleketlerini dârülislâm saymak icap eder ki, şer’en de, aklen de muhaldir. İspanyollar, Gırnata’yı; Normanlar, Sicilya’yı işgal ettiklerinde; İngilizler, Hindistan, Kıbrıs, Filistin; Fransızlar Mağrib; Holandalılar Endonezya gibi İslâm beldelerinde Müslümanların kendi hukuklarını tatbike bir müddet de olsa müsaade ettiler. Nitekim bir yer gayrı müslimlerce istilâ edilirse, hükümet gayrı müslim bile olsa, orada yaşayan Müslümanlara hürriyet verilir, onlar da kendi aralarından bir emir (kadı, müftü) seçer ve şer’î ahkâmı (had, kısas vs) tatbik edebilirlerse, Hanefî’de de orası dârülharb olmaz, dârülislâm kalmaya devam eder. İdareciler müslüman olsa, beş vakit ezan okunsa, halkın ekseriyeti müslüman olsa bile, ahkâm-ı islâmiyenin tatbiki mümkün değilse, orası dârülharbe dönüşür. Çünki bütün âlimlere göre bir yerin dârülislâm olmasının alâmeti orada Müslümanların hâkim bulunması, yani orada ahkâm-ı şer’iyyenin tatbikidir. Hele bir belde gayrı müslimlerce istila edilmiş olmayıp, yakın tarihte nadiren de görüldüğü üzere dârürridde olmuşsa, yani mürtedlerin hâkimiyetine geçmişse, burasının dârülharbe dönüşmesinde ihtilaf yoktur.
Kâsânî der ki, “Bir beldenin dârülislâm veya dârülharb oluşundan maksat, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere; korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârülislâmdır. Korku mutlak surette müminlere aitse; orası da dârülküfrdür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır.” (Bedâyi, VII/131).
Dârülharb ve dârülislâm mefhumları, mugalata (demagoji) mevzuu yapılamayacak kadar teknik şer’î ıstılahlardır. Şunun bunun gönlüne göre mana verilemez. Kur’an-ı kerim, şer’î hükümleri tatbik etmeyi emreder ve esas tutar. Bir şahıs/memleket, şer’î hükümleri kabul eder; ama kısmen veya tamamen tatbik etmezse, günahkârdır. Zira amel, imandan bir cüz değildir. Ama bu hükmü/hükümleri kısmen veya külliyen inkâr ederse mümin değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi inkâr eden ve laikliği düstur edinmiş bir belde/ülke/devlet, isterse halkı kâmilen müslüman olsun dârülharbdir. Bunda hiç şüphe yoktur. Aksi, nassı inkâr demektir.
İmam Ebu Hanife’nin ikinci şartı, eğer bir belde dârülislâma bitişik ise, müslümanların vazifesinin burayı kurtarıp, tekrar dârülislâm haline getirmesi vecibesine işaret etmektedir. Bugün Müslümanların sayıca çok olduğuna, ezana, minareyle bakıp da, ahkâm-ı islâmiyenin artık tatbik edilmediği eski dârülislâm beldelerini hâlâ dârülislâm zannedenler şunu anlamıyor: Bugün yeryüzünde müslümanların el ele verip de kâfirlerin müslümanlardan istila ettiği yeri/yerleri yahut müslümanları kurtaracak bir vahdet ve kuvveti yoktur. İmam Ebu Hanife zamanında mümkün olan bu iş, şu an mümkün değildir. Şu anda teknik manada hakiki dârülislâm yoktur ki, dârülislâma bitişik olma keyfiyeti vâki olsun. Tahavî, Muhtasar'da, İmam Ebu Hanife’nin dârülislama bitişik olma şartını işaret ederek, “Eğer İmam Ebu Hanife müslümanların bu hâlini görseydi, böyle içtihat etmezdi” diyor. Şâfiî mezhebinin kavli de böyle anlaşılmak icap eder. İfsadın ta o zaman yayıldığı malum olduğuna göre, hâlâ bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharbe dönüşmez diyenlere ne denir?
Alakalı Başlıklar