Sual
Emevîlerin hutbelerde Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e lanet ettirdikleri doğru mudur?
Cevap
Dört yüz sene evvel, “Emevîlerin hutbelerde Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e lanet ettirdikleri doğru mudur?” şeklinde bir sual, Muhammed Ma’sum Fârûkî hazretlerine sorulmuş, o da Mektûbât adlı eserinin 2.cildinin 36.mektubunda buna cevap vermiştir. Şöyle ki:
“Sual: Şerhi Divan-ı Kütüb-i Tevârih’de ‘Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh, bir kısım insanların kendisine düşmanlığını anlayınca, Muaviye ve onun gibilerden beş kişiye, beş vakit namazdan sonra, lanet etmeğe başladı. Onlar da, bunu duyunca, Hazret-i Emir, Hazret-i Hasen, Hazret-i Hüseyin, Abdullah bin Abbas ve Mâlik-i Ejder’den müteşekkil olan beş kişiye beş vakit namazdan sonra lanete başladılar. Hatta Beni Ümeyye halifeleri, bu alçak işi büsbütün ortaya yaydı. Hutbelerde Ehl-i beyte lanet ettiler. Bu hareket, Ömer bin Abdilaziz’in bunu kaldırmasına kadar devam etti. O bu laneti kaldırıp, yerine, Nahl suresi, 90. âyet-i kerimesini okuttu. Bu hâdise olmuş mudur?
Cevab: Tepeden tırnağa kadar rahmet olan Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh hâşâ ve kellâ herhangi bir Müslümana bile lanet etmemiştir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin eshâbına ve hele çok kere hayır dua ettiği Muaviye’ye lanet etmiş olsun. Hazret-i Emir, Muaviye ile birlikte olanlar için, ‘Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihadları ile hareket ediyorlar’ buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaştırmaktadır. O halde, niçin lanet etsin?
İslâm dininde hiç kimseye, hatta Frenk kâfirine bile, lanet etmek ibâdet değildir. Beş vakit namazdan sonra dua etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, dua yerine, laneti dile alır mı? Fena derecelerinin en yükseğine ve itminanın sonuna ulaşmış ve şahsi arzularından geçmiş olan Hazret-i Emir’in nefsini kendi nefs-i emmâreleri gibi, kin, inad ve düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir buhtan, böyle alçak bir iftirada bulunuyorlar.
Hazret-i Emir, fenâ fillah ve muhabbet-i Resulillah makamlarının en son derecesine ulaşmış, canını, malını, O’nun yolunda feda etmiştir. Niçin bu dua zamanında, her iki cihanın sultanı, Peygamber efendimize envâ-i ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resulünün düşmanlarını söyleyip, onlara lanet etmedi de kendi düşmanlarına lanet etti? Halbuki ‘İctihadları ile hareket ediyorlar’ sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.
İşin esası şöyledir ki, bu muharebeler ve nizalar, düşmanlık ve kin gütmek ile olmamıştır. Hep ictihad ve [hilâfet hakkındaki nassları] te’vil ile olmuştur. Bunun için, ayıplamanın yeri yoktur. Nerde kaldı ki, lanet edilsin. Bir kimseyi kötülemek ve ona lanet etmek, bir iyilik ve ibadet olsaydı, İblis-i laîne, Ebu Cehle, Ebu Lehebe ve Peygamber efendimizi inciten, Ona cefa ve eza eden ve bu hak dine, kötülükler, ihanetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine lanet etmek, İslâmın icablarından olurdu.
Düşmanlara lanet etmek emir edilmeyince, dostlara lanet sevap olur mu? Resulullah buyurdu ki: ‘Bir kimse, şeytana lanet ederse; ben zaten mel'un oldum. Bu lanetin bana zararı olmaz der. Ya Rabbi! Beni şeytandan koru derse, eyvah belkemiğimi kırdın der’. Bir başka hadisi şerifte, ‘Şeytana söğmeyiniz. Şerrinden Allahü tealaya sığınınız!’ buyuruldu.
Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, Hazret-i Emir’e iftiradır. Onu kötülemektir. Bundan başka, Muaviye, Hazret-i Emire, Hasen ve Hüseyn’e ve diğerlerine lanet etmeğe başladı demek de, Muaviye hazretlerine iftira olur. Tarihçiler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dinin esasları tarihçilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu meselede, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ve O’nun eshâbının sözlerine bakılır.
Evet, Beni Ümeyye halifeleri senelerce minberlerde Ehl-i beyte lanet ettirdi. Ömer bin Abdülaziz, buna son verdi. Allahü teala, Ona bizim tarafımızdan büyük mükafatlar versin! Lakin Muaviye de, Emevi halifelerinden ise de, ona dokunulamaz. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onları kötülemek, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa, kötülemeğe sebep olur. Hiçbir Müslüman, bunu layık görmez ve kabul edemez.” Mektûbât’tan alınan kısım sona erdi.
Tarihçi Makrizî diyor ki: “(Hakem hâdisesinin hemen ardından) Hazret-i Ali, namaz kıldırdıktan sonra cemaate dönüp, kendisine isyan eden topluluğa beddua etmişti. Bunu öğrenen Hazret-i Muaviye, kıssacılara emir vererek, sabah namazından sonra ve akşamla yatsı arasında mescidde oturup, halka, kıssalar yolu ile kendisini ve Şamlıları övmelerini istedi. Bununla, Hazret-i Osman’ın kanını dâvâ hususunda, Şamlıların hislerini tahrik edip, onlar şevke getirmeyi arzu etmişti.”
Makrizî Şiî olduğu halde, Halife Muaviye’nin lanet ettiğini söylememiş, hatta onu hiç itham etmemiştir. İşin aslı şöyledir ki, muhtemelen Hazret-i Ali, harb esnasında harbin mahiyeti hakkında izahatta bulunuyordu. Karşı taraf da bu usulü takip etmiştir. Bugün modern savaşlarda da moral ve propaganda faaliyetlerine çok ehemmiyet verildiği malumdur.
İbn Teymiyye Minhacüssünne’de der ki: “İki taraf arasında muharebe esnasında lanetleşme olduğu söylenir. Muharebe ise lanetleşmeden daha büyüktür. Garip olan şudur ki, Rafıziler, Hazret-i Ali’ye sebbi kötü gördükleri halde, kendileri Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ayşe ve nice sahabilere sebbetmekten geri durmazlar.”
Hazret-i Muaviye, Hazret-i Ali’nin şahadetinden sonra yirmi sene kadar yaşamıştır. Yirmi sene boyunca lanet edip ettirdiği nasıl iddia edilebilir? Hele Emevî halifeleri, seneler evvel olup bitmiş bir hâdise yüzünden neden lanet okutsun? Hutbeleri okuyan âlimler, din adamları buna âlet olur mu? Bunlar anlaşılacak, kabul edilecek şeyler değildir.
İhtilal, kargaşa zamanında maalesef dedikodular, kötü zanlar, kötülemeler olabilir. Olsa olsa hutbede Hazret-i Ali’nin ismini zikretmemekten; nihayet bazı hareketlerini tenkitten ve Osman’ın katillerine müsamaha göstermiş olduğunu iddiadan ibarettir. Fazileti herkesçe müsellem olan bir zata karşı lanet ve kötülemede bulunmaları dinen de, aklen de; siyaseten de tasavvur edilemez.
Muaviye’nin hilafeti zamanında, minberde Hazret-i Ali’nin isminin okunması âdeti, artık halife olmadığı gerekçesiyle kaldırılmıştır. Bu da, Şia’nın kalbindeki ateşi tutuşturmuştur. Nitekim hutbelerde halifelere dua edilir; umumi olarak ehl-i bağye lanet edilirdi. Bu da Hazret-i Emir ve Ehl-i Beyt’e lanet şeklinde lanse edilmiştir. Hâdise, Şiî taassubunun nerelere vardığını, kitlelere nasıl tesir ettiğini göstermesi cihetinden mühimdir.
Eğer bunun devam ettiği rivayeti doğru olsa ise, bu âdetin sürdüğü zamanlarda Ali evladından nice kimseler etrafına nice kimseleri toplayıp siyasi sebeplerle ayaklanıyordu. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyasında tafsilatlı anlatılır. Şamlılar, buna karşı propaganda olarak bunu kullanmış olabilir.
Ömer Nusahi Bilmen Ashab-ı Kiram kitabında der ki: “Hazret-i Muaviye’nin, Hazret-i Ali’ye ne hayatında ve ne de şahadetinden sonra seb ve lanet ettiğine dair sahih bir rivayet vardır. Bilakis kendisine hürmetkâr olduğu birçok hutbelerinden anlaşılmaktadır. Buna mukabil Hazret-i Ali’nin hutbelerinde, kendisine daha tenkitkar bir lisan kullandığı görülür.”
Hasımlarının da itiraf ettiği gibi, Hazret-i Muaviye, halim selim bir zat idi. muhiti de şer’î edeplere riayetkâr idi. Böyle bir muhitte, lanet tasavvur edilemez. Kaldı ki lanet hakkındaki dini hükümlere, vahy kâtibi olan Hazret-i Muaviye herkesten çok vâkıftır.
Hazret-i Muaviye’nin eshabdan olduğunda ittifak vardır. Hadis-i şerifte Eshabımı sövmeyiniz” buyuruldu. Yine, “Bir Müslümanı sövmek fısktır” buyuruldu. Bu hadis-i şerifler dururken, 14 asır evvel cereyan eden hadiseleri kurcalayıp, ne idüğü belirsiz kişilerden gelen zayıf bazı rivayetlerle ortalığı tutuşturmaya çalışmak, aklın ve dinin kabul edeceği bir şey değildir. Bunlar, büyük nispette Emevileri gözden düşürmek için Şia tarafından uydurulmuş sistemli bir propaganda faaliyetinden ibarettir.
İslâm tarihleri içinde itimada lâyık ve doğru olan ancak, İmam Vâkıdî, İbn Haldun ve İbn Hallikân’ın tarihleridir ki, bunlarda Sahabe-i kirâm hakkında edebe muhalif hiçbir kayda tesadüf edilmez. Bunlar arasında vâki muharebeler bahsinde eldeki tarihlerin büyük çoğunluğunun kaynakları, Abbasîler devrinde yazılıp, onların arzularına göre tertip edilerek yayılmış tarihlerdir.
Abbasî halifeleri, Emevîlere düşman olduğundan, tarihçileri de, dünyalık ele geçirmek için, ilmi, siyasete kurban etmişlerdir. Sultanların gözüne girmek, mal ve mevki elde etmek için vakaları değiştirmekten, hadiseleri yanlış yazmaktan çekinmemiş, Emevîleri insafsızca kötülemeğe, onların hatalarını şişirmeye koyulmuşlardı. Hatta Emevîleri kötüleyen hadisler bile uydurmuşlardır.
Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir. Öyle ki, Hazret-i Hasan evlâdı, Mağrib ve Endülüs’e; Hüseyn evlâdı ise, Anadolu ve Türkistan’a kaçarak, canlarını kurtarabilmişlerdir.
Osmanlılar, zaman cihetinden, Abbasîlere daha yakın, toprak cihetinden de, komşu olduğundan, cahil bazı tarihçiler, Abbasî tarihlerini olduğu gibi tercüme etmiş, onların tesirinde kalarak aynı hataları tekrarlamıştır. Bunlardan en objektif ve güvenilir olanlarından birisi, Nişancızade’nin Mir’at-ı Kâinat isimli tarihidir. Müellifi hukukçu olduğu için hadiseleri analitik olarak değerlendirmiş; Emevî devrini mümkün mertebe doğru anlatmıştır.
Ebu Bekr ibnü’l-Arabî’nin el-Avâsım mine’l-Kavâsım, İbn Teymiyye’nin Minhacü’s-sünne, Şah Veliyyullah’ın İzâletü’l-Hafâ ve Kurretü’l-Ayneyn, İbn Hacer el-Mekkî’nin es-Savâiku’l-Muhrika, Abdülaziz el-Ferharî’nin en-Nâhiyetü an Ta’nı Emîril-Mü’minîn Muaviye, Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, Hüseyn Hilmi Işık’ın Eshab-ı Kiram kitapları dışında bu mevzuda tarafsız yazılmış muteber eser yok gibidir.
Bir yandan tarihçiler, bir yandan da, Şah İsmailin bozguna uğrayan ordusunun döküntüsü olup, tekkelere sığınan Bâtınîler, Türk halkına ve kemale varamamış bazı tasavvufçulara Eshab-ı kiram ve Emevî düşmanlığı bulaştırdı.
Halbuki İranlı Şiî bir yazar olan Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halifeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun uygulanmış olmasıdır” diyor. (İslam - İdealler ve Gerçekler, 120-12)
Emevî halifeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazret-i Peygamber’in Buhari’de geçen “Kayser’in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur.
Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişti. Avrupa’ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zulmetmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler.
Emevîler, iktidarlarının yarısına varmadan, İslâm devletini, tarihin en büyük imparatorluğu hâline getirdiler. Kısa süren hilafetleri, fetihler, imar ve ilmi faaliyetler cihetiyle İslâm tarihinin en parlak devrelerinden birini teşkil eder. Buna rağmen halkın bir kısmının kalbinde kendilerine karşı bir hoşnutsuzluk vardı. Birlik ve dirlik endişesiyle, muhalefeti sertlikle bastırdılar. Bu hoşnutsuzluğu Ali ve ehl-i beyt taraftarlığı kisvesi arkasına gizleyerek fırsat buldukça başkaldırmayı ihmal etmediler. Emevîlerin düşüşüyle beraber bu aleyhtarlık kat kat mübalağa ile dile ve yazıya dökülmüştür.
Kurtubî’de geçtiği üzere, Emevileri hicveden şiirleriyle meşhur İbn Kays (v.694) demiştir ki, “Ümeyye oğullarından hoşlanmamanın tek sebebi, onların öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir.” Yani hasımları, öfkelenip, kontrollerini kaybetsinler istiyor; olmayınca husumetleri artıyordu.
Emevî aleyhtarlığı arkasındaki hakiki sebep şudur: Emevi halifeleri, selef-i sâlihînin yolundan ayrılmayarak, mütemadiyen iktidardaki hanedanın yıkılmasını gaye edinen muhtelif mezheplerdeki muhaliflerine karşı, mutedil, sünnî bir dini inkişafı desteklemişlerdir. İslâmiyeti bir devlet dini olarak geniş bölgelere yaymış, dindarlara saygı duymuşlardır. (Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi, 2/395-396)
İhtilalci Ebu Müslim Horasanî’ye atfedilen ve Emevîlerin neden yıkıldığını izah eden şöyle bir söz vardır: “Dostlarını uzaklaştırdılar; düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırdıkları düşmanları dost olmadı ama, uzaklaştırdıkları dostları düşman oldu”.
“Sual: Şerhi Divan-ı Kütüb-i Tevârih’de ‘Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh, bir kısım insanların kendisine düşmanlığını anlayınca, Muaviye ve onun gibilerden beş kişiye, beş vakit namazdan sonra, lanet etmeğe başladı. Onlar da, bunu duyunca, Hazret-i Emir, Hazret-i Hasen, Hazret-i Hüseyin, Abdullah bin Abbas ve Mâlik-i Ejder’den müteşekkil olan beş kişiye beş vakit namazdan sonra lanete başladılar. Hatta Beni Ümeyye halifeleri, bu alçak işi büsbütün ortaya yaydı. Hutbelerde Ehl-i beyte lanet ettiler. Bu hareket, Ömer bin Abdilaziz’in bunu kaldırmasına kadar devam etti. O bu laneti kaldırıp, yerine, Nahl suresi, 90. âyet-i kerimesini okuttu. Bu hâdise olmuş mudur?
Cevab: Tepeden tırnağa kadar rahmet olan Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh hâşâ ve kellâ herhangi bir Müslümana bile lanet etmemiştir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin eshâbına ve hele çok kere hayır dua ettiği Muaviye’ye lanet etmiş olsun. Hazret-i Emir, Muaviye ile birlikte olanlar için, ‘Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihadları ile hareket ediyorlar’ buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaştırmaktadır. O halde, niçin lanet etsin?
İslâm dininde hiç kimseye, hatta Frenk kâfirine bile, lanet etmek ibâdet değildir. Beş vakit namazdan sonra dua etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, dua yerine, laneti dile alır mı? Fena derecelerinin en yükseğine ve itminanın sonuna ulaşmış ve şahsi arzularından geçmiş olan Hazret-i Emir’in nefsini kendi nefs-i emmâreleri gibi, kin, inad ve düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir buhtan, böyle alçak bir iftirada bulunuyorlar.
Hazret-i Emir, fenâ fillah ve muhabbet-i Resulillah makamlarının en son derecesine ulaşmış, canını, malını, O’nun yolunda feda etmiştir. Niçin bu dua zamanında, her iki cihanın sultanı, Peygamber efendimize envâ-i ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resulünün düşmanlarını söyleyip, onlara lanet etmedi de kendi düşmanlarına lanet etti? Halbuki ‘İctihadları ile hareket ediyorlar’ sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.
İşin esası şöyledir ki, bu muharebeler ve nizalar, düşmanlık ve kin gütmek ile olmamıştır. Hep ictihad ve [hilâfet hakkındaki nassları] te’vil ile olmuştur. Bunun için, ayıplamanın yeri yoktur. Nerde kaldı ki, lanet edilsin. Bir kimseyi kötülemek ve ona lanet etmek, bir iyilik ve ibadet olsaydı, İblis-i laîne, Ebu Cehle, Ebu Lehebe ve Peygamber efendimizi inciten, Ona cefa ve eza eden ve bu hak dine, kötülükler, ihanetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine lanet etmek, İslâmın icablarından olurdu.
Düşmanlara lanet etmek emir edilmeyince, dostlara lanet sevap olur mu? Resulullah buyurdu ki: ‘Bir kimse, şeytana lanet ederse; ben zaten mel'un oldum. Bu lanetin bana zararı olmaz der. Ya Rabbi! Beni şeytandan koru derse, eyvah belkemiğimi kırdın der’. Bir başka hadisi şerifte, ‘Şeytana söğmeyiniz. Şerrinden Allahü tealaya sığınınız!’ buyuruldu.
Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, Hazret-i Emir’e iftiradır. Onu kötülemektir. Bundan başka, Muaviye, Hazret-i Emire, Hasen ve Hüseyn’e ve diğerlerine lanet etmeğe başladı demek de, Muaviye hazretlerine iftira olur. Tarihçiler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dinin esasları tarihçilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu meselede, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ve O’nun eshâbının sözlerine bakılır.
Evet, Beni Ümeyye halifeleri senelerce minberlerde Ehl-i beyte lanet ettirdi. Ömer bin Abdülaziz, buna son verdi. Allahü teala, Ona bizim tarafımızdan büyük mükafatlar versin! Lakin Muaviye de, Emevi halifelerinden ise de, ona dokunulamaz. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onları kötülemek, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa, kötülemeğe sebep olur. Hiçbir Müslüman, bunu layık görmez ve kabul edemez.” Mektûbât’tan alınan kısım sona erdi.
Tarihçi Makrizî diyor ki: “(Hakem hâdisesinin hemen ardından) Hazret-i Ali, namaz kıldırdıktan sonra cemaate dönüp, kendisine isyan eden topluluğa beddua etmişti. Bunu öğrenen Hazret-i Muaviye, kıssacılara emir vererek, sabah namazından sonra ve akşamla yatsı arasında mescidde oturup, halka, kıssalar yolu ile kendisini ve Şamlıları övmelerini istedi. Bununla, Hazret-i Osman’ın kanını dâvâ hususunda, Şamlıların hislerini tahrik edip, onlar şevke getirmeyi arzu etmişti.”
Makrizî Şiî olduğu halde, Halife Muaviye’nin lanet ettiğini söylememiş, hatta onu hiç itham etmemiştir. İşin aslı şöyledir ki, muhtemelen Hazret-i Ali, harb esnasında harbin mahiyeti hakkında izahatta bulunuyordu. Karşı taraf da bu usulü takip etmiştir. Bugün modern savaşlarda da moral ve propaganda faaliyetlerine çok ehemmiyet verildiği malumdur.
İbn Teymiyye Minhacüssünne’de der ki: “İki taraf arasında muharebe esnasında lanetleşme olduğu söylenir. Muharebe ise lanetleşmeden daha büyüktür. Garip olan şudur ki, Rafıziler, Hazret-i Ali’ye sebbi kötü gördükleri halde, kendileri Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ayşe ve nice sahabilere sebbetmekten geri durmazlar.”
Hazret-i Muaviye, Hazret-i Ali’nin şahadetinden sonra yirmi sene kadar yaşamıştır. Yirmi sene boyunca lanet edip ettirdiği nasıl iddia edilebilir? Hele Emevî halifeleri, seneler evvel olup bitmiş bir hâdise yüzünden neden lanet okutsun? Hutbeleri okuyan âlimler, din adamları buna âlet olur mu? Bunlar anlaşılacak, kabul edilecek şeyler değildir.
İhtilal, kargaşa zamanında maalesef dedikodular, kötü zanlar, kötülemeler olabilir. Olsa olsa hutbede Hazret-i Ali’nin ismini zikretmemekten; nihayet bazı hareketlerini tenkitten ve Osman’ın katillerine müsamaha göstermiş olduğunu iddiadan ibarettir. Fazileti herkesçe müsellem olan bir zata karşı lanet ve kötülemede bulunmaları dinen de, aklen de; siyaseten de tasavvur edilemez.
Muaviye’nin hilafeti zamanında, minberde Hazret-i Ali’nin isminin okunması âdeti, artık halife olmadığı gerekçesiyle kaldırılmıştır. Bu da, Şia’nın kalbindeki ateşi tutuşturmuştur. Nitekim hutbelerde halifelere dua edilir; umumi olarak ehl-i bağye lanet edilirdi. Bu da Hazret-i Emir ve Ehl-i Beyt’e lanet şeklinde lanse edilmiştir. Hâdise, Şiî taassubunun nerelere vardığını, kitlelere nasıl tesir ettiğini göstermesi cihetinden mühimdir.
Eğer bunun devam ettiği rivayeti doğru olsa ise, bu âdetin sürdüğü zamanlarda Ali evladından nice kimseler etrafına nice kimseleri toplayıp siyasi sebeplerle ayaklanıyordu. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyasında tafsilatlı anlatılır. Şamlılar, buna karşı propaganda olarak bunu kullanmış olabilir.
Ömer Nusahi Bilmen Ashab-ı Kiram kitabında der ki: “Hazret-i Muaviye’nin, Hazret-i Ali’ye ne hayatında ve ne de şahadetinden sonra seb ve lanet ettiğine dair sahih bir rivayet vardır. Bilakis kendisine hürmetkâr olduğu birçok hutbelerinden anlaşılmaktadır. Buna mukabil Hazret-i Ali’nin hutbelerinde, kendisine daha tenkitkar bir lisan kullandığı görülür.”
Hasımlarının da itiraf ettiği gibi, Hazret-i Muaviye, halim selim bir zat idi. muhiti de şer’î edeplere riayetkâr idi. Böyle bir muhitte, lanet tasavvur edilemez. Kaldı ki lanet hakkındaki dini hükümlere, vahy kâtibi olan Hazret-i Muaviye herkesten çok vâkıftır.
Hazret-i Muaviye’nin eshabdan olduğunda ittifak vardır. Hadis-i şerifte Eshabımı sövmeyiniz” buyuruldu. Yine, “Bir Müslümanı sövmek fısktır” buyuruldu. Bu hadis-i şerifler dururken, 14 asır evvel cereyan eden hadiseleri kurcalayıp, ne idüğü belirsiz kişilerden gelen zayıf bazı rivayetlerle ortalığı tutuşturmaya çalışmak, aklın ve dinin kabul edeceği bir şey değildir. Bunlar, büyük nispette Emevileri gözden düşürmek için Şia tarafından uydurulmuş sistemli bir propaganda faaliyetinden ibarettir.
İslâm tarihleri içinde itimada lâyık ve doğru olan ancak, İmam Vâkıdî, İbn Haldun ve İbn Hallikân’ın tarihleridir ki, bunlarda Sahabe-i kirâm hakkında edebe muhalif hiçbir kayda tesadüf edilmez. Bunlar arasında vâki muharebeler bahsinde eldeki tarihlerin büyük çoğunluğunun kaynakları, Abbasîler devrinde yazılıp, onların arzularına göre tertip edilerek yayılmış tarihlerdir.
Abbasî halifeleri, Emevîlere düşman olduğundan, tarihçileri de, dünyalık ele geçirmek için, ilmi, siyasete kurban etmişlerdir. Sultanların gözüne girmek, mal ve mevki elde etmek için vakaları değiştirmekten, hadiseleri yanlış yazmaktan çekinmemiş, Emevîleri insafsızca kötülemeğe, onların hatalarını şişirmeye koyulmuşlardı. Hatta Emevîleri kötüleyen hadisler bile uydurmuşlardır.
Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir. Öyle ki, Hazret-i Hasan evlâdı, Mağrib ve Endülüs’e; Hüseyn evlâdı ise, Anadolu ve Türkistan’a kaçarak, canlarını kurtarabilmişlerdir.
Osmanlılar, zaman cihetinden, Abbasîlere daha yakın, toprak cihetinden de, komşu olduğundan, cahil bazı tarihçiler, Abbasî tarihlerini olduğu gibi tercüme etmiş, onların tesirinde kalarak aynı hataları tekrarlamıştır. Bunlardan en objektif ve güvenilir olanlarından birisi, Nişancızade’nin Mir’at-ı Kâinat isimli tarihidir. Müellifi hukukçu olduğu için hadiseleri analitik olarak değerlendirmiş; Emevî devrini mümkün mertebe doğru anlatmıştır.
Ebu Bekr ibnü’l-Arabî’nin el-Avâsım mine’l-Kavâsım, İbn Teymiyye’nin Minhacü’s-sünne, Şah Veliyyullah’ın İzâletü’l-Hafâ ve Kurretü’l-Ayneyn, İbn Hacer el-Mekkî’nin es-Savâiku’l-Muhrika, Abdülaziz el-Ferharî’nin en-Nâhiyetü an Ta’nı Emîril-Mü’minîn Muaviye, Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, Hüseyn Hilmi Işık’ın Eshab-ı Kiram kitapları dışında bu mevzuda tarafsız yazılmış muteber eser yok gibidir.
Bir yandan tarihçiler, bir yandan da, Şah İsmailin bozguna uğrayan ordusunun döküntüsü olup, tekkelere sığınan Bâtınîler, Türk halkına ve kemale varamamış bazı tasavvufçulara Eshab-ı kiram ve Emevî düşmanlığı bulaştırdı.
Halbuki İranlı Şiî bir yazar olan Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halifeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun uygulanmış olmasıdır” diyor. (İslam - İdealler ve Gerçekler, 120-12)
Emevî halifeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazret-i Peygamber’in Buhari’de geçen “Kayser’in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur.
Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişti. Avrupa’ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zulmetmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler.
Emevîler, iktidarlarının yarısına varmadan, İslâm devletini, tarihin en büyük imparatorluğu hâline getirdiler. Kısa süren hilafetleri, fetihler, imar ve ilmi faaliyetler cihetiyle İslâm tarihinin en parlak devrelerinden birini teşkil eder. Buna rağmen halkın bir kısmının kalbinde kendilerine karşı bir hoşnutsuzluk vardı. Birlik ve dirlik endişesiyle, muhalefeti sertlikle bastırdılar. Bu hoşnutsuzluğu Ali ve ehl-i beyt taraftarlığı kisvesi arkasına gizleyerek fırsat buldukça başkaldırmayı ihmal etmediler. Emevîlerin düşüşüyle beraber bu aleyhtarlık kat kat mübalağa ile dile ve yazıya dökülmüştür.
Kurtubî’de geçtiği üzere, Emevileri hicveden şiirleriyle meşhur İbn Kays (v.694) demiştir ki, “Ümeyye oğullarından hoşlanmamanın tek sebebi, onların öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir.” Yani hasımları, öfkelenip, kontrollerini kaybetsinler istiyor; olmayınca husumetleri artıyordu.
Emevî aleyhtarlığı arkasındaki hakiki sebep şudur: Emevi halifeleri, selef-i sâlihînin yolundan ayrılmayarak, mütemadiyen iktidardaki hanedanın yıkılmasını gaye edinen muhtelif mezheplerdeki muhaliflerine karşı, mutedil, sünnî bir dini inkişafı desteklemişlerdir. İslâmiyeti bir devlet dini olarak geniş bölgelere yaymış, dindarlara saygı duymuşlardır. (Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi, 2/395-396)
İhtilalci Ebu Müslim Horasanî’ye atfedilen ve Emevîlerin neden yıkıldığını izah eden şöyle bir söz vardır: “Dostlarını uzaklaştırdılar; düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırdıkları düşmanları dost olmadı ama, uzaklaştırdıkları dostları düşman oldu”.
Alakalı Başlıklar