Nasslardan bir delili tevil ederek Ehl-i sünnet dışına çıkanlar tekfir edilmez. Fakat bazen öyle oluyor ki o hükmü tevil etse bile başka bir nassa zıt düşüyor. Bu tevilin bütün içinde tezatsız olması gerekir mi ve bu tevilin de bir sınırı var mıdır? Nitekim Ehl-i Kitabın Cennetlik olduğunu söyleyenler bile Kur’an-ı kerimden bir delil bulabiliyor.
Ma’nâsı açık ve her nesilde ittifakla ve sağlam bir şekilde gelen icmâ’ya aykırı ise, nasslardan delil getirmek yetmez. Namazların beş değil, üç vakit olduğunu söylemek; namazın dua olduğunu söylemek; gayrımüslimlerin bu halleriyle kayıtsız cennete gideceğini söylemek böyledir. Ma’nâsı açık olmayan nassa veya zarurî bilinenler dışındaki meselelere dair icmâ’ya aykırı ise, te’vili varsa, kâfir olmaz, bid’at sahibi olur. İcmâ’ın varlığında ihtilaf varsa, bid’at sahibi olmaz.
Müslüman olduğunu söyleyip, ibâdetlerini yapan, yani Ehl-i kıble denilen bir kimsenin, Ehl-i sünnete uymayan bir inanışı, mânâsı açık olan kat’î bir delili inkâr olursa, te’vil ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna mülhid denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şüpheli olan bir delilin muhtelif ma’nâlarından açık ve meşhur olanını inkâr olursa ve te’vili varsa, küfr olmaz; bid’at olur. Te’vilden haberi olmayıp, bid’at sâhibi olan âlimleri taklid ile veya nefsine uyarak, dünya menfaati için ise, yine küfr olur. Dine inanmadığı halde, müslüman görünüp küfre sebep olan şeyleri ispat etmek için delilleri yanlış te’vil edene zındık denir.
İcmâ’ delil değildir diyen veya icmâ’ ile kabul edilmiş bir hususu inkâr eden kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Hâricîler, Şî’îler, Vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ’a muhalif sözleri küfr olmaz. Fakat, küfre sebep olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olabilirler.
İbni Âbidin hazretleri vitr namazını anlatırken diyor ki, “Vitr namazının aslını, yani ibâdet olduğunu inkâr eden kâfir olur. Eğer delilini te’vil ederek veya delilinde şüphe ederek inkâr ederse, kâfir olmaz. [Bid’at ehlinden olur.] Bütün vâcibler ve sünnetler de böyledir. Çünki vitr namazı dinde zarurî olarak bilinen bir ibâdettir ve böyle olduğu icmâ’-i ümmet ile sâbittir. İcmâ’-i ümmet ile bildirilmiş olan zarurî ibâdete te’vilsiz olarak inanmamak, Hanefî âlimlerine göre, küfr olur. Dinden olduğu zarurî olarak bilinmek demek, dinden olduğunu câhillerin de bildiği din bilgileri demektir. Beş vakit namazın farz olduğuna inanmak böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din bilgilerini inkâr eden, kâfir olmaz. Ceddenin [büyük annenin] mirasın altıda birini alacağını inkâr etmek böyledir”.
İbni Melek hazretleri, Menâr şerhinde diyor ki, İcmâ’ birleşmek demektir. Bir asırda bulunan müctehidlerin, bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz veya fiil olabilir. İctihad lâzım olmayan şeylerde, bir asırda bulunan müslümanların hepsinin birleşmeleri lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek veya aynı işi yapmaktır. Bir asırda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veya yapar, diğerleri işitince susarlar, reddetmezlerse, Hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur. Şâfi’îde buna icmâ’ denmez. İctihad işlerinde icmâ’ sahibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Kur’an-ı kerîmin ve namaz rek’atlarının ve zekât mikdarının ve ekmeği ödünç almanın ve hamama gitmenin bizlere nakledilmesi gibi, ictihada lüzûm olmayan şeylerin icmâ’ında müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde, müctehid olmayanların icmâ’ları da muteberdir. Fakat bid’at sahibi ve fâsık olmamaları lâzımdır. İcmâ ehlinin, Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beyt evlâdlarından olmaları da şart değildir. Medîne ahâlisinden olmaları da şart değildir. Âlimlerin çoğuna göre, selefin ihtilâf ettiği bir meselede, sonra gelen âlimlerin icmâ’ yapmaları câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’ hâsıl olmaz. Haber-i vâhid [her nesilde tek kişi vâsıtası] ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfte ve müctehidin kıyas etmesi ile bulunan hükümde icmâ’ olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhur olan hadîsten açıkça anlaşılan hükümde icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten delîldir. Selef-i sâlihînin, yani Eshâb-ı kirâmın bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş olan icmâ’ları mütevâtir hadîs gibidir. Yani, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını öğrenmek ve amel etmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, namazın, orucun, zekâtın farz oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin bildirdiği icmâ’ları ise, haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek vâcib olup, ilim [ve iman] vâcib değildir. Öğle namazından evvel dört rek’at sünnet kılmak böyledir.
İcmâ’ın dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın açıkça ve her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir. İnkâr eden küfre düşer. Eshâb-ı kirâmdan bazısının icmâ’ edip, diğerlerinin sükût ettikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise de, inkâr eden küfre düşmez. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etmedikleri bir hükümde, sonraki asırların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhur olan haber gibidir. Bundan sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf ettikleri bir hükümde, sonra gelenlerde hâsıl olan icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf gibidir. Bununla amel vâcib olup, iman vâcib değildir. Bir asırda bulunan müslümanlar, bir meselede ihtilâf edince, sonra gelenlerin, bu ihtilâflı sözlerden birine uymayan hükümleri bâtıl olur. Bu sözlerden başka bir söz söylemeleri câiz olmaz. [Bu sebeple mezhebleri telfik etmek veya dört mezhebin söylemediği beşinci bir ictihad söylemek câiz olmaz.]


23 Kasım 2014 Pazar
Alakalı Başlıklar