Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“Fıkıh Usûlü”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Fıkıh kitaplarında 4. asırdan sonra müctehid kalmadığı ve ictihadın kesildiği yazmaktadır. İnsanların ihtiyaçları arttıkça yeni meseleler ortaya çıktığına göre, bunlar nasıl halledilebilir?
    Cevab: Dördüncü asırdan sonra, mutlak müctehid kalmamış ise de, mezhebde müctehid kalmadığı söylenemez. Böyle olmayan İslâm hukukçuları bile, tarih boyunca kendilerinden çözümü istenilen meselelerde, kendilerinden önceki ulemânın kitaplarındaki benzer meselelere kıyas yaparak fetvâ verebilmişlerdir. Gerek nasslarda, gerekse eski fıkıh metinlerindeki ibâreler, yeni buluşlar ışığında yeniden tefsire tabi tutularak, ortaya çıkan meselelerin İslâm hukukuna uygun bir şekilde halledilmesi mümkündür. Nitekim büyük Hanefî hukukçusu Kemal İbnü’l-Hümâm (861/1456), imamın namazda gereğinden fazla bağırarak okumasının namazı bozacağını söylemiş; bunu da namazda ağlamaya kıyas etmiştir. İbn Nüceym ise, dörtyüz yılından sonra kıyas kesildiği için kimsenin bir meseleyi diğer bir meseleye kıyas etmeye hakkı olmadığını söyleyerek İbnü’l-Hümâm’a itiraz etmiştir. İbn Âbidîn, bunun kıyas değil, müctehidin sözünün tazammun yoluyla delâlet ettiği mânâyı açıklamaktan ibaret olduğunu söyleyerek İbnü’l-Hümâm’ı desteklemiştir. Selef-i sâlihîn denilen ilk devrin müctehid âlimleri, kıyâmete kadar meydana çıkacak her meselenin hükmünü verebilmek için, umumî usuller, metodlar, prensipler kurmuştur. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu usulleri kurmaya yarayan temel ölçülerdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazı kaynaklarda "Müctehid olanın ictihad etmesi gerekir" diyor. Bildiğimiz kadarıyla İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazâlî hep müctehid idiler. Peki bu âlimler ictihad ettiler mi?
    Cevab: Müctehid olanın ictihad etmesi gerekir diye bir şey işitmedim. Müctehid, eğer ictihad etmişse, başkasının ictihadına uyamaz, kendi içtihadına uyması gerekir. İçtihad etmemişse, başkasının ictihadına da uyabilir. İmam Gazâlî’nin ictihadı, Şâfiî mezhebine uygun düşmüştür deniyor. Bunun mânâsı Şâfiî mezhebinde müctehid olmasıdır. İmam Rabbânî ise Hanefî mezhebine göre amel etmiştir. Ancak kelâmda kendi ictihadları vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sünnetlerin terki mekruhtur. Küçük günahlara ısrar da büyük günahı getirir deniyor. Büyük günaha devam eden de fâsık olur. O zaman teheccüd namazını terk eden fâsık mı olur?
    Cevab: Her sünneti terk etmek mekruh olmaz. Teheccüd namazı, terki mekruh olan bir sünnet değildir. Hiç kılınmasa da olur. Çünki müstehabdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Müekked sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur” buyuruluyor. Sabah nemazından sonraki kerahat vaktinde uyumak da böyle midir?
    Cevab: Gündüzün öncesinde, günün ilk saatlerinde [güneş doğarken] uyumak mekruhtur. Akşam ile yatsı namazları arasında da yatıp uyumak mekruhtur. (Fetâvâ-yı Hindiyye.) Şunu her zaman hatıra getirmek lazımdır ki, her mekruh aynı derecede değildir. İbâdetlerdeki mekruhlar ile âdetlerdeki mekruhlar da aynı değildir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında İmam Ebu Yusuf'un Cuma namazı kıldıktan sonra, abdest aldığı kuyuda fare ölüsü görüldüğü söylendi. “Medîne’deki kardeşlerimize göre guslümüz sahihtir. Çünki, hadîs-i şerîfte, kulleteyn mikdarı suya necâset karışınca, üç sıfatından biri değişmedikçe necs olmaz buyuruldu” dediği ve namazını kurtarmak için başka mezhebi taklit ettiği bir hâdise anlatılıyor. Normalde bir müctehidin başka bir müctehidi taklid etmemesi gerekmez mi?
    Cevab: Müctehid ictihad etmediği bir mevzuda başka bir müctehidi taklid edebilir. İctihad ettiği mevzuda ise, ancak ihtiyaç olursa başka bir müctehidi taklid edebilir. Burada Cuma namazı tekrar kılınamayacağı için İmam Mâlik’i taklid etmiştir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında "Farzları ve vâcibleri nafile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan daha çok sevap olur" yazıyor. Farzları ve vâcibleri nâfile olarak yapmak ne demektir? Kılmış olduğu farzı iade veya kaza etmesi gerekmediği halde tekrar kılması mı? Eğer öyleyse bu neden müekked sünnetten daha sevap oluyor?
    Cevab: Farz olan hacca gittikten sonra bir daha gitmek, nafile kurban kesmek, öğle ve yatsıyı tek başına kıldıktan sonra cemaate uymak gibi belli hallere münhasırdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Her 100 senede bir müceddid geliyor. Peki her yüz senede bir tane mi geliyor? Neticede bunlar kesin belli kişiler değil. Aynı yüzyılda farklı kişiler için müceddid deniyor. Müceddidlerin kim olduğuna dair kabul gören bir söz yok mu?
    Cevab: Bunların kim olduğu nas ile bildirilmesi mümkün olmadığı için, her asırda âlimler bu vasıfları taşıdığına hüsnü zan ettikleri şahısları tesbit etmişler. Her âlime göre farklı kimseler müceddid olabilir. Müceddidlerin vasıfları vardır. Müceddid, dine giren bid’at ve hurâfeleri temizler. Müctehid ve mürşid-i kâmil olması gerekmez. Müceddidin bir tane olması da gerekmediğini Avnü’l-ma'bud isimli şerhte okumuştum.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bildiğimiz dört hak mezhep konusunda şunu öğrenmek istiyorum. Peygamber Efendimiz nasıl namaz kılardı? Yani hangi mezhep Peygamber efendimizin namaz kılma şeklini uyguluyor? Her yerde duyuyoruz ki hak tekdir. O zaman dört mezhep birden nasıl hak oluyor?
    Cevab:

    Hazret-i Peygamberin nasıl namaz kıldığını, Eshab-ı kiram, yani Hazret-i Peygamber’in arkadaşları bildirmişlerdir. Hazret-i Peygamber, benim namaz kıldığım gibi namaz kılın buyurmuştur. Bunları ihtiva eden hadis-i şerifler kitaplara geçmiştir. Mezhep âlimleri, bu hadis-i şerifleri tefsir ve izah ederek müslümanın nasıl namaz kılması gerektiğini kitaplara yazmışlardır. Dört mezhep de Hazret-i Peygamber gibi namaz kılmaktadır. Hazret-i Peygamber’in yaptığı bir işi bir mezhep farz, diğeri vacip, diğeri sünnet olarak yorumlamıştır ama, hepsi de o işi kabul etmiştir. Dolayısıyla mesela Hanefî mezhebinin bildirdiği farz, vacip ve sünnetlere uyarak namaz kılan, Hazret-i Peygamber gibi namaz kılmış olur.
    Hazret-i Peygamber’in abdest alırken, namaz kılarken yaptığı bir işe bir mezhep farzdır, yani yapılmazsa o ibadet geçerli olmaz der. Diğer bir mezheb aynı işe vaciptir, yapılmazsa günah olur ama ibadet geçerli olur der. Bir başka mezheb aynı işe sünnettir, yapılmazsa mekruh (çirkin) olur der. Dolayısıyla hepsi aynı şeyi söylemiş olur. Hepsi de gerçektir. Allah katında doğru bir tanedir ama biz onu bilemeyiz. Dinin kurucusu olan Allah ve Peygamberi böyle olsun istemiştir. Böylece insanların işi kolaylaşır. İhtiyaç zamanında başka mezhebin görüşü ile amel edilebilir. Eğer böyle olmasını Allah ve Peygamberi istemiyor olsaydı, Kuranı kerimde ve hadisi şeriflerde abdest ve namaz gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı çok açık ve kesin biçimde bildirilirdi. Bu mezheblerden herhangi birisine uyan, tamamına uymuş gibidir. Yani doğru yolu bulmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamberin sahabileri de Hazret-i Peygamberden gördüklerini kendilerince tefsir ediyor ve ona göre amel ediyordu. Bu amelleri elbette birbirinden farklı oluyor; ama Hazret-i Peygamber bunu yasaklamıyordu.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hiçbir zorluk ve ihtiyaç yok iken zayıf kavil ile amel edenin, ameli sahih olur mu?
    Cevab: Âyet-i kerime zan ile hüküm vermeyi yasaklıyor. Zayıf kavil bir zan bildirir. Fıkıh kitaplarında mukallidlerin sahih, racih kavillerle amel etmesinin gerekli olduğu yazmaktadır. Bahr sahibi gibi bazı âlimler, bir mukallid, başka bir mezhebe göre yahut zayıf bir rivâyetle veya zayıf bir kaville amel ederse, bu ameli nâfizdir, yani iş yerine gelmiştir diyor. Ama bu söz, ihtiyaçsız zayıf kavillerle amel edenin en azından kerih bir iş yapmadığı mânâsına gelmez. Neticede bir âlimin kavlidir. Zayıf olması, sözün kendisinde değil, bize geliş yollarının ötekiler kadar sağlam olmayışındadır. İbni Nüceym, “Âhir zamanda nefsine değil de, zayıf kavle bile uymak takvâdandır” diyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında diyor ki: “İmamın sesi yetiştiği zaman, tekbirleri müezzinin de bildirmesi mekruhtur.” Tahrimen mekruh, hangi hallerde haram oluyor?
    Cevab:

    Sübutu veya delili kat’i olmayan nasslarla bir şey emir veya men edilmişse, bu vâcip ve tahrimen mekruhu bildirir. Vitr namazı, bayram namazı, kurban kesmek, fıtra vermek, teşrik tekbirleri, kıraati dinlemek, selâmı almak, adağını yerine getirmek Kur’an-ı kerimde emredilmektedir ama bu emir açık değildir. Bu sebeple Hanefîler buna farz değil de vâcip demiştir. Vâcibin bilerek terki tahrimen mekruhtur. Meselâ vitr namazını kılmamak böyledir. Erkeğin altın takması, ipek giymesi tahrimen mekruhtur. Bunlar hadîs-i şerifte açıkça açıkça bildirilmiştir ama bu hadîsi bir kişi bildirdiği (haber-i vâhid olduğu) için sübûtu zannîdir. Çalgı dinlemek de Kur’an-ı kerimde üstü örtülü olarak yasaklanmıştır. Sübûtu kat’î ama harama delâleti zannîdir. Bu sebeple haram değil tahrimen mekruhtur. Amelde bid’at işlemek; başkasının alışverişi sırasında alışveriş teklifinde bulunmak ve başkasının evlenme teklifi üzerine evlenme teklifinde bulunmak tahrimen mekruhtur. Çünki hadis-i şerif ile men edilmiştir. Sünnet-i müekkedeyi özürsüz ve ısrarla terk etmek de tahrimen mekruhtur.
    Ancak mekruhların hepsi aynı derecede değildir. Vâcibin terki kerâhet-i tahrimî, sünnetin terki ise kerahet-i tenzihî ile mekruhtur. Lâkin sünnetin kuvvetine göre kerahet-i tahrimîye yaklaşmak ve şiddet hususunda kerahet-i tenzihînin dereceleri değişir. Zira sünnet, vâcip ve farzın ve bunların zıdları olan yasakların muhtelif dereceleri olduğu gibi müstehabın da muhtelif dereceleri vardır.
    İmam Muhammed’e göre, şüpheli nasslarla sâbit olan vâcibin terkindeki tahrimen mekruh ile şüpheli nasslarla men edilmiş tahrimen mekruh, haram hükmündedir. Yani haram değildir ama haram gibidir. Neden? Bazı âlimlere göre ateşle azap olunacağı içindir. Bazı âlimlere göre böyle söylemesi mecazdır. Çünki mekruha ateşle azap yoktur ama ikisi de şeriatin yapılmasını istemediği şeydir. Böyleyse üçünün sözü aslında birbirine aykırı değildir. İmam Muhammed’e göre tahrimen mekruhun haram sayılması için mutlaka nass ile sâbit olması gerekir. Sünnet-i müekkedenin ısrarla ve özürsüz terkinden doğan tahrimen mekruh da haram değildir. İmam Muhammed’in de tahrimen mekruh dediği, ama haram saymadığı hususlar vardır. Diğer iki imamın tahrimen mekruh dediği bazı hususlara, haram demektedir.
    Vâcibi ve tahrimen mekruhu inkâr etmek üç imama göre de küfr değildir. Sünnet-i müekkedeyi terk etmekten doğan tahrimen mekruh, İmam Muhammed’e göre de haram hükmünde değildir. Fetva Şeyhayna göredir. Ama insanları sakındırmak için İmam Muhammedin kavli de bildirilir. İmamı Azam, şeriatın sahibine karşı çok edepli olduğundan, delaleti veya sübutu kat’i olmadıkça, yani açık ayet-i kerime veya muhkem ve mütevatir sünnetle sabit olmadıkça, bir şeye haram demezdi. Yoksa mekruhu küçük gördüğünden değildi. Çünki mekruh da şeriatin sahibinin beğenmediği şeydir.

    Fıkıh kitaplarında mekruh denildiği zaman tahrimen mekruh anlaşılır sözü, ilk devirde yazılmış mezhebin temel kitapları içindir. Bunlardan alarak yazılmış fıkıh ve ilmihal kitaplarında böyle değildir. İbn Âbidin hazretleri “Fıkıh kitaplarında mekruh dendiği zaman hemen tahrimen mekruh dememeli, deliline bakmalıdır” diyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İslâm hukukunda hukuksal norm sıralaması, öncelik sıralaması ne şekilde yapılabilir? Nasıl ki anayasa, kanunlar, yönetmelikler, mahkeme ictihatları arasında belirli bir sıralama, öncelik veya üstünlük sözkonusu ise, bunu İslâm hukukunda nasıl gerçekleştiriyoruz? Tabiî ki âyetler ile hadîsler arasında bir sıralamadan bahsedilebilir. Lakin sözgelimi âyetler arasında belirli bir öncelik-tekaddum etme hâdisesi sözkonusu mudur? Hani anayasanın değiştirilemez hükümleri gibi münhasır bir gruplama yapılabiliyor mu? Yahut bir grup hüküm diğer gruba göre öncellenebiliyor mu? Mesela kul hakkı yemek yahut beytülmala zarar vermek gıybetten daha öncelikli ve ağır bir günahtır denilebiliyor mu? Yahut şahsa karşı hırsızlık ile kamuya karşı hırsızlık arasında bir öncelik –üstünlük- var mı? Yahut mesela domuz eti yemek ile şarap içmek arasında ceza hukuku anlamında bir öncelik-ağırlık hususiyeti var mıdır?
    Cevab:

    İslam hukukunda öncelikle sizin de işaret ettiğiniz gibi bir sıralama vardır. Usul-i fıkh, yani hukuk metodolojisi bunu belirler. Kaynaklar arasında Kuranı kerim, sonra Hazreti Peygamberin sünneti, sonra müctehid hukukçuların ittifakı (icma); daha sonra da müctehid hukukçunun kıyası gelir. Bu sıralamaya riayet mecburîdir.
    Müctehid olmayanlar bir müctehidi taklid eder. Müctehidin sözlerini ihtiva eden kitaplarda da öncelik ve sonralık münasebeti, bir hiyerarşi vardır. Mesela Hidaye, Kınye’den önce gelir. Hidayenin sözü, Kınyenin sözüne üstün tutulur. Bu asırlar boyu hukuk ilmi içinde teşekkül etmiş kaidelerle belirlenir.
    İctihadlar, nasslarla (ayet ve hadislerle) belirlenmiş hükümleri asla değiştiremez. Mesela süt kardeşlerle evliliği Kuranı kerim yasaklar. Bunun hilafına icithad olmaz. Ama ne zaman süt kardeşliğin tahakkuk edeceği ictihad mahallidir. Bir ictihadın diğerine üstünlüğü yoktur.
    Ayeti kerimeler arasında bazıları geçici hüküm bildirir. Kanunlardaki geçici maddeler gibi, başka bir ayet ile bu zamanın bittiği ve yeni hüküm bildirilir. Buna nesh diyoruz.
    Bazı ayeti kerimeler arasında umumi-hususi; mücmel-müfesser, müteşabih-muhkem gibi münasebetler vardır. Üçünde de ikinciler, birinciye öncelik taşır. Usul, füru ve usulün kardeşleriyle evlenme yasağı bildiren ayet, iki kızkardeş ile aynı anda evlenmeyi yasaklayan ayet ile tahsis edilmiştir. Birincisi umumi, ikincisi hususidir.
    İslam hukuku münhasıran günahlarla uğraşmaz. Bir kadını hayız gördüğü sırada boşamak haramdır ama boşama geçerlidir. Hibe ettiği şeyi geri almak câizdir ama mekruhtur. Alacaklının ispatlayamadığı borcu kimse hukuken ödetemez; ama dinen mesul olur. İçki içmek, domuz eti yemek, zina etmek, gıybet etmek suç değil, günahtır. Ama aleni olursa, o zaman cemiyet düzenini korumak maksadıyla ceza verir. Aksi takdirde kimsenin hususi hayatı araştırılmaz. Bu zaten câiz değildir. Bir kadınla evinde zina eden kimse suçlu değildir, ama günahkârdır. Buna kimse ceza veremez, vermez. Ama Allah ahirette sorar. Cezaya tabi suçlarda da hâkim müşahhas hadiseye göre ceza verir.
    İslam dini de inananlardan şu sıralama uymalarını ister: Önce iman (Allaha, sıfatlarına, peygamberlere, mukaddes kitaplara, meleklere, âhiret gününe, kadere, ayet ve hadislerde açık bildirilmiş emir ve yasaklara inanmak) gelir. Sonra itikadı icma ile bildirilen hükümlere göre düzeltmek (kabir azabına, şefaata, günah işlemenin imanı götürmediğine, sahabelerin üstünlüğüne, imanın artıp eksilmeyeceğine, tenasuhun olmadığına inanmak gibi) gelir. Sonra haramlardan kaçmak (içki, zina, rüşvet, yalan gibi) ; sonra farzları yapmak (namaz, oruç, zekât, anaya babaya itaat gibi); sonra tahrimen (harama yakın) mekruhtan kaçmak (yengeç, karides gibi deniz mahsulleri yemek, erkeğin ipekli giymesi, altın takması gibi); sonra vacibleri yapmak (kurban kesmek, fıtra vermek gibi); sonra tenzihen (helale yakın) mekruhtan kaçınmak (sol elle yemek yemek gibi); sonra sünnetleri yapmak (evlenmek, teravih namazı kılmak gibi); sonra müstehapları yapmak (sadaka vermek gibi) gelir.
    Bunlar arasında da sıralama vardır. Bunlar kaynaktaki ifadeye göre belirlenir.  Mesela namaz, zekâat, oruç, hac en önde gelir. Bir akid yaparken, bir nikâh kıyarken bu işin farz, vacib ve sünnetlerine uymak gerekir. Farzlarına uymazsa geçerli olmaz. Mesela iki şahid nikâhta farzdır. Olmazsa nikâh olmaz. Nikâhta kız velisinin bulunması; oradakilere tatlı ikram etmek, yemek vermek, dua etmek sünnettir. Yapılmamasının akde zararı yoktur.
    Emir ve yasaklar imanı olanlaradır. İmanı olmayan veya imanını bir şekilde kaybeden (farzı, haramı inkâr etmek gibi) kimse, farzları yapsa sahih olmaz. İşlediklerinden dolayı günahkâr da olmaz. Ama İslâm cemiyetinde İslâm mahkemesi buna bakmaz, onu fiillerinden dolayı mesul tutar.
    Allaha şirk (ortak) koşmaktan sonra en büyük günahlar adam öldürmek, bozuk itikad sahibi olmak, namuslu kadına iftira etmek, harb meydanından kaçmak, yalancı şahidlik, yetim hakkı yemek, hırsızlık, büyü yapmak gibi haramlardır. Haramların ağırlığı ayrıca işlendiği zamana, işleyenin pozisyonuna; günahtan zarar görenin kim olduğuna göre değişebilir. Zenginin hırsızlığı fakirinkinden; evlinin zinası bekârınkinden ağırdır. Zina büyük, gıybet küçük günahtır. Ama gıybetin cemiyete zararı, çoğu zaman zinadan daha çok olabilmektedir. Nitekim gıybet edilen şahıs işitip üzülmüşse günahı daha da artar. Adam dövmek büyük günahtır. Anne ve babayı dövmek daha büyük günahtır. Gayrımüslimi dövmek daha büyüktür. Hayvanı dövmek daha büyüktür. Çünki ikisiyle de helalleşmek mümkün değildir. Allah hakkı bulunan günah (zina, sarhoşluk gibi), tevbe ile veya çekilen sıkıntılar ile Hazreti Peygamberin şefaati ile affedilebilir. Olmazsa cehennemde günahı kadar kalıp kurtulabilir. Ama kul hakkı varsa helalleşmeden kurtulamaz. Ahirette de hakkını yediğinin helalleşmek günahlarını yüklenmek ve kendi sevaplarından vermekle olur. Sıradan bir adamı öldürmek büyük günahtır. Ev geçindiren birini öldürmek daha büyük; herkesin istifade ettiği bir âlimi öldürmek daha büyüktür. Hâkim müşahhas hâdisede bunları nazara alır. Çünki hâkime geniş bir takdir salahiyeti tanınmıştır.
    Bütün bunları kati olarak ancak Allah bilir. Fıkıh kitaplarında da bu kadar bildiriliyor. Bu sebeple eskiler büyüğüne küçüğüne, mekruhuna haramına bakmadan dinin kötü dediğinden kaçınmış; farzına müstehabına bakmadan iyi dediğine sarılmıştır.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Necip Fazıl'ın vasiyetinde bahsettiği bir husus var: Herkes arkamdan Necip Fazıl'ın kaza borcuna karşılık beş vakit namaz kılsın ve oruç tutsun. Böyle bir şeyin dinimizde yeri var mıdır?
    Cevab: İbâdetler üçe ayrılır: Birincisi, yalnız mal ile yapılır. Zekât, sadaka böyledir. İkincisi, hem mal ile ve hem beden ile yapılır. Hac ve cihâd böyledir. Üçüncüsü, yalnız beden ile yapılır. Kur’ân-ı kerîm okumak, namaz kılmak, tesbih, tehlil ve tahmid okumak ve dua etmek böyledir. Birincilerin sevabını meyyitlere hediye etmenin câiz olduğunu, sevabın onlara vâsıl olup fayda vereceğini, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Üçüncüden dua da böyledir. İkincilerin de böyle olduğunu âlimlerin çoğu bildirdi. Üçüncüden duadan başkası için dört mezheb arasında ayrılık oldu. Hanefî ve Hanbelî mezhebinde, üçüncüler de birinciler gibidir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik, yalnız beden ile yapılan ibâdetlerin sevabları meyyite vâsıl olmaz dediler. Fakat sonradan gelen Şâfiî âlimleri, meyyitin yanında okuyup hediye edince veya uzakta okuyup sonra, “Yâ Rabbî! Okuduğumdan hâsıl olan sevabın mislini vâsıl et!” gibi dua edince, vâsıl olur dediler.

    Netice itibariyle bir kimse başkası için hac edebilir, zekât, kefaret ve sadaka verebilir. Eğer meyyit vasiyet etmişse borçtan kurtulur. Etmemişse kurtulması umulur. Ancak bir kimse başkası için namaz kılamaz, oruç tutamaz. Nitekim Nesâî'nin İbni Abbas’tan tahric ettiği bir hadîs-i şerifte: "Hiçbir kimse başkası nâmına oruç tutamaz. Hiçbir kimse başkası nâmına namaz kılamaz. Lâkin onun yerine velisi yiyecek verir" buyuruldu. Mamafih Hanbelî mezhebinde bu mümkündür. Nitekim Buhârî ile Müslim'de yine İbni Abbâs'tan rivayet edildiğine göre şöyle buyurulmuştur: “Peygamber aleyhisselâma bir adam gelerek; ‘Annem üzerinde bir ay oruç borcu olduğu halde öldü. Onun namına bunu ben kazâ edebilir miyim?’ dedi. Resulullah aleyhisselâm ‘Annenin borcu olsa onun nâmına öder miydin?’ diye sordu. Adam, ‘Evet’ dedi. ‘O halde Allah borcu ödemeye daha lâyıktır’ buyurdu”. İmam Ahmed bin Hanbel bu hadîs-i şerife dayanıyor. Diğer üç mezheb ise bu rivâyetin mensuh (neshedilmiş) olduğunu söylüyor. Çünki râvînin (hadîs rivâyet edenin) rivâyetine aykırı fetvâ vermesi nesheden hadîsi rivâyeti gibidir. Necip Fazıl Bey, zaten bunun başka mezheplerde yeri olduğunu söylüyor. İslâmiyette bir kimse başkası için ibâdet edemez. Ancak yaptığı ibâdetlerin sevabını başkasına hediye edebilir. Hanbelî mezhebinde ise bir kimse ölü için namaz kılabilir, oruç tutabilir.

    21 Aralık 2010 Salı
  • Sual: Şüphe yakîni yok etmez ne demektir? Dinî konularda ben hep vesveseliyim. Şöyle oldu mu, böyle oldu mu diye bir şüphem bitip diğeri başlıyor. Bana yardım eder misiniz?
    Cevab: Şüphe, iyi bilinen bir şeyi iptal etmez. Abdest alındı. Bozulduğunda şüphe var. Bozulmadı kabul edilir. Abdest yakîndir. Bozulması şüphedir. Vesvese şeytandandır. İnsanı günaha, dinden çıkmaya kadar götürür. Vesvese vesveseyi çeker. Abdestte, temizlikte başlar. Namazda, oruçta devam eder. Alışveriş ve helâl lokmaya kadar sürer. Küfr mü değil mi diye insanı yiyip bitirir. Evlense, karı-koca münasebeti yapamaz. Biriyle yemek yiyemez. Çocuğunu sevemez. Nihayet aklını kaçırır. İki ilacı vardır: Birincisi fıkhı iyi öğrenmektir. İkincisi vesvese gelince aksini yapmaktır. Mesela abdesti bozuldu mu diye vesvese gelince, bozulursa bozulsun deyip böylece namazı kılmalıdır. Dinimiz en basit göçebelerin bile uyabileceği basit esaslar getirmiştir. Karışık değildir. Obsesif kişilikler vesveseye yatkındır. Vesvese biraz da kendini beğenmişlikten kaynaklanır. Yani kendisinin çok titiz ve hassas olduğunu, başkalarının böyle olmadığını düşünerek tatmin olur, böylece eksiklerini kapattığını düşünür, nefsi tatmin olur. Buna rağmen takıntılar geçmiyorsa, doktora gidip obsesyon tedavisi görülebilir.
    29 Aralık 2010 Çarşamba
  • Sual: Askerde iken, komutanlara içki servisi yapmak caiz midir?
    Cevab: Zaruretler yasakları mübah kılar. Bu işin meraklısı vardır; ona bırakmalıdır. Yapamıyorsa caiz olur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Huzurevinde çalışan kişi, o insanları yıkamak durumunda kalıyor. Bunun gibi şeyleri yapmak dinen câiz midir?
    Cevab: Doktor gibidir. Câizdir. Zaruretler memnuları (yasakları) mübah kılar.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı milletlerarası hava meydanlarında emniyet gerekçesiyle vücut hatları belli olacak şekilde elektronik tarama yapılmaktadır. Böyle bir uygulamaya maruz kalacak olursak ne yapmalıyız?
    Cevab: Şer’en bir mahzuru yoktur. Aynadaki görüntü gibidir. Kendi görüntüsü değildir. Olsa bile, kanunun emri ikrahtır, zarurettir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Mekruhların hepsi aynı derecede midir?
    Cevab: Mübah ile haram arasında 180 derecelik bir aralık tasavvur edilirse, her biri birbirinden derece olarak farklıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Usul ve füru nedir? Farzlar ve haramlar için, füruat denir mi?
    Cevab: Usul asıllar, füru ferler, dallar demektir. Burada iman bilgileri usul, ibadetler fürudur. Farzlar ve haramlar füru-ı dindendir. Farz ve haramlar için füruat veya teferruat denir. Fıkıhta usul anne ve baba ile yukarıya doğru soyu, füru ise çocuk ve torunlar ile aşağıya kadar soyu ifade eder.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kur’an-ı kerimde “zina etmeyin” denmeyip “zinaya yaklaşmayın” denmesinin hikmeti nedir?
    Cevab: İslâm hukukunda sedd-i zerâyi’ prensibi vardır. Kötülüğe götüren yolların, vesilelerin kapatılması demektir. “Yabancı kadınlarla baş başa kalmayınız (halvet), tokalaşmayınız (musafaha), cilveli konuşmayınız, açık saçıkken bakmayınız, çünkü bunların hepsi asıl günah olan zinaya yaklaştırır” demektir.
    21 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: Sâkıt olmak, fâsid olmak, sahih olmamak, kabul olmamak tabirlerinin mânâsı nedir? Bunlardan hangisi olunca ibâdetin tekrar yapılması gerekir? Meselâ namaz kabul olmayınca baştan mı kılınmalı?
    Cevab: Sâkıt, düşen demektir. Bir farzı veya borcu yerine getirince, bu borç sâkıt olur. Zamanı geçerse veya şartları ortadan kalkarsa da sâkıt olur. Bir yerinde yara olan kimsenin, zarar verirse, burayı yıkaması farzı sâkıt olur.

    Bir ibâdet veya ameli yaparken, şartlarından birisi eksik olursa veya ortadan kalkarsa, fâsid olur, bozulur. Namazda birine cevap verirse, namazı fâsid olur. Yeniden kılması gerekir.

    Sahih olmamak, bir ibâdetin veya amelin şartlarının hiç bulunmaması demektir. Abdestte başını meshetmezse, sahih olmaz. Hiç abdest almamış sayılır. Kabul olmamak, o amel için va'dedilen sevaplara kavuşamamak demektir. gasp edilen yerde veya elbisede namaz kılan kimsenin namazı şartlarına uygun ise sahih olur, ama sevab alamaz.

    Kabul olunmamış namaz, ister yeniden kılınır, ister kılınmaz. Çünki sahih olmuş, borç sâkıt olmuştur.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: “Hukukun Serüveni” kitabınızı inceliyorum. Yararlanıyorum. Ancak kitabınızda geçen aşağıdaki noktaları biraz açar mısınız? Bunları savunan kaynaklar var mı? Günümüzde bedeni cezalar öngören bir hukuk dizgesi benimsenebilir mi? Nasıl hükümlüyü iyileştirir, insan haysiyetine denk düşer?
    1-İslam hukukunun temel özellikleri, dinsel, bağımsız, küresel, sonsuza dek sürekli, saymaca/olaycı (kazuistik) ve daha çok hukukçular hukuku olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bunlardan bağımsızlık, küresellik, sonsuza dek süreklilik her hukuk dizgesinin elbette amacıdır. Son, gerçek ve sonsuza dek kuralları geçerli dine dayalı bir hukuksa elbette bu iddialarla ortaya çıkması olağandır. Ancak önemli olan amaç değil, bu amacı gerçekleştirebilecek bir dizge olup olmadığıdır.
    2-İslam suç hukukuna egemen ilkelerin şunlar olduğu belirtilmiştir: 1-Ceza, suçu önleyici niteliklte olmalıdır. 2-Ağır suçlar için ağır ceza verilmelidir. 3-Ceza verilen zararı giderici olmalıdır. 4-Ceza suçluyu iyileştirmelidir. 5-Ceza suçun ağırlığıyla orantılı olmalıdır. 6-Cezanın çektirilmesi suçluyu yok etmemelidir ya da ezmemelidir. 7-Ceza aynı suçu işleyen herkes için eşit olmalıdır. 8-Ceza başına buyruk değil, hukukun kaynaklarındaki belirlemelere göre verilmelidir. 9-Ceza insan haysiyetine uygun olarak yerine getirilmelidir.
    Cevab: Hukukun Serüveni’nin yazılmasından maksat umumi hukuk tarihini kısaca ortaya koymaktır. Takdir edersiniz ki İslâm hukuku da burada yerini alacaktır, ama etraflı anlatmaya yer müsait değildir. Üstelik kolay okunması ve hacmini büyütmemek endişesiyle, dipnotlarda kaynak vermekten kaçındım. Burada İslâm hukuku ile alakalı bilgiler benim İslâm Hukuku, İslâm Hukuku Tarihi ve Osmanlı Hukuku adlı kitaplarımdan özetlenerek alınmıştır.
    İslâm hukukunun dinsel, küresel, sürekli oluşundan maksat, tamamen somut özelliklerdir. Bağımsızlık, Roma ve Yahudi hukuku gibi hukuk sistemlerinden müstakil olarak doğup geliştiğini; küresellik ve süreklilik, İslâm hukukunun, pozitif olarak geçerli olmadığı yer ve zamanda yaşayan her müslümanı -uhrevî müeyyide tehdidiyle- kendisine uymakla mükellef tuttuğunu ifade eder. Yani bir İslâm devleti vatandaşı, herhangi bir sebeple Fransa’da bulunurken bile, evlenirken, alış-veriş yaparken, mülkiyet hakkı kurarken İslâm hukuku prensiplerine uyması İslâm dininin gereğidir. (Hatta bu Müslüman İslâm ülkesine döndüğü zaman, bazı hukukçulara göre İslâm devletinin yargı yetkisi içine girer ve dünyevî müeyyide ile karşılaşır.) Veya vaktiyle Moğolların istila ettiği yerlerde olduğu gibi bir ülkede İslâm hukuku tatbikattan kaldırılsa bile, buradaki Müslümanların hususi hayatlarında İslâm hukukuna uyma mecburiyeti devam eder. Şu kadar ki bu son iki halde İslâm ceza hukuku, tatbik mercii devlet bulunmadığı için tatbik edilemez. İslâm hukuku, bu bakımdan pozitif hukuk sistemlerinden ayrılıyor. Fakat şimdi bir Türk vatandaşının Fransa’da iken Türkiye kanunlarına uyması veya Türkiye’de iken bile, kaldırılan bir kanunla bağlı olması düşünülemez.
    Ceza hukukundaki bu prensipleri, münferid hükümlerden istifade ederek ben topladım. Bunlar Osmanlı Hukuku adlı kitabımda daha etraflı anlatılmaktadır. Bu sahada Mısırlı avukat Abdülkadir Udeh’in Türkçeye de çevrilen İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk ve Prof. Cevat Akşit’in İslam Ceza Hukuku ve İnsani Hükümler adında iki çalışması da vardır.
    İslâm hukukunun kabul ettiği aslî cezanın bedenî ceza olduğunu, para ve hapis cezalarının istisnai olduğunu elinizdeki kitabımda da belirttim. Bunun günümüz anlayışına elverişliliği veya insan haysiyetiyle uygun düşüp düşmediği hususunda - felsefî ve sosyolojik yanı ağır bastığı için- pek fikir yürütmedim. Nihayet bu kitap münhasıran bir hukuk tarihi çalışmasıdır. Sadece her hukukun kendi mekân ve zamanında, anakronizme düşmeden değerlendirilmesi kanaatindeyim. Bir başka deyişle bir hukuk sistemi, o sistemi oluşturan cemiyet ve insan yapısından bağımsız ele alınamaz. İslâm hukukunun da, bu hukuku doğuran cemiyet için tutarlı hükümler içerdiği söylenebilir. Bugün, bu cemiyet ve ferd yapısı içinde, mesela zinayı veya hırsızlığı böyle ağır bir cezayla cezalandırmanın, adaletin tecellisine ne derece elverişli olacağı söz götürür. İslâm hukuku, bir takım düzenlemeler getirirken, bu hükmün tatbikini kolaylaştıran tedbirler alıyor; diğer hükümleriyle bunun tatbikinin tutarlı oluşunu sağlamaya çalışıyor. Bunun içinden bir veya birkaç hükmün çekilip alınarak, başka bir topluma adapte edilmesi mümkün değil kanısındayım. Şu kadar ki, günümüzdeki cezalandırma anlayışının adaleti gerçekleştirmeye ne derece elverişli olduğu hususunda da kuşkularım vardır.
    27 Aralık 2011 Salı
  • Sual: Mâlikî mezhebini taklit eden kimse Mâlikî’de vâcib olan bir şey kendi mezhebinde mekruh ise vâcib olanı yapar mı?
    Cevab: Mezheb taklidinde şart ve müfsidlere uyulur. Sünnet ve mekruhlara uymak gerekmez. Mâlikî’de vâcib yoktur. Farz ve sünnet vardır. Farza uyulur, sünnete uymak şart değildir. Uyulursa iyi olur.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: Mezheplerin telfiki niçin caiz değildir? Herhangi bir ehl-i sünnet âliminin herhangi bir husustaki ictihadını (meselâ abdestte) sistem halinde taklid etmenin gerekliliği nedir?
    Cevab: Mezheblerin telfiki icma ile yasaklanmıştır. Mezheblerin ihtilaf ettiği hususlarda bunların hiç birisine uymayan beşinci bir görüş bildirmek icma’ya aykırı olur. Usul kitaplarında böyle yazar. Bu naklî delildir. Aklî delile gelince: Bir ibâdet veya amelin bütün şart ve unsurlarıyla yapılması halinde o ibadet veya amelden söz edilebilir. Aksi takdirde kerpiç, tuğla, ahşap karışımı bir duvar örülmüş gibi olur. Benim İslâm Hukuku kitabımda tafsilat vardır. Oraya müracaatınızı tavsiye ederim.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: "Fetvâyı müftüler verseler de sen kalbine danış" sözünün aslı nedir? Ne mânâya gelmektedir?
    Cevab: Hadis-i şeriftir. Müfti, kendisine anlatılana göre fetva verir. "Kalbine danış, kalbin çarpıyorsa, mütmain değilse, o işi yapma!" meâlindeki başka bir hadis-i şerif daha vardır. Burada hâdise ile verilen fetvânın mutabakatının tesbiti mükellefe bırakılıyor. İbni Âbidin mukaddimesinde Hidâye şerhinden alarak diyor ki: Müctehid olmayan kimse, iki müctehidden fetva ister de kendisine muhtelif cevaplar verirlerse, evlâ olan, kalbinin yattığı müctehidin sözü ile amel etmesidir.
    25 Mart 2012 Pazar
  • Sual: Diğer üç mezhebde rük’ûya giderken ve kavmeye dönerken eller kulaklara kaldırılıyor da, Hanefî mezhebinde kaldırılmıyor? Rükûya giderken ve kavmeye dönerken elleri kulağa kadar kaldıranlar, Hazret-i Ömer’in rivayetine göre yapıyormuş. Hanefî mezhebinde ise İbn Mes’ud hazretlerinin rivâyeti esas alınıyormuş. Peygamber efendimize Hazreti İbn Mes’ud mu, Hazret-i Ömer mi daha yakındır?
    Cevab: Mukallidler, hadis-i şeriflere göre değil, mezheb imamının bildirdiğine göre amel eder. Hazret-i Peygamber’in rükûya giderken ve kavmeye dönerken ellerini kaldırdığına dair rivayetler vardır. Abdullah İbn-i Ömer’den geldiği için Şâfiîler bunu delil alıyor. Kaldırmadığına dair de rivayetler var. Abdullah bin Mes’ud bu hükmün neshedildiğine kail olmuş. Hanefîler de bunu alıyor. Rivayetin esas alınması, sahabinin üstünlüğü ile değil; rivayetin kuvveti veya zamanı ile alâkalıdır.
    26 Mart 2012 Pazartesi
  • Sual: Sitenizde tıbben zararlı olmayan her türlü destekleyici ilacı kullanmak câizdir diye yazıyor. Mesela tıbben tavada kızartma zararlı ve kanserojendir. Tam sağlıklı bir insan tavada kızartma yese fakat tıbben zararlı olduğundan günaha girer mi?
    Cevab: Tıbben zararlı olduğunu bizzat tecrübesi ile veya hâzık (işinin ehli) bir tabibin tavsiyesi ile biliyorsa, yemesi câiz olmaz. Zan ile, vehim ile hüküm verilmez. Bir de buradaki zarar kat’i ve açık olmalıdır.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Bir meselede kafam çok karıştı. Kitaplar da hastanın abdesti babında “Yıkaması farz olan dört abdest uzvundan ikisi sağlam ise, abdest alıp, yaralı yerleri mesh eder. Mesh zarar verirse, sargı üzerine mesh eder. Abdest uzuvlarının yarıdan çoğu yaralı ise teyemmüm eder” buyuruluyor. Kitaplarda bildirilen iki namazı cem etme bahsinde bildirilen başka bir kavil daha var. O kavilde de “Hanbelî mezhebinde hatta Mâlikî mezhebinde hastalıkta mukimken de cem caizdir” ve “Hanbelî mezhebinde abdest ve teyemmüm için zorluk varsa iki namazı cem caiz olur” buyuruluyor. Hanefî mezhebinde olan bir kimse abdest alma ile alâkalı sıkıntısı yukarıda bildirilen ilk kavil de gideriliyorsa yine de cem etmesi caiz olur mu? Abdest uzuvlarının ikisi sağlam olup abdest alıp sağlam uzuvları yıkamak ve yaralı yerleri mesh etmek yerine bunları yapmayıp hastalıkta cem caiz diye cem edebilir mi? Abdest uzuvlarının yarıdan çoğu yaralı ise teyemmüm eder buyuruluyor. Teyemmüm etmeyip, hastalıkta cem caizdir diyen Hanbelî veya Mâlikî mezhebine uyarak cem edebilir mi? Bu mevzuda bana yardımcı olabilir misiniz?
    Cevab: Kişi kendi mezhebinde sahih veya zayıf kavillerde bir çıkış yolu olmadığı zaman başka mezhebi taklid edebilir.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Mezhebi olmayan bir imamın arkasında kılınan namaz geçerli midir? Bir imamın mezhebi olup olmadığını nasıl anlarız?
    Cevab: Bu namaz sahihtir, fakat mekruhtur. Mezhepleri kabul etmeyen, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere göre amel ettiği iddiasında olan, veya dört mezhebin hükümlerini teflik olacak şekilde karıştırarak tatbik eden kimse mezhepsizdir.
    10 Nisan 2012 Salı
  • Sual: “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız” hadis-i şerifinde geçen kolaylaştırmayı müctehid mi yapar?
    Cevab: Sünnette vârid olan kolay fetvâyı vermekten kaçınmayın demektir. Ayakta duramayan hastaya illâ ayakta duracaksın dememelidir. Oturarak da kılabilirsin demelidir.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Vâcib, aslında farz olan bir şeydir. Zannî delil ile sâbittir. Bir de zannî farzlar var. Mezheblere göre abdestin farzlarının dörtten fazla olması gibi. Nitekim dört tanesi kat’î ve diğerleri zannîdir. Hanefîde guslün farzlarındaki ağız burun yıkaması böyledir. Velhasıl, vâcib de zannî delil ile farz oldu; zannî farzlar da... Bu haled bu ki sınıf arasındaki fark nedir, nereden kaynaklanmıştır? Neden vâcib denildi de doğrudan farz denilmedi? Eğer denilirse ki vâcibi inkâr küfr değildir, zannî farzları inkâr da delile dayanıyorsa küfr olmaz. Veya meselâ guslde ağız ve burnu yıkamak gibi zannî farzlara neden vâcib denilmedi?
    Cevab: Zannî farz diye bir şey yoktur. Abdestin farzı Hanefî’ye göre dörttür ve bu kat’îdir. Diğerlerine göre farz olanlar da kat’îdir. Bunlar Hanefî’ye göre farz değildir ki kat’î olsun veya olmasın. İmam-ı Azam şâriye karşı edebinden dolayı farziyetinin kat'iliğine kail olmadığı şeylere vacib dedi. İmam Şafiiye göre tertib açık bir farzdır. Ancak farziyetinde ve hürmetinde ittifak olmayan bir şeyin inkârı küfr olmaz. Bu ayrı bir şeydir.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Bir fıkıh kitabında Mîzânü’l-kübrâ adlı kitaptan naklen diyor ki: “Bütün mezheblerde, yapılması kolay işler (ruhsat) bulunduğu gibi, yapılması güç (azîmet) olan işler de vardır. Azîmet olan işi yapabilecek kimsenin, kolay işi yapmağa kalkışması, din ile oynamak olur. Azîmeti yapmaktan âciz olan, özürlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması câiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması, azîmet yapmış gibi çok sevap olur. Âciz olmayanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azîmetleri yapması vâcibdir. Hattâ, kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhebde azîmeti varsa, o azîmeti yapması vâcib olur.” Şu halde, Hanefî mezhebindeki bir kimse elbisesindeki dirhemden az necâseti, Şâfii mezhebi buna ruhsat vermediği için temizlemeye mecbur mudur?
    Cevab: Bir mezhebin ahkâmına uyan kimsenin, başka mezheblerin şartlarını gözetmesi müstehab olduğu bütün usul kitaplarında yazar. Hilâfı, yani mezhebler arasındaki ihtilâfları gözetmek müstehabdır. Bu sebeple Hanefî’nin dirhemden az necâseti yıkaması; Şâfiî’nin (kendi mezhebinde ruhsat olduğu halde, Hanefî’de vâcib olduğu için) seferde namazları kısaltması müstehabdır. Mizanü’l-Kübrâ’de geçen vâcibden kasıt, vecibe olsa gerektir. Nitekim müellif İmam Şa’rânî insanları ruhsata sevkettiği anlaşılır endişesini bildirdikten sonra diyor ki: “Her mukallidin insaf edip mezheb imamının ruhsat dediği ile amel etmemesi lâzımdır. Ancak tabiî ehli ise. Ehli olana, gücü yetiyorsa imamından başkasının dediği azîmetle amel etmek vâcib olur. Bilhassa başka müctehid imamın delili kuvvetli ise”. Görülüyor ki İmam Şa’rânî bu sözü ehli olup gücü yetenlere söylüyor. Biraz da ruhsatları emrediyormuş intibaını vermemek için böyle yazıyor. Dolayısıyla bu kelimeleri insanların şer’î (fıkhî) vâcib olarak anlamamaları için vâcibdir ve vâcib olur yerine gerekir veya vecibedir diye anlamak yerinde olur kanaatindeyim.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: İcma’ sadece eshab-ı kiram ile tâbiînin söz birliği midir?
    Cevab: İcma, bir devirdeki müctehidlerin ittifakı demektir. Eshab-ı kiramın icma’ı en kuvvetli icma’dır. Müctehid olan her asırda icma’ olabilir. Fakat şartlar sebebiyle tebe-i tâbiîn denilen üçüncü nesilden sonra fazla vuku bulmamıştır.
    8 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nin telfikçi usülle hazırlandığını belirtmişiniz. Fakat telfiğin caiz olmadığını biliyorum. Siz de bu şekilde hareket etmenin hatalı olacağını üstü kapalı da olsa ifade etmişsiniz. Devletin bu şekilde kanun hazırlaması câiz değil midir?
    Cevab: Bir meselede tek bir ictihadla amel etmek mecburidir. Aynı meselede birden fazla ictihadı karıştırmak, eğer ortaya çıkan netice dört mezhebden birine uymuyorsa, telfiktir ve batıldır. Uyuyorsa, zaruret varsa kerahatsiz, zaruret yoksa kerahatle sahihtir. “Mesâil-i müctehedün fiyhâda imâmülmüslimîn hazerâtı hangi kaville amel edilmesini emrederse o kavil ile amel olunur”. Yani müctehidler arasında ihtilaf edilmiş meselelerde, hükümdarın tercihi ile amel olunur. Bu bir kaidedir. Ancak bu, hususî hayata tesir edemez. Mahkemeler ve hükümet icraatları için bahis mevzuudur. Ve keyfî olmamalıdır; bir mecburiyetin eseri olmalıdır. Teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur. Yani halk üzerinde umumî menfaat gözetilerek tasarruf edilir. İnsanlar aile hukuku gibi hususi hayata dair işlere fazla karışılmasından hoşlanmaz. Neticede bu bir evliliktir. Bir şartı bir mezhebe, diğer bir şartı başka bir mezhebe göre tanzim edilirse, insanlar acaba zina mı ediyorum diye bile düşünebilir. Bu bakımdan Hukuk-ı Aile Kararnamesi şer’î hükümlere aykırı değildir. Ancak cemiyet böyle bir kanunu kabule hazır değildir. Nitekim Mecelle bile, Hanefî mezhebindeki zayıf kavillerden bazılarını ihtiva ettiği için tenkit edilmiştir. Eski ilim adamları ciddi, oturaklı ve muhafazakâr idi. Olur olmaz sebeplerle değişikliğe, gevşekliğe müsaade etmezdi. Kanun, bunu nazara almamıştır. Sosyoloji bilmemek alâmetidir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: Bir kadın kadınların ve erkeklerin namazında fark yok diye erkekler gibi kılıyormuş. Şöyle diyor, “Buharî’deki hadis-i şerifte İbnü’l-Münir rivayetinde teşehhüdde erkeklerle kadınlar arasında fark yok” denilmiş (Fethü’l-Bârî, 1/356 ), İbrahim Nehaî de “Kadın namazını erkek gibi kılmalı” demiş, (İbni Ebî Şeybe, 2/7). İsnadı muteber, bunun aksini diyeceksen delil getir”. Buna ne cevab verilebilir?
    Cevab: Müctehid olmayanların doğrudan ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere uyması, bir mesele için hadis-i şerif araması caiz değildir. Fıkıh kitaplarında söylenilenlere uymalıdır. Bu, bir usul kaidesidir. İkinci olarak, muteber fıkıh kitaplarında, kadının namazının 25 yerde erkekten farklı olduğu yazıyor. Bu malumat İmam Ebu Hanife’den gelmiştir. Muhtemelen hadis-i şerife veya kıyasa müsteniddir. Bu hadisin elde olmaması, bu farkın delile dayanmadığını göstermez. Kaldı ki, Fethülbârî müellifi Şâfiî’dir. İbrahim Nehaî'nin mezhebi ise günümüze ulaşmamıştır. Dört mezhebde de kadının namazı erkeğinkinden ufak tefek farklılıklar gösterir.
    13 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Âyet-i kerimeler, değerlendirilirken sadece sebeb-i nüzûl ve siyâk-sibâk gözönünde bulundurularak mı değerlendirilir? Bir âyet-i kerime, sebeb-i nüzûl veya siyâk-sibâk dikkate alınmadan delil olabilir mi? Bu açıdan, Hazret-i Peygamber veya Eshab-ı Kiramın âyet-i kerimeleri tefsirinde izledikleri metod nasıldır?
    Cevab: İctihadın şartları sayılırken, esbab-ı nüzul ve esbab-ı vürudu (yani âyet-i kerimelerin geliş ve hadis-i şeriflerin söyleniş sebeplerini) bilmenin şart olduğu bildiriliyor. Esbâb-ı nüzul ve vürudü bilmeyen, nassı doğru ve etraflı bir şekilde anlayamaz. Nitekim Hazret-i Peygamber, "Ümmetimden en korktuğum şey, müşrikler hakkında gelmiş âyet-i kerimeleri, müslümanlara mal etmeleridir" buyurmuştur. Yine "Kur'an-ı kerimi kendi reyiyle tefsir eden -doğru olsa bile-hata etmiştir" hadis-i şerifi esbab-ı vürudu bilmenin ehemmiyetini göstermektedir. Sahabiler arasında, birbirlerinin ictihadlarını analiz ederkenn, esbab-ı nüzule mutabık olup olmamasını da dile getirdiği bilinmektedir.

    Şu halde nassın tercüme manasını anlamak için esbab-ı nüzul ve vürudu bilmek şart değildir. Ama tefsir ve hüküm çıkartmak için faydalıdır. Yine de vâcibdir denemez. Her âyet-i kerimenin veya hadis-i şerifin iniş veya söyleniş sebebini herkesin bilmesi beklenemez. Ancak siyak ve sibak, âyet-i kerimenin doğru anlaşılmasında esbab-ı nüzulden bile daha mühimdir. Öte yandan bir sebebin hususîliği, hükmün umumîliğine tesir etmez. Evlenmek istediği kadının arkasından Medine’ye hicret eden kişi hakkında söylenen “Ameller niyetlere göredir” hadis-i şerifi, sadece bu meseleye münhasır görülemez.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Diş dolgusu veya diş kaplamasının gusl abdesti bakımından hükmü nedir?
    Cevab:

    Hanefî ve Hanbelî mezhebinde gusl abdestinde ağzın içini yıkamak farz ise de, Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde farz değildir. Bir kimsenin bir ameli, bir ibâdeti dört mezhebden birine göre sahih ise, tamamdır, bir şey lâzım gelmez. Hele bu iki mezhepten birini taklit ederse hiç mesele kalmaz. Gusl abdesti alıp, namaz kılan birine, ağzında diş dolgusu veya kaplaması olduğu için gusl abdestinin ve namazlarının sahih olmayacağını söylemek yerine, kurtuluş yolu bildirmek gerekir. Kaplama ve dolgusu olan Hanefîler böylece, “Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılık, rahmet-i ilahiyyedir” hadîs-i şerifindeki rahmete kavuşurlar inşallah. İbâdet yapmakta veya haramdan sakınmakta harac (zorluk) olunca, harac bulunmayan başka bir mezhebi taklid etmek usul-i fıkh kâidesidir.

    Bazı âlimler diş dolgusu ve kaplamayı sıhhati muhafaza çerçevesinde câiz görür; ama dişe yapışıp altına su geçmeyen hamurun gusle mâni olduğu istikametindeki Hanefî kavline kıyasen, bu kişinin guslünün Hanefî mezhebine göre câiz olmayacağından, Mâlikî veya Şâfiî mezhebini taklid etmesi gerektiğini söyler. Nitekim bir talebesi Abdülhakîm Arvâsî’ye gelip “Ben bugün Bayezid Câmii’nde bir vâiz dinledim. Ağzında kaplama dişi olanların guslü sahih olmaz. Binaenaleyh cünüplükten kurtulmazlar” dediğini nakletmiş. Abdülhakîm Efendi ise, “Doğru söylemiş, ama noksan söylemiş. Eğer Şâfiî mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur” buyurmuş. Abdülhakîm Efendi’nin talebelerinden Hüseyn Hilmi Işık Efendi de hocasının bu fetvâsını nakleder. Deriye yapışan mumun ve ağza yapışan hamurun altına su geçirmediği için gusle mâni olduğu hükmüne dayandırarak müdafaa eder.

    Seyyid Abdülhakîm Efendi, gayrı matbu Namaz Risâlesi’nde buyuruyor ki: “Ağzın ve burnun içini yıkamak, ya’ni buralara suyu îsâl etmek Şâfiî’de farz değildir. Hanefî mezhebinde ise, buralara suyu îsâl etmek farzdır. Bunun içindir ki, Hanefî mezhebinde olanlar, dişlerini kaplatamazlar ve doldurtamazlar. Çünki buralara su isabet etmez. Dişini kaplatan veya doldurtan, Şâfiî mezhebini taklid eder.” Gusl abdestinde, Hanefî mezhebine göre ağzın içini yıkamak farz olduğundan, diş dolduran veya kaplatanların Mâlikî veya Şâfiî mezhebini taklid etmeleri lâzımdır. Zira bu iki mezhebde guslederken ağzın içini yıkamak farz değildir. Hilmi Işık, Seâdet-i Ebediyye, s.132-136.

    Diş dolgusu ve kaplaması son zamanlarda ortaya çıkmış bir meseledir. Osmanlı ulemâsından Bolvadinli müderris Yunuszâde Vehbi Efendi gibi zâtlar da diş kaplaması ve dolgusunun, gusül abdesitine mani olduğu yolunda fetvâ vermiştir. (İctihada Dair, Sırat-ı Müstekim, Cilt: 3, Aded: 57, 24 Eylül 1325, Sahife: 74) Ömer Nasuhi Bilmen’in de son günlerinde bu fetvâyı kabul ettiğini kendisinden bizzat nakleden -Prof. Dr. Zeki Çıkman, Prof. Dr. Mustafa Çetin Varlık, Süleyman Kuku gibi- bazı zâtlardan işittik.

    Bazıları ise cebîre ve örgülü saça kıyasen diş dolgusunun gusle mâni olmadığını söylemiştir. Diyânet de buna itibar etmiştir. Çoklarının delil getirdiği üzere Said Nursî, 1932 senesinde kendisine sorulan bir sual üzerine “Bu bir ictihadî mesele olduğu ve ben de müctehid olmadığım halde..” diyerek başladığı cevabda, diş dolgusunu yaranın sargısına benzetip, umumî belvâ olarak görüyor ve kendi mezhebi olan Şâfiî ictihadına uygun olarak cevaz veriyor. Mamafih Said Nursî'nin nin son zamanlarında kendisini ziyarete gelen bazı talebelerine [yanlış hatırlamıyorsam Hulusi Yahyagil’e], diş kaplatmanın Hanefîler için zor olacağını söylediğini; bunu işitenlerin kaplama dişlerini söktürdüklerini talebesinden hemşehrimiz merhum Hamza Emek'ten bizzat dinledik.

    Osmanlılar zamanında önceleri diş kaplamasının gusle mâni olduğuna dair fetvânın câri olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Şeyhülislamlık diş doldurtanın gusül abdestinin sahih olmadığına 1918'de fetva vermiştir. Fetvâ sûreti: “Boş dişlerini doldurma ve kaplamada cevâz-ı şer’î var mıdır? Yoktur. (25 Eylül 1334/m.1918)” İstanbul Müftülüğü, Fetvâhâne-i Âli Defterleri, 400 Numaralı Defter, No: 950. Bu tarihte Musa Kâzım Efendi şeyhülislâmlık makamındadır. Bazılarının iddia ettiği ve Mecmua-ı Cedide adlı fetva kitabında neşrettiği cevaz fetvasının doğru olmadığı anlaşılmaktadır.

    Tek Parti devrinde Maarif Vekâleti tarafından çıkartılan "Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine - Nasıldı Nasıl Oldu?" adlı kitapta, Osmanlı Müslümanları, diş dolgusunun Hanefî mezhebinde gusle mâni olduğuna inandıkları için alaya alınır. İttihat ve Terakki devrinde, modernistlerin neşr vasıtası hükmündeki Sebilürreşâd mecmuasında yazı yazan İzmirli İsmail Hakkı tarafından mesele mugâlata mevzuu hâline getirilmiş; sonra da bir cevaz fetvâsı elde edilmiştir. Bu fetvâ, şeyhülislâmlıkta fetvâ müsevvidi Ali Murtedâ tarafından Mecmua-i Cedîde adlı fetvâ mecmuasının yeni baskısında neşredilmiştir. Sonradan diş dolgu ve kaplamasının gusle mâni olmadığını söyleyenler de, hep bu fetvâ denilen söze dayanmışlardır. Fetvânın altına da önce Hasen Hayrullah, sonra Hasen Fehmi Efendilerin ismi yazılmıştır. Halbuki bu iki isim, Mecmua-i Cedide’nin ilk baskısı sırasında şeyhülislâm idiler. O baskıda ise bu fetvâ yoktur. İkinci baskısı yapılırken eklenmiştir. Bu zamanda da şeyhülislâmlık makamında -masonlukla da itham edilmiş olan- Musa Kâzım Efendi oturmakta idi. Öyleyse burada da bir ilmî sahtekârlık mevzubahistir. Zira Muallim Cevdet, şeyhülislâmlığın, diş dolgusunun gusle mâni olduğu fetvâsından bahsediyor. (1920 tarihli bu makale, Mektep ve Medrese adlı kitapta vardır.) Demek ki şeyhülislâmlığın, diş dolgusunun gusle mâni olduğuna fetvâ verdiği; İttihatçılar zamanında, bu fetvânın değiştirildiği anlaşılmaktadır

    Şurası bir hakikattir ki, Hanefî mezhebi ihtiyat üzerine kuruludur. İki kavil ile karşılaşınca, ahzü bi’l-ehvat (ihtiyatlı olanı almak) mezhebin kaidesidir. Meselâ İmam Ebu Hanife, seferîlik için bildirilen muhtelif mesafelerden en uzun olanına itibar etmiştir. Zira üç günlük seferde namaz kısaltıldığı için uzun olanı almayı ihtiyatlı görmüştür. Mehrin asgari mikdarında, hırsızlık haddinde cezanın infazı için malın taşıması gereken kıymette de ihtiyatlı olanı esas almıştır. Diş dolgusu ve kaplaması hususunda adem-i cevaz fetvası verilirse, bu fetvâ doğru olmasa bile, mükellefin kaybedeceği bir şey olmadığı gibi, mezheblerin hilafından çıktığı için müstehab sevabı alır. Ama eğer adem-i cevâz fetvâsı doğru ise, mükellefin guslü, binaenaleyh namazı sahih olmamak tehlikesi vardır.

    13 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadîsi sahih ise, ne mânâya gelmektedir?
    Cevab:

    Hadîs-i şerif muteber hadis ve tarih ve fıkıh kitaplarında senedsiz veya munkatı olarak zikredilir. Sıhhatine veya adem-i sıhhatine dair bir malumata muttali olmadım. Ali el-Kari bile reddetmemiş. Ama şöhretine ve mealinin hakikata tevafukuna mebni bütün kitaplar makbul tutmuşlardır. Âlimlerin, iman dışında amelî meselelerdeki ihtilafı Müslümanlar için rahmettir. Herkes imkânı dâhilinde bu görüşlerden birine uyar. Böylece dine uymuş olur demektir. Nitekim Adûdüddîn Îcî, Mevâkıf kitabının mukaddimesinde bu hadis-i şerif ile alâkalı olarak şunlar yazmaktadır:
    Büyük imamlardan ve ümmetin âlimlerinden biri "Ümmetin ihtilâfı rahmettir" şeklindeki meşhur haber ve nakledilen hadîsin mânâsı şudur: Hazret-i Peygamber ümmetinin ihtilâfıyla onların ilimlerdeki gayretlerinin farklılığını kastetmiştir. Dolayısıyla birinin çabası fıkıhtadır, diğerininki kelâmdadır.

    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Bir mezhebe uymanın delili nedir?
    Cevab: Kur’an-ı kerimden ve Hazret-i Peygamber’in sünnetinden hüküm çıkarabilecek ehliyete sahip biri ictihad ederek çıkardığı bu hükme uyar. Böyle olmayan kimse, mezheb imamlarından herhangi birine uyar. Bir meselede yalnız bir mezhebe uyulur. Bir meselede iki veya daha çok mezhebin hükmüne uymak teflik olur, câiz değildir. Bir meselede bir mezhebe uyup, başka bir meselede başka bir mezhebe uymak caiz ise de, kolaylıklarını araştırarak başka başka mezheplere uymak caiz değildir. Bu, dini oyuncak haline getirmek olur. “Ben bir mezhebe değil; istediğim zaman, istediğim mezhebe uyarım” diyen kimsenin usulden habersiz olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an-ı kerimde "Herkesi tâbi olduğu imamlarının ardında haşredeceğiz" mealindeki âyet-i kerime bunun delillerinden birisidir. İnsanın ömrü ancak bir mezhebi öğrenmeye bile yetmezken, diğer üçünün bütün hükümlerini öğrenip bunlara göre amel etmesi mümkün değildir. Herkes, dilediği, kolay öğrenebildiği bir mezhebe tâbi olur. İhtiyaç ve sıkıntı zuhur ederse, bir meselede başka bir mezhebe uyabilir. Eğer böyle bir ihtiyaç olmadan başka mezhebe uyarsa, kendi mezhebinin yanlış olduğuna inanıyor demektir. Şu halde yanlış olduğuna inandığı bir mezhebe uymak, başka bir kabahattir. Üstelik ilim sahibi olmayan birisinin, bir mezhebin hükmüne hatalı deme hakkı yoktur. İslâm Hukuku kitabımda bu hususta tafsilat vardır.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Câiz olmayan her şey haram mıdır? Mekruh işlemek de buna girer mi?
    Cevab: Bir şey hakkında câiz değildir deniyorsa, bu haram olduğu mânâsına gelir. Mekruhlar câiz kısmına girer. Ama bu, mekruhun işlenmesi uygundur demek değildir. Câiz, yapıldığı takdirde ateş ile azab olmayan iş demektir. Mekruhlara ateş ile azab yoktur ama âhirette başka türlü bir itab (karşılık) vardır. Kitaplarda bir işe “câizdir” deniyorsa, bunun mekruh veya mübah olma ihtimali vardır. Bu sebeple câizdir denilen şeyi, aslını bilmiyorsa, yapmamak lâzımdır.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Kitaplarda haramlar yazıyor. Bunların delilini araştırmadan öğrenmek doğru mudur? Bilmeden haram olmayan bir şeye haram demek insanı dinden çıkarır mı?
    Cevab: Müctehid olmayanlar (mukallidler, avam) fıkıh kitaplarında yazan emir ve yasaklara tâbi olur. Bunların delilini araştırmaya ve bilmeye memur değildir. Harama helâl veya helale haram demek tehlikelidir. Hele bütün âlimlerin bunda ittifakı varsa, söyleyeni küfre düşürebilir. Bu sebeple dinî mevzularda bilip bilmeden ahkâm kesmekten kaçınmalıdır.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Her mezhebde, mezheb imamından rivayet edilen birbirine zıt kaviller vardır. Bunların kitaplara alınmasının sebebi nedir?
    Cevab: Fıkıh kitapları, ilmî araştırma eserleridir. Halk için yazılmış değildir. Burada o meseledeki farklı kaviller söylenir. Değerlendirilir. Cevaplandırılır. Reddedilir. Desteklenir. Veya bunlar hakkında öncekilerin sözleri ele alınır. Bilinse bile sübutu veya delaletinin güçlü olup olmaması mühimdir. Mezheb imamının birbirinden farklı kavilleri ya zamana ve zemine göre verilmiş farklı fetvâlardır. Ya da biri diğerinden evvelki kavlidir. Bazen bunların hangisinin evvel, hangisinin sonra olduğu bilinemez. Kitaba yazılır. Sübut ve delâlet bakımından değerlendirilir. Halk için yazılanlarda tercih edilen bildirilir.
    10 Ağustos 2012 Cuma
  • Sual: İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Müzenî gibi âlimlerin müstakil mezheb sahibi kabul edilmeyip, bir mezheb içinde müctehid kabul edilmelerinin sebebi nedir?
    Cevab: Bu imamlar, hocalarından farklı bir usul getirmiş değildir. İctihadlarını hocalarından görüp tasvib ettikleri usule göre yapmışlar; ama bazı meselelerde farklı bir ictihada varmışlardır. Ama meselâ İmam Ebu Hanife, hocası Hammad’dan, İmam Mâlik, hocası Nâfi’den, İmam Şâfiî, hocaları İmam Mâlik ve Muhammed’den, İmam Ahmed, hocası İmam Şâfiî’den farklı bir ictihad usulü ortaya koymuş ve benimsemiştir. İmam Ebu Yusuf ve Muhammed de bunu yapabilecek kudrette idi. Ama yapmadılar. Başta hocalarına olan bağlılıkları buna engel oldu. İkinci bir husus, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Müzenî gibi zâtların hocalarına muvafakati, muhalefetinden daha fazladır. Yani hocalarına uydukları kaviller, ayrıldıklarından daha çoktur. Bu sebeple sonra gelen âlimler bu kavilleri, mezhebin kavli saydılar. Ama muhalefeti muvafakatinden çok olan Mâlikî’de İbnül-Arabî, Şâfiî’de İmam Gazâlî ve Taberî gibi âlimlerin kavilleri mezhebin kavli sayılmadı. Üçüncü bir husus sonra gelen mezheb ulemasının kabulleridir. Ebu Hanife bir mezhep kurmuş değildi. Belki Ebu Yusuf hocasından sonra müstakil bir mezheb yürütecekti. Nitekim Ebu Hanife, Hammad’ın yolunda yürümedi. Ebu Yusuf da böyle yaptı. Hanefi uleması, Ebu Hanifeyi mezheplerinin kurucusu, Ebu Yusuf ve Muhammed’i ise mezhebin iki rüknü kabul ettiler. Onların hocalarına muhalif kavillerini bile mezhepten saydılar.
    10 Ağustos 2012 Cuma
  • Sual: Hanefî’de helâl olmadığı için, Şâfiî mezhebindeki birisi midye ve deniz mahsulleri yiyebilir mi?
    Cevab: Şâfiî mezhebinde midye ve deniz mahsullerini yemek esah kavle göre helâldir. Kendi mezhebinde caiz; fakat başka mezhepte haram olan bir şeyi yememek evlâdır. Hilâftan, yani müctehidler arasındaki ihtilaftan çıkmak müstehabdır.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: Yaptığımız işlerde, dört mezhebden birine değil de, her biri birer müctehid olan sahabîlerin kitaplarda bildirilen görüşlerine uymak câiz midir?
    Cevab: Sahâbîlerin, hatta sonra gelen âlimlerin kitaplarda beyan edilen kavillerine uymak câiz değildir. Zira bu kaviller sıhhatli ve tam şekilde bize ulaşmış değildir. Başka eserlerde rivayet olarak zikredilir. Bu sebeple bunlarla amel edilmez.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: İslâm Hukuku kitabınızda istihsanın 2. çeşidinden bahsederken şu misal verilmiş: "Meselâ, vasiyet kıyasen caiz olmaması gereken bir müessesedir. Çünki kişinin öldükten sonra mallarında tasarrufu hukuken sahih olamaz. Halbuki insanların ölürken dünyadaki hayırlı amellerini arttırmalarına imkân vermek maksadıyla, Kur'an-ı kerîm istihsanen vasiyeti meşru kılmıştır." Burada anlamadığım nokta 1.kaynak zaten Kur'an-ı kerim olduğuna göre, neden evvelâ kıyas yoluna gidilip sonra Kur'an-ı kerimden buna bir istisna getiriliyor?
    Cevab: Hakkında umumi kaide olan işlerde örf, zaruret ve maslahat olunca istisna getirilebileceğine misal verilmiştir. Yoksa vasiyetin meşruluk temeli münhasıran âyet-i kerimedir.
    1 Eylül 2012 Cumartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında bir mesele için esahh kavil, zayıf kavil vs bildiriliyor. Bunlardan dilediğine uymak kâfi midir? Mesela vitr namazı İmam Ebû Hanife’ye göre vacib, İmameyn’e göre sünnet olduğundan, bir Hanefî, vitre sünnet denilen kavle göre kılmadan yatabilir mi? 
    Cevab:  Her mezhebde bir mesele hakkında birden fazla kavil, yani mezheb âlimlerinin icithadı olabilir. Bunları sonra gelen ve tercih ehli denilen âlimler, delâletine, sübûtuna veya örf ve zarurete göre tahlil eder. Kuvvetli gördüğü bir tanesini tercih edip bununla fetva verir. Bu kaville amel etmek avama lâzımdır. Bazen birden fazlasıyla fetvâ verilmiş olabilir. Sonra gelen âlimler de bunlardan birini seçer. Bu esah kavil olur. Bir meseledeki kaviller arasında tercih yapılıp biriyle fetvâ verilmemişse, kişi muhayyerdir. Bunlardan biriyle amel eder. Hanefî mezhebinde bu halde ibadetlerde İmam Ebu Hanife kavliyle amel olunur. Muamelatta ise İmameyn kavliyle amel olunur.
    1 Ekim 2012 Pazartesi
  • Sual: Fazilet, edeb, mendub, müstehab hep aynı mânâya mı gelir?
    Cevab:

    Müstehaba, mendub, edeb ve fazilet de derler ki, Hazret-i Peygamber’in bazen işleyip bazen terkettiği ve selefin sevdiği şeylerdir. Bazıları âdâbı, müstehab ve mendubdan daha hafif tutar (Dürrü’l-Muhtar). Şâri (dinin sahibi) sevdiği için müstehab, farza ilâve olduğu için nâfile, farz olmadığı için mendub, ameli kemâle getirdiği için edeb, yapmak yapmamaktan iyi olduğu için fazilet deniyor.

    5 Ekim 2012 Cuma
  • Sual: Âdâb ile nâfilenin farkı nedir?
    Cevab: Müstehaba, mendub, edeb ve fazilet de derler ki, Peygamber aleyhisselâmın bazen işleyip bazen terkettiği ve selefin sevdiği şeylerdir. Bazıları âdâbı, müstehab ve mendubdan daha hafif tutar. Sünnet, müstehab, mendub ve âdab için, farz ve vacib üzerine ziyade edilmesine sevâbı artırmasına bakarak, nâfile, kat'i emir olmaksızın, mükellefin kendiliğinden yapmasına bakarak tetavvu' denilmiştir. (Dürrü’l-Muhtar). Her sünnet, müstehab, mendub ve âdâb, nâfile ve tetavvu’dur; ama her nâfile ve tetavvu’ böyle değildir.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Farz ile vâcib arasındaki ayırdedici en temel hususiyet nedir?
    Cevab: Farz, mânâsı açık âyet-i kerime veya mütevâtir-meşhur sünnet gibi delâleti ve sübutu kat'î delille sabit olur. Vâcib ise, mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerime veya mütevâtir-meşhur sünnet gibi sübutu kat’i, ama delâleti zannî delille sâbit olur.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Bazıları ikindi ve yatsının gayri müekked olan sünnetleri için, Resulullah bazen terk ettiği için terk etmek de sünnettir diyor. Doğru mudur?
    Cevab: Terkte sünnet olmaz; amelde sünnet olur. Peygamber aleyhisselâm domates yemedi diye domates yememek sünnet olmaz.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Müceddid olan âlim, mezhepte mi, yoksa meselede müctehid midir?
    Cevab: Müceddid, dine girmiş bid'at ve hurâfeleri temizler. Dini aslî hüviyetine döndürmekle uğraşır. Müceddidin müctehid olması gerekmez.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: İctihad ederken isabet eden on sevab, yanılan bir sevab aldığına göre; en doğru mezhebe uyan mukallid de on sevab alır mı?
    Cevab: Bu husus müctehid içindir. Mezhebin tamamında değil, ictihadda isabet mevzubahistir.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: İlmihal kitabında Ehî Çelebi’nin Hediyye kitabından naklen; “Ebû Hanîfe'nin kıyası doğru değildir diyen kâfir olur” buyuruluyor. Bu sözün mânâsı nedir?
    Cevab: Kasdedilen, kıyasa karşı çıkmaktır. Yoksa Hanefî mezhebindeki müctehidler bile zaman zaman İmam Ebu Hanîfe’nin kıyasına uymayan kıyasta bulunmuştur. İmam Ebu Hanîfe, zamanında bid’at fırkaları tarafından kıyasa müracaat ettiği için dine aykırı davranmakla itham edilmişti. Halbuki kıyasın hak olduğu âyet-i kerime ile sâbittir. Nitekim A’râf sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, “Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. İhtilâflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek vardır. Çünki, Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, hepsi biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yer yüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir.
    6 Aralık 2012 Perşembe
  • Sual: Mekruh da günahlara dâhil midir?
    Cevab: İhtilâflı olmakla beraber mekruhta ateşle azab yoktur. Ancak itâb (azarlanma) vardır. İmam Muhammed, tahrimî mekruhların ateşle azabına kaildir.
    6 Aralık 2012 Perşembe
  • Sual: Kûveyt’te neşredilen el-Mevsûâtü'l-Fıkhiyye adlı eserde sigaranın mutlak haram olduğunu söyleyenler, Şürünbilâlî, Mesîri, Dürrü'l-Müntekâ sahibi; Sâlim es-Senhûrî, İbrahim el-Lekkânî, Muhammed bin Abdülkerim, Hâlid bin Ahmed, İbn Hamdûn; Necmeddin el-Gazî, Kalyûbî, İbn Allân; Ahmed el-Behûtî gibi isimleri delil gösteriyor. Bu zâtların sözü fıkıhta muteber midir?
    Cevab: Hakkında nass bulunmayan yerde ictihad olur. Tütün sonradan ortaya çıkmıştır. Bunun için bazı âlimler eşyada aslolan ibâhe olduğu için mübah, bazıları keyif verici ve pis okulu olduğu için mekruh, bazıları aklı giderdiği ve bedene zarar verdiği için haram demiştir. Her birinin kendince mantıklı ve muteber delilleri vardır. İbni Âbidin mübah diyenlerin kavlini tercih etmiş. Biz de bununla amel ederiz. Haram diyenler, tütünün şarap, esrar gibi aklı giderdiğini zannediyorlardı. Bugün böyle olmadığı ilmen anlaşılmıştır. Vehhâbî inancına göre de, sigara haramdır. Modern bazı kitaplar, fıkıh kaidelerinin dışına çıkarak, bu tesirle yazılmıştır. Buna dikkat etmelidir. Neticede haram, mekruh veya mübah diyene, şer’î delile istinad ediyorsa bir şey söylenemez. Bahsettiğiniz isimlerin bir kısmı muteber zâtlardır. Diğerlerinin hâli meçhuldür. Bunlara mukabil, Şeyhülislâm Ebülbekâ, Ahmed bin Alî Harîrî, İsmail Mer’aşî, Kâdî Abdurrahîm, Ganîm bin Muhammed Bağdâdî, Şeyhülislâm Behâî, Muhammed Tarsûsî, Muhammed Kehvâkî, Yusuf Decvî, Muhammed bin Abdülbâkî Zerkânî, Abdülganî Nablûsî, Abdurrahmân bin Muhammed İmâdî, Alî Echürî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Mahmud Sâminî, Osman Bedreddîn, Abdülhakîm Arvâsî gibi âlimler hülâsa itibariyle zarar ve alışkanlık yapmayacak kadar az içilen tütüne haram ve mekruh demekten sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermeyecek kadar az içenleri fâsık, günâhkâr bilmemelidir, diyor.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında, aynı mesele için birbirinden farklı hükümler olabiliyor. Bunların hangisine göre amel edilmesi gerekir?
    Cevab: Bir mesele hakkında Hanefî mezhebi ulemâsından birbirinden farklı görüşler nakledilmişse, sonraki âlimlerden tercihe ehil olanlar, rivâyetin sıhhatine veya dayandığı delilin kuvvetine yahud da zamanın ihtiyaçlarına göre birini tercih eder. Müctehid bir müftînin fetvâ verdiği görüş, sonra gelen ve müctehid olmayanlar için delildir. İşte İslâm hukuku kitaplarında geçen "fetvâ böyledir", "müftâbih kavil budur", "râcih kavil budur", "sahihdir", "esahdır", "mutemed olan budur", "ezhardır", "eşbehdir", "evcahdır" "muhtardır" sözleri buna işâret eder. İşte sonra gelen müftîler ve herkes bunlara uymakla mükelleftir. Ancak ihtiyaç ve zorluk olduğunda, kendisiyle fetvâ verilmemiş, tercih edilmemiş zâif görüşlerle de amel edilebilir. Müftî gerekirse bunlarla da fetvâ verebilir. Bununla beraber, altında "esah, evlâ, evfak" gibi sözlerden birinin bulunduğu hükmü esas almakta müftînin muhayyer olduğu, bunun muhâlifi ile de amel edebileceği söylenmiştir. Ancak "sahihdir, bununla amel olunmuştur" gibi sözlerde böyle bir muhayyerlik yoktur. "Fetvâ böyledir" sözü "sahih, esah, eşbah" gibi sözlerden; "esah" sözü ise "sahih" sözünden; "ahvat" sözü ise "ihtiyat" sözünden daha güçlüdür. Müftî elindeki muteber kitapta bir hükmün altında "sahihdir", "fetvâ böyledir", "Bununla amel olunmuştur" sözlerinden birini görünce, bununla fetvâ verecektir. Ancak "esahdır", "evfakdır", "ercahdır" gibi sözlerden birini görürse bununla fetvâ verebileceği gibi, bunun hilâfı ile de fetvâ verebilir. Çünki artık burada iki sahih görüş söz konusudur. Bir görüş için meselâ Hidâye'de "sahihdir", denilip, bunun muhalifi bir görüş için de Kâfî'de aynı söz söylenmişse müftî muhayyerdir. Deliline göre güçlü olanı seçip bununla fetvâ verir. İki sahih görüşü bildirmede, muteber kitapların metinleri şerhlerinden; şerhleri de fetvâ kitaplarından daha üstündür. Bir iş için birbirine uymayan iki görüşten biri "esah", diğeri ise "sahih" diyorsa, sahih olmada ittifak bulunduğu için bu görüş alınır. Kitaplarda geçen "kıyle", yani "denildi" sözü, zayıf görüşleri bildirmektedir. Öte yandan kaynaklarda "yapmamalıdır" veya "yapmalıdır" şeklinde ibareler nedb, yani tavsiye bildirir. Yapılmaması veya yapılmasının daha iyi olduğunu gösterir. Bir işin câiz olduğu bildiriliyorsa, bu işi yapmanın mahzuru olmadığı, ancak yapmamanın evlâ olduğu anlaşılır. “Mahzuru yoktur” veya “beis yoktur” sözleri de böyledir. Yapmamanın daha iyi olduğu mânâsına gelir. Bir mesele hakkında kaynaklarda peşpeşe üç görüş bildiriliyorsa, birincisi veya sonuncusu tercih edilir; ortadakilere itibar olunmaz. Metin kitapları ile fetvâ kitapları arasında bir görüşün sıhhati bakımından ihtilaf söz konusu ise, metin kitapları esas alınır.
    7 Mart 2013 Perşembe
  • Sual: Fıkıh kitaplarında sadece mekruh diye bildirilen hükümlerin, tenzihî (helâle yakın) veya tahrimî (harama yakın) mekruh olduğu nasıl anlaşılır?
    Cevab: İbni Abidin, deliline bakmak lâzımdır diyor. Delilinin kuvvet derecesi ve açık olup olmaması nazara alınır. Ayrıca delilinde yapmayana bir karşılık bildirilmişse buna göre tayin edilir.
    23 Nisan 2013 Salı
  • Sual: Bülûğun alt sınırı nedir?
    Cevab: Bülûğ çocuk yapabilme kabiliyetini kazanmak demektir. Bu da kişiden kişiye değişir. Kızlarda 9, erkeklerde 12 yaşını tamamlamakla başlar, 15 yaşını dolduruncaya kadar devam eder. Bu yaşları doldurmak değil, bu yaşlara girmenin esas alındığı bir başka kavil de vardır. İmam Muhammed Asl adlı eserinde her ikisi de zikrediliyor. Mecelle, doldurmayı esas almıştır (m. 986). 15 yaşına geldiğinde hâlâ bülûğa ermemişse, ermiş kabul edilir. Dinî, şer’î ve cezaî mesuliyeti başlar.
    10 Mayıs 2013 Cuma
  • Sual: Sahâbe-i kiramın hepsinin müctehid olduğu rivayet olunuyor. Müctehid olmanın şartları çok ağır ve sahâbenin hepsinin de Kur’an-ı kerimi ezbere bilmediği malum bulunduğuna göre bu rivayeti nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Sahâbe-i kiramın hepsinin müctehid olduğu meselesi ihtilaflıdır. İmam Busayrî gibi hepsi müctehiddir diyen de var; İmam Gazâlî gibi hepsi müctehid değildir diyen de var. Hepsi müctehid olsa bile, tamamı ictihad etmemiş; edenleri taklit etmiştir. Sahâbîler arasında 250 kadarının ictihadda bulunduğu; diğerlerinin büyük bildikleri sahâbîlere fetvâ sorarak taklit ettiği malumdur. Müctehid ictihad etmedikçe başka müctehidi taklit edebilir. Sahabenin hâli farklıdır. Şer’î hükümlerin teşekkül zamanına ait bir keyfiyettir.
    10 Mayıs 2013 Cuma
  • Sual: Bütün âlimler bir çocukta bulûğa erse bile rüşd (olgunluk) emâresi görülmezse malları kendisine verilmez derken ve buna dair âyet-i kerime ile amel ederken, İmam Ebu Hanife’nin 25 yaşına gelince ne olursa olsun malları kendisine verilir ictihadının delili nedir?
    Cevab: İmam Ebu Hanife, ya buna dair bize ulaşmayan bir hadis-i şerifi veya Hazret-i Ali'nin “Aklın kemali 25 yaşındadır” sözünü delil almıştır. Yahud rüşdün ekseri 25 yaşında hâsıl olduğunu müşahede etmiştir. Nitekim “25 yaş, dede olunacak yaştır. Amr bin Âs, oğlu Abdullah’dan 12 yaş, o da oğlu Muhammed’den 13 yaş büyüktür” demiştir. Elde başka delil olduğu zaman, âyet-i kerimenin hükmü tahsis edilebilir. Yani istisna getirilebilir. Bu bir usul kaidesidir.
    18 Mayıs 2013 Cumartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında “Hükümdarın tütün içmeyi yasaklaması hâlinde, tütün içilmesi haram olur” diye yazıyor. Bir şeyin haram olması için ya hakkında bir nass olmalı, ya da müctehidlerden birinin haram demesi lâzım değil midir? Helâle haram demek küfre sebep olmaz mı?
    Cevab: Müminlerin emiri olan kişi, umumun menfaati için bir mübahı emredebilir veya yasaklayabilir. O zaman bu işi yapmak veya yapmamak haram olur. Eşyada aslolan mübahlıktır. Sonradan ortaya çıkan sebeplerle haram olabilir. Tütüne mübah diyen âlimler de sağlıklı biri için makul mikdarda içilmesini nazara almıştır. Ama insanların çoğu bu kaideye uymadığı için zarara uğramış, üstelik nikotine alışarak bağımlı olmuştur. Tütün dumanı ile üstünü başını kirlettiği gibi, başkalarına da zarar vermiştir. Tütüne mübah diyenlerin zamanından bu zamana fen bilgileri çok inkişaf etmiştir. Bugün sigaranın azının bile sıhhatli bir insan için zararlı olduğunda bütün ilim adamları müttefiktir. Şu halde tütünün yasaklanması gayet makuldür. Fıkha da aykırı değildir. Helâl olduğu hakkında nass bulunan veya sahih icmaya varılmış bir şeye haram demek tehlikelidir. Ancak haram olduğu ihtilaflı bir mevzuda haram diyenlerin görüşünü söylemek küfr olmaz. Tütüne haram diyen âlimler de vardır, mekruh veya mübah diyenler de.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Müctehidlerin haram olduğunu söyledikleri bir şeyi, helâl kabul eden küfre düşer mi?
    Cevab: Rüşvet, fâiz, zinâ, adam öldürmek gibi nass ile sâbit olan bir haramı helâl kabul etmek küfre sebebiyet verir. Ahad hadîs (bir kişinin bildirdiği hadîs-i şerif) veya müctehidlerin kıyas ile tesbit ettiği haramı helâl kabul eden küfre düşmez ise de, bunun bir tevil ile olması lâzımdır.
    15 Haziran 2013 Cumartesi
  • Sual: Emîre itaat farz iken, Hazret-i Osman zamanında Ebu Zer Gıfarî’nin halifeyi tenkit etmesi nasıl izah edilir?
    Cevab: İctihad, emîre itaatsizlik demek değildir. Ebu Zer, kenz âyeti kerimesi hususunda umumun ictihadından farklı bir ictihada sahip idi.
    20 Haziran 2013 Perşembe
  • Sual: Hanefî mezhebinde mekruh tahrimî veya tenzihî olmak üzere iki çeşittir. Şâfiî mezhebine göre ise tek çeşittir. Şâfiî mezhebinde kişi tahrîmen mekruh olan bir şeyi işlese bile günaha girmez mi?
    Cevab: Mekruh işleyen, haram işlemiş olmaz. Âhirette ateşle azaba duçar olmaz. Mekruhun bazı çeşidinde ateşle azab olur diyen âlimler vardır. Hanefî mezhebinde tahrimen mekruh olan bazı ameller, Şâfiî’de haramdır. Şâfiî mezhebine göre mekruh, şeriatın terkedilmesini kat’i ve bağlayıcı olmadan istediği şeydir. Bunu terkeden medhedilir, sevap alır; yapan da zemmedilmez, cezalandırılmaz.
    20 Haziran 2013 Perşembe
  • Sual: Fıkıh kitaplarında şöyle bir ifade geçiyor: “Haraca sebep olan şeyi yapmasında zaruret varsa, o farzı terk etmesi veya haramı zaruret mikdarı işlemesi câiz olur. Zaruret ile yapılan şeyde, zaruret bitince harac devam ederse, yine böyledir.” Zaruret ile yapılan şeyde, zaruretin bitip de haracın devam ettiği bir misal verebilir misiniz?“
    Cevab: Ölmemek için şarap içen kimse, ölüm tehlikesi geçtikten sonra, harareti gidermek için şarabdan başka içecek bulamazsa, ihtiyacı kadar içmesi câiz olur.
    24 Ağustos 2013 Cumartesi
  • Sual: İlham ve keşf, şer’î delil midir?
    Cevab: İlham, kalbe feyz yoluyla, yani kesbî olmayarak gelen mânâlardır. Sünühât da denir. Berika’da der ki: Gazâlî, Sevrî ve İbrâhîm bin Edhem gibi tasavvuf büyüklerinin çoğu derin âlim ve müctehid idiler. Kutb-i irşâdların hepsi böyle idi. Hadîs-i şerîfde, “İlim üstâddan öğrenilir” (Buhârî) buyuruldu. Ma’rifet ise, keşf ve ilhâm ile hâsıl olur. İlim, keşf ile, ilhâm ile hâsıl olmaz. İlmin kaynağı Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir. Hadîka’da da der ki: İlahî marifetler ve rabbânî hakikatler, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. Bütün şer’î bilgiler ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şer’î bilgiler, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzûm olmazdı. Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Belki hatâ edene de bir derece sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı işlerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünki ilhâm ve keşf, ancak sahibi için seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. İmam Rabbânî, “Keşfte hatâ, çok olur” buyurmaktadır.

    Peygamberlere gelen ilham, ya vahydir veya sünnet olarak tezâhür eder. Bunun dışında kalan ilhamlar, yani evliyâ denilen kimselere gelen ilhamlar, başkası için hüccet olmaz. Bunlardan şer'i esaslara aykırı olmayanları, sadece ilham sahibi için delildir. Bu hususun tesbiti de bir ictihad sayılır. İlham çoğu zaman zayıf kıyasların, zayıf istishabların, hatta zayıf hadîslerin çoğundan daha kuvvetli görülmüştür. Nitekim "Ey iman edenler! Eğer Allah'an korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırd edecek bir ma'rifet ve nur verir" meâlindeki âyet-i kerime (Enfâl: 29) ve "Mü'minin firâsetinden sakının, çünki o Allah'ın nuruyla bakar" hadîs-i şerifi (Tirmizî, Tefsirü Sûreti’l-Hicr) ilhamın meşruluğuna delâlet edebilir. İlham da şahâdet-i vicdanda olduğu gibi zâhirî bir delil bulunmadığı zaman hukukî bir kıymet taşır. (Şâtıbî, Muvâfakat)

    Şu halde ilham, keşf, gâibden ses işitmek, şer’î delillerden değildir. Ancak Berika’nın da dediği gibi, bir delil ile sâbit olan şeyin teyidinde hüküm ifade eder. Nitekim bir meselenin hallinde iki delil teâruz ederse, karşı karşıya gelirse, bunların tercihinde veya bir delilin sahih olup olmadığında ilhâm hüküm ifade edebilir. İmam Rabbânî hazretleri, namazda imamın arkasında fâtiha okuyup okumama meselesinde kalbinin bir türlü yatmadığını, bunun için hep imam olduğunu, sonra meselenin doğrusunun kalbine ilham edildiğini bildirmektedir. Hakîm Alî Tirmizî der ki, “Yaşım ilerledikçe, ilmim, amelim ve mücâhedem arttığı hâlde, gençliğimde kavuşmuş olduğum nurları, tesirleri kendimde bulamaz oldum. Sebebini bir türlü anlayamadım. Gençlik zamanım, Resûlullah’ın zamanına daha yakın olduğu için, o zamandaki hâlin daha üstün olduğu, kalbime ilhâm edildi.” (Merecü’l-Bahreyn).
    25 Ekim 2013 Cuma
  • Sual: Nasslarla sâbit olmayan müctehidlerin haram dediğine helâl diyen küfre düşer mi?
    Cevab: Mesâil-i müctehedün fihâda (ictihad mevzuu olup ihtilaf edilmiş meselelerde) bir delile müstenid inkâr küfrü gerektirmez.
    21 Haziran 2014 Cumartesi
  • Sual: Duyduğu bir hadîs-i şerifle amel eden, böyle bir hadîs-i şerif olmadığı sonradan anlaşılsa bile, inanarak amel ettiği için sevap alır mı?
    Cevab: Mezhebine aykırı değilse evet.
    24 Haziran 2014 Salı
  • Sual: Bazı ilahiyatçılar, aynı dine inanan insanlar arasında bile kültür farkından dolayı farklı din anlayışları olduğunu söylüyor. Mesela Suriye Müslümanlığıyla Tunus Müslümanlığı, Sudan Müslümanlığıyla Türkiye Müslümanlığının farkı gibi vs. buna ne denebilir?
    Cevab: İslâmiyet, muayyen hususlarda beldenin ve milletlerin örf ve âdetinin tatbikine imkan vermiştir.
    27 Temmuz 2014 Pazar
  • Sual: Bize hadisleri ve sünnetleri en güzel ve doğru şekilde nakleden ve öğrenmemizi sağlayan tahrif edilmemiş hangi eseri önerirsiniz?
    Cevab: Avamın tefsir ve hadis okuması, hele bunlarla amel etmesi uygun değildir. Fıkıh (ilmihal) kitapları okumanız tavsiye olunur. Burada zaten herkese lâzım olan hadis-i şerifler zikredilmektedir. Bunları okuduktan sonra, Riyâzü’s-Sâlihîn, Râmuzü’l-Ehâdis, Câmiüssagir gibi bir kitab bereketlenmek için okunabilir.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: Aliyyü’l-Kâri Ehl-i sünnet muhaddislerden midir?
    Cevab: Aliyyü’l-Kâri, Ehl-i sünnettir. Hattat iken istinsah ettiği kitaplardan öğrendikleri ile büyük bir şöhret kazanmış; ancak büyük bir âlim olarak görülmemiştir. Ulemanın sözlerine yerli yersiz itiraz ettiği; sahih hadislere mevzu diyecek ve Resulullah’ın anne ve babasının küfr üzere öldüğünü söyleyecek kadar ileri gittiği için, muhakkik ulema tarafından tutulmamıştır.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: “Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidâyete ulaşırsınız” hadîsinin kaynağı nedir?
    Cevab: İmam Beyhekî rivayetidir. Dârimî ve İbni Adiyy de haber vermektedir. Münavî’nin Künûzü’d-Dekâikde, Tahtavî’nin İmdad haşiyesinde ve İbni Hacer’in Savâiku’l-Muhrika kitaplarında da yazılıdır. Taklidin en mühim delillerinden olduğu için, taklide karşı olan modernistler, bu hadîsin sahih olmadığını çok zikretmektedir. Mesela İzmirli İsmail Hakkı, herkesin serbestçe ictihad yapmasını savunurken, bunun uydurma olduğunu ispatlamak için müstakil bahis yazmıştır.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Nasslardan bir delili tevil ederek Ehl-i sünnet dışına çıkanlar tekfir edilmez. Fakat bazen öyle oluyor ki o hükmü tevil etse bile başka bir nassa zıt düşüyor. Bu tevilin bütün içinde tezatsız olması gerekir mi ve bu tevilin de bir sınırı var mıdır? Nitekim Ehl-i Kitabın Cennetlik olduğunu söyleyenler bile Kur’an-ı kerimden bir delil bulabiliyor.
    Cevab: Ma’nâsı açık ve her nesilde ittifakla ve sağlam bir şekilde gelen icmâ’ya aykırı ise, nasslardan delil getirmek yetmez. Namazların beş değil, üç vakit olduğunu söylemek; namazın dua olduğunu söylemek; gayrımüslimlerin bu halleriyle kayıtsız cennete gideceğini söylemek böyledir. Ma’nâsı açık olmayan nassa veya zarurî bilinenler dışındaki meselelere dair icmâ’ya aykırı ise, te’vili varsa, kâfir olmaz, bid’at sahibi olur. İcmâ’ın varlığında ihtilaf varsa, bid’at sahibi olmaz.
    Müslüman olduğunu söyleyip, ibâdetlerini yapan, yani Ehl-i kıble denilen bir kimsenin, Ehl-i sünnete uymayan bir inanışı, mânâsı açık olan kat’î bir delili inkâr olursa, te’vil ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna mülhid denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şüpheli olan bir delilin muhtelif ma’nâlarından açık ve meşhur olanını inkâr olursa ve te’vili varsa, küfr olmaz; bid’at olur. Te’vilden haberi olmayıp, bid’at sâhibi olan âlimleri taklid ile veya nefsine uyarak, dünya menfaati için ise, yine küfr olur. Dine inanmadığı halde, müslüman görünüp küfre sebep olan şeyleri ispat etmek için delilleri yanlış te’vil edene zındık denir.
    İcmâ’ delil değildir diyen veya icmâ’ ile kabul edilmiş bir hususu inkâr eden kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Hâricîler, Şî’îler, Vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ’a muhalif sözleri küfr olmaz. Fakat, küfre sebep olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olabilirler.
    İbni Âbidin hazretleri vitr namazını anlatırken diyor ki, “Vitr namazının aslını, yani ibâdet olduğunu inkâr eden kâfir olur. Eğer delilini te’vil ederek veya delilinde şüphe ederek inkâr ederse, kâfir olmaz. [Bid’at ehlinden olur.] Bütün vâcibler ve sünnetler de böyledir. Çünki vitr namazı dinde zarurî olarak bilinen bir ibâdettir ve böyle olduğu icmâ’-i ümmet ile sâbittir. İcmâ’-i ümmet ile bildirilmiş olan zarurî ibâdete te’vilsiz olarak inanmamak, Hanefî âlimlerine göre, küfr olur. Dinden olduğu zarurî olarak bilinmek demek, dinden olduğunu câhillerin de bildiği din bilgileri demektir. Beş vakit namazın farz olduğuna inanmak böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din bilgilerini inkâr eden, kâfir olmaz. Ceddenin [büyük annenin] mirasın altıda birini alacağını inkâr etmek böyledir”.
    İbni Melek hazretleri, Menâr şerhinde diyor ki, İcmâ’ birleşmek demektir. Bir asırda bulunan müctehidlerin, bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz veya fiil olabilir. İctihad lâzım olmayan şeylerde, bir asırda bulunan müslümanların hepsinin birleşmeleri lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek veya aynı işi yapmaktır. Bir asırda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veya yapar, diğerleri işitince susarlar, reddetmezlerse, Hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur. Şâfi’îde buna icmâ’ denmez. İctihad işlerinde icmâ’ sahibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Kur’an-ı kerîmin ve namaz rek’atlarının ve zekât mikdarının ve ekmeği ödünç almanın ve hamama gitmenin bizlere nakledilmesi gibi, ictihada lüzûm olmayan şeylerin icmâ’ında müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde, müctehid olmayanların icmâ’ları da muteberdir. Fakat bid’at sahibi ve fâsık olmamaları lâzımdır. İcmâ ehlinin, Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beyt evlâdlarından olmaları da şart değildir. Medîne ahâlisinden olmaları da şart değildir. Âlimlerin çoğuna göre, selefin ihtilâf ettiği bir meselede, sonra gelen âlimlerin icmâ’ yapmaları câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’ hâsıl olmaz. Haber-i vâhid [her nesilde tek kişi vâsıtası] ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfte ve müctehidin kıyas etmesi ile bulunan hükümde icmâ’ olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhur olan hadîsten açıkça anlaşılan hükümde icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten delîldir. Selef-i sâlihînin, yani Eshâb-ı kirâmın bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş olan icmâ’ları mütevâtir hadîs gibidir. Yani, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını öğrenmek ve amel etmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, namazın, orucun, zekâtın farz oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin bildirdiği icmâ’ları ise, haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek vâcib olup, ilim [ve iman] vâcib değildir. Öğle namazından evvel dört rek’at sünnet kılmak böyledir.
    İcmâ’ın dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın açıkça ve her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir. İnkâr eden küfre düşer. Eshâb-ı kirâmdan bazısının icmâ’ edip, diğerlerinin sükût ettikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise de, inkâr eden küfre düşmez. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etmedikleri bir hükümde, sonraki asırların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhur olan haber gibidir. Bundan sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf ettikleri bir hükümde, sonra gelenlerde hâsıl olan icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf gibidir. Bununla amel vâcib olup, iman vâcib değildir. Bir asırda bulunan müslümanlar, bir meselede ihtilâf edince, sonra gelenlerin, bu ihtilâflı sözlerden birine uymayan hükümleri bâtıl olur. Bu sözlerden başka bir söz söylemeleri câiz olmaz. [Bu sebeple mezhebleri telfik etmek veya dört mezhebin söylemediği beşinci bir ictihad söylemek câiz olmaz.]
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Talâkta şâri’in koyduğu üç kur’ (hayz) müddetinin illeti, kadının hâmile olup olmadığının belirlenmesiyse, bugün hâmileliği bilmek kolaydır. Bu şartlarda kadının muayyen müddeti bekleme gereği ortadan kalkar mı?
    Cevab: Hükmün illeti, âyet-i kerimedir. Hikmeti ise hâmilelik ve başka şeylerdir. Muayene ile hâmilelik anlaşılırsa da, iddet buna göre tayin edilemez. Zira talâk ve ölüme göre, kadının hür veya câriye olmasına göre iddet değişir ki, bu da hâmileliğin tek başına bir kriter olmadığını göstermektedir. Ayrıca bu mesele, şer’î hükümlerin, akılla değil, nakille anlaşılabileceğinin en mühim misallerindendir.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Sahâbîlerin, zaman zaman tâbiînden olan âlimlerin ictihadını kabul ettiği görülmektedir. Halbuki sahabenin hepsi müctehiddir. Kendi ictihadına uymalıdır. Sonra gelenlerden daha hayırlı oluşları, Ehl-i sünnetin esasıdır. Şu halde yukarıdaki hâdiseyi nasıl anlamalıdır?
    Cevab: “En kıymetli devir benim zamanımdır. Sonra beni görenlerin, sonra onları görenlerin, sonra onları görenlerin zamanıdır” hadis-i şerifinde zikredilen neslin üstünlüğü, umumiyet itibariyledir. Cüz itibariyle değildir. Yani cüz itibariyle sonra gelen bir başkası, bunlardan üstün olabilir. İmam Ebu Hanife, ilim itibariyle sahâbîlerin ismini bilmediğimiz nicesinden elbette üstündür. Ama kül itibariyle, sahabenin derecesine erişemez. Nitekim her sahâbî de birbirinden cüz itibariyle üstün olabilir. İmam Ebu Hanife sahâbî kavlini icmâ’dan sonra, kıyastan evvel delil alırken, İmam Şâfiî almamakta ve bir ictihadın diğerine üstünlüğü yoktur demektedir. İctihad bakımından demek ki sahâbîlerin, sonra gelenlere mutlak üstünlüğü ihtilaflı bir meseledir. Hazret-i Peygamber veda hutbesinde, “'Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlamış birisine ulaştırmış olur” buyurdu. Abdullah bin Ömer, kendisine sual soranları, bazen tâbiînden Hasen-i Basrî’ye gönderir; “Bu meseleleri o daha iyi bilir” buyururdu. Hazret-i Ali, bir dâvâda Kâdı Şüreyh huzurunda muhakemeye çıkmış; Kâdı Şüreyh’in, kendi ictihadına uymayan ictihadını kabul buyurmuştu.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: “İlim öğrenmek isteyen kavminden uzaklaşsın” şeklinde bir hadis-i şerif var mıdır?
    Cevab: İşitmedik. Ama “el-istinasü bi’n-nas alâmetü’l-iflâs”, yani insanlarla çok düşüp kalkmak iflas alâmetidir diye bir söz vardır. İlim sahibi olmak isteyen kimsenin, biraz halktan ve günlük meşgalelerden uzaklaşması gerekir. Zira insan kendini bütünüyle ilme vermedikçe, ilim bir cüzünü o kimseye vermez.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Öğle namazını kılmamış bir kimse, ikindi namazı vaktinin girdiğini görürse, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin kavline göre öğleyi asr-ı evvel denilen vakitte kılsa;  ikindi namazını da hemen ardından kılabilir mi? Yoksa mezheb içi telfik mi olur?
    Cevab: Öğle namazını İmam Ebu Hanife’ye uyarak asr-ı evvelde kılan, o günün ikindi namazını bu vakitte kılarsa, caiz olmaz; asr-ı sanide kılması gerekir. Telfik, birbirine uymayan iyi ayrı ictihadı, aynı meselede bir araya getirmek demektir. Mesela, eli kanayan, Şâfiî’ye göre abdestim bozulmadı deyip, sonra yabancı kadına eli değse, Hanefî’ye göre abdestim bozulmadı diyerek namaz kılsa, telfik olur, namazı sahih olmaz. Zira hiçbir mezhebe göre abdesti yoktur. Ancak Şâfiî’ye göre de abdesti olan bir Hanefî, eli kanadığında, abdest almak meşakkatli ise, namazı Şâfiî’ye göre kılabilir. Mezheb içi telfik, telfik sayılmaz. Yani İmam Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed’in kavillerini bir meselede bir araya getirmek, telfik değildir. Zira Hanefî mezhebi bunların hepsinin ictihadlarından teşekkül eder. Şu kadar ki, bir meselenin aynın rüknünde, mezheb içi de olsa iki farklı ictihadın bir araya gelmesi mümkün değildir. Asr-ı evvel meselesi bunun gibidir. Birbirini nakzeden mezheb içi iki ictihad ile amel etmek, bir meselenin aynı rüknünde olmamalıdır.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Bazı şeyler için üstadımızın, hocamızın, şeyhimizin vs sünneti deniyor. Sünnet, yalnızca Hazret-i Peygamber için kullanılan bir tabir değil midir?
    Cevab: Sünnet, çığır, yol, âdet demektir. Felancanın sünneti denince, onun âdeti manasına kullanılıyor. Sünnet-i nebevî, yani Hazret-i Peygamber’in sünneti, başkadır. Dinin delilini teşkil eder.
    20 Aralık 2014 Cumartesi
  • Sual: Kur’an-ı kerimde bildirilmeyen haramlar var mıdır?
    Cevab: Kur'an-ı kerim ile yasaklanan her şey haramdır veya haram, yalnız Kur’an-ı kerim tarafından yasaklanan şeydir, bilgisi yanlıştır. Kur’an-ı kerimde emredilen bazı şeyler, farz veya vâcib olmayıp, müstehab olabilir. Yasaklanan bazı şeyler de haram olmayıp, mekruh olabilir. Kur’an-ı kerimde, akid yaparken iki şâhid koşulması, yazılması, talâkın iki şâhid huzurunda yapılması; Kur’an-ı kerim tilâvetine başlarken eûzü çekilmesi gibi hususlar farz değil, müstehabdır.
    Hazret-i Peygamber, bazı şeyleri haram veya helâl edebilir. Erkeğin altın takması ve ipekli giymesi; kadının mahremi olmadan sefere çıkması, Hazret-i Peygamber tarafından haram edilmiştir. Kur’an-ı kerimde leş haram iken, kendiliğinden ölen balık ve çekirge yemek helâl edilmiştir. Namazda fâtiha okumak Kur’an-ı kerimde emredilmemiş iken, Hazret-i Peygamber tarafından farz veya vâcib kılınmıştır. Kendisine bu salahiyet Kur'an-ı kerim tarafından verilmiştir ve vahy iledir. Müctehidler de Kur’an-ı kerim veya hadîs-i şerifle açıkça haram veya helâl edilmemiş bir şeyi, kıyas yoluyla haram veya helâl olduğunu söyleyebilir. Meselâ pirincin pirinçle mübadelesinde, birinin fazla oluşu veya müsavi bile olsa veresiye mübadelesi buğday, arpa, tuz ve hurmaya kıyasen haram kılınmıştır.
    22 Aralık 2014 Pazartesi
  • Sual: İmam Ebu Hanife'nin vefat haberine Süfyan-ı Sevrî'nin sevindiği, Ahmed bin Hanbel'in ‘Ehli reyden hadis rivayet edilmez' diyerek kendisini tenkid ettiği, İmam Cüveynî'nin ve Gazalî'nin ‘Ebu Hanife Arapça dahi bilmezdi’ dediği vesaire yazılıyor. Bu mesele hakkında ne söylenebilir?
    Cevab: Yanlış bilgiler ve insanlık icabı hased ile böyle söyleyenler olmuş ise de pişman olmuşlardır. Bu hususta söylenenlerin çoğu, ya yanlıştır, ya mübalağalıdır. İmam Ebu Hanife’yi öven âlimlerin sayısı mechuldür. Şâfiî ulemasından müstakil kitap yazanlar az değildir. İbni Hacer, Süyûtî, Şa’rânî gibi Şâfiî âlimleri, bunlardandır. Hatta İbni Hacer, İmam Ebu Hanife’yi tenkit eden kendi mezhebinden bir zâtı, “Sen İmam Ebu Hanife’nin ayağına döktüğü abdest suyu bile olamazsın” diye vasıflandırmaktadır.
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: Evlilerin zinasında recm cezasını emreden âyetin olduğu, fakat bunun yazılı olduğu kağıdı bunu keçi yemesi hâdisesi doğru mudur?
    Cevab: Recm, Hazret-i Peygamber’in sözü ve tatbikatı ile sabittir. İslâm hukukunda bir farzın illa âyet-i kerime ile emredilmesi gerekmez. Bazı âyet-i kerimedeki hükümler vâcib, hatta müsethab olarak tefsir edilmiştir. sünnet ile de farzlar konabilir. Recm meselesinin yazılı olduğu kâğıt veya yazı malzemesinin, bir keçi tarafından yendiği, bundan dolayı kaybolduğu rivayeti vardır. Bunu keçinin yemiş olması, ne recmi iptal eder; ne de recm taraftarlarının sözünü çürütür. Bazı âlimler, Kur’an-ı kerimde böyle bir âyetin olduğunu, kıraatinin nesh, ancak hükmünün baki kılındığını söyler.
    8 Temmuz 2015 Çarşamba
  • Sual: Delil-i tevkifi ne demektir?
    Cevab: Delil-i tevkifî, şeriatta içtihada müsait olmayan deliller demektir. Meselâ Kur’an-ı kerim âyetlerinin sırası delil-i tevkifî ile sâbittir; ama surelerin sırası delil-i tevkifî ile değil, ictihadîdir. Allahü teâlânın isimleri de böyledir. Yani kendi bildirmesine bağlıdır. Kendi bildirdiği isimler ibâdette kullanılabilir. Arabî bile olsa, böyle olmayan isimleri ibâdette kullanılamaz.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Vâcib, farz gibi açık olmayan şüpheli şeyler diye tarif ediliyor. Ancak Eshab-ı kiram için şunu şöyle yapmaları vâcib idi deniyor. Peygamber Efendimiz hayatta iken birşey nasıl şüpheli oluyor?
    Cevab: Oradaki vâcib, farz manasına gelir. Hanefî’deki vâcib ıstılâhîdir.
    28 Eylül 2015 Pazartesi
  • Sual: Bizler Hanefi mezhebinde olduğumuz halde, ikindi vaktinde neden İmam-ı Azam'ın ictihadını değil de İmameyn'in ictihadını esas alıyoruz?
    Cevab: İmam-ı A’zam ve İmameyn arasında ihtilaf olduğunda, mukallid fetva verilen kavle uyar. Öğleni asr-ı evvele kadar; ikindiyi de asr-ı sânide kılmak azimet olur. Aynı mezheb içinde telfik olmaz. Bunların farklı sözleri, aynı mezhebin sözü demektir. İhtiyaç olunca, öğle, asrı-sani vaktine kadar kılınabilir. Bu takdirde ikindi de asr-ı saniden sonra kılınacaktır.
    13 Ocak 2016 Çarşamba
  • Sual: Bir makalenizde “Mürşid-i kâmiller ictihad makamında olmalarına rağmen, ictihad etmemiştirler” demişsiniz. Müctehidin kendi ictihadıyla amel etmesi vacip olduğu için, müctehid müctehidi taklid edemez diye biliyorum. Ne dersiniz?
    Cevab: Müctehid, bir meselede ictihad etmişse mutlaka buna uymalıdır. Zaruret olmadan başka müctehidi taklid edemez. Ama ictihad etmemişse başka müctehidi taklid edebilir. 4. asırdan sonra gelen pek çok âlim, ictihad makamına yükseldiği halde, maslahat sebebiyle ictihad etmeyerek dört mezhebden birini taklid etmiştir. Mezheb içinde ictihadda bulunmasına mâni yoktur.
    16 Şubat 2016 Salı
  • Sual: Zâhiriye mezhebi, Ehl-i Sünnet mezheplerinden mi sayılır?
    Cevab: Zâhiriye mezhebinin kurucusu Davud ez-Zâhirî Ehl-i sünnettir. Zahiriyye mezhebinin kavilleri üzerinde ulema ihtilaf etmiştir. 1.Ebû İshak İsferâyînî ve İmamü’l-Haremeyn Cüveynî, kıyasa karşı olduğu için Dâvud Zâhirî’nin kavillerine itibar edilmeyeceğine kâildir. 2.Ebû Amr bin Salâh ise, Dâvud Zâhirî’nin celî kıyası değil, istihsanın bir türü olan hafî kıyası reddettiğini; celî kıyası inkâr edenin İbn Hâzm olduğunu; bu sebeple Dâvud’un celî kıyasa muhalif olmayan kavillerinin muteber sayılacağını söylemektedir. 3.Ebû Hâmid Gazâlî, Mâverdî, Ebû Tayyib gibi ulemâ ise Dâvud Zâhirî’nin kavillerinin her halde muteber olduğu kanaatindedir. 4.İbnü’s-Sübkî de, Dâvud’un icmâʽya aykırı olmayan kavillerinin nazar-ı itibare alınacağını kaydetmektedir. Kavillerinin esas alınmasına kâil olanların, Dâvud Zâhirî’yi müstakil bir mezheb kurucusu olmaktan ziyâde, Şâfiʽî mezhebinde müctehid olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Ancak Zâhirî mezhebinin kavilleri günümüze çok sağlıklı bir şekilde ulaşmış değildir. Ekserisi Zâhirî ulemasından İbni Hâzm’ın kitaplarındadır. İbni Hâzm ise, felsefeyle yakından meşgul olmuş; Dâvud’dan da ileri geçerek kıyasın her türlüsünü ve taklidi reddetmiştir. Bu sebeple ulemâ tarafından Ehl-i sünnet hârici görüldüğünü Şihristânî el-Milel ve’n-Nihal kitabında bildiriyor. İbni Hâzm’ın temsil ettiği görüşler, Selef-i sâlihîn, mânâsı açık olmayan nassları te’vîl ettikten sonra ortaya çıktığı için icmâʽya aykırı görülmüş ve nazara alınmamıştır. Çünki Selef bir hususta ihtilaf ettiği zaman, onların ihtilaf ettiği görüşlerin dışında başka bir görüş ileri sürmek icmâʽya aykırıdır.  Ayrıca İbni Hâzm, ulemânın ileri gelenleri hakkında tezyif edici sözleri ve nezâket hududunu aşan tenkidleri sebebiyle ilmî çevrelerde tasvib görmemiştir.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Peygamber efendimiz, vahiy çeşitlerinden biri veya ilham olmadan, kendi aklına istinaden dini bir hüküm vaz eder mi?
    Cevab: İctihad yoluyla edebilir ve etmiştir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Dört hak mezhebi inkâr etmek küfr müdür?
    Cevab: Eğer bir delili varsa, küfr olmaz ise de, bid’at olur. Zira icma’ya muhalefet vardır.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: Kıyas ile ictihad aynı şey midir?
    Cevab: Kıyas, naslarda, yani ayet veya hadiste hükmü verilmemiş olan bir şeyi, aralarında illet benzerliği olan ve naslarda, yani ayet veya hadiste hükmü verilmiş başka bir meseleye benzeterek çözmek demektir. İctihad daha geniştir. Kitap, sünnet ve icma’dan hüküm çıkarabilmek demektir. Zamanımızda kıyas ve ictihad birbirinin yerine kullanılıyor ise de doğru değildir. 
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: İmam-ı Azam veya talebelerinin ulaşamadığı aslî mevzularda veya ulaştığı halde, sonradan mesela bir hadis-i şerifin ortaya çıktığı hususlarda mezhep içinde hüküm değiştirildiği olmuş mudur?
    Cevab: İmam-ı Azam'ın talebeleri, hocalarının işitmediğini iyi bildikleri bir hadis-i şerifi işittikleri zaman, ictihadlarını buna göre yapmışlar ve sonra gelenler de delili kuvvetli olduğu için bu ictihadı tercih etmişlerdir.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: Fıkıh kitaplarında, ‘Sünnet olan büyüklerin küçüklere selam vermesidir’ yazıyor. Buharî ve Müslim’de geçen sahih hadis-i şeriflerde ise ‘küçükler büyüklere selam verir’ diye geçiyor. Ne yapmalıdır?
    Cevab: Rivayetler muhteliftir. Fıkıh kitaplarına tâbi olmalıdır. Birincisi sünneti, ikincisi cevazı bildiriyor. Küçüklerin büyüklere selâm vermesi, onları vecibe altına sokar ki büyüklere emrivâki hoş değildir. Ama verirlerse selâmı iâde lâzımdır.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: Bir mezhepte bir mevzuda bazı âlimler mekruh, diğerleri ise değil dese, hangisine uyulur?
    Cevab: Fetva kime göre verilmiş ise ona uyulur. Bu, fıkıh kitaplarında yazar.
    12 Haziran 2016 Pazar
  • Sual: Bir meselede icma’ olduğu nereden bellidir?
    Cevab: Dinî meselelerde icma’lar fıkıh ve kelâm kitaplarında nakledilmiştir. Mesela İmam-ı Azam'ın Fıkh-ı Ekber adındaki kitabı, o zamanki sarih icma’ları haber veriyor. İcma’nın da dereceleri vardır. Mütevâtir icma’yı inkâr küfr veya bid’at olur. Ahad tarikiyle gelen icma’ böyle değildir. Kat'i icma’ın hükmünü inkâr, ekseriyetin kavline göre küfürdür . İcma’ı inkâr edenin küfre düşmesi, bunun zaruriyyat-ı diniyyyeden olup olmamasına göredir. Zaruriyyat-ı diniye, havas ve avam, herkesin dinden olduğunu bildiği şeylerdir. Allah’ın birliğine, peygambere, beş vakit namazın farziyetine inanmanın farz oluşu bu kabildendir. Zaruriyyat-ı diniyyeden olmayanlar, mesela Arafat’ta vakfeden evvel cima edenin haccının bozulması, büyükanneye mirastan altıda bir hisse verilmesi gibi şeylerdir. Bunları yalnız havas bilir, avam bilmezler. Vitir namazının ve kurban kesmenin meşruiyyeti, zaruriyyat-ı diniyyedendir. Ama vâcib veya sünnet olduğu ihtilaflıdır. Bir kimse dinde vitir namazı yoktur, kurban kesmek yoktur demesi küfürdür; ama vâcib oluşunu inkâr etse, sünnettir dese, iş değişir.
    29 Haziran 2016 Çarşamba
  • Sual: Bülûğa ermemiş çocuklar iman etmekle mükellef midir?
    Cevab: Dinî mükellefiyetler, bülûğa erince başlar. Onun da azami sınırı 15 yaştır. Bu yaşa gelen çocuk, bülûğa ermese bile dinen mükellef sayılır.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Arabi ve Farisi öğrenmede tavsiye ettiğiniz metod veya kitaplar var mı?
    Cevab: Arabi’yi klasik usulde öğreten, yani sarf ve nahiv öğreten bir hocadan ders alınabilir. Emsile ve Avâmil muhakkak öğrenilmelidir. Sonra hoca ile Nurül’l-İzah, Emâli Kasidesi gibi basit metinler okumalıdır. Bir yandan da modern usulde öğreten bir kursa devam edilebilir. Farsça’yı Gülistan'ı ve Rehber-i Gülistan’ı esas alan bir hocadan klasik usulde öğrenmek mümkündür. Veya Farsça dilbilgisi kitabı alıp çalışıp Farsça kitaplar okuyarak ilerletilebilir. Arapça’yı biraz bilen, Farsçayı kısa zamanda öğrenir.
    29 Ocak 2017 Pazar
  • Sual: Evliyanın kendi üstünlüklerini söyledikleri sözler kitaplarda geçiyor. Halbuki kendini övmemek, kendini büyük görmemek evliyalık hasletlerindir. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Âlimler ve mürşidler, insanların kendilerinden istifadesi için mertebe ve kemallerini söylerler. Bu caiz ve lâzımdır. Kendini öyle görmek başkadır. Kaldı ki evliya ile âlim ve mürşid aynı şeyler değildir. Her mürşid, âlim ve evliyadır; ama her evliya, âlim; her âlim de evliya değildir. Mevduatü’l-Ulum’da anlatıldığına göre, Hazret-i Ali buyurmuştur ki: “Benden istediğinizi sorunuz! Her âyet, gece mi, gündüz mü geldi, harbde mi, sulhde mi, ovada mı, dağda mı geldi bilirim. Her âyetin ne için geldiğini bilirim. Her âyetin manasını sordum, öğrendim, ezberledim, anlatırım. Bana sorun” buyurdu.
    19 Mart 2017 Pazar
  • Sual: Sava Paşa'nın, “İmam-ı Azam'ın en büyük hizmeti, kelimelerin hüküm ve nüfuzundan kurtulmuş bir hukuk nehci tanıtmış olmasıdır”. Bu ne manaya geliyor?
    Cevab: İmam-ı A’zam Ebu Hanife, lafzî değil, gâî tefsire ehemmiyet verirdi. Yani nassların lafızlarına değil; mânâlarına bakardı.
    21 Nisan 2017 Cuma
  • Sual: Bir hoca, “Hadislerin toplanması uzun yıllar aldığı için, imamlarımız bazı hususlarda zayıf hadislere göre fetva vermişlerdir. Çünki sahih hadisi duymamışlardı. Ama günümüzde sahih hadislerin tamamına ulaşmak çok kolaydır. Eğer bir fetva sahih hadise uymuyorsa sahih hadise uymak gerekir. Mesela namazda ellerin göbek altında bağlanması zayıf hadistir. İmam Şâfiî’nin, ellerin göbek üstünde olması kavli, sahih hadise dayandığı için, böyle yapmalıdır” dedi. Ne dersiniz?
    Cevab: Bu söz, usul-i fıkh, usul-i hadis ve hadis tarihini bilmemek alâmetidir. Hadis-i şeriflerin toplanmasının geç olması, avam bakımındandır. Hazret-i Peygamber zamanından beri yazılmakta veya sözlü rivâyet edilmektedir. İmam Ebu Hanife tâbiîndendir. Toplananlardan daha çok hadis duymuş olabilir. Onun bildikleri, belki bugüne intikal etmemiş olabilir. Bunu başkaları bilemez. Bir hadîsin sahih olması ise, ictihadîdir. Bir âlime göre sahih olan, diğerine göre olmayabilir. Fıkhî hüküm cihetinden hadisin sıhhatinden başka şartlar da aranır. İmam Ebu Hanife’nin, takvası o kadar çok idi ki, tek kişinin bildirdiği haber-i vâhid sahih bile olsa, bununla farz veya harama hükmetmemiştir. İmam Şâfiî, sahih bile olsa, mevkuf hadise, yani rivayet eden sahabinin ismi zikredilmeyen habere hüküm bağlamamıştır.
    21 Nisan 2017 Cuma
  • Sual: Mecelle, ceza hukukunda da kabil-i tatbik bir kanun mudur?
    Cevab: Mecelle, borçlar, eşya ve usul hukukuna dair hükümler ihtiva eder. Osmanlı Ceza Kanunnamesi ayrıdır. Ancak Mecelle’nin ilk 100 maddesi, küllî kaideler, yani İslâm hukukunun umumi prensipleri olup, bunların bazısı, ceza hukukunda da kabil-i tatbiktir. “Beraet-i zimmet asıldır” gibi.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Meşhur hadisi inkâr küfr müdür?
    Cevab: Her nesilde yalan üzerinde ittifak etmesi mümkün olmayan birden fazla râvînin rivâyet ettiği hadislere, mütevâtir hadîs denir. Bunları inkâr küfrdür. Mahzen-i Ulûm’da da diyor ki: “Hadis-i meşhur, asr-ı evvelde ahaddan mervi olan ve asr-ı sânide iştihar eden hadîs-i şerîfdir. Yani hadis-i meşhur bir kimsenin Resûl-i ekremden sallallahü teala aleyhi ve sellem hazretlerinden ve o kimseden dahi bir cemaatin ve o cemaatten dahi diğer cemaatin istimâ etdiği hadîs-i şerîfler olup, mütemessik olan kimse de intiha edinceye kadar bu veçhiyle rivâyet olunmuşdur ki, o cemaatin kizb üzerine tevâtu ve ittifakı tasavvur olunmaz. Ve o misillü hadis-i şerif ulema-ı kiram hazeratı canibinden telakki-i bilkabul bulunmuşdur. Hadis-i meşhur, hakk-ı amelde ‘haber-i mütevâtir’ menzilesindedir. ‘Hadîs-i mütevâtir’ ile ‘hadîs-i meşhûr’ beyninde olan fark, hadîs-i mütevâtirin câhidine bilittifak küfr nisbet olunmakdan; ‘hadîs-i meşhûr’un câhidine küfr nisbet olunmak sureti ile muhtelifün fih olmakdan ibaretdir. Esâh olan suret ‘hadis-i meşhur’un câhidine dahi küfr nisbet olunmakdan ibaretdir.”
    Tecrid-i Sarih şerhinde diyor ki: “Hadis-i meşhurun hükmü ekseriyete göre haber-i aziz ve haber-i garib ile bu nevilere dâhil olmayan haber-i vâhid gibi ilm-i zannî ifade etmektir. Cessas ile Hanefiyyeden bir cemaate göre ilm-i yakîn ifade ederse de bu yakîn nazaridir. Yani bilistidlal hâsıl olur. Bundan dolayı da münkiri ikfâr olunmaz. Bu ihtilaf, haber-i meşhurun mütevâtir aksâmından addedilib edilmemesi hakkındaki ihtilafdan neş’et etmiştir. İmam Muhammed’in ashâbından Îsâ bin Ebân’a göre ise haber-i meşhur ilm-i yakîn değil, ilm-i tümâninet ifade eder. Ve haber-i vâhidin fevkinde ve haber-i mütevâtirin dûnunda bir mertebededir. Kâdi Ebu Zeyd ile âmme-i müteahhirînin de muhtarı budur.”
    İbni Âbidin hazretleri “Mesh meşhur sünnetle meşru olmuştur. Binaenaleyh onu inkâr eden bid'atçı, ikinci re'ye göre kâfir olur. Tuhfe nam eserde meshin icmâ' ile, hatta tevâtürle sabit olduğu bildirilmiştir” ibâresini izah ederken meşhur hadis hakkında der ki: “Usul-i hadis ilmine göre, meşhur ravilerin her tabakasında ikiden fazla kimselerin rivayet ettiği, fakat tevâtür derecesine ulaşmayan hadistir. Usul-i fıkh ilmine göre ise; birinci asırda, yani sahabe devrinde haber-i vâhid iken, sonraki asırlarda yalan üzerine ittifakları düşünülemeyen bir cemaat tarafından nakledilen hadistir. Birinci asırda da böyle bir cemaat tarafından rivayet olunursa, o hadis, mütevâtirdir. Birinci ve ikinci asırlarda da bu şekilde rivayet edilmezse, haber-i vâhiddir. Bundan anlaşılır ki, usul ulemasına göre meşhur, haber-i vâhidlerle mütevâtirleri taksim eden bir asıldır. Hadis ulemasına göre ise haber-i vâhidlerin bir kısmıdır ve tevâtür derecesine varmayan hadistir. İnkârcısının bid'atci mi, yoksa kâfir mi sayılacağı hususunda ihtilaf edilen, meşhur usulcülerin ıstılahına göre olan meşhurdur; hadis ulemasına göre olan değildir. ‘İkinci reye göre kafir olur’ ifadesinden murad; meşhur, tevâtürün bir kısmı sayıldığına göredir. Lakin Tahrir'de: ‘Hak şudur ki, meşhurun aslı haber-i vâhid olduğu için, onu inkâr eden bilittifak tekfir edilemez. Onu inkâr, Peygamber aleyhisselâmı yalanlamak değil, müctehidlere hata isnad olduğu için dalâlettir’ denilmiştir.”
    Netice itibariyle, mütevatir hadisin inkârının inkârında bile ihtilaf edilmiştir. Dinin zaruriyatını bildiren mütevâtir hadisi inkâr küfr; değilse bid’attir. Bazı usul uleması, meşhur hadisi de, mütevâtir hadise ilhak ettiği için, bunlara göre de meşhur hadisin inkârı, mütevâtir hadisin inkârı gibidir. Ama ekseriyete göre böyle değildir.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Sünnet aleyhtarları, “Bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” meâlindeki âyet-i kerimeyi (En’am, 38) delil gösteriyorlar. Buna nasıl cevap verilir?
    Cevab: Bilinmesi gereken hiç bir şey eksik bırakılmamış manasınadır. Fen, cebir gibi ilimlerin Kur’an-ı kerimde bulunmasına gerek yoktur; zira Kur’an-ı kerim bir fen veya tarih kitabı değildir. Din bilgilerinin de özü, aslı Kur’an-ı kerimdir. Nitekim bütün usul ilmi Kur’ân-ı kerimde mevcuttur. Çünkü aslî deliller burada en beliğ bir şekilde zikredilmiştir. Fakat mezheblerin rivayetine ve görüşlerin tafsilatına gelince, bunların Kur’ân-ı kerimde bulunmasına ihtiyaç yoktur. Kur’ân-ı kerim, Hazret-i Peygamber’e hüküm koyma, yani bir şeyi farz veya haram etme salahiyeti tanımıştır. Ayrıca icmâın ve kıyasın şeriatta bir delil olduğuna da delâlet etmektedir. Binaenaleyh icmâ, kıyas ve diğer esaslarla ortaya konulan her hüküm, aslında Kur’ân-ı kerimde mevcut demektir. İbni Mes’ud hazretleri, dövme yapan ile yaptıranı ve peruk yapan ile takanı kastederek, “Allah'ın kitabında lanet ettiği kimseye, ben niye lanet etmeyeyim ki” buyurdu.
    Birisi gelerek, “Ey İbni Ümmi Abd, dün gece Kur’ân-ı kerimin iki kapağı arasındaki her şeyi okudum; ama onda dövme yapan ile yaptırana lanet edildiğine rastlamadım” dedi. İbni Mes'ûd radıyallahü anh buyurdu ki, “Eğer gerçekten okumuş olsaydın, onu bulurdun. Nitekim Cenâb-ı Hak (Haşr suresi, 7. âyet-i kerimesinde), ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyi men ettiyse ondan sakının!’ buyurmuştur. Resûlullah aleyhisselâmın, bize verdiği şeylerden birisi de, ‘Allah, dövme yapan ve yaptırana lanet etti’ buyurmuş olmasıdır.” Bu manayı, Kur'ân-ı kerimde, bundan daha açık bir şekilde bulmak mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı kerimde şeytana lanet etmiş; daha sonra da, şeytanın kötü fiillerini saymış ve o fiillerden biri olarak, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi saymıştır (Nisa, 119). Bu âyet-i kerimenin zâhiri, Allah'ın yarattığını değiştirmenin, laneti gerektirdiğini gösterir.
    İkinci misal: İmam Şâfiî hazretleri, Mescid-i Haram'da oturup: “Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka ona Allah'ın kitabı ile cevap veririm” demişti. Bunun üzerine bir kimse, “İhramlı birisi bir eşek arısı öldürürse, bunun hükmü nedir?” diye sordu. İmam Şâfiî, “Bu kimseye bir şey gerekmez” dedi. Adam da, “Bu, Allah'ın kitabının neresinde?” diye sordu. O, “Allahü teâlâ, ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın’ buyurmuştur” diye cevap verdi. Sonra Resulullah’ın, “Benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetine yapışın” sözünü beyan ederek, Hazret-i Ömer radıyallahü anhın, “İhramlı kimse, eşek arısını öldürebilir” sözünü delil olarak nakletti. (Mefâtihü’l-Gayb)
    2 Ağustos 2017 Çarşamba
  • Sual: Hazreti Ömer'in “hasbuna kitabullah” (Bize kitap yeter!) sözünü nasıl anlamalıyız?
    Cevab: Resulullah Aleyhisselam hastalığı esnasında “Bana kâğıt getirin, size vasiyet yazayım da benden sonra yoldan çıkmayın” buyurup kâğıt istediğinde Eshab-ı kiram şaşırdılar. O zamana kadar yazı yazmamıştı. Tereddüt ettiler. Hazreti Ömer de o sırada “Bize Kur’an-ı Kerim ve peygamber efendimizin sünneti yeter” buyurdu. Bundan kasıt, dinin iki kaynağıdır. Zira sünnetin meşruluğu da Kur’an-ı kerimden gelir.  Bunun sebebi, Peygamber Efendimizin bu sözü hastalığın şiddeti ile söylediğine zâhip olmalarıydı. Onu üzüp yormak istemediler. O da zaten vazgeçti. Lazım olsa, muhakkak isterdi. O zaman getirirlerdi. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, Mektubat’ında bu kırtas hâdisesini güzel anlatıyor.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Peygamber Efendimizin kendisine herhangi bir vahiy gelmeden bir şeyi haram kılma salahiyeti var mıdır? Mesela altının erkeğe haram kılınması vahiyle mi olmuştur, yoksa peygamberimiz bunu hoş karşılamadığı için kendisi mi haram kılmıştır?
    Cevab: Peygamber’in emir ve yasak koyma salahiyeti vardır. Tıpkı Kur’an-ı Kerim gibi bir şeyi helal veya haram edebilir; farz kılabilir. Bunların vahiyle olduğuna şüphe yoktur. Vahy dışındaki işleri, sözleri, sünnet-i zevâidi bildirir. Bunlarda örfe uyulur.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Ders kitabımızda sahabeden fetva verenlerin sayısının mahdut olduğu yazıyor. Hepsi müctehid değil midir?
    Cevab: Bu mesele ihtilaflıdır. Hepsi muctehid ise de, tamamı ictihad etmeyip, ictihad eden yüksek sahabilere uymuştur. Bir müctehid, ictihad etmiş ise başka müçtehide uyamaz; etmemiş ise veya zaruret varsa uyabilir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: İki kıymetli fıkıh kitabının birinde caiz değil, diğerinde caiz dediği bir meselede neye göre hareket etmek lâzımdır?
    Cevab: Takva kaçınmaktır.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Hanefî mezhebine göre sünnet-i müekkede, vâcib mi demektir?
    Cevab: Hayır. Ayrı hükümlerdir.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Cessas, Fusul adlı eserinde recmi inkar edenin küfre değil, bidate nisbet edileceğini beyan ediyor. Zira bu meyanda gelen rivayetler her ne kadar mütevatir olsa da, namaz oruç gibi herkesin zarureten bildiği hususlar değildir diyor. 52 sahabenin naklettiği recm hususunu inkar hakkında net hüküm nedir?
    Cevab: Mesele mütevâtirin tarifi ve bunun inkârı ile küfre nispet edilip edilmeyeceği ile alakalıdır. İhtilaflı bir husustur.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Bugünlerde popüler olan İslâmiyetin güncellenmesi hakkında ne söylenebilir?
    Cevab: Örf ve âdet ile sabit olan hükümler, bu örflerin değişmesiyle değişebilir.  Ama nass ile, yani âyet ve hadislerle sâbit hükümler asla değişmez. Benim İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı kitabıma bakınız.
  • Sual: Gazete yazınızda geçen, “Kadınlara bir şey soracağınız, onlardan bir şey isteyeceğiniz zaman, hicab  (perde)  ardından isteyin. Bu sizin de, onların da kalbleri için daha hayırlıdır” (Ahzâb, 53) meâlindeki âyet-i kerime, Hz. Peygamberin hanımları hakkındadır. Hz. Peygamber’in ondan sonra kadınlarla görüşmediğine dair bir bilgi mevcut değildir. Buna ne dersiniz?
    Cevab: Hitap, Peygamberimizin hanımlarına olabilir; fakat hüküm umumidir. Nitekim bütün tefsirlerde, misal Kurtubî’de, Râzî’de böyle olduğu yazıyor. Âyet-i kerimeler muayyen bir şahıs veya hâdise için nâzil olmuş olabilir. Bu, hükmünün umumi olmasına tesir etmez. Ancak modernistler âyet-i kerimeleri belli şahıslara tahsis ederek hükümlerinin sınırlarını daraltmak veya tamamen ortadan kaldırmak istemektedirler. Yazıda, âyet-i kerimenin tercümesi değil; meali, yani hükme delalet eden tefsiri verilmiştir. O da kadınların, erkeklerle zaruret olmadan konuşmasını açıkça yasaklıyor. Bunun üzerinde icma hâsıl olmuş; asırlar boyu Müslümanlar bu âyet-i kerimeyi bu şekilde tatbik etmişlerdir. Bir popüler gazete makalesinde de ancak bu şekilde verilebilir. Mevzudan bahsediliş maksadı, Müslümanların asırlar boyunca tatbik ettikleri bu âdetin, şer’î menşeini vermektir. Uzun uzadıya tefsir ve fıkh tahlilleri yapmak değildir. Gazete zaten bunun yeri değildir. Hazret-i Peygamber bu hicab ayetinden sonra da icab ettiği zaman hanımlarla konuşmuştur. Mesela Mekke'nin fethinde kadınlardan biat almıştır. Fakat kadının sesinin avret olduğunu söyleyen fukaha bile, fetva sormak, mahkemede şahitlik yapmak gibi hususlarda kadınlarla zaruret miktarı konuşmaya izin vermiştir. O, bu âyet-i kerimenin hükmünün  istisnasıdır.
  • Sual: Bir müctehidin i’tikâd bilgilerinde ictihad yaparken yanılması nasıl oluyor? 
    Cevab: İctihad meselesinde kelâm ile fıkıh aynı mesabededir. Kelâm meseleleri de fıkıh meseleleri gibi ictihad yolu ile çıkarılır. Her ikisinde de zarurat-ı diniyyeden olan hususlarda ictihad olmaz. Onlar zaten açık nass ile beyan edilmiştir. Açık olmayan nasslarla beyan edilenler ictihada ihtiyaç gösterir. Mesela kadından peygamber var mıdır yok mudur? Peygamber tebligatı kendine ulaşmayan kimse imandan mı amelden mi mesuldür? Bu gibi hususlar ictihad götüren hususlardır. İmam Mâtürîdî bir türlü ictihad etmiş; İmam Eş’arî başka türlü ictihad etmiştir. Yani kelâmî meselelerde de ictihad olur. İctihad olmaz denilen şey, âmentünün altı esasıdır. Ehl-i sünnet bir tanedir. Ehl-i sünnet itikadının bazı meselelerinde kelâm âlimleri ihtilaf etmiştir. İmam Mâtürîdî ve Eş’arî, bunların en mühimleridir. Başka kelâm âlimleri de vardır. Bunlardan herhangi birinin sözüne uyumanın zararı yoktur. Müslüman bir meselede Mâtürîdî, bir başka meselede Eş’arî gibi inanabilir. Nitekim İmamı Rabbanî Hazretleri böyle bildiriyor. Bu, insanı Ehl-i sünnetten çıkarmaz.
  • Sual: İctihad ile ictihad nakzolunmaz kaidesine göre bir mesele hakkında 50 farklı ictihad olsa, bir müminin her meselede kolayına gelen ictihad ile amel etmesi caiz midir?
    Cevab: Herkes kendi mezhebinin sahih, meşhur ve râcih kavli ile amel eder. Sıkışırsa, zaruret varsa kendi mezhebinin zayıf kavliyle veya bir başka mezhebin sahih kavliyle amel edebilir. Kolayına gelen kavil ile amel etmek caiz değildir.
    19 Eylül 2018 Çarşamba
  • Sual: Kadının erkeğe ve erkeğin kadına benzemesi yasaklanmıştır; ama bu benzemenin detayları hususunda her ayrı şey için nass olamayacağına göre, zamana, örfe, âdete göre değişmez mi?
    Cevab: Şeriata aykırı örfler, hiçbir zaman meşru örf olmaz. Pantolon her zaman erkek kıyafetidir. Kadınların tamamı giyse, kadın kıyafeti olmaz.
    2 Kasım 2018 Cuma
  • Sual: Din dersi hocamız, “İbadetler arasında kıyas olmaz; bu yüzden, namazın kazası orucun kazasına kıyas edilemez. Peygamber efendimiz uyku ve unutma dışında namazın kazası ile alakalı bir söz söylememiştir. Mecelle 15’e göre; Alâ hilâfi’lkıyas sâbit olan şey sâire makîsün-aleyh olmaz” dedi. Kafam karıştı. Ne dersiniz?
    Cevab: Fıkıhta kıyas vardır; ibadetlerde kıyas vardır; haramlarda kıyas vardır. Kıyası inkâr, insanı Ehl-i sünnetten çıkarır. Peygamber efendimiz bizzat kıyas yapmıştır. “Babam hacca gidecekti, gidemedi” diyene, “Sen onun yerine git! Borcu olsa ödemez miydin?” buyurdu. Kaza namazı, kaza orucuna kıyas edilmiştir. Peygamber efendimizin ve sahabilerin kasten namazı kazaya bırakması zaten düşünülemez. Bunun aksini inkâr eden kimse İbni Teymiye’nin yolundadır. Mecelle’nin o maddesi, kıyasın hilâfına sâbit olan bir şeye başka şeyler kıyas edilemez demektir. Yoksa kıyasa mahal olan bir şeye kıyas elbette yapılır. Oruç kazası kıyasa muhalif değildir. Kaza, edanın yerine bedeldir.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: Osmanlı padişahları kendi başlarına bir emir verip idam etme salahiyetine sahip midir?
    Cevab: Şer’î hukuk, hükümdara ve hâkime siyaset cezası vermeyi salahiyet olarak tanımıştır. Bu ceza, ölüm bile olabilir. Padişah, dine ve millete zararlı olan bir kimseyi cezalandırılabilir; idam ettirebilir. Buna siyaseten katil veya ta’zir bil katl derler.Padişah, kazâ/yargı ve bütün hâkimleri tayin etme salahiyetine sahiptir. Başkadı mevkiindedir.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: “Şer’î hükümlerin delili dörttür: Birincisi sübûtu ve delili, kat’î olandır. Bununla, farz ve haram tahakkuk eder. İkincisi, sübûtu kat’î ve delîli zannî olandır. Üçüncüsü, sübûtu zannî ve delîli kat’î olandır. İşbu ikisi ile vâcib ve mekruh sabit olur. Dördüncüsü, sübûtu ve delîli zannî olanıdır. Bununla, sünnet, müstehab ve tenzîhen mekrûh sâbit olur.” Sübûtun veya delilin, kat’î veya zannî olması ne demektir?
    Cevab: Sübûtun kat’î ve zannî olması onu rivayet edenlerin hâli ile alâkalıdır. Delâletin kat’î ve zannî olması, nassın açıkça o farz, haram, mekruh veya sünnete işaret ediyor olmasıdır. Yani nasstan açıkça o dinî hüküm anlaşılıyorsa, delâleti kat’î; değilse zannîdir. ‘Rabbin için namaz kıl ve hayvan boğazla’ âyetinin sübûtu kat’îdir; çünkü Kur’an âyetidir. Ama delâleti zannîdir. Hangi namaz ve hangi hayvan boğazlama olduğu beyan edilmemiştir. Onun için farzı değil, vâcibi veya sünneti bildirir.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Fıkıh kitaplarında geçen “mekruhtur” ve “kerahetle caizdir” tabirleri arasında bir fark var mı?
    Cevab: İkisi de aynı şeydir. 
    19 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: Selefiler, namazda her tekbirde elleri kaldırmanın sahih hadislere dayanmasından dolayı “Ebu Hanife mi daha iyi bilecek Resulullah mı? Mezheb taassubu yapmayın” diyor. Bunlara nasıl cevap vermeliyiz?
    Cevab: Resulullah’ın elini kaldırmadığına dair sahabeden rivayet, kaldırdığına dair rivayetten daha kuvvetli olduğu için Ebu Hanife de elini kaldırılmamıştır ve el kaldırmayı men etmiştir. elini kaldırdığına dair rivayetler mensuhtur veya hususî bir sebebe mebnidir, şeklinde tefsir olunmuştur. Bu, usulden haberi olmayanlara yakışan cahilce bir sözdür.
    8 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: Abdullah bin Ömer gibi bazı sahabilerin ibadetlerle alâkalı kendi rivayet ettikleri bazı hadislere aykırı hareket ettikleri doğru mudur?
    Cevab: O hükmün, emr-i vücûbî (yani farz veya vâcibi) bildirmediği anlaşılıyor.
    8 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: İslâm hukuku kitabınızda “Eshab-ı kiramın üstünlük cihetinden sıralanması, bunların hukukî rivayetlerinin değeri cihetinden ehemmiyet taşır” demişsiniz. Hukukî rivayetlerinin değerinden kasıt nedir?
    Cevab: Rivayet ettiği hadis-i şeriflerin helal ve haramı bildirme hususiyeti cihetiyle farklıdır.  Yani daha üstün bir sahabinin rivayet ettiği hadis, daha aşağı derecedeki bir sahabinin aynı sıhhatteki rivayetine tercih edilebilir.
    15 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: Kur’an ve sünnet aslî delil olduğuna göre, İslâm hukukunda icma ve kıyas niçin fer’i delillerden sayılmıyor da, aslî delillerden sayılıyor?
    Cevab: Kur’an, sünnet, icma ve kıyas, ehl-i sünnetin üzerinde ittifak ettiği delillerdir. Bu cihetle aslî delillerdir. Diğer deliller fer’îdir. Ama icma ve kıyas, âyet ve hadise dayandığı için bu cihetle aslî değil; aslî delile tâbî delildir.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Hukuki hüküm verirken İmam-ı azam ve İmameyn’in farklı görüşleri varsa, hangisi tercih edilir?
    Cevab: Hangisi müftabih ise, yani sonra gelen tercih ehli âlimler hangisini sahih bulmuşsa onunla amel edilir. Böyle olmayanlarda, ibadetlerde İmam-ı Azam, muhakeme ve muamelatta ise İmameyn’e uyulur.
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Zevce vefat edince, zevciyet kalktığına göre, Hazret-i Fatıma’yı zevcinin yıkamasını nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Bu, Hanefî mezhebinin hükmüdür. Takdir edersiniz ki, Hazret-i Ali Hanefî değildir. Onun ictihadına göre caiz olduğu anlaşılıyor. Resulullah ve sahabe devrinde şeriat daha yeni kurulmaktadır.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Mizanü’l-Kübrâ’da,  “Azimeti yapabilecek olanın, ruhsatla uğraşması, din ile oynamak olur” yazıyor. Bu ne demektir?
    Cevab: Kaviller arasında kolay olanı araştırmak men ediliyor. Yoksa azimet de ruhsat da dindendir. Hangisine uyarsa, dine uymuş olur.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Farzla haram, sünnetle mekruh veya vâcible mekruh çakışırsa ne yapmak gerekir?
    Cevab: Hükmü ağır olan tercih edilir. Haram işlememek için farz; mekruh işlememek için sünnet terk edilir. Tahrimen mekruh işlememek için vâcib terk edilir.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Usûl-i Fıkh hocasız okunabilir mi?
    Cevab: Hocasız zor ise de ehil hoca bulmak daha zordur. Mir’at ve Mecâmi ile şerhleri en iyisidir. Türkçe usul kitabı da çoktur. Hemen hepsi birbirine benzer.
    11 Aralık 2019 Çarşamba
  • Sual: Peygamber namazı sahabenin gözü önünde kıldığı halde, bir takım ihtilaflar olmasını nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Peygamberimizin sünneti farklı kişiler tarafından farklı kısa rivayetlerle sonraki nesillere nakledilmiştir. Bunların tabir ve tefsiri sebebiyle ihtilaflar ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu farklı tatbikat aynı zamanda azimet ve takvayı ifade eder. Bir müctehid azimeti, diğeri takvayı esas almıştır.
    4 Ocak 2020 Cumartesi
  • Sual: Kıyasla, ictihadla, icma ile ve sünnetle sabit olan farzlar ve haramlara, Allahü tealanın emir ve yasaklarıdır demek uygun olur mu?
    Cevab: Evet. Çünki hepsi meşruluğunu Kur’an-ı kerimden almaktadır.
    2 Mart 2020 Pazartesi
  • Sual: İslam Hukuku kitabınızda  kuyuya fare düştüğünü daha sonra öğrendikleri için Ebu Yusuf’un İmam Mâlik’in içtihadına göre hareket edip namazı iade etmediğini yazmışsınız. Başka yerde de bir mezhebi taklit ederken o mezhebin şart ve müfsidlerine uymak lazım geldiğini yazmışsınız. Şu halde Ebu Yusuf, İmam malik mezhebine göre abdest almadığı halde nasıl onun içtihadını taklit etti?
    Cevab: Belki gusül abdesti Maliki mezhebine göre sahih idi. Sonra bu namaz Cuma namazı olup, tekrarı mümkün değildi. Yani burada bir zaruret mevzubahistir.
    7 Mart 2020 Cumartesi
  • Sual: Hazreti Peygamber eshabına senelerce her gün günde 5 vakit namaz kıldırmasına rağmen namazın kılınışında mezhepler arasındaki ihtilaflar nasıl ortaya çıkabiliyor?
    Cevab: Resulullah’ın farklı tatbikatları vardır. Veya aynı tatbikat farklı tefsir edilebilmektedir. Bizzat Allah ve Resulü böyle olmasını istemiştir. Ümmetin âlimleri arasındaki ihtilaf, müminlere rahmettir.
    16 Nisan 2020 Perşembe
  • Sual: Nassın iktizası, iltizamı, ibaresi, işaresi, delaleti ne demektir?
    Cevab: Kur'an-ı kerîmdeki ahkâm üç kısımdır: Birinci kısım hükümleri ilim ve akıl sahibi kimseler nassın mantuku (söylenişi) ile, bir başka deyişle, nassın ibâresi, işâreti, delâleti, tazammunu, iltizâmı ve iktizâsı ile kolayca anlayabilir. Yani her âyette bu altı cihetten çeşitli mânâ ve hükümler vardır. Bunu tefsir ilmi bildirir. Nass, mânâları açık ve meydanda olan âyet ve hadîsler demektir.

    Nassların lafızları hangi mânâya delâlet ettikleri ve ne maksadla söylenildiklerini işitenlerin anlamaları cihetinden ibâre, işâret, delâlet, tazammun, iltizam ve iktiza kısımlarına ayrılır:

    Delâle bi’l-ibâre’de, yani ibârenin delâletinde, lafzın doğrudan delâlet ettiği mânâ mevzubahistir. "Allahın verdiği bu ganîmet malları, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah’tan bir lutf ve rızâ dileyen, Allah’ın dinine yardım eden fakir muhâcirlerindir" meâlindeki âyet-i kerimenin (Haşr: 8) ibâresinden, muhâcirlerin ganîmette hakları olduğu anlaşılır.

    "Zekât müslümanların fakirlerine verilir" hadîsinin ibâresinden, zekâtın sadece müslümanların fakirlerine verileceği anlaşılır. Delâle bi’l-işâre’de, yani işâretin delâletinde, lafzın, ibâresinden çıkan hükme değil, bu hükümden hareketle, dolaylı olarak anlaşılan hükme delâlet ettiği kabul olunur. Bakara sûresinin 275. âyet-i kerimesinde, Allah’ın beyʽi (alışverişi) helâl; fâizi haram kılmasında, beyʽin helâl, fâizin haram olmasına işâret ve “Alışveriş de fâiz gibidir” diyenlere cevap vardır. Bebeğin anne bedeninde taşınması ve sütten ayrılmasının otuz ay sürdüğü bildirilen âyet-i kerime (Ahkâf: 15) ile çocuğun sütten kesilmesinin iki yıl süreceğinin bildirildiği âyet-i kerimeden (Lokman: 14), hâmileliğin asgari müddetinin altı ay olduğuna işâret vardır.

    Delâlet-i nassda, yani nassın delâletinde, sözün maksadı tek başına lafızdan anlaşılmaz. Hükmün konuluş gayesine bakmak gerekir. Delâlet, yol göstermek demektir. İsrâ sûresinin 23. âyetiyle anne ve babaya öf bile denmemesi (usanç gösterilmemesi) emredilmiştir. Buna, anne ve babaya eziyet etmemek, dövmemek de girer. Bir başka deyişle öf demek yasaklandığına göre, başka türlü eziyet etmek haydi haydi yasaktır.

    İktizânın delâletinde ise, lafzın doğru anlaşılması için ibârede yer almamış bir mânâya delâlet ettiği kabul olunur. İktizâ, gerekmek mânâsına gelir. Nisâ sûresinin 23. âyet-i kerimesindeki (meâlen), "Analarınız, bacılarınız size haram kılındı" sözü, bunlarla evlenilmesinin haram kılındığını iktizâ eder. Mâide sûresinin 3. âyet-i kerimesindeki (meâlen), "Size leş, kan ve domuz eti haram kılındı" sözü, yenilmesi ve faydalanılmasını iktizâ eder. Yusuf suresinin 82. âyet-i kerimesindeki "Köye sor!" meâlindeki söz de, "köy halkına sormayı" iktizâ eder. Hazret-i Peygamber’in, "Ümmetimden yanılma, unutma ve korku kaldırılmıştır" meâlindeki hadîsi, unutma ve yanılma günahının kaldırılmasını iktizâ eder; yoksa bu hallerde kaçırılan amelin kazâsı veya verilen zararın tazmini bâkidir. Hazret-i Peygamber'in "Benden sonra eshâbımdan Ebû Bekr ve Ömer'e uyunuz!" sözü ile "Benden sonra Hülefâ-i râşidînimin yoluna sarılınız!" sözü bir araya getirilince bu ikisinin iktizâsından Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer'in halîfe olacağı anlaşılmaktadır. "Köleni şu kadar kuruşa benim namıma azat et!"sözü, "Köleni şu kadar kuruşa bana sat, sonra azat edeyim" sözünü iktizâ eder.

    Tazammun-ı nassda, yani nassın tazammununda, meselâ "Bu malı kimseye vermem!" sözünden ‘Zeyd'e de vermem!’ anlaşılır. Tazammun, zımnında olmak, bir şeyi ihtivâ etmek demektir. Yine bir kimse kefâlet ve âsaleten borçlu olduğu bir şahıstan kefâlet olan deyninden kendisini ibra etmesini talep edip de o şahıs cevabında "Sende olan her hakkımı ibrâ ettim!" dese, gerek kefâlet olan borcundan ibrâ ettiği ibâre ve tazammun yoluyla; asıl borçtan ibrâ ettiği ise tazammun ve işâret yoluyla anlaşılır.

    İltizâm-ı nassa, yani nassın iltizâmına gelince, meselâ Bakara sûresinin 233. âyet-i kerimesinin ibâresinden evlâdını emziren annelerin nafakası mevlûdün leh (çocuğun doğmasına vesîle olan kimse, yani baba) üzerine olduğu anlaşılır. Mevlûdün leh tâbirinin kullanılıp da, vâlid (baba) tâbirinin kullanılmamış olması, nikâhı altında doğan çocuğun nesebinin kendisinden sübûtunu (sâbit olduğunu) iltizâm eder. İltizam, lâzım kılmak, gerektirmek demektir. Yukarıda geçen ve ibâresiyle ganîmetlerin muhâcirlerin fakirlerinin hakkı olduğunu beyan eden âyet-i kerimede, muhâcirlerin fakirlikle vasıflandırılması, muhâcirlerin dârülharbde (o zaman için Mekke’de) terk ettikleri emlâkin mülkiyetlerinden çıktığını iltizâm eder. Eğer mülkiyetlerini kaybetmemiş olsalardı, muhâcirlerin umumî olarak fakirlikle vasıflandırılmaları muteber olmazdı.

    Bu tefsir kâidelerinin hepsini bir âyet-i kerîme üzerinde tatbik etmek gerekirse: Kur’an-ı kerîmde, “Rabbin, yalnız kendisine ibâdet etmenizi ve ana babaya iyilikte bulunmanızı buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlıyacak olursa, onlara karşı “öf” bile demeyesin. Onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin” âyeti (İsrâ: 23) vardır. Bu âyet-i kerimenin ibâresinden anlaşılan, ana-babaya karşı “öf” kelimesinın kullanılmayacağıdır. Bu âyet-i kerimenin işâret ettiği bir şey vardır. O da, ana-babanın kalbini kıracak kelimeleri kullanmamaktır. Bu âyet-i kerimenin delâlet ettiği mânâ, ana-babanın kalbini kıracak hiç bir şey yapılmamasıdır. Bu âyet-i kerimenin tazammun ettiği, altında bulundurduğu bir başka mânâ vardır: O da ana-babayı dövmemek, öldürmemektir. Bu âyet-i kerimenin iktizâsı ise ana-babaya iyilik etmektir. Bu âyet-i kerimenin iltizâm ettiği şey ise, ana-babayı gücendirmenin felâkete; onların kalblerini almanın ise saadete sebep olduğudur.

    16 Nisan 2020 Perşembe
  • Sual: Mezhep taklidi sadece 4 mezhepte mi olur? Mesela bir insan bir meselede İmam Evzâî’inin ictihadını taklid edebilir mi?
    Cevab: Hayır, çünkü 4 mezheb dışındaki müctehidlerin ictihadları sahih ve mazbut bir şekilde nakledilmiş değildir. 
    3 Mayıs 2020 Pazar
  • Sual: Gümüş artık eskisi kadar değerli olmadığından, nisap altına göre tayin ediliyorsa, bu, nisabın taabbüdî olmadığını göstermez mi?
    Cevab: Taabbudî, ibadetlerle alakalı olup, insan aklıyla anlaşılamayacak hükümler demektir. Nisap hakkında açık hadis-i şerifler vardır. Bunu değiştirmek herkesin harcı değildir. Gümüşün kıymeti düşmüş, ama altın böyle değildir. Şu halde böyle bir değişikliğe hacet yoktur. bunu yapabilecek babayiğit bir müctehid de mevcut değildir.
    17 Ocak 2020 Cuma
  • Sual: Farzlar Kur’an-ı kerim ile sabit olduğu halde, mesela Şâfiî mezhebinde namazda fatihanın okunması farz iken, Hanefi’de vacip olması gibi farklı hükümlerin sebebi nedir?
    Cevab: Farzlar, sadece Kur’an-ı kerim ile değil, daha fazla sünnetle, ayrıca icma ve kıyasla sabit olur. Bu farklı hükümlerin sebebi, ictihad, tefsir farklılığıdır.
    17 Mayıs 2020 Pazar
  • Sual: İslâm hukukunun dördüncü kaynağı olan kıyas kaç çeşittir?
    Cevab: Kıyas-ı celî ve kıyas-ı hafî olmak üzere ikiye ayrılır. Kıyas-i celî fıkhın 4. kaynağıdır. Hükmü bilinmeyen bir meseleyi, nasslarda hükmü bildirilen bir meseleye benzeterek çözmek demektir. Kıyas-ı hafî ise istihsanın başka bir türüdür. Kıyas-ı celî meseleyi hakkıyla çözmeye kâfi gelmezse, örf, zaruret ve maslahat sebebiyle daha uzak bir kıyasla mesele halledilir. Bazen kitaplarda ictihad için de kıyas tabiri kullanılır. İctihad, kıyastan daha geniştir. Nassları tefsir ve tevil ederek hüküm çıkartabilmek demektir.
    24 Mayıs 2020 Pazar
  • Sual: Kur’an-ı kerimde geçmeyen bir husus için bazı kitaplarda nasıl farz veya haram diyebiliyor?
    Cevab: Bir şeyin farz olup olmadığını fıkıh kitapları, yani müctehid âlimler bildirir. Bir şey Kur’an-ı Kerim’de emredilir, ama farz olmayabilir; bir şey hadis-i şerifle emredilir ama farz olabilir. Cenab-ı Peygamber de, şâridir; yani helal ve haram yapabilir. Bunu, Kur’an-ı kerim beyan buyuruyor. Müctehid âlimler de, kıyas yaparak bir şeyin haram veya farz olup olmadığına karar verebilirler.
    24 Mayıs 2020 Pazar
  • Sual: Kanın abdesti bozduğunda mezhepler arasında ihtilaf vardır. Her hususu Efendimize arz eden sahabe, abdest gibi mühim bir hususta neden sual sormadılar?
    Cevab: Kan, Hanefi mezhebinde abdesti bozar. Hanbelî'de az ise bozmaz. Diğer iki mezhebde hiç bozmaz. Dârekutnî’nin Temim Dârî’den rivayet ettiği “Her akan kandan ötürü abdest almak vardır” ve İbni Mâce’nin Âişe’den rivayet ettiği “Kim namazda iken kusar veya burnundan kan gelirse, abdest alsın” hadis-i şerifleri, Hanefîlerin delilidir. Hanbelîler, İbni Abbas'ın "Kan fazla olursa, abdest gerekir" sözünü delil alır. Diğer müctehidler ise, yine Dârekutnî ve Beyhakî’de geçen “Resulullah kan aldırdı ve abdest almadan namaz kıldı” hadis-i şerifini delil alırlar. Hanefîler bunu mensuh sayar veya tevil eder.  Ashab-ı Kiram, o kadar edepli idiler ki, Hz Peygamber'e sual sormaya çekinirlerdi. İcap edeni Resulullah söylerdi. Belki de sordular; zamanımıza kadar ulaşmadı. Mezhep imamları Hz Peygamber’in farklı tatbikatından farklı neticelere varmıştır. Zaten Şâri de böyle istemektedir. Ümmetin âlimlerinin ihtilafı, rahmettir. Kan mutlak bozuyor olsaydı, Müslümanların işi zor olurdu. Böyle olmasında da bir hikmet vardır.
    5 Haziran 2020 Cuma
  • Sual: Kazai hüküm ile diyani hükmün farkı nedir?
    Cevab: Diyânî, Allah ile kul arasında demektir. Kazâî ise mahkeme huzurunda demektir. İkisi ayrıdır. Mesela zevcesini hataen boşayan kimse diyaneten boşanmış olmaz; ama iki şahit duymuşsa ve kadın mahkemeye intikal ettirmiş ise, kadı boşanmaya hüküm verir. Birincisi diyanî, ikincisi kazaîdir. Kazaen talep edilen haklar kazaidir; değilse dinidir. Şahitsiz veya senedsiz borç dini bir borçtur; kazai değildir. Zira mahkemeye gidilse, kadı şahit ve sened olmadığı için borcun ödenmesine hüküm veremez.
    20 Haziran 2020 Cumartesi
  • Sual: İmam Ebu Hanife, “Verdiğimiz hükmün delilini bilmeden buna göre fetva vermeyin” dediği doğru ise, nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Bunu, talebelerine, yani kendi gibi müctehid olanlar için söylemektedir.
    23 Haziran 2020 Salı
  • Sual: Bu gün dini mevzularda çok farklı sözler var. Bunların doğrusunu eğrisini kim tashih edecektir?
    Cevab: Fıkıh kitaplarına tâbi olmalıdır. 
    9 Temmuz 2020 Perşembe
  • Sual: Dört mezhepten birinde bulunan kimse, kendi mezhebi imamının daha üstün olduğunu bilmezse, o mezhebe uyması sahih olmaz ibaresinin manası nedir?
    Cevab: Aksi takdirde doğru bilmediği bir şeye uyumuş olur ki kendiyle tenakuza düşer. Kimse içtihadını beğenmediği birini taklit etmez. Diğerleriyle mukayese yapmaya da gücü yetmez.
    21 Temmuz 2020 Salı
  • Sual: Çocuğun kime ait olduğu bilinmeyen hallerde, doğruluk nisbeti %99 olan DNA testine itibar edilemez mi?
    Cevab: DNA testinin nesebin tayininde hükmü yoktur. Şeriatin bu hususta kaidesi vardır. Çocuk kimin nikâhında doğduysa onundur. Bu çocuğun nesebini –kadın kabul etse bile- kimse iddia edemez. DNA neticesi değil,  sosyal kaideler mühimdir.  Şer’î hukukta kamera görüntüsü, ses kaydı, fotoğraf da delil değildir; belki karine sayılır. 
    20 Ağustos 2020 Perşembe
  • Sual: Günümüzde içtihat kapısı kapanmış mıdır?
    Cevab: Modernist literatürde, hicri IV. asırdan itibaren ictihad kapısının kapatıldığı ve fıkıh dünyasının büyük bir taassuba gömüldüğü iddiası ortaya atılmıştır. Halbuki ictihad kapısı kapatılmış değildir. Zira bunu kapatmaya kimsenin salahiyeti yoktur. Ancak bazı sebeplerle artık Ebu Hanife, İmam Malik gibi mutlak müctehid yetişmemiştir, yani mutlak ictihad kapısı kendiliğinden kapanmıştır. Buna ihtiyaç da kalmamıştır. Çünki müctehidler kıyamete kadar vuku bulacak pek çok meselenin hükmünü bildirmiştir. Ortaya çıkan yeni meseleler, müctehidler tarafından halledilmiş meselelere kıyas edilerek hallolunmuştur. Yani mutlak müctehid yok ise de, mezhebde müctehid bulunmasına engel de yoktur.
    1 Eylül 2020 Salı
  • Sual: Para vakıfları meselesinde İmam Ebu Yusuf ve Züfer’in kavilleri arasındaki telfik nasıl cereyan ediyor?
    Cevab: Ebu Yusuf’a göre vakıf bağlayıcıdır; Züfer’e göre değildir. Ebu Yusuf’a göre menkul vakfı sahih değildir; Züfer’e göre sahihtir. Böylece Osmanlılarda mezhep içindeki iki imamın kavli birleştirilerek bağlayıcı para vakıfları kurulmuştur.
    8 Eylül 2020 Salı
  • Sual: İslâm hukukuna göre buluğ çağının tarifi nedir? Yalnızca fiziksel olgunluğa erişmiş olmak kâfi midir?
    Cevab: Erkeğin ihtilam olması; kadının hayız görmesidir. Bu ibadetler ve cezalar için ehliyet demektir. Ama mali hususlarda, ayrıca rüşd, ayni malını yerli yerinde kullanabilme kabiliyeti aranır. Bu ne zaman hâsıl olursa, o zaman reşid sayılır ve malı kendisine verilir.
    28 Eylül 2020 Pazartesi
  • Sual: Kıyası delil olarak kabul etmeyenler, karşılarına yeni bir hadise çıktığı zaman neye göre fetva veriyorlar?
    Cevab: Zayıf hadislerle ve zarureten kıyas yaparak; ama buna kıyas demeyerek.
    28 Eylül 2020 Pazartesi
  • Sual: Zeydan, el-Veciz’de mütekellimîn metodunu kabul eden mezhepleri sayarken Mâlikî, Şâfiî, Mutezilî ve Caferî diyor; Hanbelîleri saymıyor. Bunlar nasıl bir metod takip etti?
    Cevab: Hanbelîlerin kendilerine mahsus bir usulleri olmamış, hatta kıyas ve sair ameliyelerden mümkün mertebe uzak durmuşlardır. Bu sebeple Hanbelîyi müstakil mezhep saymayanlar bile vardır. Ahmed bin Hanbel’in talebeleri, hocalarının içtihatlarını tesbit ederek, bundan usulünü çıkarmaya çalışmışlar; bu sebeple Hanbelî mezhebinin mazbut bir usulü olmamıştır. Sonraki Hanbelî uleması, Şâfiî usulüne meyletmiştir. Nitekim İbn Kudâme, Ravdatü’n-Nâzır adlı usul-i fıkh itabında, Şâfiî fukahasından İmam Gazalî’nin el-Mustasfâ’yı esas almış; neredeyse tamamını hülasa etmiştir.
    29 Eylül 2020 Salı
  • Sual: Bazı şeyler Şâfiî mezhebinde farz veya haram; ama Hanefî’de değil. Haram ve farzın inkârı küfürse bu nasıl oluyor?
    Cevab: Bir şeyin haram veya farz olduğu nassa dayalı ve âlimler tarafından ittifakla kabul edilmişse, o zaman inkârı küfr olur. İctihadî ise, yani kıyasa istinaden haram veya farz denilmiş ise zaten küfr olmaz.
    3 Aralık 2020 Perşembe
  • Sual: Cenab-ı Peygamber zamanındaki ahkâmın hepsi vahye istinad ettiği için kati olup, farzı bildiriyor. Halbuki kitaplarda Peygamber’in sünnet olarak yaptığı işlerden bahsediliyor. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Ef’al-i mükellefin ile bir hükmün delili başka şeydir. Âyet ve sünnetle sabit olan bir şey, farz veya haram olabilir; müstehab veya mekruh olabilir. Âyet-i kerime ve mütevatir hadisi inkâr küfrdür. İster farza ve harama, isterse sünnet veya mekruha delalet etsin. Kıyas ile da farz ve haram olabilir. Ama zaruriyyat-ı diniyyeden (dinin zaruri bilgilerinden) olduğunda icma yoksa zan bildirir, inkârı küfr değildir.
    3 Aralık 2020 Perşembe
  • Sual: İslam hükümleri içerisindeki şaz görüşlerden birinin en doğru görüş olması mümkün müdür?
    Cevab: Şâz kavil, icmaya uymayan, gelişi de zayıf olan kavillerdir. Bu sebeple hükme esas alınamaz.
    8 Aralık 2020 Salı
  • Sual: Reye müracaat ne demektir?
    Cevab: Hakkında nass, ayni açık ayet ve hadis olmayan meselede, kıyas yapmak, yani hükmü belli bir başka meseleye benzeterek, hükmü belli olmayan meseleyi çözmek demektir.
    15 Aralık 2020 Salı
  • Sual: Müellefe-i kuluba zekât verilmesi Kur'an-ı kerimin emri iken Hazret-i Ömer'in bunu durdurduğu doğru mudur?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde zekâtın sekiz insana verileceği beyan buyuruluyor: Fakirler, miskinler, âmiller (zekât tahsildarları), mükâtep köleler, borçlular, yolda kalmışlar, Allah yolunda mücahede edenler ve müellefe-i kulûb (kalbi islama ısındıracak olanlar)

    Müellefe-i kulûb, Kureyş’in büyükleri ile Arab kabilelerinin ileri gelenlerinden bazı kimselerdir. Resûlullah aleyhisselâm, âyet-i kerîme istikametinde bunlara zekâttan hisse verirdi. Bunlar üç kısımdı: 1) Resûlullah zamanında yeni müslüman olup gönlünde İslâm nurunun iyice yerleşmesi istenenler. 2) Henüz müslüman olmayıp da kalbi İslâmiyete ısındırılmak lâzım gelenler. 3) Münâfıklardan olup şerlerinden sakınılmak istenenler.

    Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra bunlara zekât verilip verilmeyeceği meselesi, ulemâ arasında ihtilâf mevzuu olmuştur. Cumhur (ulemanın ekserisi), verilmeyeceğine kâildir. İmam Şâfi̔î’nin iki kavlinden birine göre lüzumu hâlinde verilebilir. Resûlullah’ın irtihalinden sonra bunlar Halife Ebû Bekr’e gelip, ellerindeki hisselere dair yazıların tecdidini istediler. Halife bunları maliye nâzırı Hazret-i Ömer’e havâle etti. O da bunları geri çevirdi. Halife, onun reyini tasdik etti. Mesele sahâbe arasında şâyi̔ olunca, hiç biri bunu red ve inkâr etmeyip icmâa hâsıl oldu.

    Tecrid Şerhi’nde diyor ki: “Bir hükm-i şer'î [şer'î hüküm], bir mânâ-i hâssa, bir sebeb-i mahsusa istinaden [hususî bir mânâ ve sebebe dayanarak] sâbit olursa, o mânâ-i hâssın, o husûsî sebeb ve illetin zehâbı ile [o sebeb ve illetin ortadan kalkmasiyle] hüküm de nihayete ermiş oluyor. Her hüküm, sebebi ile deverân ediyor [dönüp dolaşıyor]. Sebebin zevâl ve intihâsiyle [ortadan kalkması ve sona ermesiyle] hüküm de zâil ve müntehî oluyor [kaybolup sona eriyor].” (Zeynüddîn Zebîdî/ Kâmil Miras: Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 8.b, V/329.)

    Hazret-i Ömer’in, müellefe-i kulûba, yani kalbi İslâmiyete ısındırılacak olanlara zekât vermemesinin delillerinden en mühimi, “Zekâtı müslümanların zenginlerinden alıp, müslümanların fakirlerine ver!” meâlindeki Muaz hadîsidir. (Buhârî: Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9, Meğâzi 60, Tevhid 1; Müslim: İman 31; Tirmizî: Zekât 6; Ebû Dâvud: Zekât 4; Nesâî: Zekât 46.) Sünnet ile âyet hükmünün neshi Hanefî mezhebinde caizdir. Bu da ona misaldir.

    Nitekim “Müellefe-i kulûb ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerîmede emredilmiş iken, neye vermedin?” diye sorulunca, Hazret-i Ömer “Gayrımüslimlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allah’ın va’d ettiği zafer ve gâlibiyet başlamadan evvel, onların azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve âciz olmuştur. Şimdi bunların kalblerini mal ile kazanmağa lüzûm kalmamıştır” dedi. Ardından da müellefe-i kulûbun gayrı-müslimlerine zekât verilmesi emrini nesh eden, yani tatbikat zamanının bittiğini bildiren ve zekâtın ancak mü’minlerin hakkı olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi (Bakara: 273) ve Muaz hadîsini okudu. Bunun üzerine bu âyetin nesh edilmiş olduğu ve artık müellefe-i kulûba zekât verilmeyeceği hususunda icmâ̔ meydana geldi. Hazret-i Ömer’in hazîne emîni olduğu bu zamanda halife, Hazret-i Ebû Bekr idi; o da bunu kabul etti. Nitekim Kur’an-ı kerîm ilk zamanlarda düşmandan esir almayı yasaklanmış iken, sonradan Müslümanlar güçlenince, buna âyet-i kerîme ile izin verilmiştir.

    Kaldı ki, âyet-i kerimenin bu hükmü neshedilmemiş olsa bile bile, müellefe-i kulûb kalmayınca, zekâtın masrifinden (verileceği 8 sınıftan) bu sınıf düşmüş demektir. Hâlihâzırda bundan başka, rikâb (köle) ve âmil (zekât tahsildarı) sınıfı da yoktur. Âyet-i kerîmenin bu kısmı da neshedilmiştir denebilir mi? Ayağı kesik olan kimse için abdestin farzı dört değil, üçtür. İmam Muhammed’in eserlerinde: “Zekât sekiz sınıfa taksim edilir. Ancak müellefe-i kulûb artık ortadan kalkmıştır” der. (İmam Muhammed eş-Şeybânî: el-Asl, Dârü İbni Hazm, Beyrut 1433/2012, 142; el-Câmi̔u’s-Sagîr, Beyrut 1990, 124.) Bütün Hanefî fıkıh kitaplarında da böyledir.

    Halife Ömer bin Abdilaziz’in müellefe-i kulûba tekrar zekât vermeye başladığı iddiasına gelince: Ömer bin Abdilaziz böyle bir ödeme yapmıştır, ancak bunu beytü’l-mâlin zekât değil, başka kısmından ödemiştir. Nitekim ulemâdan, müellefe-i kulûbun gayrımüslim olan sınıfına, zekâttan değil, ganîmetlerin Resûlullah’ın hissesine düşen beşte birinden ödeme yapıldığını söyleyenler de vardır.

    Görülüyor ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması değil, onlara zekât verilmesi yasak edilmiştir. Kaldı ki, pek çok fetihlerin yapıldığı ve kalabalık grupların müslüman oldukları Hazret-i Ömer zamanında, müellefe-i kulûba zekât verilmesi ihtiyacı, Ömer bin Abdilaziz’in zamanından daha az değildi. Üstelik müellefe-i kulûbun kimler oldukları hususunda da ihtilaf vardır. İmam Şâfi̔î gibi birçok hukukçu, bunların yalnızca İslâm’a yeni girmiş kimseler olduğunu; ancak bugün kalmadığını söylemişlerdir.

    Ayrıca zekâtın verileceği yerlerden biri de âmil, yani zekât toplama memurudur. Kaynaklarda, zekât memurunun Hâşimî veya gayrımüslim olması hâlinde, bunların zekâttan bir şey alamaya-caklarını tasrih edilmiştir. Çünki Hâşimîlere ve gayrımüslimlere zekât verilmez. Sünnet, âyetin hükmünü tahsis ve takyid etmiştir.

    Yine denilebilir ki, eskiden zekâtı devlet toplar ve icab eden yerlere sarfederdi. Devletin zekât toplamadığı zamanlarda, insanların müellefe-i kulûbu tesbit etmesi çok zordur. Halbuki zekât, müslümanların her şart ve zeminde yerine getirmesi lâzım gelen bir vecibedir.

    Bazı müelliflere göre, bu kişiler, zekât fonundan değil, Bahreyn haracı veya bir arazinin gelirinden kendilerine tediye yapılmasını istemişlerdi. Bu sahih ise, o zaman mesele kökünden kalkar. Bunlar, Hazret-i Ömer’in kestiğinin, müellefe-i kulûba verilen zekât fonundan değil, beytülmâlin başka kaleminden yapılan ödemeler olduğunu; bunun da halifenin salâhiyeti dairesinde bulunduğunu söyler. Nitekim bu kişilerin isteyip Hazret-i Ömer’in men ettiği şey, zekât malı değil, iktâ edilmiş araziden ibarettir. (Muhsin Koçak: İslam Hukukunda Hükümlerin Değişmesi Açısından Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları, Samsun 1997, 50-51; Ebubekir Sifil: Hazret-i Ömer ve Nebevî Sünnet, 4.b, İstanbul 2014, 267-273. Değişmek mi? Yok Olmak mı? 167.)

    Bir başka müellif, halifenin, toplanan zekâtı Kur’an-ı kerîmde sayılan 8 sınıftan birine vermek hususunda muhayyer olduğunu; Hazret-i Ömer’in, müellefe-i kulûba verme şıkkını ihtiyar etmediğine dikkat çekerek şöyle söyler: “Belli ki zekât vermek farzdır; ama o sekiz sınıftan birini seçmek mübahtır ve mükellefin kendi seçimine bırakılmıştır. Hz. Ömer’in ‘müellefe-i kulûb şıkkını seçmiyorum’ demesi neden âyeti değiştirmek olsun? Ortada müellefe-i kulûbdan birisi kalmadıysa âyetin hükmü kalkmış mı olacak? Bir dönem gelse ve ‘fakir’ kalmasa, dolayısıyla fakire zekât verilemese, âyetin hükmü sona erdirilmiş mi sayılacak?” (Orhan Çeker: Saffet Köse’nin Hz. Ömer’in uygulamaları bağlamında ahkamın değişmesi tartışmalarına bazı mülahazalar, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, S.7, Nisan 2006, s. 53.)

    26 Ocak 2021 Salı
  • Sual: Uykunun abdesti bozması, “Şek ile yakîn zail olmaz” kaidesine mugayir değil midir?
    Cevab: Hayır, nass ile sabittir. Üstelik uykuda şek değil, zann-ı galib vardır.
    3 Nisan 2021 Cumartesi
  • Sual: Ehl-i hadisin mühim bir kısmı, Kur’an ve sünnetle tayin edilen hadlere ve ruhsatlara kıyasla yeni hükümler çıkarılmasını münasip görmezken, Ehl-i Rey içinde pek çok kişi bunun caiz olacağını nasıl söyler?
    Cevab: Ehl-i hadis de kıyas yapar. Ama ahad haberi kıyasa üstün tutar. Ehl-i rey ahad haberi kıyasa üstün tutmaz.
    28 Temmuz 2021 Çarşamba
  • Sual: Vacip olanı yapmamak tahrimen mekruh ise ateşle azap tehdidi yok mudur?
    Cevab: Vacibin terki tahrimen mekruhtur. Ve affolunmadıkça ateşle azabı müstelzimdir. İmam Muhammed’e göre bu cins tahrimen mekruh, haram hükmündedir. Farz ve haramdan farkı, vücubunun inkârı küfr değildir.
    16 Ağustos 2021 Pazartesi
  • Sual: Taaddüd-i zevcat, şartlarına riayet edilse ve kanunen de serbest olsa sünnet-i zevaid hükmünde mi olur yoksa yine de her şartta tek eşlilik daha mı iyidir?
    Cevab: Her hususta Cenab-ı Peygamber’e ittiba sünnet değildir. Bir kere hasais, yani ona mahsus olan işlerde asla uyulmaz. Âdetlerde ise beldenin örfüne uyulur. İbadetlerde ise mutlaka sünnete uyulur. Kur’an-ı kerim adaleti yerine getirmek neredeyse imkânsız oluğundan, tek eşi tavsiye eder. Cenab-ı Peygamber de 50 yaşına kadar tek eşlidir. Bu mantığa göre 50 yaşından evvel ikinci bir eşle evlenmek sünnete muhalif olurdu.
    10 Ekim 2021 Pazar
  • Sual: Avamın ilmihal bilmesi farz mıdır?
    Cevab: Farzı ve haramı bilmesi farz; vacip ve mekruhu bilmesi vacip; müstehabı bilmesi müstehaptır.
    10 Ekim 2021 Pazar
  • Sual: Psikolojik bozukluğu olan birisi ibadet ve akitlerinden mesul müdür?
    Cevab: Gelip geçici ise, hastalık akut iken yaptıklarından mesul değildir. Daimi ise hiç mesul değildir.
    3 Aralık 2021 Cuma
  • Sual: Kitabınızda sahabi kavli başlığında Şafiilerin bu fer’i kaynağı delil olarak kabul etmediği; fakat Şafii Mezhebi başlığı altında icmadan sonra sahabi kavlini araştırıp oradan seçtiğini yazmışsınız. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: İcmadan sonra, kıyastan evvel, sahabi kavline müracaat, Hanefilerde mecburi, Şafiilerde ihtiyaridir.
    28 Ocak 2022 Cuma
  • Sual: Bir kadının kocası hasta olsa, kadın üç aylar orucu tuttuğu için halsiz düşüp kocasına iyi bakamasa ne lazım gelir?
    Cevab: Kocası izin vermedikçe kadın nafile oruç tutamaz. Nafile namaz kılamaz. Nafile hac ve umreye gidemez. Karı kocanın birbirine hizmeti, hatta herhangi bir müslümana yapılan hizmet bütün nafile ibadetlerden yukarıdır.
    20 Şubat 2022 Pazar
  • Sual: Şernblali, halife mubahları yasak edince haram olur, diyor. Halife dini bir hüküm verme mercii midir?
    Cevab: Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, sultana mübahlarda tasarruf salahiyeti tanımıştır. Maslahat, yani umumun menfaati varsa, ihtilaflı meselelerde, bir mübahı emredebilir veya yasak edebilir. Ama bir haramı, helal; helali haram edemez. Mesela yangın tehlikesine karşı tütün içmeyi men edebilir; afet esnasında herkese salaten tüncina okumayı emredebilir. Sultanın emrine uymamak, o fiilin aynının haram olduğunu göstermez. Sultanın emrine uymamak, kendisini ve cemiyeti tehlikeye atmak olacağından dolayı günahtır.
    13 Mart 2022 Pazar
  • Sual: Misafir kurban keserse nafile sevabı verilir, fakat Cuma namazına giderse farz sevabı alır demişsiniz. Birinde böyle diğerinde niye öyle?
    Cevab: Çünkü Cuma namazı, öğlenin bedelidir. Onun yerine geçer.
    19 Mayıs 2022 Perşembe
  • Sual: Kamera görüntüsünün had cezasının unsurlarını gerçekleştirmediğinin delili nedir?
    Cevab: Gerçekleştiğinin delili nedir? Kamera kaydı şer'î delil olamaz. Çünkü zina suçunun cezalandırılması için kanuni deliller var. Bu deliller ayeti kerime ile ve hadisi şeriflerle sabittir. Bunu değiştirmek kimsenin elinde değildir Ancak had suçları dışında kalan cezalarda vicdani delil sistemi vardır. Hakimde kanaat hasıl eden her çeşit delil kullanılabilir
    19 Mayıs 2022 Perşembe
  • Sual: Bazı meselelerde bir müctehidin eski kavline göre caiz, yeni kavline göre haramdır, ibaresi geçiyor. Bu takdirde eski kavle uymanın hükmü nedir?
    Cevab: Bir müçtehidin evvelki kavline uymak caiz değildir. Ancak bazı hallerde tercih ehli âlimler buna göre fetva vermişlerdir. Avam, fetva verilen kavle, bunu bilemezse son kavle uyar.
    4 Haziran 2022 Cumartesi
  • Sual: Tercih sahibi ne demek?
    Cevab: Mezhepteki farklı içtihatlardan birini deliline veya örf, zaruret gibi başka sebeplere göre tercih eden âlime denir ki mukallid ancak bununla amel edebilir.
    14 Temmuz 2022 Perşembe
  • Sual: Osmanlılarda altın, gümüş para vakfı adet olduğu için caiz görülmüştür. Halbuki adetin yapılabilmesinin şartı İslamiyet’e uyması değil midir?
    Cevab: 1-Para vakfı nassa aykırı değildir.

    2-Nassın kaynağı örf ise, örf değişince nassın tatbiki de değişir. Buğday, bugün vezn (kilo) ile alınıp satılıyor. Halbuki keyl (hacim) ile ölçülmesi hadis-i şerif icabıdır. Bu İmam Ebu Yusuf kavlidir.

    14 Temmuz 2022 Perşembe
  • Sual: İmam Gazali veya İbn Hacer gibi Şâfiî mezhebindeki âlimlerin helal ve harama dair reyleri, mesela bir Hanefî için bağlayıcı mıdır?
    Cevab: Hanefî’de bu mevzuda hüküm yoksa, diğer mezhebin hükmüne bakar. Kaldı ki bu zatlar, umumiyetle, bir mevzuda bütün mezheplerin kavillerini beyan ederler.
    21 Eylül 2022 Çarşamba
  • Sual: Müslümanın müslüman üzerindeki haklarının birini yerine getirmemek günah mıdır?
    Cevab: Bunlar kaide itibariyle vacibdir. Zaruretsiz terki günahtır. Düğün velimesinde nikah kıyılıyor ve şahit olacak başka kimse yoksa vacib olur.
    22 Ekim 2022 Cumartesi
  • Sual: Mezheplerin birbirine aykırı hükümlerinden biri Allah katında doğru olduğuna göre, kıyamette yanlış olduğu ortaya çıkan bir ictihada uyanların hâli ne olacaktır?
    Cevab: Herkes kendi mezhebine uyar. Ahirette bu kavil yanlış bile çıksa, ceza yok, sevab vardır. Zira ictihad ederken yanılan 1, isabet eden 10 sevab alır.
    16 Aralık 2022 Cuma
  • Sual: Fıkıhta, “caiz değil” hükmü neyi karşılar?
    Cevab: Haramı karşılar. Zira caizdir sözü, haram olmayan demektir ki, hem mübahı hem de icabında mekruhu ihtiva edebilir.
    25 Ocak 2023 Çarşamba
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • TR
  • EN
© 2019
  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder