Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“Fıkıh Tarihi”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Fıkıh kitaplarında 4. asırdan sonra müctehid kalmadığı ve ictihadın kesildiği yazmaktadır. İnsanların ihtiyaçları arttıkça yeni meseleler ortaya çıktığına göre, bunlar nasıl halledilebilir?
    Cevab: Dördüncü asırdan sonra, mutlak müctehid kalmamış ise de, mezhebde müctehid kalmadığı söylenemez. Böyle olmayan İslâm hukukçuları bile, tarih boyunca kendilerinden çözümü istenilen meselelerde, kendilerinden önceki ulemânın kitaplarındaki benzer meselelere kıyas yaparak fetvâ verebilmişlerdir. Gerek nasslarda, gerekse eski fıkıh metinlerindeki ibâreler, yeni buluşlar ışığında yeniden tefsire tabi tutularak, ortaya çıkan meselelerin İslâm hukukuna uygun bir şekilde halledilmesi mümkündür. Nitekim büyük Hanefî hukukçusu Kemal İbnü’l-Hümâm (861/1456), imamın namazda gereğinden fazla bağırarak okumasının namazı bozacağını söylemiş; bunu da namazda ağlamaya kıyas etmiştir. İbn Nüceym ise, dörtyüz yılından sonra kıyas kesildiği için kimsenin bir meseleyi diğer bir meseleye kıyas etmeye hakkı olmadığını söyleyerek İbnü’l-Hümâm’a itiraz etmiştir. İbn Âbidîn, bunun kıyas değil, müctehidin sözünün tazammun yoluyla delâlet ettiği mânâyı açıklamaktan ibaret olduğunu söyleyerek İbnü’l-Hümâm’ı desteklemiştir. Selef-i sâlihîn denilen ilk devrin müctehid âlimleri, kıyâmete kadar meydana çıkacak her meselenin hükmünü verebilmek için, umumî usuller, metodlar, prensipler kurmuştur. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu usulleri kurmaya yarayan temel ölçülerdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fukahâ-yı Seb'a’nın diğer fıkh âlimlerinden farkı nedir? Niçin tâbiînden ve sahâbîlerden farklı olarak ayrıca zikrediliyorlar? Zaten çoğu sahâbî veya tâbiînden değil mi?
    Cevab: Fukahâ-yı seb'a Medine-i münevverenin yedi büyük fakihi demektir. Bir kaç tanedir. Eshâb-ı kirâmın, Hazret-i Peygamber’in irtihâlinden sonraki devirde en çok fetvâ veren yedi tanesi, Hazret-i Ömer, Ali, Abdullah bin Mes'ud, Hazret-i Âişe, Zeyd bin Sâbit, İbn Abbâs ve İbn Ömerdir. Bunlara fukahâ-ı seb’a-yı sahâbe (sahâbe-i kirâmın yedi fakîhi) denir. Sonraki fukahâ-ı seb'a ise Medine'nin yedi fakihidir. Sahâbe-i kirâmdan sonra Medine-i münevverede fetvâ verme salâhiyeti âdetâ bu yedi fakîhe mahsustu. Said bin el-Müseyyeb, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin Abdürrahmân bin Afv, Ubeydullah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân idi.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı güvenilir bir kitap mıdır? Yazarının İbni Teymiyeci olmak bakımından tenkit edildiğini işittiğim için soruyorum.
    Cevab: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı sahasında itimad edilir bir kitaptır. Dört mezhebin Mısır'daki en tanınmış dört âlimi bir araya gelerek bu dört mezhebin mutemed kitaplarından toplayarak yazmıştır. Mısır’da mescidlerde dört mezhebin ahkâmının tedrisi ve imamların bu mezheblerin hükümlerini gözetebilmesi maksadıyla Evkâf Vezâreti tarafından Câmi’ül-Ezher ulemâsından dört mezhebe mensup hukukçulardan bir komisyon kuruldu. Bunlar dört mezhebe göre mukayeseli bir fıkıh kitabı hazırladılar. Mısır hükûmeti, kanunlarda ve tedrisatta Hanefî mezhebi yanında dört mezhebin hükümlerinden de istifâde edilmesi kararı almıştı. Bahis mevzuu kitap, bu hususta da yardımcı olacaktı. Mısır’da Hanefî ulemâsının reisi mevkiindeki Şeyh Abdurrahman el-Cezirî (1360/1941), bu komisyonun reisi oldu. Bu komisyonda Mâlikî mezhebinden Abdülcelil Îsâ, Şâfi’î mezhebinden Muhammed el-Bâhî ve Hanbelî mezhebinden Muhammed Sebi’ ez-Zehebî âzâ olarak bulunuyordu. Komisyon 1349/1931 yılında el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbea kitabını hazırlayarak İslâm hukukuna mühim bir hizmette bulunmuş oldu. Kitap matbu olup, Türkçeye de tercüme olunmuştur.

    İbni Teymiyye büyük bir âlimdir.İlmi, dindarlığı, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sivri dili, inatçılığı ve doğru bildiğinden şaşmaması ile tanınmıştır. Şiîlere, Hıristiyanlara ve Yunan felsefecilerine yazdığı reddiyeler çok kıymetlidir. İbni Teymiyye önceleri Hanbelî mezhebinde iken, sonraları müstakil hareket etmeye başladı. Mesâisini selef itikadının ihyâ iddiasına hasr etti. Bu arada kendisinden önce gelenlere, bu arada Sahâbe’ye de aşırı tenkidlerde bulundu. Bazı cahil tarikatçıların aşırı hareketlerini bahane ederek, istigâse, tevessül, şefaat, kabir ziyareti gibi hususlara muhalefetiyle öne çıktı. “Ancak üç mescide ziyâret için gidilir” hadîs-i şerîfini, “Ancak üç mescid ziyâret edilir” şekline çevirerek, Hazret-i Peygamber’in kabrini ziyaret için bile gitmek günah olur dedi. Kabir ziyaretine cevaz veren ve tasavvufu, kerâmeti câiz gören sözleri varsa da, tevessül, istigase, kabirlere adak yapmak, kabirlerde dua edip şefaat dilemek gibi hususlara muhalefeti hep sürdü. Giderek tasavvufun Hind felsefesinden etkilenmiş bir bid’at olduğunu iddia etti. Sadreddin Konevî ve Muhyiddin Arabî’yi ağır şekilde tenkid etti. Şart-ı vâkıfın muteber tutulmaması, bir defada verilen üç talâkın bir talâk sayılması, yemine bağlanan talâkın vâki olmayıp keffâretle iktifâ edileceği, hayızlı kadına verilen talâkın vâki olmayacağı gibi fıkhî konularda da Selef ulemâsının icma’larına uymayan, şâz (marjinal) görüşler ileri sürdü. Bu sebeple yalnız tasavvuf ehlinin değil, zâhir âlimlerinin de nefretini çekti.

    Memlûk Sultanı’nı Müslüman İlhanlılarla harbe teşvik etti. Bu sebeple modernistler tarafından “İslâm ülkelerini Tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan manevî önder İmam İbni Teymiyye” olarak lanse edilir. Halbuki İbni Teymiyye, iki İslâm askerinin harb etmesini kızıştırmış, kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslümanın ölmesine sebep olmuştur.  Ehl-i sünnet âlimlerinin yaptığı gibi, bu iki İslâm hükümdarına nasihatlar verip, din kardeşi olduklarını söyleyip, “Kardeşlerinizin arasını bulunuz!” meâlindeki âyet-i kerîmeye uysaydı, zaten iyi niyetli olan Gazan Han ile Sultan Nâsır birleşerek, yardımlaşır; büyük bir imparatorluğun meydana gelmesine sebep olabilirdi.

    Akideye dair yazdığı Fetâve’l-Hameviyyeti’l-Kübrâ ve El-Vâsıta diye de bilinen el-Akîdetü'l-Vâsıtıye adlı eserlerinde teşbih ve tecsime kayan (Allahü teâlânın cisim olduğu ve insana benzediği yolunda) fikirler ileri sürdü. Bunun üzerine vaaz ve fetvâ vermesi yasaklandı. 705 (1306) tarihinde Kâhire’de Kâdiyülkudât Zeynüddin Mâlikî riyasetinde toplanan âlimler huzurunda muhakeme olundu. Kâhire ve İskenderiye’de ikamete tâbi tutuldu. Sonra Şam’a döndü. Selef-i sâlihînin icma’ına uymayan sözleri sebebiyle fitneye sebep olunca sultan fetvâ ve vaaz vermesini yasakladı. Dinlemeyince Şam Kalesi’ne kapatıldı. 728 (1328) tarihinde burada vefat etti.

    İbn Teymiyye üçyüz civarında kitap yazmıştır. es-Siyasetu'ş-Şer'iyye kitabı, İslâm amme hukukuna dair mühim ve kıymetli bir eserdir. Fetvâları, halen Suudî Arabistan’daki mahkemelerin mürâcaat kitabıdır. Hanbelî âlimlerinden İbni Teymiyye adıyla meşhur Fahrüddîn Muhammed bin Ebi’l-Kâsım başkadır. Bu da Harranlı olup, 621 senesinde 79 yaşında vefat etmiştir. Tefsîri ve Hanbelî fıkhına dair eserleri vardır. İkisi karıştırılır.

    İbni Teymiyye’nin çok sayıda talebesinden İbnü’l-Kayyım dışında hiç biri hocası kadar aşırı gitmemiş ve Ehl-i sünnet dairesinden çıkmamıştır.

    Başta Izz bin Cema’a, Ebu’l-Hasen Sübkî, İbn Hacer Askalânî, İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî, İbn Hacer Mekkî, Ahmed Sâvî, Abdülhay Lüknevî, Yusuf Nebhânî, Habîbü’l-Hak Permûlî olmak üzere pek çok mühim âlimler, İbni Teymiyye ve nev’i şahsına mahsus fikirlerine reddiye yazmıştır.

    İbni Teymiyye mağrur, münazaralarda ise üslubunu ayarlayamayan bir kimse idi. Nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, 700 senesinde Kâhire’ye geldiğince, İbni Teymiyye buna “Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın” demişti. Ebû Hayyân, el-Bahr adlı tefsirinde ve Nehr ismindeki muhtasarında ilim adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmayı uygun gördüğünü söyleyerek İbni Teymiyye’yi ayıplamıştır. İbni Hacer Askalânî, Dürerü’l-Kâmine kitabında, İbni Teymiyye’nin önde gelen talebesi Zehebî’nin “İbni Teymiyye, ilim üzerinde konuşurken hiddetlenir; karşısındakini mağlup etmeye çalışır, herkesi gücendirirdi” sözünü naklediyor. İmam Süyûtî, Kam’ul-Mu’ârıd isimli eserinde, “İbni Teymiyye, kibirli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi” diyor. Şam ulemâsından Muhammed Ali Bey, Hıttatü’ş-Şam kitabında diyor ki, “İbni Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat Hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı.”

    Netice itibariyle İbni Teymiyye, zekâsı, ilmi, ibâdeti bir yana, cerbezesi ve gururu ile öne çıkmış; selef-i sâlihînin icmasından ayrılmış; İslâm tarihinde onulmaz yaralar açmış büyük bir âlimdir. Bir tarafta modernistlerin, bir tarafta Vehhabîlerin önderi olmak itibariyle ifrat ve tefrit arasında kalmış enteresan bir şahsiyettir.

    İbni Teymiyye’nin her söylediği de yanlış değildir. Doğru söylediği ve sonra gelen Ehli sünnet âlimlerinin kaynak aldığı sözleri ve kitapları da vardır. Bir kimsenin İbni Teymiyye'den istifade etmesi, onun kitaplarına referans vermesi, İbni Teymiyye’nin hatalarını da benimsediği mânâsına gelmez. Mesela Ehli sünnetin çok kıymet verdiği İbni Âbidin hazretleri bile İbni Teymiyye'den nakiller yapıyor ve büyük âlim olduğunu söylüyor.

    İbni Teymiyyeci diye bir tabir veya fırka yoktur. Ancak XVIII. asırda Arabistan’ın doğusundaki Necd havâlisinde ortaya çıkan ve zamanla bütün Arabistan’a hâkim olan Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin görüşlerine dayandığı iddiasındadır. Maamafih Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin fikirlerinden çok daha aşırı bir yol tutmuştur. İbni Teymiyye ve fikirleri, unutulmaya yüz tutmuşken, modernistlerin biricik referansı olarak canlandırılmış olup abartılarak hayatiyetini muhafaza etmektedir. Vehhâbîliğin kurucusu 1206/1792 yılında vefat eden Muhammed bin Abdülvehhabdır. Mezhebinin esasları İbni Teymiyye’ye uzanır. Muhammed bin Abdülvehhab, İbni Teymiyye ve en önde gelen talebesi İbni Kayyım’ın görüşlerini iyice incelemiş ve bunlara taassupla bağlanmıştı. İslâmiyeti, ilk zamanlarındaki saflığına döndürme iddiasıyla ortaya atıldı. Kabir ziyaretini, türbe yapılmasını, tevessülü, tasavvufu, câmilerde minber ve minâreyi, namazlardan sonra tesbih kullanılmasını câiz görmüyordu. Mezheb, sahâbeye bakış açısı bakımından Hâricîlik, Allah’ın cisim olduğu hususunda Mücessime ve nassların zâhirî mânâlarına bakıp mecaza gitmemek hususunda da Zâhiriye mezhebinin tesirlerini taşıyordu. Ehl-i sünnetin Mâtüridî ve bilhassa Eş’arî mezhebini reddederek, kendilerine selef-i sâlihîni hatırlatacak şekilde, Selefiyye adını vermişlerdir. Halbuki inanç ve amelleri selef-i sâlihîne benzememektedir. Vehhâbîliğin esasları, İbni Teymiyye’nin görüşlerinden daha şiddetlidir. Öyle ki, İbn Teymiyye’nin câiz değil dediğine, Vehhâbîler küfr demiştir. Ayrıca İslâmiyeti aslına döndürme etme pozu takınan bazı modernistler de İbni Teymiyye’yi hak ettiğinden yukarıda tutmakta ve onun sözlerini referans almaktadır. Günümüzde radikal islamcı denilen ve tedhiş faaliyetleri ile gayrıislamî rejimleri devirme iddiasındaki gruplar da İbni Teymiyye’yi zamanının Müslüman hükümetine karşı tavırları sebebiyle kahraman bir manevî lider olarak görmektedir. Halbuki Ehli Sünnet itikadı ne vaziyette olursa olsun hükümete karşı gelmeyi yasaklamaktadır.

    17 Eylül 2010 Cuma
  • Sual: Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ubâde’yi Hazret-i Ebu Bekr’e biat etmediği için katletmekle korkutmuş mudur?
    Cevab: Sa'd ibn Ubâde’nin ictihadı halifenin Ensar’dan olmasıydı. Hazret-i Ebu Bekr halife olunca, Medine’de kalmadı. Şam’a gitti. Sa'd, Hazret-i Ömer’den korkacak biri değildi. Müctehid ictihadına uymalıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: “Hukukun Serüveni” kitabınızı inceliyorum. Yararlanıyorum. Ancak kitabınızda geçen aşağıdaki noktaları biraz açar mısınız? Bunları savunan kaynaklar var mı? Günümüzde bedeni cezalar öngören bir hukuk dizgesi benimsenebilir mi? Nasıl hükümlüyü iyileştirir, insan haysiyetine denk düşer?
    1-İslam hukukunun temel özellikleri, dinsel, bağımsız, küresel, sonsuza dek sürekli, saymaca/olaycı (kazuistik) ve daha çok hukukçular hukuku olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bunlardan bağımsızlık, küresellik, sonsuza dek süreklilik her hukuk dizgesinin elbette amacıdır. Son, gerçek ve sonsuza dek kuralları geçerli dine dayalı bir hukuksa elbette bu iddialarla ortaya çıkması olağandır. Ancak önemli olan amaç değil, bu amacı gerçekleştirebilecek bir dizge olup olmadığıdır.
    2-İslam suç hukukuna egemen ilkelerin şunlar olduğu belirtilmiştir: 1-Ceza, suçu önleyici niteliklte olmalıdır. 2-Ağır suçlar için ağır ceza verilmelidir. 3-Ceza verilen zararı giderici olmalıdır. 4-Ceza suçluyu iyileştirmelidir. 5-Ceza suçun ağırlığıyla orantılı olmalıdır. 6-Cezanın çektirilmesi suçluyu yok etmemelidir ya da ezmemelidir. 7-Ceza aynı suçu işleyen herkes için eşit olmalıdır. 8-Ceza başına buyruk değil, hukukun kaynaklarındaki belirlemelere göre verilmelidir. 9-Ceza insan haysiyetine uygun olarak yerine getirilmelidir.
    Cevab: Hukukun Serüveni’nin yazılmasından maksat umumi hukuk tarihini kısaca ortaya koymaktır. Takdir edersiniz ki İslâm hukuku da burada yerini alacaktır, ama etraflı anlatmaya yer müsait değildir. Üstelik kolay okunması ve hacmini büyütmemek endişesiyle, dipnotlarda kaynak vermekten kaçındım. Burada İslâm hukuku ile alakalı bilgiler benim İslâm Hukuku, İslâm Hukuku Tarihi ve Osmanlı Hukuku adlı kitaplarımdan özetlenerek alınmıştır.
    İslâm hukukunun dinsel, küresel, sürekli oluşundan maksat, tamamen somut özelliklerdir. Bağımsızlık, Roma ve Yahudi hukuku gibi hukuk sistemlerinden müstakil olarak doğup geliştiğini; küresellik ve süreklilik, İslâm hukukunun, pozitif olarak geçerli olmadığı yer ve zamanda yaşayan her müslümanı -uhrevî müeyyide tehdidiyle- kendisine uymakla mükellef tuttuğunu ifade eder. Yani bir İslâm devleti vatandaşı, herhangi bir sebeple Fransa’da bulunurken bile, evlenirken, alış-veriş yaparken, mülkiyet hakkı kurarken İslâm hukuku prensiplerine uyması İslâm dininin gereğidir. (Hatta bu Müslüman İslâm ülkesine döndüğü zaman, bazı hukukçulara göre İslâm devletinin yargı yetkisi içine girer ve dünyevî müeyyide ile karşılaşır.) Veya vaktiyle Moğolların istila ettiği yerlerde olduğu gibi bir ülkede İslâm hukuku tatbikattan kaldırılsa bile, buradaki Müslümanların hususi hayatlarında İslâm hukukuna uyma mecburiyeti devam eder. Şu kadar ki bu son iki halde İslâm ceza hukuku, tatbik mercii devlet bulunmadığı için tatbik edilemez. İslâm hukuku, bu bakımdan pozitif hukuk sistemlerinden ayrılıyor. Fakat şimdi bir Türk vatandaşının Fransa’da iken Türkiye kanunlarına uyması veya Türkiye’de iken bile, kaldırılan bir kanunla bağlı olması düşünülemez.
    Ceza hukukundaki bu prensipleri, münferid hükümlerden istifade ederek ben topladım. Bunlar Osmanlı Hukuku adlı kitabımda daha etraflı anlatılmaktadır. Bu sahada Mısırlı avukat Abdülkadir Udeh’in Türkçeye de çevrilen İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk ve Prof. Cevat Akşit’in İslam Ceza Hukuku ve İnsani Hükümler adında iki çalışması da vardır.
    İslâm hukukunun kabul ettiği aslî cezanın bedenî ceza olduğunu, para ve hapis cezalarının istisnai olduğunu elinizdeki kitabımda da belirttim. Bunun günümüz anlayışına elverişliliği veya insan haysiyetiyle uygun düşüp düşmediği hususunda - felsefî ve sosyolojik yanı ağır bastığı için- pek fikir yürütmedim. Nihayet bu kitap münhasıran bir hukuk tarihi çalışmasıdır. Sadece her hukukun kendi mekân ve zamanında, anakronizme düşmeden değerlendirilmesi kanaatindeyim. Bir başka deyişle bir hukuk sistemi, o sistemi oluşturan cemiyet ve insan yapısından bağımsız ele alınamaz. İslâm hukukunun da, bu hukuku doğuran cemiyet için tutarlı hükümler içerdiği söylenebilir. Bugün, bu cemiyet ve ferd yapısı içinde, mesela zinayı veya hırsızlığı böyle ağır bir cezayla cezalandırmanın, adaletin tecellisine ne derece elverişli olacağı söz götürür. İslâm hukuku, bir takım düzenlemeler getirirken, bu hükmün tatbikini kolaylaştıran tedbirler alıyor; diğer hükümleriyle bunun tatbikinin tutarlı oluşunu sağlamaya çalışıyor. Bunun içinden bir veya birkaç hükmün çekilip alınarak, başka bir topluma adapte edilmesi mümkün değil kanısındayım. Şu kadar ki, günümüzdeki cezalandırma anlayışının adaleti gerçekleştirmeye ne derece elverişli olduğu hususunda da kuşkularım vardır.
    27 Aralık 2011 Salı
  • Sual: Kavânîn ve düstur eserlerinin mahiyeti nedir?
    Cevab: Kavânîn, kanunlar demektir. Düstur, Osmanlı kanunlarının toplandığı bir kitaptır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Osmanlı Hukuku adlı kitabınızda, hukukun eşitliği değil, adaleti temin için olduğunu söylemişsiniz. Sultan Fatih'in elini kestirttiği mimardan dolayı kadı tarafından elinin kestirilmesine hükmedilmesinde, adalet yerine eşitlik ağır basmıyor mu?
    Cevab: Yalnızca Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde geçen ve Sultan Fatih’i bir psikopat olarak tasvir eden bu menkıbe uydurmadır. İran mitolojisinden alınmadır. Din büyükleri ve Osmanlı padişahları hakkında, gûyâ onları yüceltmek için böyle saçma sapan yüzlerce menkıbe anlatılmakta; ne yazık ki insanlar da bunları ciddiye almaktadır. Kadı, her meselede padişahı muhakeme edemez. Çünki kadı, padişahın vekilidir. Kadı ancak hususî hukuka dair davalarda hükümdarı muhakeme edebilir. Had suçlarında muhakeme edip, mahkûmiyet veremez. Bu gibi dâvâlara, Divan-ı Mezâlim’de, Osmanlılarda Divan-ı Hümâyun’da hususî usul kaidelerine göre bakılır. Kısas, kasden öldürme ve yaralamada verilen cezadır. Burada bir siyaset cezası mevzubahistir.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde XIX. asırda sahtekârlık suçları üzerine bir çalışma yapıyorum. Elbette bu suçlar XIX. asırda ilk defa ortaya çıkan vakalar değil. Fakat bu asra bakıldığında Osmanlı cemiyetinde suç nisbetinin arttığını ve suç yelpazesinde de bir çeşitlenme olduğunu görüyoruz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Hukuk sistemi yeterince caydırıcı değil miydi? Devlet bunları engelleyebilmek için ne gibi adımlar atmıştır?
    Cevab: Bahsettiğiniz mevzular suçun psikolojik ve sosyolojik muhtevasıyla alakalıdır. XIX. asır Osmanlı Devleti’nde bir kırılma devresidir. Gayrımüslim unsurlar ihtilâl yaparak istiklâllerini elde etmiş; asırlık İslâm toprakları elden çıkmış; devlet milletlerarası platformda her dilediğini yapacak ve yaptıracak imkânlardan mahrum kalmıştı. Cemiyet düzeni esaslı bozulmuş; malî çöküntü, başta adalet mekanizması olmak üzere her şeyi altüst etmişti. Sosyal hayatta da buna muvazi bir çöküntü yaşanmaktaydı. Tımar kaldırıldıktan sonra köyler boşalmış, şehirler fakir ve ümitsiz kalabalıklarla dolmuştu. Bitmek bilmeyen harbler ve iktisadî sıkıntılar cemiyeti seyyal ve kozmopolit bir hâle getirmişti. Bu da suç nisbetinde ve çeşitlerinde değişiklik ve artmaya yol açtı. O zamana kadar ekseri adam öldürme, dövme ve hakaret gibi ihtiras suçlarına rastlanırken, bu asırda hırsızlık, gasp, eşkıyalık, kalpazanlık suçları ekseriyet kazandı. Yine de bu hususta istatistikî bir tedkikat yapmadan kat’iyetle konuşmaktan kaçınmak lâzımdır.

    Hukuk sisteminin caydırıcı olmaktan çıktığını söylemek kolay değildir. Ancak adlî rüşvet, adam kayırma, geniş topraklarda izini kaybettirme gibi sebepler üzerinde durulabilir. Devlet, eski adaletnamelere benzer fermanlar ve kanunnamelerin halefi yeni ceza kanunları neşretti. Yine de bu hususta muasırlarına, mesela Rusya’ya, hatta Avusturya’ya göre çok da geride kaldığı söylenemez.

    Hadisenin iktisat tarihi ile alakalı kısmını da göz ardı etmemek lazımdır. Para ayarındaki değişiklikler, para kıtlığı, yed-i vahid usulü, ihracat yasağı, gümrük muafiyeti veya yüksekliği gibi hususlar da sahtekarlık üzerinde tesir icra etmiştir.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Müzenî gibi âlimlerin müstakil mezheb sahibi kabul edilmeyip, bir mezheb içinde müctehid kabul edilmelerinin sebebi nedir?
    Cevab: Bu imamlar, hocalarından farklı bir usul getirmiş değildir. İctihadlarını hocalarından görüp tasvib ettikleri usule göre yapmışlar; ama bazı meselelerde farklı bir ictihada varmışlardır. Ama meselâ İmam Ebu Hanife, hocası Hammad’dan, İmam Mâlik, hocası Nâfi’den, İmam Şâfiî, hocaları İmam Mâlik ve Muhammed’den, İmam Ahmed, hocası İmam Şâfiî’den farklı bir ictihad usulü ortaya koymuş ve benimsemiştir. İmam Ebu Yusuf ve Muhammed de bunu yapabilecek kudrette idi. Ama yapmadılar. Başta hocalarına olan bağlılıkları buna engel oldu. İkinci bir husus, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Müzenî gibi zâtların hocalarına muvafakati, muhalefetinden daha fazladır. Yani hocalarına uydukları kaviller, ayrıldıklarından daha çoktur. Bu sebeple sonra gelen âlimler bu kavilleri, mezhebin kavli saydılar. Ama muhalefeti muvafakatinden çok olan Mâlikî’de İbnül-Arabî, Şâfiî’de İmam Gazâlî ve Taberî gibi âlimlerin kavilleri mezhebin kavli sayılmadı. Üçüncü bir husus sonra gelen mezheb ulemasının kabulleridir. Ebu Hanife bir mezhep kurmuş değildi. Belki Ebu Yusuf hocasından sonra müstakil bir mezheb yürütecekti. Nitekim Ebu Hanife, Hammad’ın yolunda yürümedi. Ebu Yusuf da böyle yaptı. Hanefi uleması, Ebu Hanifeyi mezheplerinin kurucusu, Ebu Yusuf ve Muhammed’i ise mezhebin iki rüknü kabul ettiler. Onların hocalarına muhalif kavillerini bile mezhepten saydılar.
    10 Ağustos 2012 Cuma
  • Sual: 1883 yılının Ocak ayında Selânik vilâyetindeki miras işlerine asliye mahkemesi mi bakıyordu?
    Cevab: O tarihte ahvâl-i şahsiye denilen evlenme, boşanma, nesep, velâyet, ehliyet ve miras ile kısas ve diyet dâvâlarına tek hâkimli şer'iyye mahkemesi bakardı. Asliye mahkemeleri cumhuriyetten sonra kuruldu. Bahsettiğiniz mahkeme ilâmı sahtedir. Damga pulu bile sonraki tarihlidir. Metinde bir mahkeme kâtibinin asla yapamayacağı imlâ hataları vardır. Üstelik yazı, mahkeme ilâmlarında kullanılan yazı değildir. Mahkemenin, o zamanlar gayrı resmî olarak faaliyet gösteren umumhânelerden birisine resmî müzekkere yazıp cevab alması da çok gülünçtür.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Manastırlı İsmail Hakkı hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab: Manastırlı İsmail Hakkı, Manastır’da 1264/1846’da doğdu. İstanbul’da tahsil görüp icâzet aldı. İstanbul’un büyük câmilerinde vâizlik yaparak şöhret kazandı. Hukuk Mektebi ve Medresetü’l-Vâizîn’de Arapça hocalığı yaptı. Meşrutiyetten sonra İttihadcılara destek verdiği için muhafazakâr çevrenin nefretini çekti. Masonluk ve İttihadcı dalkavukluğu ile itham olundu. Hatta Ayasofya’daki bir vaazından sonra kürsüden inerken düşüp ayağını kırması, bir ilahî ceza olarak görüldü. Ferâiz ve nikâha dair iki eserinden başka İmam Ebû Hanîfe’nin menkıbelerine dair Mevâhibü’r-Rahman kitabı vardır. Sırat-ı Müstekîm ve Sebîlü'r-Reşâd mecmualarındaki yazılarında mezheblerin telfîkini müdâfaa etmiştir. 1330/1913’te İstanbul’da vefat etti. Görülüyor ki, Manastırlı İsmail Hakkı âlimdir. Kıymetli kitapları vardır. Ancak hayatı karışık bir şahsiyettir.
    11 Eylül 2012 Salı
  • Sual: Vehbe Zuhayli hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab:

    Vehbe Zuhayli, zamanın en meşhur İslâm hukukçularındandır. 1932’de Şam yakınlarında dünyaya geldi. Şam ve Kahire ulemasından hususî tahsil gördü. Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni, Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni, Aynüşşems Üniversitesi’nin Adab Dili ve Edebiyatı Fakültesi ile Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesinde şeriat sahasında doktora yaptı. Şam’da ve Birleşik Arab Emirlikleri’nde ders, vaaz ve hutbe verdi. Talebe yetiştirdi. Cidde Fıkıh Konseyi gibi birçok beynelmilel heyetin âzâsı yahud müşaviridir.
    Son devir İslâm hukukçuları arasında en çok eser verenlerden birisidir. Tefsir sahasında da mahirdir. Kırmızı fesi, başından hiç çıkarmadığı beyaz sarığı ve cüppesiyle klasik Osmanlı ulemâsı tipinde ve zihniyetindedir. Mezheplere bağlı, muhafazakâr bir âlimdir. Modernistlere amansız muhalefeti ile tanınmıştır. Müslüman kadının gayrımüslim erkekle evlenebilmesi gibi İslâm fıkıh geleneğine uymayan fikirlere karşı çıkar ve reddiyeler yazar. Çok zor şartlar altında bile bu mücadeleden hiç taviz vermeyen şahsiyetiyle tanınmıştır. Öyle ki zamanımızda Ehl-i sünnet fıkhı çerçevesinde mücadele veren ender şahsiyetlerdendir. Kendisini mezhepsizlik, hele modernistlikle itham edenlerin, eserleri ve şahsiyetinden hiç haberdar olmadığı anlaşılmaktadır. Hele Zuhaylî’nin kadınlara aybaşı iken yaklaşmanın büyük günah olduğunu inkâr ettiğine dair ithama hayret edilir. Zira kitabın kerahiyat bahsinde “Kadına aybaşı iken yaklaşmak ititfakla haramdır. İnkârı küfrdür” demektedir. Kur’an-ı kerim “İyi bilmediğinin ardına düşme” ve “Zan, hakikat değildir” buyururken, şahsiyetler hakkında sahih bir malumata sahip olmadan hüküm vermek vebal değil midir?
    Türkiye'de daha çok el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu’nun tercümesi olan İslâm Fıkhı Ansiklopedisi adlı çalışmasıyla tanınmaktadır. Vaktiyle Mısır’da hazırlanan el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa kitabına benzer. Mezheblerin kavilleri sistematik bir şekilde yazılmış; her birinin dayandığı deliller verilerek fıkıhla meşgul olanlara yol gösterilmiş; bu vesileyle mezheblere dayalı fıkhı reddeden modernistlere de bir bakıma cevap verilmiştir.
    Kitabın mukaddimesinde cemiyeti içinde bulunduğu uçurumdan kurtarmak için ıslah hareketine ihtiyaç vardır. Bu da İslâm fıkhıdır diyor. Kasdettiği ıslahın reform olmadığı ortadadır. Zuhaylî, taassuba varmamak kaydıyla mezheblere bağlı fıkhı şiddetle müdafaa ve Kur’an’a dayalı fıkıh telâkkisini reddetmiştir. Zaruret, ihtiyaç, acizlik ve özür hallerinde telfike götürse bile başka mezhebin kavliyle amel edilebileceğini söylemiştir ki bu bir usul kaidesidir; müellifin telfiki müdafaa ettiği, hele mezhebsiz olduğu manasına gelmez. Bilakis, mukaddimede telfiki ve özürsüz mezheblerin ruhsatlarını araştırmayı reddetmektedir. Dört sünnî mezhebin muteber kitaplarına dayanılmıştır. Bunların haricindeki mezheblerin de fıkhî görüşleri verilmiş; ancak bunlara hak mezheb muamelesi yapılmamıştır. Kıymetli ilmihallerde bile Şiî ve Hâricîlerin itikadî ve fıkhî görüşleri hakkında bilgi verilirken; bir fıkıh ansiklopedisinde bundan daha tabiî bir şey olamaz.
    Kitapta zaman zaman mezheblerin dayandığı deliller değerlendirilerek, bunlardan zayıf kavle istinad edenin karşısında diğeri tercih edilmiştir. Bu, suistimale açık olmakla beraber, mezheb içindeki âlimlerin bile her zaman yaptığı bir şeydir. Böylece mukallide azimet hususunda yol gösterilmiş olmakta; avam ictihada değil, bilakis âlimleri taklide sevkedilmektedir. Zuhaylî’nin bu tercihlerinde nefsânî veya modernist bir tesir altında kaldığı hiç görülmemiştir. Kardâvî, hele Mahmasânî ile aynı kategoride değerlendirilemez. Zira her ikisini de marjinal söz ve görüşleri sebebiyle delâlete düşmekle itham eder.
    Avam için yazılmış olmadığından, bir ilmihal gibi günlük meselelerin hal tarzını bu kitapta aramak doğru değildir. Müellif Şâfiî olduğu için, diğer mezheblerden nakillerde zaman zaman hatalar göze çarpar. Buna benzer hatalara İmam Şa’rânî hazretlerinin el-Mizânü’l-Kübrâ ve İbnü’r-Rüşd’ün Bidâyetü’l-Müctehid kitaplarında bile rastlanır. Bir mezhebe mensup kimsenin başka mezheblerden yaptığı nakillere her zaman itimad edilememektedir. Nitekim bir mezhebin hükmü, ancak kendi mezheb âlimleri tarafından yazılmış muteber kaynaklardan öğrenilebilir. Zuhaylî, kitabında bazen yersiz izah ve tercihlere girişir; hadis-i şeriflerin kritiğinde gereksiz hassasiyetler gösterir.
    Meselâ cenaze namazının mescide kılınmaması hususunda, hiçbir maslahat yokken, sırf Hanefîlerin istinad ettiği hadîs-i şerifi zayıf bulduğu için, bunun hilâfı olan Şâfiî kavlini tercih etmiştir. Evet, bu hadîsi rivâyet edenlerden birinin hâfızasına sonradan halel geldiği rical kitaplarında yazarsa da, bu hâdisi daha evvel rivayet ettiği sâbittir. Hadîslerin sıhhatine bakarak kavilleri tercih etmek, bugün için insanı her zaman doğru neticeye götürmez. Zira bir müctehidin zayıf, hatta mevzu bulduğu bir hadîs, başka bir müctehidin aradığı kıstaslara ve teşkil ettiği metodolojiye göre sahih olabilir. Hanefî ictihadlarının çoğu hadîs-i şerife değil de, kıyasa dayalı intibaı verir. Bu doğru değildir. Kuruluş itibariyle önce olduğu için mezhep kitapları yalnızca ictihadları tasnif etmiş; dayandığı delilleri bildirmeye gerek görmemiştir. Bu sebeple Hanefîlerin dayandığı hadîslerin çoğu bugüne intikal etmemiştir. Sonra gelen Hanefî âlimleri, bu hususta gereken tercihlerde bulunmuşlardır. Üstelik Hanefîler cenaze namazının mescide kılınmaması hususunda sadece müellifin zayıf bulduğu Ebu Hüreyre hadîsine değil, selef-i sâlihînin de tatbikatına bakmışlardır. Nitekim Medine halkının ameline ehemmiyet veren Mâlikîler de bunlarla beraberdir. Bu meseleye kitabın mütercimi de dikkat çekmiştir.
    el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu kitabının Türkçe tercümesinde de bazı sıkıntılar vardır. Buna benzer problemler memleketimizde Türkçe’ye tercüme edilen hemen her dinî eserde rastlanan türdendir. Meselâ abdest bahsinde muvâlat, guslde değil ama abdestte farzdır derken; gusl bahsinde abdestte ve guslde farzdır denilmiştir. Bu bakımdan kitap, hele Türkçe tercümesi avam için lüzumlu ve faydalı değildir.

    5 Ekim 2012 Cuma
  • Sual: İmam Buhârî’nin İmam Ebu Hanîfe için ağır ifadeler kullandığı doğru mudur?
    Cevab:
    İmam Buhârî'nin doğrudan İmam-ı A'zam'ı kasd eden bir ifadesi yoktur. Müctehid olduğu için bazı meselerde kendi ictihadına uymayan mevzuları izah ederken, bazı kimseler şöyle demiş gibi ifadeler kullanır. Hanefi alimlerinden Abdülgani Meydani de bu izahlara Keşfu'l-İltibas amma evredehu'l-Buhârî an badi'n-nâs adlı kitabında cevap vermiştir. Dolayısıyla mesele, ictihad farklılıklarının ilmi zeminde tenkidinden ibarettir. Yoksa bazılarının vehmettigi gibi İmam Buhârî'nin, İmam Ebu Hanîfe veya başka bir alime hakareketi mevzubahis değildir. Hatta Şâfiî kitaplarında, istihsana yer verdiği için zaman zaman Hanefî ictihadları tenkit edilir. Ama bunun ilmî tenkitten öte bir mânâsı yoktur. İmam Ebû Hanîfe’yi en çok övenler ve onun menakibini yazanlar da yine Şâfiîlerdir. Meselâ İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî gibi Şâfiî âlimleri İmam Ebu Hanîfe’ye çok yüksek bir tazim göstermektedir. İbni Hacer, İmam Ebu Hanife hakkında övgü dolu müstakil bir kitap yazmıştır. Hatta Şa’rânî, İmam Ebu Hanife’yi tenkid eden kendisi gibi Şâfiî mezhebindeki büyük bir tefsir âlimini “O, İmam-ı Azamın ayaklarına su bile dökemez” diye vasıflandırmaktadır.
    24 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: İslâm şahıslar ve aile hukukuna bakıldığında, bizim bugünki hukukumuzla, dolayısıyla Germen ve ona bağlı olarak da Roma hukukuyla benzerlik gösteriyor. Muhteva olarak olmasa bile, bu şekilde tasnifinde bu hukukların tesirinden bahsetmek mümkün mü?
    Cevab: Hukuk sistemleri arasında benzerlik tabiidir. Hele bu sistemler birbirine yakın coğrafyalarda ve zamanlarda ortaya çıkmışlarsa. Hukuk sistemlerinin hepsinde orijin (menşe, kaynak) ne olursa olsun, normatif hâle gelmesinde hukukçuların ciddi rolü vardır. Hukuk kaidelerini, Anglosakson hukukunda olduğu gibi pratisyen veya Roma ve İslâm hukukunda olduğu gibi teorisyen hukukçular ortaya çıkarmıştır. Müşterek aklın ve adalet idealinin mahsulüdür. Hukuk sistemlerinin kaynağı da çok derine inilirse aynıdır.
    28 Nisan 2013 Pazar
  • Sual: Hukuk tarihçisi olmak istiyorum. Ne tavsiye edersiniz?
    Cevab: Hukuk tarihçisi olmak için, hukuk tahsilinden başka, hukukta kariyer (master-doktora) yapmak lâzımdır. Mahir bir hocanın yanında yetişmek icab eder. Osmanlıca okuyabilmek; Arapça ve bir ecnebi lisanı bilmek lâzımdır. Ayrıca hukuk tarihine dair yazılmış umumî ve hususî kitapları mütâlaa etmelidir. Bunun dışında hukuk tarihine yardımcı umumi tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, coğrafya, ilm-i neseb gibi disiplinlere vâkıf ve edebiyattan da nasip sahibi olmalıdır. Çok roman ve şiir okumalı, muhayyile ve ifade kabiliyetini, kelime haznesini inkişaf ettirmelidir. Gezmeli ve ekzantrik insanlarla görüşerek onları dinlemelidir. Hukuk tarihi sadece ilmî bir kariyer değil; aynı zamanda bir umumî kültür branşıdır. Bu arada fakültelerin boş kadrolarına müracaat ederek asistan olunur. Bir yandan da kariyer ve çalışmalar sürdürülür.
    18 Nisan 2016 Pazartesi
  • Sual: İmam-ı Azam veya talebelerinin ulaşamadığı aslî mevzularda veya ulaştığı halde, sonradan mesela bir hadis-i şerifin ortaya çıktığı hususlarda mezhep içinde hüküm değiştirildiği olmuş mudur?
    Cevab: İmam-ı Azam'ın talebeleri, hocalarının işitmediğini iyi bildikleri bir hadis-i şerifi işittikleri zaman, ictihadlarını buna göre yapmışlar ve sonra gelenler de delili kuvvetli olduğu için bu ictihadı tercih etmişlerdir.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: Bir hoca, “Hadislerin toplanması uzun yıllar aldığı için, imamlarımız bazı hususlarda zayıf hadislere göre fetva vermişlerdir. Çünki sahih hadisi duymamışlardı. Ama günümüzde sahih hadislerin tamamına ulaşmak çok kolaydır. Eğer bir fetva sahih hadise uymuyorsa sahih hadise uymak gerekir. Mesela namazda ellerin göbek altında bağlanması zayıf hadistir. İmam Şâfiî’nin, ellerin göbek üstünde olması kavli, sahih hadise dayandığı için, böyle yapmalıdır” dedi. Ne dersiniz?
    Cevab: Bu söz, usul-i fıkh, usul-i hadis ve hadis tarihini bilmemek alâmetidir. Hadis-i şeriflerin toplanmasının geç olması, avam bakımındandır. Hazret-i Peygamber zamanından beri yazılmakta veya sözlü rivâyet edilmektedir. İmam Ebu Hanife tâbiîndendir. Toplananlardan daha çok hadis duymuş olabilir. Onun bildikleri, belki bugüne intikal etmemiş olabilir. Bunu başkaları bilemez. Bir hadîsin sahih olması ise, ictihadîdir. Bir âlime göre sahih olan, diğerine göre olmayabilir. Fıkhî hüküm cihetinden hadisin sıhhatinden başka şartlar da aranır. İmam Ebu Hanife’nin, takvası o kadar çok idi ki, tek kişinin bildirdiği haber-i vâhid sahih bile olsa, bununla farz veya harama hükmetmemiştir. İmam Şâfiî, sahih bile olsa, mevkuf hadise, yani rivayet eden sahabinin ismi zikredilmeyen habere hüküm bağlamamıştır.
    21 Nisan 2017 Cuma
  • Sual: Ders kitabımızda sahabeden fetva verenlerin sayısının mahdut olduğu yazıyor. Hepsi müctehid değil midir?
    Cevab: Bu mesele ihtilaflıdır. Hepsi muctehid ise de, tamamı ictihad etmeyip, ictihad eden yüksek sahabilere uymuştur. Bir müctehid, ictihad etmiş ise başka müçtehide uyamaz; etmemiş ise veya zaruret varsa uyabilir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile Mısır’da Kadri Paşa’nın eserleri muhteva cihetinden birbirini tamamlayıcısı mıdır?
    Cevab: Ayrı birer teşebbüstür. Mecelle, eşya, borçlar ve usul hukukuna dairdir. Kadri Paşa’nın iki eserinden biri, ahval-i şahsiyye (şahıs, aile ve miras); diğeri ise borçlar hukukuna dairdir. Kadri Paşanın eserleri kanunlaşamamıştır.
    28 Aralık 2017 Perşembe
  • Sual: Şâfiî mezhebindeki bir kişi, Şâfiî fıkhını öğrenmek için İmam-ı Gazali’nin kitaplarındaki fıkıh kısımlarını okuyabilir mi?
    Cevab: Hayır. İmam Gazâlî Şâfiî ve mezhebde müctehid olmakla beraber, Şâfiî fıkıh usulüne göre, onun kavilleri mezhebin kavilleri arasında sayılmaz. Tenvîru’l-Kulub kitabı münasiptir.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Eski hâkimleri ve kadıların vermiş olduğu enteresan hükümleri anlatan kitap var mıdır?
    Cevab: Bunların ekserisi Arapça, bazısı Osmanlıcadır. Hasan Basri Erk’in Adalet Tarihi Antolojisi diye bir kitabı vardı, piyasada bulunabilir mi bilemem.
  • Sual: Evliyalıkta yükselebilmek, için bir edebi bile terk etmemek lazım gelirken, bid’at inanışla nasıl müctehid olunuyor?
    Cevab: Müctehidlikle evliyalık birbirinden farklı şeylerdir. Bid’at ehlinden olan bir kimsenin büyük bir âlim olması mümkündür. Nitekim Zemahşerî, Kadı Abdülcebbar, Zâhidî gibi Mutezile âlimleri, amelde Hanefî oldukları için, görüşleri zaman zaman Hanefî mezhebinde hüccet kabul edilmiştir. (İbni Âbidîn)
  • Sual: Yaklaşık 10 yıldır, ferâiz ilmi ile meşgulüm. İslâm Hukuku Tarihi kitabınızda, Sevrî ve Tahâvî’nin ilk ferâiz kitabını yazdığını söylemişsiniz. Bunların ismini ve yerini bildirir misiniz?
    Cevab: Süfyan Sevrî’nin ferâiz mecmuası veya Kitabu’l-Ferâiz adlı eserinin Zahiriyye kütüphanesinde tek nüshası var. Abdülaziz bin Abdullah el-Huleyl tarafından 1410 hicrîde Riyad'da basılmıştır. Tahâvî'nin Ferâiz adında bir eserinin mevcudiyeti malum; fakat günümüze intikal ettiği malum değildir. Sevrî’ninki daha eskidir ve İslâm tarihinde ilktir
  • Sual: Yazınızda “Peygamberler masumdur; günah işlemedikleri gibi, hatada sâbit kalmaları da caiz değildir” diye yazmışsınız. Bedir’deki esirler hususunda hata etmemiş midir? Niye Ömer’i değil de, Ebu Bekr’i dinledi?
    Cevab: Yazıda zaten anlatılıyor. Hazret-i Peygamber, burada kendince daha doğru olan görüşü seçti. O da esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmasıydı. Fakat o zaman için  bundan daha doğrusu, öldürülmesi idi. Hazret-i Peygamberin içtihadı yanlış değildi ama ondan daha doğrusu vardı. Kastettiği ceza işte bu daha doğruyu seçememenin mukabili olarak gördüğü husustur. Bundan sonra pek çok harpte esirleri fidye karşılığı serbest bırakmış ve bundan dolayı ikaz edilmemiştir. Böyle yapmak halifenin ihtiyarındadır.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: 10. asırda meydana gelen Hanbelî fitnesinden söz ediliyor. Bu hâdisenin aslı nedir?
    Cevab: Bunun mezhep çatışması ile alakası yoktur. Hanbelîlerden hadis ekolü  meşrepliler ile Eş’arîler arasındaki ihtilafların neticesidir. Bu ihtilaflar da Allahü teâlânın sıfatları ve müteşabih âyet-i kerimelerinin tefsiri meyanındadır. Bazı Hanbelîler bu hususta şiddetli ve mutaassıb davranarak sınırı aşmışlar; fitne uyandırmışlardır. Büyütülecek bir şey değildir.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: Bir fıkıh kitabında “Resûlullahın, eshâb-ı kiramın, tâbiînin ve hatta dört imamın ağız ile niyet ettikleri işitilmemiştir” dedikten sonra, “Ağız ile niyet etmek, Şâfiî ve Hanbelîde sünnettir” yazıyor. Peygamber efendimizden ve selef-i sâlihînden hiçbirisinde bu fiil görülmediği halde bahsedilen iki mezhepte ağız ile niyet etmek nasıl sünnet olabiliyor?
    Cevab: Bu iki mezhebde namazda ağız ile niyet, ihramda ağız ile niyete kıyasen sünnet olarak görülmüştür.Burada ağız ile niyetin, ef'al-i mükellefîndeki sünnete dahil olduğu, yani şer'î hükmü olan sünnet kast ediliyor. Yoksa Resulullah'ın yaptığı manasına gelmiyor.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Nizamülmülk’ün Siyasetname kitabında “Bütün dünyada iyiyi ve doğruyu gösteren iki mezhep vardır. Biri Hanefî, diğeri Şâfiî mezhebidir. Bunların dışında kalanlar bid’at ve şüphelidirler” ifadeleri geçiyor. Mâlikî ve Hanbelî’yi niçin eklememiş?
    Cevab: Burada ehl-i sünnetin yayılmasından bahsediliyor. Birincisi bu ikisi o coğrafyada yoktur. İkincisi bazı usul ve tasavvuf ulemasına göre Mâlikî mezhebi, Hanefî’ye; Hanbelî mezhebi ise Şâfiî’ye dâhil ediliyor.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Bazıları sahabenin recm cezası üzerinde ihtilaf ettiğini söylüyor. Doğru mudur?
    Cevab: Muhsanın (evli hür müslümanın) zinasında recm cezasının varlığında tereddüt olmadı. Bunun ayet-i kerime ile mi, hadis-i şerif ile mi sabit olduğu hususunda ihtilaf olundu.
    22 Kasım 2019 Cuma
  • Sual: Bazı liberaller, İslâmî idarenin (hilafetin) de sosyalist idare gibi baskı rejimine evrilmesinin çok kolay olacağını iddia ediyorlar. Kanunların giderek sertleşmesine mani bir sınır-otorite yok diyorlar. Buna delil olarak da İslâm âlimlerinin pek çok mevzuda farklı içtihadlar yaptıklarını, halifenin inisiyatifine göre istediği zaman sert olan, istediği zaman hafif olan içtihadı kanunlaştırmasının önünde engel yok diyorlar. Buna ne cevap verilir?
    Cevab: Hilafette hiç kimsenin kaldıramayacağı ve değiştiremeyeceği ve esnetemeyeceği sınırlar vardır. O da şeriat ve maslahattır. Halife, şeriata aykırı davranamayacağı gibi; şeriatin hüküm koymadığı sahalarda maslahata, yani ammenin menfaatine aykırı, yani keyfi bir kaide koyamaz. İslâm hukukuna göre, dünyanın en ideal rejimi budur. Burada ne idarecilerin, ne idare olunanların heva ve hevesine bakılmaz.
    1 Nisan 2020 Çarşamba
  • Sual: İmâm-ı Gazali hazretlerinin kitabındaki abdest, oruç, zekât bahislerini okumak lazım mıdır?
    Cevab: İmam Gazali hazretleri müctehid idi. İctihadları İmam Şâfiî mezhebine uygun düşmüştür. Bununla beraber ne Hanefî, ne Şâfiî için bu fıkıh kavilleri ile zaruret olmadıkça amel edilmez.
    1 Nisan 2020 Çarşamba
  • Sual: Sultan Aziz’in katliyle alakalı yapılan Yıldız Mahkemesi,  (verilen kararın doğru ve yanlışlığı bir tarafa), tabiî hâkim prensibi gibi hukukun esas kaidelerine uygun mudur?
    Cevab: Mahkeme azaları hukukçudur. Mahkeme hususi değildir, sadece ayrı yerde toplanmıştır. Tatbik edilen mevzuat, mutad kanunlardır. Burayı bir Divan-ı Âli olarak düşünmeli. Bunlar Ahmet, Mehmet değildir; bu da adi bir cinayet değildir. Şer’î bir devlette hükümdar başhâkimdir. Kendisi bizzat muhakeme yapıp karar verebilir. Bu, o zamanki hukuk sistemine uygundur. Yani hususi mahkeme kurmak, hukukun aslî prensiplerine aykırı değildir. Mevcut kanunu değil de, bu iş için tertip edilen kaideleri tatbik etmek hukuka aykırıdır.
    6 Nisan 2020 Pazartesi
  • Sual: Bir yerde İmam Tahavi hakkında mutlak müctehid tabiri kullanılmış. Kendisi Hanefi değil midir?
    Cevab: Tahavi, diğer mezhep içindeki imamlar gibi mutlak içtihat seviyesinde idi. Fakat Hanefi usulüne göre ictihat ettiği için Hanefi mezhebinde müctehid kabul edilir. Çok kavilleri, Hanefî mezhebinin umumi hükümlerine uymamaktadır.
    27 Nisan 2020 Pazartesi
  • Sual: Ümmetin yanlışta ittifak etmeyeceğiyle ilgili hadis-i şerifler var. Bunlar, bidatleri küfre varmayan Şia, İbadi, Mutezili gibi mezheplerin de doğru olduğunu göstermez mi?
    Cevab: Müctehid ehl-i sünnet ulemâsının ittifakına icmâ denir. Bu sıfatı haiz olmayanların ittifakı bir hüküm ifade etmez. Ulema icmâ ettikten sonra, buna muhalif bir görüşün de kıymeti yoktur. Şiî, Haricî, Mutezilî gibi mezhepler icmâ’dan sonra ortaya çıktığı için bâtıl yollardır. Bunlar âdil sayılmadığı gibi, icmâları da şer’en bir şey ifade etmez. Ayet-i kerimede böyle buyuruluyor.
    24 Mayıs 2020 Pazar
  • Sual: İmam Ebu Hanife müctehid olmadan evvel kimin mezhebinde idi?
    Cevab: İbrahim Nehaî mezhebinde olduğu rivayet edilir.
    5 Haziran 2020 Cuma
  • Sual: Müctehidde olması gereken hususiyetler sıralanırken Kur’an-ı Kerimi ezbere bilmek maddesi de geçiyor. Eshab-ı kirâmın da tamamı için müctehid deniyor. Eshabın hepsi Kur’an-ı kerimin tamamını ezbere bilmiyordu. Bu vaziyette nasıl müctehid oluyorlar?
    Cevab: Eshâb-ı kirâmın hepsinin müctehid olduğu ihtilaflıdır. Eshab-ı Kiram Kur’an-ı Kerimin nüzulü zamanında yaşadılar. Âyet-i kerimeler tedricen geliyordu. Gerek Peygamber’e, gerekse birbirlerine sorarak Kur’an âyetlerini öğrenme imkânı vardı. O zaman için Kur’an-ı Kerimin tamamını ezberlemek mümkün de, kolay değildi. Bu kadarı onlar için kâfi idi. kaldı ki hepsi müctehid sayılsa bile, pek azı ictihad etmiştir.
    13 Haziran 2020 Cumartesi
  • Sual: İslam Hukukunu, günümüz Batı Hukuku’ndan ayıran hususiyetlerden en mühimi hangisidir?
    Cevab: Birinin menşeinin dini, diğerinin beşeri olmasıdır. Beşer ile ilah arasındaki farkı tasavvur ediniz.
    9 Temmuz 2020 Perşembe
  • Sual: Eshab-ı Kiram efendilerimizin ictihadlarının toplandığı bir kitap var mıdır?
    Cevab: Hayır. Bazı fıkıh kitaplarında ve tefsirlerde zikredilir. Arap memleketlerinde yazılmış olan sahabi biyografilerinde ictihadî kavillerinden bahsedilir.
    9 Temmuz 2020 Perşembe
  • Sual: Peygamberimiz ve 4 halife devrinde ağırlıklı olarak hangi mezheple amel edilmiştir?
    Cevab: Peygamber zamanında mezhep olmaz; ancak sahabi âlimler peygamberin yanında bulunmadıkları zaman kendi ictihatlarıyla hareket ederler. Bunlar, o sahabinin mezhebidir. Peygamberden sonra ise herkes kendi içtihadıyla amel eder. 4 halifenin her biri de kendi mezhebi ile hareket etmiştir.
    21 Temmuz 2020 Salı
  • Sual: Osman Turan’ın kitabında Melikşah zamanında Eş’arilerle Hanbelîlerin mücadelelerinden bahsediliyor. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Mesele Hanbelî-Eş’arî meselesi veya mezhep kavgası değil, itikadîdir. O zaman Hanbelîlerin bir kısmı ehl-i sünnet dışı mücessimeye varan görüşlere sahipti.
    20 Ağustos 2020 Perşembe
  • Sual: Devlet menfaatine geldiği için bazen mezhepler arası telfik yapabilir mi?
    Cevab: Bu, telfik değil, taklittir. Çünki maslahat icabıdır.
    21 Ağustos 2020 Cuma
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Avrupa’dan kanunlar aldığını biliyoruz. Gayri İslami bir kanun nasıl İslamileştirilir, fıkha uygun hale getirilir?
    Cevab: Hukukun müşterek kısımları vardır. Her hukuk sisteminde aynıdır. Gayri İslâmî kanun olmaz; gayri İslami kaide olur. Bunlar başka hükümlerle değiştirilir. Buna kanun tekniği deniyor. Kaldı ki İslam hukukunun sükût ettiği geniş bir saha vardır. Bu kanunlar o sahada kabul edilmiştir.
    21 Ağustos 2020 Cuma
  • Sual: İmam Züfer’in, hocası İmam Ebu Hanife’ye lazım gelen hürmeti göstermemesi ve lakayt tavırlarından dolayı içtihatlarının mezhepte dikkate alınmadığı doğru mudur?
    Cevab: Anlatılanlar menkıbeden öte geçemez. İmam Züfer, en az İmam Ebu Yusuf kadar büyük bir müçtehittir. Fakat kavilleri, İmam Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed’in kavilleriyle aynı sağlamlıkta nakledilmiş değildir. Hocasından sonra fazla da yaşamamıştır. Bu sebeple mezhebin bu üç rüknü gibi sayılmamıştır. Bununla beraber 20 kadar meselede Züfer’in kavli ile fetva verilmiştir.
    1 Eylül 2020 Salı
  • Sual: Ehl-i rey kimlerdir ?
    Cevab: Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, İbn Mes‘ud gibi sahabiler sadece hadis-i şerif rivayetiyle iktifa etmemiş; gerektiğinde reye müracaat ederek fetva vermiştir. Abdullah ibn Ömer, Abdullah ibn Abbas, Zeyd bin Sabit gibi sahabiler ise mümkün mertebe reye az müracaat etmiştir. Birincilerinin talebeleri Meslek-i Irakî; ikincilerinin talebeleri de Meslek-i Hicâzî denilen hukuk ekollerinin kurucuları olmuştur. Böylece İslâm hukuk tarihinde başlıca iki hukuki temayül doğmuştur. Bunun sebebi hem âlimlerin şahsi temayülleri; hem de Hicaz ile Irak arasında ilim malzemesi cihetiyle farklılıklardır. Irak’ta uydurma hadisler çoktu; ama halledilecek mesele fazlaydı. Birincilere ehl-i rey; ikincilere ehl-i hadis denilmiştir. İmam Ebu Hanife, ehl-i rey; İmam Malik, ehl-i hadis mümessillerindendir. İmam Şâfiî, her iki mesleğin arasını tevhid eden (birleştiren) yeni bir meslek (ekol) ihdas etmiştir. Âlimlerin bu şekilde iki ekole ayrılmaları, İslam hukukunun teşekkül devrine ait bir keyfiyettir. Her mezhebin hükümleri tedvin edildikten ve hadis-i şerifler kitaplara yazılıp yayıldıktan sonra bu tefrikin bir ehemmiyeti kalmamıştır.
    1 Eylül 2020 Salı
  • Sual: Sadece bir mezhep olsa daha iyi olmaz mıydı?
    Cevab: O zaman din gibi mühim bir mevzuda insanların uyması gereken tek bir hüküm olurdu. Bu da insanların işini zorlaştırırdı. Farklı mezhepler bir genişlik ve rahatlıktır. Nitekim hadis-i şerifte, Âlimlerin ihtilafı rahmettir” buyuruldu. Yani mezheplerin farklılığı, bizzat dinin arzusudur.
    29 Eylül 2020 Salı
  • Sual: Ebu Hanife’nin, Kur’an-ı kerimin mahlûk olduğuna inandığı için, manaya ehemmiyet verip, Arapça’dan başka dilde ibadete cevaz verdiği iddiasına ne dersiniz?
    Cevab: Kur’an-ı Kerim’in mahlûk olmadığı, yani yaratılmış olmayıp, kelam-ı ilahi olduğu, ehl-i sünnetin prensibidir. Bu prensipleri ilk tedvin eden, İmam Ebu Hanife’dir. Nasıl olur da mahlûk olduğunu söyler? Bu iddialar yanlıştır. İbadet dili Arapçadır. İmam Ebu Hanife’nin Arapça dışında ibadete cevaz verdiği rivayeti çok zayıftır ve sahih değildir. Bunu rivayet edenler de zaten daha sonra bundan döndüğünü söylüyorlar. Herhalde Arap olmayanlardan ilk Müslüman olanlara Arapça ibadet için lazım olanları öğrenene kadar kendi dilinde ibadet etmeleri için verilmiş bir ruhsat olsa gerektir. Çünkü Müslüman olana namaz kılmak hemen farz oluyor.
    29 Ekim 2020 Perşembe
  • Sual: İmam-ı Azam şahsını ve ekolünü anlatan kaynak kitap tavsiye eder misiniz?
    Cevab: Kerderi, İbni Hacer ve Süyutî’nin İmam-ı Azam Ebu Hanife hakkındaki kitapları Türkçe’ye tercüme edilmiştir ve latin harfleriyle basılmıştır. Taşköprüzade’nin mevduat-ı Ulum kitabında da tafsilat vardır. Faruk Meyan’ın Dört Büyük İmam kitabı da okunabilir. Muhammed Ebu Zehra’nın Ebu Hanife adında ve akademik tonda bir şümullü kitabı vardır.
    6 Kasım 2020 Cuma
  • Sual: Kur’an-ı kerimde bir hüküm ayetinin şartlarının, evvelce olsa bile, daha sonra kıyamete kadar teşekkül etmemesi mümkün müdür? Mesela köleliğin kalkması, dinin ruhuna daha uygundur denebilir mi? Müslümanların hedefi tekrar o sistemi getirmek mi olmalıdır?
    Cevab: Bu mümkündür, ama kati değildir. Köleliğin fiilen kalkmış olması, dini hükümleri ortadan kaldırmaz. Tekrar aynı hukuk sistemi kurulur da kölelik geri gelirse, buna dair hükümler tatbik edilir. Ayağı olmayan kimseye, abdestte ayağını yıkamak farz olmaz. İkinci söz makul değildir; hele bugün için bu, sıradan insanların yapabileceği bir şey değildir. Köleliğin kalkması, dinin ruhuna daha uygundur, sözü küfre sebep olabilir.
    21 Ocak 2021 Perşembe
  • Sual: Ehl-i sünnet cemaatler arasında farklı fetvaları, mezhepler arasında rahmet olan farklılıklar gibi görmek mümkün müdür?
    Cevab: Mezhepler arasındaki ihtilaf, farklı ictihaddan kaynaklanır. Cemaatler arasındaki ihtilaflar ise, ekseriya cemaatin telakkilerine, ananesine, liderlerin temayülüne göredir. Fıkıh usulü, hatta füruu iyi bilinmediği için, en iyi Arapça bilenler bile, fıkıh metinlerindeki ifadeleri müşahhas (somut) hadiseye tatbike derken yanılabiliyor ve farklılık ortaya çıkıyor. Cemaatlerin veya hocaların dediğine değil, muteber fıkıh kitapların ne yazdığına bakmak lazımdır.
    16 Şubat 2021 Salı
  • Sual: Şer’î devlette ateistlere, deistlere laik mahkemeler asla kurulamaz mı bu İslam hukukunda imkansız mıdır?
    Cevab: Hayır. Ancak kendi aralarındaki davaları kendi seçtikleri hakemlerine götürebilirler.
    16 Şubat 2021 Salı
  • Sual: Hazret-i Ebu Bekr devrinde Kur’an-ı kerim mushaf haline getirileceği sırada bazı sahabilerin, “Resulullahın yapmadığı nasıl yapılabilir?” dediğine göre, bunların içtihadının Kur’an-ı kerimin mushaf hâline getirilmemesi istikametinde olduğu söylenebilir mi?
    Cevab: Hayır. Bu bir ictihad değildi. Bunun, ictihad edebilecekleri bir saha olup olmadığında tereddüt ettiler. Sonra hepsi Mushaf hâline getirilmesinde icma etti.
    16 Şubat 2021 Salı
  • Sual: Abdülkadir Geylani Hazretlerini yazdığı Gunyetü’t-Talibin Şafii Fıkhına göre mi yazılmıştır?
    Cevab: Hanbeli fıkhına göre.
    16 Şubat 2021 Salı
  • Sual: İbnü’r-Rüşd’ün Bidayetü’l-Müctehid kitabı hangi mezhebe göredir?
    Cevab: Dört mezhebe göre yazılmış; yer yer başka müctehidlerin görüşlerinden de bahsedilmiştir.
    13 Mart 2021 Cumartesi
  • Sual: Kadınların kadı olamayacağını söylediniz. Ama yanılmıyorsam Ebu Hanife buna izin veriyor. Buna ne dersiniz?
    Cevab: İmam Ebu Hanife sadece kadının şahit olabileceği hususlarda kadınların kadı olabileceğini teorik olarak söyler. Ama pratik olarak bu mümkün değildir. Çünki kadın erkeklerin içine giremez. Bu sebeple İslam tarihi boyunca bir tane bile kadın kadı yoktur. İslamiyet bir iş taksimi yapmıştır.
    13 Mart 2021 Cumartesi
  • Sual: İmam Gazali’nin Ebu Yusuf’u zekât vermemek için şer’i hilelere tevessül etmek ile itham ettiği doğru mudur?
    Cevab: Hayır. Öyle olsa bile yanlış anladığı söylenebilir.
    13 Mart 2021 Cumartesi
  • Sual: İslâmiyet şarabı tedricen kaldırdı, ama niye faizi bir defada kaldırdı?
    Cevab: Faiz şarap kadar yaygın değildi.
    29 Mart 2021 Pazartesi
  • Sual: İmam Malik, kendi kitabını resmi kanun ilan etmek isteyen halifeye ilmin önünü keseceği sebebiyle itiraz etmişti. İmam Ebu Yusuf’un kadıyülkudat olduğunda Hanefi kadıları tayin etmesi ve böylece resmi mezhebe yol açması bu hususta bir geriye dönüş sayılmaz mı?
    Cevab: İmam Malik devri, ilmin teşekkül devri idi. halife Mensur ve sonra Harun Reşid, hukuk birliğini temin maksadıyla, onun Muvatta kitabını Kâbe’ye asıp bütün İslam memleketlerinde cari tek kanun olmasını istediler; İmam Malik karşı çıktı. İmam Ebu Yusuf zamanında ise ilmin tedvini büyük ölçüde tamamlanmıştı. Hanefi kadıların tayini, ilmin inkişafına mani olmazdı. Kaldı ki, resmi kanun başka şey; kadıların ekserisinin muayyen bir mezhepten tayini başka şeydir. Birinde teori (kitap) hâkim kılınıyor, diğerinde insan unsuru vardır. Üstelik zaruretler farklı zamanlarda farklı şekilde tecelli eder. Bir zamanda münasip olmayan şey başka zamanda münasip olabilir
    22 Nisan 2021 Perşembe
  • Sual: Şâtıbî ve Muvafakat adlı eseri niçin reformistler tarafından çok tutuluyor?
    Cevab: Şâtıbî maslahat ve makasıdı, yani dinin hükümlerinde gözetilen maksatları güzel anlatıyor. Bu kitap Maliki mezhebine göre yazılmıştır. Modernistler buradaki ifadeleri kendi maksatlarına göre eğip büküyorlar.
    22 Nisan 2021 Perşembe
  • Sual: Tanzimat’tan sonra bazı kanunların Avrupa’dan iktibas edilmenin sebebi nedir?
    Cevab: Bunun cevabı uzundur. Benim Osmanlı Hukuku kitabıma bakınız. Bir takım ihtiyaçlar buna sevketmiştir. Amerika'yı yeniden bulmaya lüzum yoktur. Bu, şeriata aykırı değildir. Çünki örfi hukuk sahasıdır.
    22 Nisan 2021 Perşembe
  • Sual: Açe’de şeriatın ceza hukukunun tatbik edildiği doğru mudur?
    Cevab: Açe diye bir devlet yoktur. Endonezya’nın eyaletidir. Endonezya laiktir. Böyle bir devlette şer’î ceza hukukunun tatbiki mevzubahis olamaz. Açe, Nijerya gibi memleketlerde veya Taliban, IŞID gibi teşkilatlarda şer’î ceza hukukunun tatbikine dair misaller dine aykırıdır.
    31 Mayıs 2021 Pazartesi
  • Sual: Şeriat mahkemesinde avukatlık var mıdır?
    Cevab: Elbette. Husumete vekâlet adıyla fıkıh kitaplarında tanzim edilmiştir. Dava vekili veya muhami adıyla İslam tarihinde avukatlar vardır.
    4 Haziran 2021 Cuma
  • Sual: Thomas Bauer isimli müsteşrik Müphemlik Kültürü kitabında şöyle diyor: "Mecelle’nin İslam hukuku bakımından nasıl bir yozlaşmayı temsil ettiğini, bununla İslam dünyasında ilk defa Yahudilerin ve Hıristiyanların da İslami medeni hukuk hükümlerine tabi kılınmış olmasına bakarak görebiliriz.” (S. 174) Buna ne dersiniz?
    Cevab: Çok cahilmiş. Mecelle, muamelat üzerine bir kanundur. Zimmiler, tarihin her devrinde muamelat ve ukubatta şer’î hukuka tâbi olmuştur. Ahval-i şahsiye davalarında (şahıs, aile ve miras) imtiyazları vardır. Bunları kendi ruhani meclislerine götürüp orada kendi dinlerinin hukukunu tatbik ettirebilirler.
    13 Haziran 2021 Pazar
  • Sual: Fıkıh kitaplarında yazan âlimlerin yedinci tabakasına mensup olanların bile bugün bulunmamasının sebebi nedir acaba?
    Cevab: Marifet iltifata tâbidir. İnsanlar ilme ve âlimlere kıymet vermediği için, hadis-i şerifte beyan olunduğu üzere âhir zamanda Allah da âlimleri çekip almıştır.
    8 Temmuz 2021 Perşembe
  • Sual: İslâmiyette 32 yahut 54 farzdan başka farz yok mudur?
    Cevab: İslamiyette farzlar ve haramlar sadece bundan ibaret değildir. Ancak sıradan Müslümanlara kolaylık olsun diye ulema bu tasnifi yapmıştır.
    15 Temmuz 2021 Perşembe
  • Sual: İslam hukukçuları kaç dereceye ayrılır?
    Cevab: İslâm Hukuku Tarihi kitabıma bakınız. 7 derecedir. Osmanlı şeyhülislâmlarından İbn Kemal’in Vakfu’n-Niyyât kitabındaki tasnifi çok meşhurdur. Sonra gelen hukuk tarihçileri hep bu sıralamayı esas almışlardır. Buna göre: Birinci derecede mutlak müctehid bulunur. Şâfiʽîler buna müstakil müctehid adını verirler. Bunlar İslâm hukukunun kaynaklarından kendi telakki ve usullerine göre hüküm çıkarabilirler. İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiʽî ve İmam Ahmed gibi.
    İkinci derecedekilere mezhebde müctehid denir. Bunlar da mutlak müctehid derecesinde olmakla beraber, delillerden hüküm çıkarırken bir öncekilerin usûl ve yollarını kullandıkları için, ayrıca hocalarına olan edeb ve hürmetlerinden dolayı ayrı bir mezheb kurmadıklarından dolayı bunların mezhebine mensup kabul edilirler. Hanefîlerde İmam Ebû Yusuf, İmam Züfer, İmam Muhammed ve benzerleri böyledir. Mâlikîlerde İbnü’l-Kâsım, İbn Vehb, Eşheb, Abdullah bin Abdülhakem, Esbağ, Ziyâd, Esed bin Furat, İbn Mâcişûn; Hanbelîlerden Esrem, Meymûnî, Ebû Bekr Hallâl gibi hukukçular bu derecededir.
    Üçüncü derecedekilere meselede müctehid denir. Bunlar da mezheblerinin kurucuları olan âlimlerin bildirmediği meseleler için, bu mezhebin usûlüne göre hüküm çıkarabilir. Hanefîlerde Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Hulvânî, Serahsî, Pezdevî, Kâdihan gibi hukukçular bu derecededir. Şâfiʽîler, ikinci ve üçüncü derecedekilere müntesib müctehid derler. Müzenî, Kaffâl, Cüveynî, Gazâlî, Şirâzî, Mervezî ile, Dört Muhammedler denilen Muhammed bin Cerir, Muhammed bin Nasr, Muhammed bin Huzeyme ve Muhammed bin Münzir böyledir.
    Dördüncü derecede eshab-ı tahric denilen hukukçular bulunur. Bunlar bir öncekilerin çıkardığı hükümlerin kısa ve kapalı olanlarını açıklarlar. Hanefîlerden Cessâs ve Cürcanî gibi. Şâfiʽî mezhebinde buna müctehid fil-mezheb denir. İsferâyinî, Mâverdî, Merverûzî, Rûyânî böyle kabul edilmektedir.
    Beşinci derecedeki hukukçular eshab-ı tercih adını alır. Bunlar önceki üç dereceden nakledilen birkaç rivâyetten birisini delillerin kuvvetine göre tercih ederler. Hanefîlerde Kudûrî, Merginânî böyledir. Şâfiʽîlere göre buna müctehid fi'l-fetvâ denir ve Nevevî, Râfiʽî, İbnü'r-Rifaʽa bu derecede kabul edilir.
    Altıncı derecede eshab-ı temyiz bulunur. Bunlar bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri kuvvetlerine göre sıralayıp yazar. Hanefîlerde Ebu'l-Berekâ¬t Nesefî, Mavsılî, Burhanü'ş-Şeriʽa, İbnü's-Sâʽatî bunlardandır. Bu ve bundan sonraki dereceyi Şâfiʽîler müctehid kabul etmezler. Hanefîlere göre ise, dördüncü dereceden itibaren gelen hukukçular müctehid sayılmaz.
    Yedinci derece mukallid-i mahz olup, aslında ictihad, tahric ve tercihe ehil  kabul edilmemektedir. Bunlar okuduklarını iyi anlamakta ve kitaplarına yazarak başkalarına nakledebilmektedirler. Hanefîlerden Haskefî, İbn Âbidîn bunlardandır .
    Şüphesiz bu İslâm hukukçularının derecelendirilmesi bu kadar katʽî hatlarla yapılamaz. Bu umumi bir tasniftir. Nitekim Tahâvî’nin bazen İmam Ebû Yusuf ve Muhammed gibi müstakil ictihadda bulunduğu vâkidir. İbn Âbidîn de yaptığı tahkik ve tercihlerden anlaşıldığına göre, aslında çok daha yukarılarda yer alabilecek hukukçulardandır.
    20 Temmuz 2021 Salı
  • Sual: Ebu Hanife bir meseleyi içtihadıyla çözdükten sonra, İmameyn neden onun fetvalarına aykırı içtihatlarda bulunmuştur?
    Cevab: Her müctehid, kendi ictihadına uyar. İslâmiyette fikir hürriyeti vardır. İmam Ebu Hanife her zaman talebelerinin kendisine körü körüne uymasını men etmiş; onları kendi ictihadlarını yapmaya sevk etmiştir. Onlar da hocamıza muhalif ne söylemiş isek, ondan işittiğimize göre söyledik demişlerdir. İlimde talebenin hocasına mutlaka tâbi olması icap etmez. Yoksa ilim inkişaf edemez. Hanefî mezhebi yalnızca Ebu Hanife’nin ictihadlarından teşekkül etmez. İmameyn denilen Ebu Yusuf, Muhammed Şeybani, hatta Züfer ve Hasan bin Ziyad'ın ictihadlarının mecmuu Hanefî mezhebi demektir.
    30 Temmuz 2021 Cuma
  • Sual: İslâmiyette altın ve gümüşün para oluşunun şer’î esası nedir?
    Cevab: Kur’an-ı Kerimde her şey geçmez. “Allah kitabı ve mizanı verdi” mealindeki Şura suresinin 17. ayet-i kelimesindeki mizandan bazı âlimler altın ve gümüşü anlamışlardır. Cenab-ı Peygamber, Sahabe-i kiram ve ondan sonra gelen bütün âlimler altın ve gümüş para kullandılar. Nasslarda zekât, diyet, cizye ve sair meselelerde hep altın ve gümüş para zikredildi. Dini işlerde bu mikyas alındı. İslâmiyette paranın altın ve gümüş olduğunda ittifak hâsıl oldu. Altın ve gümüş olmayan parayı kullanmak caiz ise de bunun değeri altın ve gümüşe göre hesaplanır, enflasyona göre değil. Paranın değerinin altına endekslenmesi, enflasyon ve sair amillere endekslenmesinden çok daha makul ve emindir. Parayla muameledeki zarara uğrama ihtimali daha fazladır.
    30 Temmuz 2021 Cuma
  • Sual: Cumhuriyetten evvel verilmiş mahkeme kararları, şimdi de tatbik edilebilir mi?
    Cevab: Osmanlı mahkeme kararlarının bugün de cari olduğuna dair prensibin açıkça yazdığı bir tanzim yok. Ancak açık bir tanzime de ihtiyaç yok. Zira halen yürürlükte bulunan 6100 sayılı HMK (m.303) kendisinden evvelki kanun olan 1086 sayılı kanunun yerini aldı. O da kendinden evvel Osmanlı devrinde cari olan mevzuatı ilga ederek meriyete girmişti. Bu silsile içinde umumi olarak mahkeme kararlarının kazıye-i muhkeme (kesin hüküm teşkil ettiğine dair tanzimler hiç boşluk bırakmaksızın birbirini takip ettiğine ve Osmanlı devrinde verilmiş mahkeme kararlarına dair bir istisna hükmü bulunmadığına göre, mevcut kaide (HMK m 303) onlar için de caridir. Çünkü mahkeme kararları daimi olarak hak sübutuna mesnettir. Mahkeme kaldırılsa veya hâkim değişse bile mahkemenin kararı meriyetini sürdürür. Bu hukukun umumi bir prensibidir. Halihazırda Türkiye’de vatandaşlık ve mülkiyeti ve nice milletlerarası anlaşmalar, Osmanlı Devleti zamanında sabit olmuş hukuki statülerin devamıdır. Mülga 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 1. maddesinde "Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hâdiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır. Binaenaleyh 4 Ekim 1926 tarihinden evvel vuku bulmuş olan muameleler, o tarihte cari bulunan kanunlara göre tayin edilir. Benzer şekilde, 864 sayılı Kanun'u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medenî Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un 1. maddesinde "Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki hadiselerin hukukî neticelerine, bu hadiseler hangi kanun meriyette iken vuku bulmuşsa kaideten o kanun hükümleri tatbik edilir. Bu, herkesçe bilinen hukukun umumi bir kaidesidir. Bir Osmanlı mahkemesinden verilen karar, bugün İsrail'de, Yunanistan'da, Suriye'de bile tatbik edilmektedir. Bu mantığa göre, eski kanuna göre meydana gelmiş, Türkiye’deki bütün mülkiyet ve aile münasebetlerinin geçersiz sayılması icap eder. Ayrıca bir mahkeme kararı verildiği zaman, kaziye i muhkeme teşkil eder ve orada hükümet değişse bile hükmünü sürdürür. Ancak bakmak lazım, bugünki mevzuata göre, bazı mahkeme kararlarının tatbiki için 10 sene gibi bir mürurızaman müddeti vardır. Bu zaman içinde mahkeme kararı yerine getirilmemişse, hükümsüz kalabilir.
    28 Ekim 2021 Perşembe
  • Sual: Mecelle-i Ahkâmı Adliye’nin medeni kanun sayılamayacağını söyleyenler haklı mıdır?
    Cevab: Mecelle, medeni kanun değildir. Borçlar ve usul kanunudur. Osmanlı hukukunun yapısı farklıdır. Medeni kanun (civil law), Kıta Avrupası hukuk sisteminde var. Onun için Kıta Avrupası hukuklarına, medeni hukuk sistemleri denir. Anglosakson hukukunda da (mesela İngiltere’de de) yoktur.
    7 Kasım 2021 Pazar
  • Sual: İslam hukukunda, kadılar amme adına re’sen dava açabilir mi?
    Cevab: Şahsi haklarda hak sahibi dava açar. Amme haklarında herkes dava açabilir. Kadı da re’sen dava açabilir.
    20 Şubat 2022 Pazar
  • Sual: Sultan İbrahim'in Mülteka'yı resmi tatbikat yapan emri hangi tarihlidir?
    Cevab: Osmanlı kadıları Hanefi mezhebinin esahh-ı akvâliyle hükmetmeye memurdur. Bütün kadı beratlarında yazar. Mülteka bunları toplamıştır. Sultan İbrahim, ferman çıkarıp, Mülteka’yı Türkçeye tercüme ettirmiştir. Mevkufat adlı bu kitap, mahkemelerde yarı resmi kod olmuştur. Yoksa Mülteka ile alakalı ayrı bir ferman yoktur.
    4 Haziran 2022 Cumartesi
  • Sual: Hıtan (sünnet olmanın) dinde tam olarak fonksiyonu nedir?
    Cevab: Sünnet gibi vücudun bir yerini kesmek veya işaretlemek çok eski cemiyetlerde de vardır. Bu, bir aidiyetin sembolüdür. Nitekim bugün bile hayvanlar kulağından sahibinin işaretiyle işaretlenir. Tevrat’ta Tekvin’in 17.kısmında geçtiğine göre, Allah, İbrahim peygambere “Bedeninizdeki bu alamet, sonsuza dek sürecek ahdimizin sembolü olacak” demiştir. Yahudilikte farz olan bu iş, İslamiyette sünnet olarak sabit olmuştur. Hikmeti, hijyen olsa gerektir. Zira tıp kitaplarında, sünnet olmanın tıbbi faydaları sayılmaktadır. Bu sebeple bilhassa Protestan cemiyetlerinde de yaygındır. Zekerin ucu açıkta bırakarak sürtüne sürtüne aşırı ve acele tahriki önleme ve geç inzal olma kabiliyeti kazanmaktadır.
    8 Haziran 2022 Çarşamba
  • Sual: Din kaideleriyle hukuk kaideleri arasındaki fark nedir?
    Cevab: Birinin müeyyidesi ahirette, diğerinin dünyadadır.
    25 Eylül 2022 Pazar
  • Sual: 1839’dan itibaren devamlı ecnebi müdahalesi ile yapılan hukuki tanzimler, Osmanlı Devleti’nin şer’î vasfına halel getirmiyor mu?
    Cevab: Osmanlı Devleti’ndeki hukuki tanzimler her zaman şer’î kaideler çerçevesinde cereyan etmiştir. Her zaman bir meşruluk zemini aranmış ve bulunmuştur. Tanzimat ıslahatının mimarı, Ahmed Cevdet Paşa zaten medreseden yetişmiş muhafazakâr bir âlimdir. II. Meşrutiyet devrinde, halifenin salahiyetlerinin budanması, gayrı müslimlerin mecburi askere alınması gibi tasarruflar, şer’î hukuku terk iddiasıyla yapılmadığı için, yine devletin vasfına halel getirmez. Müminin günahı mesabesindedir. Birinci ve ikinci Meşrutiyet, memleketi darülbağy haline getirmiştir.
    22 Ekim 2022 Cumartesi
  • Sual: Sünnet olmak nass ile sabit midir?
    Cevab: Sünnetle sabittir. “Allah sizi en güzel biçimde yarattı” minvalindeki ayetlerle tezat taşımaz. Kaldı ki bu hüküm mutlak değildir. Tırnak kesmek, saç kesmek, saç taramak da emredilmiştir. Bunu zaten bir müslüman söylemez; söyleyene de cevap vermek gerekmez. Zira bazı Hristiyanlar, Allah insan bedeninde bir eksiklik mi yarattı ki sünnet olunuyor demektedir. Halbuki kıymet verdikleri Kitab-ı Mukaddes’in iki kısmında da sünnetin taraf-ı ilahiden emredildiği açıkça yazılıdır. Allah bir şeyi emredince, buna muhalif hükümler ya batıl olur veya tevil edilir.
    16 Aralık 2022 Cuma
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • TR
  • EN
© 2019
  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder