Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“ İslâm Tarihi”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı güvenilir bir kitap mıdır? Yazarının İbni Teymiyeci olmak bakımından tenkit edildiğini işittiğim için soruyorum.
    Cevab: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı sahasında itimad edilir bir kitaptır. Dört mezhebin Mısır'daki en tanınmış dört âlimi bir araya gelerek bu dört mezhebin mutemed kitaplarından toplayarak yazmıştır. Mısır’da mescidlerde dört mezhebin ahkâmının tedrisi ve imamların bu mezheblerin hükümlerini gözetebilmesi maksadıyla Evkâf Vezâreti tarafından Câmi’ül-Ezher ulemâsından dört mezhebe mensup hukukçulardan bir komisyon kuruldu. Bunlar dört mezhebe göre mukayeseli bir fıkıh kitabı hazırladılar. Mısır hükûmeti, kanunlarda ve tedrisatta Hanefî mezhebi yanında dört mezhebin hükümlerinden de istifâde edilmesi kararı almıştı. Bahis mevzuu kitap, bu hususta da yardımcı olacaktı. Mısır’da Hanefî ulemâsının reisi mevkiindeki Şeyh Abdurrahman el-Cezirî (1360/1941), bu komisyonun reisi oldu. Bu komisyonda Mâlikî mezhebinden Abdülcelil Îsâ, Şâfi’î mezhebinden Muhammed el-Bâhî ve Hanbelî mezhebinden Muhammed Sebi’ ez-Zehebî âzâ olarak bulunuyordu. Komisyon 1349/1931 yılında el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbea kitabını hazırlayarak İslâm hukukuna mühim bir hizmette bulunmuş oldu. Kitap matbu olup, Türkçeye de tercüme olunmuştur.

    İbni Teymiyye büyük bir âlimdir.İlmi, dindarlığı, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sivri dili, inatçılığı ve doğru bildiğinden şaşmaması ile tanınmıştır. Şiîlere, Hıristiyanlara ve Yunan felsefecilerine yazdığı reddiyeler çok kıymetlidir. İbni Teymiyye önceleri Hanbelî mezhebinde iken, sonraları müstakil hareket etmeye başladı. Mesâisini selef itikadının ihyâ iddiasına hasr etti. Bu arada kendisinden önce gelenlere, bu arada Sahâbe’ye de aşırı tenkidlerde bulundu. Bazı cahil tarikatçıların aşırı hareketlerini bahane ederek, istigâse, tevessül, şefaat, kabir ziyareti gibi hususlara muhalefetiyle öne çıktı. “Ancak üç mescide ziyâret için gidilir” hadîs-i şerîfini, “Ancak üç mescid ziyâret edilir” şekline çevirerek, Hazret-i Peygamber’in kabrini ziyaret için bile gitmek günah olur dedi. Kabir ziyaretine cevaz veren ve tasavvufu, kerâmeti câiz gören sözleri varsa da, tevessül, istigase, kabirlere adak yapmak, kabirlerde dua edip şefaat dilemek gibi hususlara muhalefeti hep sürdü. Giderek tasavvufun Hind felsefesinden etkilenmiş bir bid’at olduğunu iddia etti. Sadreddin Konevî ve Muhyiddin Arabî’yi ağır şekilde tenkid etti. Şart-ı vâkıfın muteber tutulmaması, bir defada verilen üç talâkın bir talâk sayılması, yemine bağlanan talâkın vâki olmayıp keffâretle iktifâ edileceği, hayızlı kadına verilen talâkın vâki olmayacağı gibi fıkhî konularda da Selef ulemâsının icma’larına uymayan, şâz (marjinal) görüşler ileri sürdü. Bu sebeple yalnız tasavvuf ehlinin değil, zâhir âlimlerinin de nefretini çekti.

    Memlûk Sultanı’nı Müslüman İlhanlılarla harbe teşvik etti. Bu sebeple modernistler tarafından “İslâm ülkelerini Tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan manevî önder İmam İbni Teymiyye” olarak lanse edilir. Halbuki İbni Teymiyye, iki İslâm askerinin harb etmesini kızıştırmış, kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslümanın ölmesine sebep olmuştur.  Ehl-i sünnet âlimlerinin yaptığı gibi, bu iki İslâm hükümdarına nasihatlar verip, din kardeşi olduklarını söyleyip, “Kardeşlerinizin arasını bulunuz!” meâlindeki âyet-i kerîmeye uysaydı, zaten iyi niyetli olan Gazan Han ile Sultan Nâsır birleşerek, yardımlaşır; büyük bir imparatorluğun meydana gelmesine sebep olabilirdi.

    Akideye dair yazdığı Fetâve’l-Hameviyyeti’l-Kübrâ ve El-Vâsıta diye de bilinen el-Akîdetü'l-Vâsıtıye adlı eserlerinde teşbih ve tecsime kayan (Allahü teâlânın cisim olduğu ve insana benzediği yolunda) fikirler ileri sürdü. Bunun üzerine vaaz ve fetvâ vermesi yasaklandı. 705 (1306) tarihinde Kâhire’de Kâdiyülkudât Zeynüddin Mâlikî riyasetinde toplanan âlimler huzurunda muhakeme olundu. Kâhire ve İskenderiye’de ikamete tâbi tutuldu. Sonra Şam’a döndü. Selef-i sâlihînin icma’ına uymayan sözleri sebebiyle fitneye sebep olunca sultan fetvâ ve vaaz vermesini yasakladı. Dinlemeyince Şam Kalesi’ne kapatıldı. 728 (1328) tarihinde burada vefat etti.

    İbn Teymiyye üçyüz civarında kitap yazmıştır. es-Siyasetu'ş-Şer'iyye kitabı, İslâm amme hukukuna dair mühim ve kıymetli bir eserdir. Fetvâları, halen Suudî Arabistan’daki mahkemelerin mürâcaat kitabıdır. Hanbelî âlimlerinden İbni Teymiyye adıyla meşhur Fahrüddîn Muhammed bin Ebi’l-Kâsım başkadır. Bu da Harranlı olup, 621 senesinde 79 yaşında vefat etmiştir. Tefsîri ve Hanbelî fıkhına dair eserleri vardır. İkisi karıştırılır.

    İbni Teymiyye’nin çok sayıda talebesinden İbnü’l-Kayyım dışında hiç biri hocası kadar aşırı gitmemiş ve Ehl-i sünnet dairesinden çıkmamıştır.

    Başta Izz bin Cema’a, Ebu’l-Hasen Sübkî, İbn Hacer Askalânî, İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî, İbn Hacer Mekkî, Ahmed Sâvî, Abdülhay Lüknevî, Yusuf Nebhânî, Habîbü’l-Hak Permûlî olmak üzere pek çok mühim âlimler, İbni Teymiyye ve nev’i şahsına mahsus fikirlerine reddiye yazmıştır.

    İbni Teymiyye mağrur, münazaralarda ise üslubunu ayarlayamayan bir kimse idi. Nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, 700 senesinde Kâhire’ye geldiğince, İbni Teymiyye buna “Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın” demişti. Ebû Hayyân, el-Bahr adlı tefsirinde ve Nehr ismindeki muhtasarında ilim adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmayı uygun gördüğünü söyleyerek İbni Teymiyye’yi ayıplamıştır. İbni Hacer Askalânî, Dürerü’l-Kâmine kitabında, İbni Teymiyye’nin önde gelen talebesi Zehebî’nin “İbni Teymiyye, ilim üzerinde konuşurken hiddetlenir; karşısındakini mağlup etmeye çalışır, herkesi gücendirirdi” sözünü naklediyor. İmam Süyûtî, Kam’ul-Mu’ârıd isimli eserinde, “İbni Teymiyye, kibirli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi” diyor. Şam ulemâsından Muhammed Ali Bey, Hıttatü’ş-Şam kitabında diyor ki, “İbni Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat Hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı.”

    Netice itibariyle İbni Teymiyye, zekâsı, ilmi, ibâdeti bir yana, cerbezesi ve gururu ile öne çıkmış; selef-i sâlihînin icmasından ayrılmış; İslâm tarihinde onulmaz yaralar açmış büyük bir âlimdir. Bir tarafta modernistlerin, bir tarafta Vehhabîlerin önderi olmak itibariyle ifrat ve tefrit arasında kalmış enteresan bir şahsiyettir.

    İbni Teymiyye’nin her söylediği de yanlış değildir. Doğru söylediği ve sonra gelen Ehli sünnet âlimlerinin kaynak aldığı sözleri ve kitapları da vardır. Bir kimsenin İbni Teymiyye'den istifade etmesi, onun kitaplarına referans vermesi, İbni Teymiyye’nin hatalarını da benimsediği mânâsına gelmez. Mesela Ehli sünnetin çok kıymet verdiği İbni Âbidin hazretleri bile İbni Teymiyye'den nakiller yapıyor ve büyük âlim olduğunu söylüyor.

    İbni Teymiyyeci diye bir tabir veya fırka yoktur. Ancak XVIII. asırda Arabistan’ın doğusundaki Necd havâlisinde ortaya çıkan ve zamanla bütün Arabistan’a hâkim olan Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin görüşlerine dayandığı iddiasındadır. Maamafih Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin fikirlerinden çok daha aşırı bir yol tutmuştur. İbni Teymiyye ve fikirleri, unutulmaya yüz tutmuşken, modernistlerin biricik referansı olarak canlandırılmış olup abartılarak hayatiyetini muhafaza etmektedir. Vehhâbîliğin kurucusu 1206/1792 yılında vefat eden Muhammed bin Abdülvehhabdır. Mezhebinin esasları İbni Teymiyye’ye uzanır. Muhammed bin Abdülvehhab, İbni Teymiyye ve en önde gelen talebesi İbni Kayyım’ın görüşlerini iyice incelemiş ve bunlara taassupla bağlanmıştı. İslâmiyeti, ilk zamanlarındaki saflığına döndürme iddiasıyla ortaya atıldı. Kabir ziyaretini, türbe yapılmasını, tevessülü, tasavvufu, câmilerde minber ve minâreyi, namazlardan sonra tesbih kullanılmasını câiz görmüyordu. Mezheb, sahâbeye bakış açısı bakımından Hâricîlik, Allah’ın cisim olduğu hususunda Mücessime ve nassların zâhirî mânâlarına bakıp mecaza gitmemek hususunda da Zâhiriye mezhebinin tesirlerini taşıyordu. Ehl-i sünnetin Mâtüridî ve bilhassa Eş’arî mezhebini reddederek, kendilerine selef-i sâlihîni hatırlatacak şekilde, Selefiyye adını vermişlerdir. Halbuki inanç ve amelleri selef-i sâlihîne benzememektedir. Vehhâbîliğin esasları, İbni Teymiyye’nin görüşlerinden daha şiddetlidir. Öyle ki, İbn Teymiyye’nin câiz değil dediğine, Vehhâbîler küfr demiştir. Ayrıca İslâmiyeti aslına döndürme etme pozu takınan bazı modernistler de İbni Teymiyye’yi hak ettiğinden yukarıda tutmakta ve onun sözlerini referans almaktadır. Günümüzde radikal islamcı denilen ve tedhiş faaliyetleri ile gayrıislamî rejimleri devirme iddiasındaki gruplar da İbni Teymiyye’yi zamanının Müslüman hükümetine karşı tavırları sebebiyle kahraman bir manevî lider olarak görmektedir. Halbuki Ehli Sünnet itikadı ne vaziyette olursa olsun hükümete karşı gelmeyi yasaklamaktadır.

    17 Eylül 2010 Cuma
  • Sual: Osmanlı sarayında padişahlar ve ailesi arasında musiki ( müzik ) yaygın mıydı? Padişahlar arasında beste yapan, ney çalanlar olduğu kaynaklarda geçiyor. Ayrıca müzikle tedavi yapıldığı söyleniyor. Musiki dinen caiz olmadığına göre bunu nasıl izah edilebilir?
    Cevab:

    Evvelemirde şunu söylemek gerekir ki musiki matematik ilminden çıkma bir ilimdir. Musiki bilmek başkadır; beste hazırlamak başkadır; musiki yapmak veya dinlemek başkadır. Ulemâ musikinin bazısını câiz görmüş; bazısını görmemiştir. Bunlar hakkında da ulemâ arasında görüş birliği her zaman bahis mevzuu olmamıştır. O halde musiki haramdır diyerek kesip atmak doğru değildir. Adam öldürmek büyük günah iken, kendini müdafaada câiz ve cihadda lâzım hâle geliyor.
    İmam Gazâlî Hazretleri İhyâ ve Kimyâ kitaplarında musikiyi uzun anlatıyor Buna göre musikinin hükmü üç şekilde ele alınmaktadır:
    1-Şarkının sözleri haram ise, söylemek ve dinlemek ittifakla haramdır.
    2-Söyleyen kadın ve dinleyen yabancı erkek ise, ittifakla haramdır.
    3-Dinlenen meclis fısk meclisi ise veya dinleyenler fâsık ise, ititfakla haramdır.
    4-Çalgıların hepsi hakkında açık ve kesin nass olmadığı için din âlimleri ihtilaf ettiler. Düğünde def çalmak câizdir. Ramazanda sahur veya iftarı ilân etmek için davul çalmak câizdir. Hac yolunda, cihada giderken, asker karşılarken, bayramlarda davul çalmak câizdir. Sürünün veya kervanın önünde kaval çalmak da câiz görülmüştür. Ney çalmak, bazı Şâfiî âlimlerine göre câizdir. Bando ve mehterde çalgı câizdir. Her çeşit düğünde, seferden dönüş gibi sevinç günlerinde, ezcümle arkadaşların ziyaretinde, arkadaşlarla karşılaşmakta, onlarla bir yemekte çalgı çalınması câizdir. (İhyâ’dan hülâsa tamam oldu.)
    Hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Kettânî'nin Terâtib kitabında yazdığı üzere, Hafız Ebu'l-Fadl Muhammed bin Tahir el-Makdisî gibi bazı ulemâ, çalgı âletlerini kuş veya su sesine benzetmiş; kadın sesi ve sözleri tahrik edici olmadıkça çalgı âletiyle musiki dinlemeyi mübah görmüştür. Kettânî, buna dair yirmi kadar kitabın ismini sayıyor. Bununla beraber fıkıh kitaplarında tercih edilen görüş, yukarıda İmam Gazâlî’nin naklettikleridir.
    İbni Hacer, Zevâcir’de diyor ki: Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Tâlib-i Mekkî, Sühreverdî gibi zâtlar der ki, “Çalgı dinlemekte insanlar ya avamdır; avam, nefislerini öldürmedikleri için onla¬ra bunu dinlemek haramdır; ya da zâhidlerdir. Onların mücâhedeleri devam ettiği için, bunlara mubahtır. Yahut da âriflerdir; kalbleri uyanık olduğu için onların dinlemeleri de müstehabdır” demiş¬tir. Reşahat’ta anlatıldığı gibi, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin huzurunda çalgı çalındığı zaman, biz yapmayız; yapan tasavvufçuları da inkâr etmeyiz sözünde de buna işaret vardır.
    Netice itibariyle mehter, bando, kahramanlık türkülerini gerektiğinde ve zaman zaman dinlemek herkese câizdir. Çalgısız ve yabancı kadın sesi olmadan ve sözlerinde dinen mahzurlu bir husus bulunmadıkça şarkı dinlemek de câizdir. Bir erkeğin veya kadının kendi kendine veya kendi cinsi arasında eğlence için değil de, bayram gibi neşe zamanlarında veya sıkıntıyı gidermek veya düzgün konuşmak yahud kafiye öğrenmek maksadıyla çalgısız şarkı söylemesi âlimlerin çoğuna göre câizdir. Beste yapmak da câizdir. Beste ilahi bestesi de olabilir, mehter bestesi de olabilir, şarkı bestesi de olabilir.
    Osmanlı sarayında Enderun mektebindeki gençlere musiki dersi verildiği gibi, haremdeki cariyelerden de istidatlı olanlara musiki dersi verilirdi. Sarayda kızlar bandosu vardı. Bunlar bayramlarda, düğünlerde marşlar çalardı. Son zamanlarda piyano da kullanılmıştır. Piyano davul gibi vurmalı çalgılardandır. Vurmalı çalgıların muayyen zamanlarda çalınmasına izin veren âlimler olduğu yukarıda zikredilmiştir. Padişahlar pek çok meziyeti yanında, hat gibi sanatlarda da maharet göstermiştir. Bunlar arasında musiki ile uğraşıp beste yapanlar olduğu gibi, tamamen uzak duranlar da vardır. Beste yapabilmek musikiden haberdar olmak demektir ki bir insan için meziyettir. Bu da Osmanlı hükümdarları için bir üstünlüktür. Şiir yazabilmek de böyledir. Sarayda musiki dinlenmişse bile, bunun şimdiki insanlar gibi müptezelce yapılmadığına hüsnü zan etmek lâzımdır. Hâdü'd-Dâllîn kitabında da yazdığı üzere bazı âlimler hükümdar her an devlet işleriyle meşgul bulunduğundan sarayını harb meydanı hükmünde görmüş ve burada musiki dinlemeyi bando dinlemek gibi sayıp mahzurlu bulmamıştır. Nitekim hükümdarın vaziyeti, sıradan insanlar gibi değildir. Mamafih ulemanın ekserisi insanların suiistimal edeceklerini düşünerek musikinin mübah olanından bile uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.
    Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîre bahsinde yazılıdır.
    Raks da bazen câizdir. Harb oyunları gibi. Mescid-i Nebevi'de Habeşliler raksetmişler, Hazret-i Peygamber de seyretmiştir. Demek ki harb oyunları, mehter gibi sulh zamanında da caiz olmaktadır. Çeçen, Çerkez dansları da buna katılabilir. Bunun dışındaki rakslar ulema arasında ihtilaflıdır. Tasavvufçularınki de cezbe hâlinde ise caiz görülmüş; değilse görülmemiştir. Bugün Mevlevi dervişi kisvesi altında gezenlerin çoğu gösteriş ve şov maksadıyla raks ediyor ki dinen çok mahzurlu bulunmuştur.
    Dindar insanlar fıkıh kitaplarındaki sahih kavillere uyarlar. İhtilaflı mevzularda farklı hareket edenlere de bir şey demezler. Nitekim Şahı Nakşibend hazretlerinin yanına ney ve saz getirdiklerinde, “Biz bunları dinlemeyiz. Dinleyen tasavvufçuları da inkâr etmeyiz” buyurdu. Padişahlar da insandır. Masum değildir. Yanlış bir şey, bunların işlemesiyle doğru olmaz. Şu kadar ki, hayırlı işleri daha çoktur.

    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: Günümüzde yapılan mezuniyet törenlerinin gizli amacı olduğu kep ve cüppe giydirerek herkesi papazlara benzetilmek istendiği söyleniyor. Böyle mezuniyet törenlerinin çıkışı hangi ülkedir, neden öyle giyinilir? Mesela Osmanlı ve Selçuklularda mezuniyet törenleri nasıldı?
    Cevab: Mezuniyet merasimlerinde giyilen kep ve cüppenin Hıristiyanlıkla bir alâkası yoktur. Bilakis orijini Mağrib (Kuzey Afrika) ve Endülüs Müslümanları’nın giydiği taylasan adlı kıyafettir. Taylasan kukuletalı cüppe şeklinde ve bugün keşişlerin giydiğine benzeyen bir giysidir. Hazreti Peygamber ve sahabiler de giymiştir. Avrupalı ilim talipleri Endülüs’teki Kurtuba, Gırnata gibi üniversitelerde tahsil görürdü. Burada müderrisler taylasan giyerdi. Mezun olup icazet alanlara da taylasan giydirmek adetti. Bu usul Avrupa’ya geçmiştir. Taylasan, kep ve cüppeye dönüşmüştür. Papazlar da imamlar gibi sakal bırakır. Siyah cüppe giyer. Beyaz entari giyer. Her benzemek kötülenen benzemek değildir. Avrupa kolejlerindeki talebe ve hocaların kıyafeti İslam medreselerindeki kıyafetlere benziyor. Binaenaleyh kep giymek mahzurlu değildir.
    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Üç tarihçinin katıldığı bir televizyon programında Sultan II. Abdülhamid’in 12 tane zevcesi olduğu, böylece şer’î hukukun getirdiği 4 tahdidinin aşıldığı söylendi. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?
    Cevab: Osmanlı padişahları hür kadınlarla değil, cariyeleriyle, yani kadın köleleri ile evlenirdi. Bunun için nikâh gerekmez, çünki kendi mülküdür. Bir sayı tahdidi de yoktur.
    Son devirlerde, aslı hür veya müdebber, yani âzâdı vasıyet edilmiş olma ihtimaline binâen veyahud meşru olarak taksim edilmemiş ganîmetten alındığı bilinen câriyeler için, zinâ tehlikesini bertaraf etmek üzere, efendinin kölesiyle nikâh kıymasının iyi olacağını ulemâ ifade etmiştir. Buna nikâh-ı tenezzühî denir.
    Osmanlı Devletinin son zamanlarında, Sultan Abdülmecid zamanında köle ticareti yasaklandığı için, saraya kâfi mikdarda câriye gelmez oldu. Bu sebeple saraya Kafkasyalı kavimlerden hür kızlar alınıp yetiştirilmeye başlandı. Bu kızlar harem hizmetlerinde bulunduğu gibi, müsait olanları padişah ve şehzâdelerle evlendirilirdi. Bunlarda şeriatın aradığı 4 tahdidine riayet edilmesi mecburî idi. 
    Sultan II. Abdülhamid’in kayıtlara göre 16 defa evlendiği görülüyor. Bunlardan bir kısmı câriyedir. Mamafih bunlarla nikâh-ı tenezzühî yapılmıştır. Bunların diğer kısmı Kafkasyalı hür kızlardır. Bunlarla normal nikâh akdedilmiş; şer’î hukukun 4 tahdidine de riayet olunmuştur. Padişahın hiçbir zaman 4’ten fazla zevcesi olmamıştır. Yeni bir hanımla evleneceği zaman, öncekilerden bir tanesini boşamaktadır. Bu kadın çocuğu varsa sarayda yaşamaya ve unvanlarını taşımaya devam etmektedir. Sultan Abdülhamid’in zevcelerinden Behice II. İkbal’in verdiği bu malumatı kendisini görüp bizzat işitenlerden dinledik.
    Bu izahat gayet makuldür. Çünki şer’î hukuka göre bir kadının boşandığını duymaması, boşamanın sıhhatine tesir etmez. Yani kadın boşandığını duymasa da boşama muteberdir; ancak kadın nafaka gibi zevcelik haklarını taşımaya devam eder. Netice itibariyle padişah, hukuk kaideleriyle muhataptır. Bir erkeğin 4 kadından fazla evlenmesi batıldır. Aynı zamanda suçtur. Böyle bir evlilik, resmî kayıtlara geçirilemez. Bu kadın mirasçı olamaz. Nafaka alamaz. Bu birleşmeden doğan çocuklar da hukuken tanınmaz. Şer’î hukuku ve saray geleneklerini iyi bilmeyenler, karşılaştıkları hâdiseler karşısında hayrete düşmekte ve bunları analiz edemeyerek esaslı hatalara kapılmaktadır.
    9 Haziran 2011 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in anne, baba, dede ve amcasının Hanîf dininde olduğu ve Hazret-i İbrahim’in şeriatına uyduğu bilinmektedir. Her peygamberin şeriatı kendisinden önceki peygamberlerin şeriatını nesh ettiğine göre, bunların Hazret-i Peygamber’den önceki son peygamber Hazret-i İsa’nın dininde olmaları gerekmez meydi?
    Cevab:

    Yaygın kanaat, Hazret-i Muhammed’in kendisine peygamberlik bildirilmeden önce eski şeriatların hükümleriyle amel etmediği istikametindedir. Hanefî ve Şâfi’îlerin bir kısmı bu görüştedir. Buna göre, Hazret-i Peygamber, eski şeriatlarda da bulunduğu bilinen Kâbe’yi tavaf, leş yememek gibi bir takım işleri, maslahat sebebiyle ya da teberrüken (bereketlenmek için) veya kendi aklıyla güzel bulduğu için yapmıştı. Hazret-i Peygamber’den önceki devir fetret devri idi ve önceki şeriatların hükümlerinin kendisine ulaştığına dâir bir bilgi de yoktur. Eski peygamberlerin şeriatlarının unutulduğu ve uzun süre peygamber gönderilmeyen zaman aralığına fetret devri denir. Bu devirde yaşayan insanlar prensip itibariyle dinî emirlerle mükellef tutulamazlar. Hazret-i İsa ile Hazret-i Muhammed’in arası bir fetret devridir. Bir başka deyişle Hazret-i İsa’nın getirdiği şeriat unutulmuş, hatta mukaddes kitabı İncil bile tahrife uğramıştır. Tevrat için de aynı şey söylenebilir.

    Peygamberler, umumiyetle şeriatların unutulduğu zamanlarda gönderilirler. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in eski şeriatlarla amel etmesi mümkün değildir. Çünki peygamber gönderilmeden dinin füruu, yani şeriatla mükellefiyetten bahsedilemez. Ancak dinin aslı, yani iman bahse konu olabilir. Hazret-i Muhammed’in bi’setten (peygamberliği kendisine bildirilmeden) önceki hâli bilinmektedir. Kendisinden böyle başka bir şeriatla amel ettiği hususunda bir nakil, bir söz bize gelmemiştir. Kaldı ki böyle bir şey olsaydı, bu şeriatların bağlıları, mesela Yahudi veya Hıristiyanlar, bi’setten sonra O’nun kendilerine ve kendi şeriatlarına nisbetini iftiharla bildirirlerdi ki, böyle bir şey de bahis mevzuu değildir. (Serahsî, Usul, II/100-101; Âmidî, Usul, IV/121-123; Gazâlî, Mustasfa, I/132;  Hâdimî, Mecami, 211; Keşfü’l-Esrârı Pezdevî, III/932 vd; İbnü’l-Hümâm, Tahrir, 359.)

    Hazret-i Muhammed’in annesi, babası, dedesi ve amcası Hazret-i İbrahim’in inancında birer mümin idi. Bu dinden kendilerine intikal eden bazı amel esaslarına göre de ibâdet ederlerdi. Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa daha sonra geldiği halde, bunlar Yahudi veya Hıristiyan dinine girmiş değillerdi. Çünki bu dinler Arabistan’da doğru bir şekilde tebliğ edilmiş değildi. Bir dinin hükümleri doğru bir şekilde tebliğ edilmemişse, bu hükümlerin insanları bağlamayacağı açıktır. Böyle bir zamanda insanlar sadece iman ile mükelleftir. Fetret devri prensibi bunu gerektirir.

    Hazret-i İsa’nın gelişinin üzerinden uzun asırlar geçmiş, bu dinin esasları unutulmuştu. Arabistan’da tek tük Hıristiyanlar vardı. Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine ilk inananlardan ve Hazret-i Hadice’nin amcası oğlu Varaka bin Nevfel bu dindendi. Bu da bir arayışın neticesidir. Medine’de üç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı. Bunların inanç esaslarının da orijinal olduğu söylenemez. Bunun dışındakiler ya müşrik veya Hazret-i İbrahim’in dinine inananlardı. Hazret-i Muhammed, peygamberliğini açıklamadan evvel Arabistan’da az da olsa tevhid inancını benimseyen ve eski peygamberlerin, bilhassa Hazret-i İbrahim’in şeriatından geldiği zannedilen bazı esaslarla amel eden kimseler vardı. Ümeyye bin Ebî Salt ile meşhur hatib ve şâir Kus bin Sa’îde ile Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hazret-i Said’in babası Zeyd bin Amr bunlardandır. Hazret-i Muhammed bunlar için “Kıyâmet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır” buyuruyor.

    Hazret-i Muhammed’in dedeleri, bu arada Abdülmuttalib, babası Abdullah, annesi Âmine ve amcası Ebû Tâlib de Hazret-i İbrâhîm’in inancındaydı. Nitekim Kur’an’da “Sen, yani senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” buyurulmaktadır (Şuarâ: 219). Bu inanca Hanîf inancı, bunlara da Hanîfler (Hunefâ) denir. Hanîf, hanef masdarından sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya meyleden mânâsınadır. İslâmiyetten önce putlara tapınmayan, hacc yapan, sünnet olan, kısacası Hazret-i İbrahim’in dininden o zamana intikal etmiş esaslara tâbi bulunanlar için (Sâbiî’nin zıddı olarak) bu isim kullanılmıştır. Hanîf kelimesi Kur’an’da da müteaddit defalar geçer. Müslim kelimesiyle kullanıldığında hacceden; tek başına kullanıldığında ise Müslüman olan, tevhid inancında olan mânâsı kasdedilmiştir. Kur’an-ı kerimde Hazret-i İbrahim için bu sıfat kullanılmaktadır. Pek çok âyet-i kerimede Hazret-i İbrahim’in hanîf olarak vasıflandırılması da boşuna değildir. Çünki zamanında kendisinden başka tevhid inancını taşıyan kimse kalmamıştı. Etrafında hemen herkes putlara tapınırken, o tek tanrıya ibadet etmekteydi. Keldanîler gibi bâtıl yolda değil; Hakka yönelmişti (Bakara: 112, 135, Ahkâf: 13). Hazret-i İbrahim, Kur’an ve hadîslerde başka birçok hasletleriyle de övülmüş büyük bir peygamberdir. Allahın kendisini bütün insanlara ve inananlara imam, önder yaptığı bildirilmektedir (Bakara: 124, Nahl: 120). Tevhid inancı sonraki nesillere bu peygamberden intikal etmiş; şeriatı yayılmıştı. İslâm coğrafyasında bilinen peygamberlerden kendisinden sonrakilerin hepsi O’nun soyundandır. Semâvî dinlere mensup insanların hepsi kendisini büyük bilir ve inanırlar. Bütün dinlerdeki itikadî ve ahlâkî prensipler hep O’ndan intikal etmiştir. Bundan dolayıdır ki İslâm akâidinde, Müslümanlar -Kur’an’ın tâbiriyle- Hazret-i Muhammed’in ümmeti ve Hazret-i İbrâhîm’in milleti olarak tavsif edilmektedir. Millet aynı inancı benimseyen insanların hepsine denir. Osmanlı Devleti’nde gayrımüslim teb’a dinlerine göre gruplandırılmış ve hepsine dinî/hukukî imtiyazlar tanınmıştı. Buna “millet sistemi” denir: İslâm milleti (millet-i İslâm), Rum (Ortodoks) milleti, Ermeni (Gregoryen) milleti, Yahudi milleti gibi. Eski ilmihal kitaplarında, mesela Sultan Fâtih devri ulemâsından Mehmed bin Kutbüddin İznikî’nin Mızraklı İlmihal diye bilinen Miftahü’l-Cenne’de “Din ve millet, ikisi birdir”, diye yazar (s. 64).

    Görülüyor ki hanîflik Hazret-i İbrahim’in dininin esas vasfıdır; ama sadece bu dine mahsus değildir. Bu bakımdan hanîf, tevhid inancına çağıran peygamberlere uyan kimseye denir (Beyyine: 5, Hacc: 30, 31). İşte hanîflik olarak bilinen Hazret-i İbrahim’in şeriatine âit hükümlerin bazıları Arabistan’da da câriydi. Hanîf dininin esasları olan bu hükümleri, Hazret-i Muhammed de kabul ve tatbik etmiştir.

    24 Eylül 2011 Cumartesi
  • Sual: Kabala ile Ebced arasında bir fark var mıdır?
    Cevab: Her ikisi de harflerin rakam kıymetine dayanır. Ebced sadece kıymetini verir ve bunu tarih olarak tanzim eder. Kabalacılar ise İslâm dünyasındaki Bâtınî/Hurufiler gibi bu rakamların kıymetinden mana çıkarır ve bunu sadece kendilerinin anladığını iddia eder.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Dinimiz anne babaya hürmette kusur etmemeyi emrettiği halde, Yavuz Sultan Selim hangi sebeple babasına savaş açıp padişah olmak istemiştir?
    Cevab: Dini korumak ana-baba hakkından önce gelir. Yavuz Sultan Selim, Şiî tehlikesinin Anadolu halkını tehdit ettiğini ve babasının yumuşak siyasetinin menfi neticeler doğurduğunu yakından gördü. Bu bakımdan İslâm tarihindeki hizmeti çok büyüktür.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı 1492'de İspanya'daki Yahudilere kucak açtığı halde, neden Müslümanlara kucak açmadı ve İspanya'yı uyarıp savaş açmadı?
    Cevab: Endülüs İspanyollar tarafından işgal edilince, Yahudileri vaftiz ve kılıç arasında muhayyer bıraktı. Müslümanlar ise ilk yıllarda böyle bir baskıya maruz kalmadı. Bunlardan İspanyolların hâkimiyetinde yaşamak istemeyenleri Osmanlı gemileri arzuları üzerine Kuzey Afrika’ya taşıdı. Yahudilerin ise gidecek yeri yoktu. Osmanlı Devleti, büyük bir ileri görüşlülük ile bu zamanın güçlü ticaret ve sermaye erbabını Osmanlı ülkesine getirdi. İstanbul, Selânik ve İzmir’e yerleştirdi. Bunların gelişi Osmanlı ticaret ve ekonomisine çok müsbet tesir etti. Osmanlıların bu vesileyle İspanya ile savaşması o zamanın şartlarında kolay değildi.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ubâde’yi Hazret-i Ebu Bekr’e biat etmediği için katletmekle korkutmuş mudur?
    Cevab: Sa'd ibn Ubâde’nin ictihadı halifenin Ensar’dan olmasıydı. Hazret-i Ebu Bekr halife olunca, Medine’de kalmadı. Şam’a gitti. Sa'd, Hazret-i Ömer’den korkacak biri değildi. Müctehid ictihadına uymalıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kesikbaş hikâyesinin aslı var mıdır?
    Cevab: Masaldır.
    20 Kasım 2011 Pazar
  • Sual: Pirinç pilavı yerken, gül koklarken salavat-ı şerife okumanın sünnet olduğu kaynaklarda geçiyor mu?
    Cevab: Şir’atü’l-İslâm’da diyor ki: Pilav yerken, gül koklarken, Resulullah aleyhisselâma çok salavat getirmelidir. Çünki her ikisi de içinde Resulullah efendimizin nuru bulunan birer cevherdir. Nur, Âdem aleyhisselâmın alnına gitmek için o cevher yarılmış; parça parça olmuştur. Bu parçalara pirinç denir. Hadis-i şerifde geldi ki, “Ben Arşı tavaf eden bir latif cevher idim. Allahü teâlâ bana nazar etti. Utandım, terledim. O sırada benden yedi damla damladı. Allahü teâlâ ilk dördünden Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali’yi, beşinciden gülü, altıncıdan pirinci, yedinciden kabağı yarattı.”
    21 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: İnsanlık tarihi kaç senedir?
    Cevab: Muhtasar-ı Kurtubî, İbnü’l-Arabî’nin Kibrit-i Ahmer’i gibi muteber eserlerde, kâinatın ömrü hakkında çok söz söylendiği, bunlardan en doğru olanının 360 bin x 360 bin olduğu Cebrâil aleyhisselâmla alâkalı bir hadîs-i şeriften çıkarılarak beyan edilmektedir. Şu halde kâinatın ömrü 129 milyar 600 milyon senedir. İnsanlığın ömrü ise "313 resul gönderilmiştir" ve "Her bin yılda bir resul gönderilir" hadîs-i şeriflerinden istihraçla 315 bin sene olarak hesaplanmıştır. 7000 sene bugün Tevrat’ta yazan malumattır. Bunun için “Tarihçi ve hükemânın sözüdür. Biz buna uymaya memur değiliz. Allah dünyayı 6-7000 sene gibi kısa bir müddet için yaratmış değildir” buyuruluyor. Vâkıa Deylemî'nin şöyle bir rivayeti vardır: "Dünyanın hepsi âhiret günü ile yedi günden ibarettir. Bu Allahü teâlânın şu kavli iktizasıdır. "Rabbinin indinde bir gün, sizin saydığın yıl ile bin yıl gibidir". Ulemâ bu hadis-i şerifi belki mecaza hamletmiş; belki de bu sözün, Hazret-i Peygamberin ictihadıyla söylediği bir söz olduğuna, dünyanın ömrünün henüz kendisine bildirilmeden evvel söylendiğine hükmettiler.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Geçen gün Topkapı Sarayı’nı gezerken, bir suale muhatap oldum. Altının günlük hayatta eşya olarak kullanılması dinen caiz olmamasına rağmen, Osmanlı saraylarında kap-kacak ve beşik gibi çeşitli eşyanın altından oluşunun hikmeti nedir?
    Cevab: Altın ve gümüş eşyayı kullanmak caiz değildir. Süs olarak bulundurmak caizdir. Saraydaki altın ve gümüş eşya kullanmak için değildir. Sanat eseri olarak yapılmış, ganimet alınmış veya hediye gelmiştir. İhtiyaç oldukça eritilip para basılmak üzere darphaneye gönderilmiştir. Altın ve gümüş kaplama veya işlemeli eşya altın ve gümüş hükmünde değildir. Hanedanın günlük hayatta kullandığı eşya sade ve dine uygundur. Sultan Hamid’in hususi yemek takımlarını görme imkânım oldu. Sade beyaz porselen tabaklar idi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Peygamberimizin hususî hayatını anlatan hangi kitabı tavsiye edersiniz?
    Cevab: İmam Kastalânî’nin Mevahib-i Ledünniyye, İmam Süyutî’nin Hasâsisü'l-Kübrâ, İbnü'l-Cevzî'nin el-Vefâ, Abdülhak Dehlevî'nin Medâric-i Nübüvve, Nişancızâde’nin Mir'at-ı Kainat, Hirevî’nin Meâricü’n-Nübüvve (Altıparmak tarihi), Kettânî’nin et-Terâtib ve bir de Âsım Köksal'ın İslâm Tarihi bu hususta kâfi olur.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: İlk halifenin adeta seçim gibi tayin edilmesi, günümüz modern seçim usulünün hulefâ-i râşidînin biat şekline uygunluğu şeklinde tabir edilebilir mi?
    Cevab: İslâm hukukunda ideal olan, halifenin seçimle gelmesidir. Ama bu seçimde halkın reyinin veya ekseriyetin sözünün ehemmiyeti yoktur. Ulemâ (âlimler), vüzera (vezirler) ve ümeradan (emirler, kumandanlar) arasından merkezde toplanması kolay olanların seçimi kâfidir. Halifeyi seçenlerin (ehlü'l-hall ve'l-akd) muayyen vasıfları taşıması lâzımdır. Bu seçimde herkes rey veremez. Modern demokrasiyle bu bakımdan ayrılmaktadır. Vaktiyle meselâ İngiltere’de vergi vermeyen ve mülk sahibi olmayanlar ve kadınlar rey veremezdi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Kapıkulu’ndaki ''kul'' kelimesi padişaha bağlılığın ifadesi midir? Yoksa mânâsı nedir?
    Cevab: Kapıkulu askerleri umumiyetle köle (kul) menşelidir. Harb esirlerinden veya devşirmelerden elde edilir. Aynı zamanda hizmet ettiği yüksek makamın kulu olması da eskiye ait bir nezâket kaidesidir. Kapı, yüksek makamı ifade eder.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Güneydoğudaki Emevîlerin Kürt devleti olduğu doğru mu?
    Cevab: Tarihte Kürdistan denilen bölgede küçük Kürt beylikleri vardı. Hamdânîler en büyük Kürt beyliklerindendir. Güneydoğudaki Emevîlerden kasıt bunlar olsa gerek. Yoksa Emevîler Arap idi. Bu beylikler kendi arzularıyla İslâm, sonra da Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Abbasî, Selçuklu ve Osmanlılar bunlara muhtariyet (otonomi) vermişti. Tanzimat’tan sonra bu otonomi kaldırılıp, mıntıka sıradan bir vilâyet hâline getirildi. Kürt meselesinin sebeplerinden birisi budur.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda İslâm beldesinde başka bir dine ait ibâdethâne açılabilmesi mümkün müdür? Bu mevzuda Fatih Sultan Mehmed'in Ermeniler'e müsamaha gösterdiği söylenmektedir. Doğru mudur?
    Cevab: Gayrımüslimlerin bir yerde ibâdethâne açması sulh anlaşmasının hükümlerine tâbidir. O belde sulh ile değil de, savaş ile alınmışsa, gayrımüslimler kaideten yeni mabed açamazlar. Ama hükümdar izin verirse açabilirler. Osmanlılarda da böyle cereyan etmiştir. Sadece Ermenilere değil hepsine aynı statü tanınmıştır. Ermeniler Bizans zamanında mezhep farklılığı sebebiyle çok zahmet çekerdi. Osmanlılar bunların vaziyetini iyileştirmiştir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Musiki ile tedâvi câiz midir?
    Cevab: Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Nitekim hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Avrupa’da akıl hastalarının içine şeytan girdiği için yakıldığı bir devirde, bunların hasta kabul edilerek telkin ve başka metodlarla tedaviye çalışılması övgüye değer. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîrede yazılıdır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Bir insan “Ben her dine eşit mesafedeyim” derse ve bunu düşünse, tatbik etse kâfir olur mu?
    Cevab: Ben her dine eşit mesafedeyim sözünün mânâsı, niyete göre değişir. Her din mensubuna tolerans gösteririm mânâsı da çıkar; her din insanı ebedî saadete götürebilir mânâsı da çıkar. Osmanlılar birinci manada bu tabiri kullanmıştır. Sultan II. Mahmud’un bu mealde sözü meşhurdur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: İlk halife seçiminde Hazret-i Ali’nin itiraz ettiği doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i Peygamber'in vefatı üzerine sahabe-i kiram devlet reisi seçmek üzere toplandı. Çünki devlet reisi olmadan bir an bile geçmesi caiz değildir. Hazret-i Ali bu sırada Hazret-i Fâtıma’yı teselli ve cenaze işleriyle meşgul idi. Sahabe-i kiram, Hazret-i Ebu Bekr'i halife seçti. Sonra Hazret-i Ali de gelip biat etti ve bulunmadığı için özür diledi. İtirazı olsa o zaman söylerdi. Nitekim Hazret-i Muaviye, kendisini halife ilan ettiği zaman, bunu sineye çekmemiş, muharebeden kaçınmamıştır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı padişahlarından halifelik ne zaman başlamıştır?
    Cevab: Halife devlet reisi demektir. Bu meyanda Osman Gazi de, Sultan Fatih de halifedir. Halifeliğin bir de bütün Müslümanların manevi birliğinin mümessili gibi bir mahiyeti vardır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlılar bu sıfatı da taşıdı. Bu sıfatı iddia edecek bir makam kalmadı. Kahire’deki Abbasî halifesi de meşru halife değildi. Çünki iktidar Memlûk sultanlarının elinde idi. Gerçek halîfe onlar idi. İslâmiyet’te ruhanî liderlik yoktur. Halifeliğin Sultan Selim’e merasimle devredildiği rivayeti de zayıftır. Hakikat şudur ki, Sultan Selim, kılıcının hakkıyla İslâm dünyasının en güçlü hükümdarı olmuştur. Bu bakımdan bütün dünya tarafından halife olarak görülmüştür.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Mekke'nin fethinde Bilâl-i Habeşî hazretleri ilk ezanı Kâbe'nin neresinde okumuştur?
    Cevab: Kâbe’nin üzerinde okuduğu Vâkıdî ve Ezrakî'de yazılıdır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Yahudi düşmanlığı Avrupa yapımı bir düşünce midir?  Bir Müslüman, Yahudileri her fırsatta tenkit edebilir mi? Resullullah efendimizin Yahudilerin lânetlenmiş ırk olduğuna dair sözü var mıdır?
    Cevab: Antisemitizm, yani Yahudi düşmanlığı Hristiyan Avrupa menşelidir. Hazreti İsa zamanından kalma bir ihtilaftır. Asla düzelmesi mümkün değildir. Hristiyanlar, Yahudileri tanrılarını çarmıha geren ırk olarak görür. Antisemitizmin İslâm dünyasına gelişi İsrail’in kurulmasının ardındandır. Nâsır, Arafat ve Suudi Kralı Faysal tarafından dizayn ve propaganda edilmiştir. Soğuk savaş devrinin mahsulüdür. İslâmiyette sadece bir ırka mensup olmak, nefret sebebi olamaz. Bunu Kur’an-ı kerim yasaklamaktadır. Hazret-i Peygamber, Yahudilerle anlaşma yapmış; onlar itaat sözü vermiş İslâm devletinin teb’ası olmuştur. Sonra âhir zaman peygamberinin Araplar arasından gelmesini kıskanarak verdikleri sözden dönmüşler; bunun da cezasını çekmişlerdir.  Kur’an-ı kerimde Yahudiler itaatsizlikleri, peygamberleri öldürmeleri gibi sebeplerle lânetlenmiştir. Bu, bütün Yahudiler içindir, denemez. Şu kadar ki, Yahudiler, Hazret-i İsa’ya ve Hazret-i Muhammed’e karşı tavırlarından ötürü İslâm inancına göre mümin sayılmaz. İslâmiyet, gayrımüslimleri, inançları ve dinlerinden gelen işleri beğenmemeyi, sevmemeyi emreder. Ama umumî düşmanlık emredilmemiştir.  Samimi dost olmak, onları âmir yapmak yasaklanmıştır. İslâm âleminde Yahudi düşmanlığı, Müslümanların değil, Hristiyanların işine yaramaktadır. 
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Bir arkadaşım, Osmanlılar zamanında İstanbul hariç olmak üzere yeni fethedilen yerlerde câmiden önce dârülhadîs yapıldığını söyledi. Bu bilgi doğru mudur? Dârülhadîs’e, câmiden daha fazla değer verilmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Dârülhadîs, her ne kadar hadîs-i şerif ilmi öğretilen medrese mânâsına geliyor ise de, Osmanlılarda lisans üstü tedrisat yapan bir medresedir. İstanbul gibi büyük birkaç yerde vardır. İstanbul’dakini Sultan Kanuni yaptırmıştır. Arkadaşınızın sözü doğru değildir. Bir yer fethedildiği zaman, ilk Cuma günü Cuma namazı kılmak farzdır. Bunun için o şehirde derhal bir câmi yapılır. Mabed, bir şehrin kalbidir. Dârülhadîs binası olmasa da, tedrisat yapmak, ilim öğretmek mümkündür. Bir başka deyişle, ilim için binaya ihtiyaç yoktur. İbâdet için vardır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Mevlânâ’ya büyük bir hayranlık duyuyorum. Tahirü'l-Mevlevi adında bir zâtın yazdığı mesnevî şerhini okumam doğru olur mu? Sema ve ney hususunda sorduğum kişiler menfi cevaplar veriyor ve bunun dinde olmadığını söylüyor. Bu sema ve ney hâdisesinin nereden çıkmıştır?
    Cevab: Bahsettiğiniz kitabı tedkik etmedim. Fakat Tâhirü’l-Mevlevi makbul bir zâttır. Kitabı da muteber olsa gerektir. Son zamanlarda vefat eden Şefik Can da salahiyetli bir mesnevî mütehasıssı idi. Âbidin Paşa’nın şerhi makbul, fakat okunması ve anlaşılması bu zamanda zordur. Bu zamanda Mesnevi’yi ehil bir hocadan okumayan, istifade edemez. Hatta zarar bile görebilir. Ehil bir hoca da bilmiyorum. Dinini ve ilmihalini iyice öğrendikten sonra, tasavvufa meraklı olan İmam Rabbani’nin Mektubat kitabını okusa bence daha çok istifade eder. Ney, Mesnevî’nin ilk beyitinden itibaren sıkça geçiyor. Mânâsı semboliktir. Kâmil insan veya mürid mânâsına gelir. Mevlevîlikte ney çalındığını göstermez. Çalınmış olsa bile, nefsi tezkiye bulmuş, mütmeinne olmuş zâtlara musikinin zarar vermeyeceğini, kalbi hasta olan sıradan insanlara ise zarar vereceğini İmam Gazalî bildirmektedir. Sema ise bazı tarikatlarda vardır. Ama şimdikiler gibi gösteriş için değil, hakiki coşku ile yapılmaktadır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Şair Fuzuli hakkında malumat verebilir misiniz? Şiî veya âsi olduğuna dair bilgi var mıdır?
    Cevab: Şair Fuzuli, Caferî Şiasındandır. Ehl-i sünnet değildir. Fakat mutedildir. Hakkındaki bütün ciddi kaynaklarda bu açıkça geçer. Âsi olduğuna dair bir şey duymadım. Gerçi Ehl-i bidat olmak Allaha isyan olarak değerlendirilebilir. Bununla beraber Ehl-i sünnet arasında da içli şiirleri çok tutulmuş, divanı okunagelmiştir. Hakkında “İsmi gibi Fuzuli’dir” tabirini kullanan nice tasavvuf ehli, şiirlerinden zevk almıştır. Su kasidesi emsalsizdir.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti'nde işkence yapıldığı, bu işkencelerin türlü türlü olduğuna dair bazı kitaplardan nakiller yapılıyor. Bunların aslı var mıdır?
    Cevab: İslâm hukuku işkencenin her türlüsünü yasaklar. Hayvanlara bile eziyet câiz değildir. Güya Osmanlılardaki işkence resimlerini ecnebi seyyahlar muhayyilelerinden çizmiştir. Harem gibi. Aslı yoktur. Gerçi bir cemiyette salahiyet ve güçlerini suiistimal edenler, sadistler her zaman bulunur. Suçlunun cezası bellidir. Suçu itiraf ettirmek için işkence yapılmaz. Çünki işkence korkusundan yalan söyleyebilir. Bu itiraf da makbul olmaz. Ancak bazı hallerde suç sâbit olduktan sonra, meselâ silahı veya cesedi yahud suç ortağını göstermesi için suçluya dayak atılabilir. Dayak zaten aslî bir cezadır. İşkencenin ustası İtalyan ve İspanyollardır. Engizisyonun işkenceleri pek meşhurdur.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Sahabe-i kiramın hayatını hangi kitaplardan okuyabiliriz?
    Cevab: Türkiye Gazetesi’nin neşrettiği Eshab-ı Kiram ile Abdurrahman Neşet'in Sahabe Hayatından Tablolar ve Abdülaziz Şennavi'nin Hanım Sahabiler okunabilir.
    9 Şubat 2012 Perşembe
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde birkaç kez hırsızlığı zâhir olmuş kimse için, esir çalan ve dükkân açan (dükkâna delik açıp soyan) için katl cezası öngörülmüş. Mumcu ve Üçok da bu hükümlerin İslâm ceza hukukuna aykırı olduğunu iddia etmişler. Esir çalmak hadd grubuna giren hırsızlık suçunu teşkil eder mi?
    Cevab: Küçük hür çocuğun, yahut mecnûn hâlinde veya âmâ olsa bile kendisinin kim olduğunu anlatabilecek derecede büyük kölenin çalınması ile sirkat haddi (hırsızlık suçu) teşekkül etmez. Büyük köle zorla götürülürse gasb, hileyle götürülürse aldatma olup, çalma olmaz. Böyle kimseyi ta'ziren idam etmek câizdir.
    Bir kimse bir ev veya dükkânı delip oradan içeri girerek nisab mikdarı malı yola attıktan sonra çıkıp onu alsa eli kesilir. Çünkü bu gibi şeyler hırsızların âdet edindiği hilelerdendir. Delme, içeri girme, içerdeki malı dışarı atma sonra çıkıp onu almanın hepsi bir iş sayılır. Eğer attığı malı almasa yahut başkası alsa bu kimse malı zâyi edici ve telef edici sayılır, hırsız sayılmaz. Kendisine bu malı ödemek vâcib olur, eli kesilmez.
    Hükümdarın bir kaç defa hırsızlık yapan kimseyi, çocukları kaçırmayı adet haline getirenleri siyaseten öldürmesi caiz olur. Bunların hiç birisi İslâm ceza hukukuna aykırı değildir. Zira mevcut bir şer’î hükmü kaldırmış veya değiştirmiş değildir. Hükümdar, kendisine tanınan salahiyeti kullanmaktadır. (İbni Abidin)
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: el-Ehadisu'l-Arbain fi Vucubi Ta'ati Emiri'l-Mü'minin. (Beirut: 1312/1893) isimli eseri Sultan Hamid toplatmış mıdır?
    Cevab: Sultan Hamid zamanında her türlü kitap Maarif Nezâreti'ndeki bir âlimler encümeninin tasdikinden geçmedikçe basılamazdı. Beyrut’taki Hıristiyan matbaalar veya İstanbul'daki Acem denilen İranlı matbaacıların ruhsatsız olarak bastığı dinî ve her çeşit kitap toplanır, hamam külhanında yakılırdı. Muhalifleri padişahın dinî eserleri yaktırdığını söyleyerek menfi propaganda yapmışlardır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Kavânîn ve düstur eserlerinin mahiyeti nedir?
    Cevab: Kavânîn, kanunlar demektir. Düstur, Osmanlı kanunlarının toplandığı bir kitaptır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Bazı tarih kitaplarında Hazret-i Muaviye'nin câmilerde Hazret-i Ali ve Ehl-i beyte küfür ve lânet ettirdiği yazıyor. Bir sahabenin böyle bir teşebbüste bulunması bana ne İslâmî, ne tarihî, ne de mantıkî geliyor. Ben bu kaynakların sıhhatinden şüphe etmekle beraber, sizin bu mevzudaki kanaatlerinizi öğrenmek istiyorum.
    Cevab: Hazret-i Ali ile Muaviye radıyallahü anhümânın mücadelesi sırasında, Şam hükûmetine bağlı imamlar hutbede halife olarak Hazret-i Ali’nin ismini zikretmemeye başladı. Bunun üzerine Hazret-i Ali’ye bağlı Iraklı imamlar hutbede karşı tarafı ağır suçlayan sözler söylemeye başladı. Zamanla bu, sövmeye kadar gitti. Buna karşı taraf da cevap verdi. Harbde maalesef böyle şeyler olur. Bunun Hazret-i Ali ve Muaviye ile alâkası yoktur. Küfür ve lânet işi de abartılmaktadır. Ömer bin Abdülaziz, bunu yasaklamıştır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Evlenmelerine izin verilmeyen ve tahsil müddetlerinde kadınlarla münasebet kurmaları yasak olan yeniçerilere, her fetih sonrası (klasik olarak 3 gün boyunca) fethedilen yerlerde tecavüz ve yağmanın serbest bırakıldığına dair bir rivayetin aslı var mıdır?
    Cevab: Yeniçeriler, otokontrole alıştırılan insanlardır. Aklı başında adamlar seksüel perhizden müteessir olmazlar. Seferde ganimet alınıp paylaşılan cariyelerle münasebet kurmaları caiz olduğu gibi, esir pazarlarından satın aldıkları cariyeler ile de kendilerini tatmin etmeleri mümkündür. Harbin kızıştığı zamanlarda, fethi kolaylaştırmak ve zaferi elde etmek için kumandan yağma va'd edebilir. Bunun dışında yağma yasaktır. Tecavüz ise mutlak yasaktır. Emsali de görülmemiştir.
    26 Mart 2012 Pazartesi
  • Sual: Bir zât, televizyondaki sohbetinde, Sultan Abdülmecid’in içki içtiğine dair Cevdet Paşa’nın şahadeti olduğunu söyledi. Aslı var mıdır?
    Cevab: Cevdet Paşa da bu hususta gördüğünü değil, işittiğini yazıyor. Hadis-i şerifte, “Bir kimseye yalan olarak her duyduğunu söylemek yetişir” buyuruluyor. Herkese hüsnü zan etmelidir. İyi bilinmeyen şeyin ardına düşmemelidir. Sultan Abdülmecid’in içki içtiğini gören bir kimsenin şahidliğine rastlamadık. Kendisi dindar ve yüksek meziyetlere sahip bir insandı. Böyle bir şahsiyet zaafı göstereceğine inanılamaz.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Muaviye’nin, Peygamber efendimizin vahiy kâtibi olmadığına dair ciddi kaynaklarda bir şeyler geçtiğini söyleyen arkadaşlarım var. Benim okuduklarımın hepsine o vahiy kâtibiydi deniyor. Bir açıklık getirir misiniz?
    Cevab: Aşağıdaki zâtlar, Hazret-i Muaviye’nin vahy kâtibi olduğunu açıkça zikreder. Bu husus artık tevâtürle sâbittir. Bunu ancak ehl-i bid’at inkâr eder. Ama onlardan Kur’an-ı kerimin bazı âyetlerini bile uydurma diyenleri vardır. Hafız İbn Asâkir (Târîhu Dımaşk); Âmiri (Behcetü'l-Mehâfil); İbn Abdilber (el-İstîâb); Kurtubi (Tefsîr); Şebrâmellisi (Hâşiye ale’l-Minhâc); Irâkî; Burhanuddin el-Halebî (Hâşiyetü’ş-Şifâ); Hafız İbn Abdilber (Behcetü'l-mecâlis); İbni Kuteybe (el-Meârif). Hatta Hurinî el-Metâliu'n-Nasriyye kitabında der ki: Hicretten sonra vahy kâtibliğinde en devamlıolanı Zeyd bin Sâbit, Mekke’nin fethinden sonra ise Muaviye idi.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: İslâm harflerinin mukaddesliğinden bahsediliyor. Bazı kimseler, “Tanrının dili yoktur. Kutsal kitapların harfleri değil, içeriği kutsaldır” diyorlar. Arap alfabesinin İslâm dininde yeri ve ehemmiyeti nedir?
    Cevab: Bir hadis-i şerifte, Âdem aleyhisselâmın arşta Arabî harflerle kelime-i tevhid yazısını görüp Muhammed aleyhisselamın ismiyle dua ettiği ve duasının kabul olduğu anlatılmaktadır. Bu da gösteriyor ki Arap yazısı insanlık tarihi kadar eski ve mübarektir. Bu harflerle yazı yazan ilk kişinin İsmail aleyhisselâm olduğu hadis-i şerifte bildirilmektedir. Kur’an-ı kerimin muhtevası kadar, yazısı da mukaddestir.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek adlı kitabının (42. Baskı) 58. sahifesinde, "Saraya sızdığı öğrenilen Hurufilere karşı Veziriazam Mahmud Paşa ve Edirne'de Üç Şerefeli Câmi'de müderrislik yapan müftü Fahreddin-i Acemî derhal harekete geçmişler; müftü hem Hurufîlerin yakılması için fetvâ vermiş; hem de bizzat diri diri ateşte yakılmalarını gerçekleştirmiştir" diye yazıyor. Osmanlı Hukuku'nda teorik veya pratik olarak yakarak cezalandırma mevcut mudur?
    Cevab: Zındıkların yakılacağına dair ictihadlar var ise de, makbul değildir. Nitekim Hazret-i Ali zındıkları yakmış; "Ateşle azap ancak Allaha mahsustur" hadis-i şerifini söyleyince, bunu işitseydim, yakmazdım buyurmuştur. Hurufîler yakılmamış, öldürülmüştür. Osmanlı klasik metinlerinde yakmak, zındığı öldürmek demektir. Çünki ölünce cehenneme gidecektir. Osmanlı hukuk tarihinde idam cezaları eşkiyalıkta asarak, bunun dışında en seri öldürme şekli olan başını keserek infaz olunuyor.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Muhammed’in diğer devlet reislerine yazdığı bütün tebliğ mektupları nerededir? Doğu Roma İmparatoru Heraklius’a yolladığı heyet ile alâkalı Bizans kaynaklarında bilgi var mıdır?
    Cevab: Hazret-i Peygamber hakkında muasırı tarihçi ve yazarların neler bahsettiği hakkında bir tetkikatım maalesef yoktur. Hazret-i Peygamber’in mektuplarından bazısı günümüze intikal etmiştir. Bunlardan Mukavkıs’a yazdığı mektup Topkapı Sarayı’ndadır. Faslı âlim Kettanî, Terâtib adlı eserinde Heraklius’a yazılan mektubun serüvenini uzun anlatır. “Bu mektup İspanya krallarına intikal etmişti. Bu mektubu itina ile saklarlardı. O zamanki Araplara da gösterdiler” diyor. 1922 senesinde bu mektubu çok araştırıp sormasına rağmen bulamadığını, muhtemelen Endülüs’te müslüman hâkimiyeti yıkıldıktan sonraki taassup devrinde yok edildiğini bildiriyor. Bu mektup ve elçilerin ziyareti hakkında Bizans tarihçilerinin bir şey söyleyip söylemediğini maalesef tetkik edemedim.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: İbn Hacer-i Heytemi'nin Hayratü'l-Hisan kitabının Menakıb-ı İmam Azam adlı türkçe tercümesinde geçen bir menkıbe şöyledir: İmam Ebû Hanife'nin huzuruna bir kadın gelerek, "Erkek kardeşim vefat etti. Altı yüz dinar miras bıraktı. Fakat benim hakkıma yalnız bir dinar düştü" dedi. İmam, "Bu hesabı kim yaptı?" diye sual eyledi. Kadın da "Davud-ı Tâî yaptı" dedi. Bunun üzerine İmam, "Doğru, senin hakkın aslında bu kadardır. Zira, kardeşin vefat ettiğinde, arkasında miraçı olarak annesini, zevcesini, iki kızını ve on iki erkek kardeşiyle birlikte seni bırakmıştır. Senin hakkının bir dinardan fazla olmasına imkan yoktur" dedi. Buradaki miras nasıl taksim edilir?
    Cevab: Zevce: 1/8
    Anne: 1/6
    Kızlar: 2/3
    Kadın: 1 hisse
    Erkek kardeşler: 12 x 2 hisse

    Zevc, anne ve kızların hisseleri toplamı : 1/8+1/6+2/3=23/24

    Kadın 1 hisse, erkek kardeşler 2 hisse alacak şekilde, geri kalan 1/24 hisse taksim edilir. Kadına düşen hisse: (1/24)x(1/25) = 1/600. Tereke 600 dinar olduğundan, kadına düşen miktar, 1 dinardır.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Şu andaki Osmanlı hanedanı mensuplarının görüntüleri tamamen yabancı memleket insanlarına benziyor. Siz çoğunu yakından tanıyorsunuz. Dinî inançları hassasiyetle devam ediyor mu? Ediyorsa bilhassa hanımlar neden böyle alafranga haldeler?
    Cevab: Evinden, ailesinden, sevdiklerinden, malından, memleketinden atılmış, gurbet ellerde sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiş olan insanlardan daha fazla ne beklenebilir? Türkiye’de daha iyi şartlarda yaşayan hoca, hacı, âlim, veli çocukları ne haldeler? Hanedan mensuplarının imanı bütündür. Dine hürmetkârdır. Müslüman memleketinde yaşayanların gördüklerini, işittiklerini görüp işitselerdi, onlardan çok ileri giderlerdi. Dedelerinin hürmetine kendilerine tazim edilir. Yanlış işleri için de Allah ıslah ve affetsin denir.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: İmam Gazalî hazretlerinin Kıyâmet ve Âhiret halleri adlı kitabında Nuh aleyhisselâm için neden resullerin ilki deniyor?
    Cevab: Âdem aleyhisselâmdan sonra şeriat sahibi ilk peygamber olduğu için. Bir başka deyişle şeriatı, Âdem aleyhisselâmın şeriatını nesheden ilk peygamber olduğu için.
    16 Nisan 2012 Pazartesi
  • Sual: Zimmî kâfirlerin dârülislâmda fâizcilik yapması câiz midir? Osmanlı Devleti’nde Galata bankerleri tefecilik yapmıyorlar mıydı? Eğer yapıyorlarsa, devlet buna neden izin vermiştir?
    Cevab: Hayır. Dârülislâmdaki zimmîler ile Müslümanlar ahkâm bakımından aynıdır. Osmanlı zimmîlerinin tefecilik yapmaları yasaktı. Fakat bazıları hukukun inceliklerini kullanarak, hile-i şer’iye yaparak, bir yandan da borç verip kendilerine râm ettikleri devlet ricalini ayarlayarak el altından tefecilik yapmıştır. Ama resmiyette mümkün değildir. Nitekim meselâ mahkemeye alacakları için dâvâ açsalar, fâiz talebinde bulunamazlar. Mahkeme reddeder. Nitekim buna dair hüccetler mahkeme sicilinde mevcuttur. Fuhuş ve müslümana içki satışı da yasaktır ama umumhane ve meyhanelerin gizliden gizliye çalışmasını engellemek mümkün değildir.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Bir hocamız İslâmiyette saltanatın olmadığını, Osmanlıların, idareciliği babadan oğla devrederek yanlış yaptığını söylemişti. Ben O'na Hz. Ali'den sonra Hz. Hasan'ın halife olduğunu örnek vermiştim ama cevap verememişti. Acaba başka ne gibi örnekler verebilirim?
    Cevab: Halîfelerin yerlerine yetiştirdikleri ve nasihat verdikleri oğullarını veya güvendikleri başkalarını halîfe yapmaları İslâm hukukuna aykırı değildir. Nitekim Kur’an-ı kerîmde, Hazret-i Dâvud’un yerine oğlu Hazret-i Süleyman’ın hükümdar olduğu anlatılmaktadır. Halifenin yerine halifelik şartlarını taşıyan herhangi birini geçirmesi caizdir. Hazret-i Ömer böyle halife olmuştur. Yabancı birini yerine halife bırakmak caiz ise, aynı vasıfları taşıyan oğlunun veya ailesinden bir başkasının halife bırakılması da sahih olmak gerekir. Üstelik tarih göstermiştir ki, hükümdarın belli bir aileden olması, siyasî ihtilafların önüne geçmektedir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Bir hocamız Osmanlıların İslâmiyetteki şûrâ prensibini tatbik etmediğini iddia etti. Bu doğru mudur?
    Cevab: Divan-ı Hümayun ve şeyhülislâmdan fetvâ almak şûrâ demektir. Bu sözleri, kendisinin İslâmiyetten de, tarihten de haberi olmadığını; son zamanlardaki reformist Arap yazarlarının tesiri altında kaldığını gösteriyor.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Peygamber niçin çok evlilik yapmıştır?
    Cevab: Hazret-i Peygamberin hanımları (zevcât-ı tâhirât), keskin zekâları, derin firâsetleri ile Hazret-i Peygamberin ibâdetleri ve ev içindeki hareketlerini haber vermenin yanında; bilhassa âile ve miras hukukunun teşekkülünde çok mühim bir rol oynamışlardır. Hazret-i Âişe, en çok hadîs rivayet edenlerin neredeyse başında gelmektedir. Bazı ahkâm âyetleri, Hazret-i Peygamber’in ev yaşantısı ve hanımları ile alâkalı olarak nâzil olmuştur. Hazret-i Peygamber’in müteaddid hanımlarla evlenmesinin bir hikmeti budur. Nitekim henüz hukukî hükümlerin mevzubahis olmadığı Mekke devrinde, daha genç olmasına rağmen, bir erkeğin en güçlü ve en çok kadına ihtiyaç duyduğu bir zamanda, Hazret-i Peygamber Hazret-i Hadîce’den başka hanımla evlenmemiştir. Evliliklerinin hemen hepsi Medine’ye hicretten sonradır. Bu hanımların çoğu yaşlı, dul ve ihtiyaçlı hanımlardı. Hazret-i Peygamber hepsini bir maslahat sebebiyle nikâhlamıştı. Hassaten hicretin altıncı yılında hicâb âyetinin (Ahzâb: 53) gelip kadınlarla yabancı erkeklerin bir arada bulunmaları yasaklanınca, Hazret-i Peygamber, hanımlara tebliğ vazifesini, zevceleri vâsıtasıyla yerine getirmeye başlamıştır. Böylece Hazret-i Peygamber’in çok evlenmesinin bir hikmeti daha zâhir olmuştur. Nitekim hanımlar Hazret-i Peygamber’in zevcelerine gelerek sual sorarlar; zevcât-ı tâhirât da Hazret-i Peygamber’e tavassut edip verdikleri cevabı bu hanımlara bildirirlerdi.

    Bu evliliklerden bir kısmı, Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer gibi İslâmiyete çok hizmet etmiş zâtların taltifini temin etmiş; bir kısmı da mühim şahısların veya kabîlelerin müslüman olmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim Ebû Süfyan ve oğlu Muâviye’nin müslüman olmasında Hazret-i Ümmü Habîbe’nin tesiri olmuştur. Ümmü Habîbe, Ebû Süfyân’ın kızı ve Muâviye’nin kızkardeşidir. Hazret-i Cüveyriyye, harbde esir alınan Benî Müstalık kabîlesinin tamamının müslümanlığına ve âzâd edilmesine vesile olmuştur. Hazret-i Peygamber’in kendi hissesine düşen Cüveyriyye’yi âzâd edip nikâhladığını gören Sahâbe-i kiram, kendi hisselerine düşen Benî Müstalik esirlerini de âzâdlamışlardı.

    Evlenilecek kadınların sayısının dörtle tahdid edildiği sırada, Hazret-i Peygamber’in dokuz hanımı vardı. Âyet-i kerime bunları boşama, bunlardan başka da evlenme buyurdu. Bu zevceler, ayet-i kerime gereği müminlerin anneleridir. Hazret-i Peygamber, bunları boşasa, başkasıyla evlenemezlerdi. Mağdur olurlardı. Halbuki evliliklerinin bir sebebi de mağduriyetlerinin önlenmesidir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Kur'an-ı Kerim'de Hazret-i Peygamber'e atfen söylenen "Allah seni affetsin" sözünü nasıl anlamalıyız?
    Cevab: Afallahü anke sözü, Allah bu yaptığından dolayı seni mesul tutmadı demektir. Nitekim Kur’an-ı kerimde afallahü amma selef, önceki yaptıklarınızdan Allah sizi mesul tutmadı sözü de bu mânâya gelir. Yoksa peygamberler masumdur; günah işlemekten korunmuştur. Ancak iki doğru ile karşılaştıklarında insan olmak hasebiyle en doğruyu seçme hususunda yanılabilirler. Bu ise hata veya kabahat değil, zelle (sürçme) olarak isimlendirilmiştir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: İslâm dini hususunda alt yapı kazanacağım hangi kitapları tavsiye edersiniz?
    Cevab: İman-İtikad:
    • Kadızade Ahmed Efendi - Büyük Amentü Şerhi (Feraidü’l-Fevaid) (Berekat Yayınevi)
    • İmam Birgivî - Birgivî Vasiyetnamesi (Cevheretü’l-Behiyye) (Bedir Yayınevi)
    • Mevlana Hâlid - İman ve İslâm (İtikadname) (Hakikat Kitabevi)
    • Ömer Nasuhi Bilmen - Muvazzah İlmi Kelam
    • Ömer Nasuhi Bilmen - Eshabı Kiram Hakkında Müslümanların Temiz İtikadları
    • Hüseyn Hilmi Işık  - Seâdet-i Ebediyye
    İbadet-Fıkıh:
    • Halebî İbrahim Efendi - Mülteka’l-Ebhur
    • Muhammed Esad - Dürr-i Yekta (Berekat Yayınevi)
    • Hacı Zihni Efendi - Nimet-i İslâm (Salah Bilici Kitabevi)
    • Ahmed Zühdi Paşa - Mecmua-yı Zühdiyye (Fazilet Yayınevi)
    • Kutbüddin İznikî - Mızraklı İlmihal (Hakikat Kitabevi)
    • İmam Şa’ranî - Mizanü’l-Kübrâ (Berekat Yayınevi)
    • Seyyidalizade Yakub - Şir’atü’l-İslâm (Berekat Yayınevi)
    • Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih ve Şerhi
    Ahlâk-Tasavvuf:
    • İmam Gazalî - Kimya-yı Seadet (Bedir Yayınevi)
    • Erzurumlu İbrahim Hakkı - Marifetname (Bedir Yayınevi)
    • Ahmed Faruk Serhendî - Mektubat (Hakikat Kitabevi)
    Tarih-Siyer:
    • İmam Kastalanî - Mevahib-i Ledünniye (Hikmet Neşriyat)
    • Altıparmak Mehmed Efendi - Peygamberler Tarihi (Mearicü’n-Nübüvve) (Berekat Yayınevi)
    • Nişancızade Mehmed Efendi - Mir’at-ı Kâinat (Berekat Yayınevi)
    • Ahmed Cevdet Paşa - Kısas-ı Enbiya (Bedir Yayınevi)
    • Yılmaz Öztuna - Büyük Türkiye Tarihi (Hayat veya Ötüken Neşriyat)
    • Thomas Walker Arnold - İntişar-ı İslam Tarihi
    • Will Durant - İslam Medeniyeti
    • Kadir Mısıroğlu - Hilafet
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Gül kokusu, Peygamber efendimizin mübarek terinin kokusu mudur?
    Cevab: Hazret-i Peygamber’in terinin gül gibi koktuğu, siyer kitaplarında geçer. Hadis-i şerifte "Ben bir latif cevher idim, arş-ı alayı tavaf eder idim; Allahü teala bana nazar eyledi, utandım, terledim; yeryüzüne düşen yedi damladan, Dört halife, gül, kabak ve pirinç yaratıldı" buyurulmuştur. (Şir'atü'l-İslâm)
    8 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nin telfikçi usülle hazırlandığını belirtmişiniz. Fakat telfiğin caiz olmadığını biliyorum. Siz de bu şekilde hareket etmenin hatalı olacağını üstü kapalı da olsa ifade etmişsiniz. Devletin bu şekilde kanun hazırlaması câiz değil midir?
    Cevab: Bir meselede tek bir ictihadla amel etmek mecburidir. Aynı meselede birden fazla ictihadı karıştırmak, eğer ortaya çıkan netice dört mezhebden birine uymuyorsa, telfiktir ve batıldır. Uyuyorsa, zaruret varsa kerahatsiz, zaruret yoksa kerahatle sahihtir. “Mesâil-i müctehedün fiyhâda imâmülmüslimîn hazerâtı hangi kaville amel edilmesini emrederse o kavil ile amel olunur”. Yani müctehidler arasında ihtilaf edilmiş meselelerde, hükümdarın tercihi ile amel olunur. Bu bir kaidedir. Ancak bu, hususî hayata tesir edemez. Mahkemeler ve hükümet icraatları için bahis mevzuudur. Ve keyfî olmamalıdır; bir mecburiyetin eseri olmalıdır. Teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur. Yani halk üzerinde umumî menfaat gözetilerek tasarruf edilir. İnsanlar aile hukuku gibi hususi hayata dair işlere fazla karışılmasından hoşlanmaz. Neticede bu bir evliliktir. Bir şartı bir mezhebe, diğer bir şartı başka bir mezhebe göre tanzim edilirse, insanlar acaba zina mı ediyorum diye bile düşünebilir. Bu bakımdan Hukuk-ı Aile Kararnamesi şer’î hükümlere aykırı değildir. Ancak cemiyet böyle bir kanunu kabule hazır değildir. Nitekim Mecelle bile, Hanefî mezhebindeki zayıf kavillerden bazılarını ihtiva ettiği için tenkit edilmiştir. Eski ilim adamları ciddi, oturaklı ve muhafazakâr idi. Olur olmaz sebeplerle değişikliğe, gevşekliğe müsaade etmezdi. Kanun, bunu nazara almamıştır. Sosyoloji bilmemek alâmetidir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: Osmanlı millet sistemi çerçevesinde bir Yahudi ile bir Rum arasındaki ticarî veya başka bir meselenin halline hangi mahkeme bakacaktır?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde, bir dâvânın tarafları aynı milletten Osmanlı vatandaşları ise, salahiyetli merci o kişilerin ruhanî mercii, yani piskopos veya hahamdır. Burada o kişilerin kendi dinlerinin hükümlerine göre dâvâya bakılır; Osmanlı makamları müdahale etmek şöyle dursun, verilen hükmü icra ve infaz eder. Taraflar sizin sorduğunuz şekilde ayrı milletten ise, o halde dâvâlının ruhanî mercii veya tarafların anlaştığı bir hakem salahiyetlidir. Taraflar bunda anlaşamazlarsa, dâvâya Osmanlı mahkemesi, bunların dinini de nazara alarak bakar. Taraflardan biri Müslüman ise, salahiyetli merci mecburen Osmanlı mahkemesidir ve şer’î hukuka göre bakılır. Gayrımüslimin dini de icabında nazara alınır. Tabiî bu, dâvânın hususî hukuka veya ahvâl-i şahsiye denilen şahıs, aile ve miras hukukuna dair olması hâlindedir. Dâvâ ceza veya vergi yahud arazi dâvâsı ise, mutlaka Osmanlı mahkemesi bakar. Taraflar ecnebi ise, salahiyetli merci konsolosluktur. Taraflar iki farkı devlet vatandaşı ecnebi ise, dâvâya dâvâlının konsolosluğunda bakılır. Taraflardan biri Osmanlı ise, Osmanlı mahkemesi salahiyetlidir.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde Trablusgarb'da Mâlikî mezhebinden Müslümanların dâvâlarına hangi mezhebe göre bakılmaktaydı?
    Cevab: Her yere Hanefî müftü ve kadısı tayin edilir. Başka mezhepler de yaygın ise, taraflar isterse, bu mezhepten bir âlim, nâib (vekil) tayin edilir. Tarafların hiç mahkemeye gitmeden, kendi mezheplerindeki bir hakeme de gitmeleri mümkündür.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Mısır'a giren Osmanlı askeri, harp esnasında Müslüman Mısır halkından esir alıp köle edebilir mi?
    Cevab: Kölelik, harbde esir alınan gayrımüslimler için bahis mevzuudur. Esir alınmadan evvel Müslüman olan, kölelikten, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur. Esir alındıktan sonra Müslüman olan, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur ise de, kölelikten kurtulamaz.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Sultan II. Abdülhamid devrinde şark vilâyetlerinde mektepler kurulduğunu biliyoruz. Bu devirde İngilizlerin Şâfiî Arapları, “Halifeler Kureyş’tendir” hadis-i şerifini kullanarak Osmanlı hilâfetine karşı kışkırtması tehlikesine binaen, padişahın Şarkta Hanefîleştirme siyasetini başlattığı iddiası doğru mudur?
    Cevab: Sultan Abdülhamid devrinde memleketin her yerinde halkın irfanını arttırmak ve devletin ihtiyacı olan memurları yetiştirmek maksadıyla mektepler kuruldu. Bunlar din mektepleri değildir. Dinî sahada medreseler hâlâ faaliyettedir. Şark’taki medreseler, yakın zamana kadar Şâfiî mezhebine göre tedrisata devam etmiştir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, bugün Şarkî Anadolu’da tek bir Şâfiî’nin bulunmaması gerekirdi. Bahsettiğiniz hadis-i şerifi kullanarak İngilizler Araplar arasında propaganda faaliyeti yürütmek istemişler; ama bizzat Arab âlimleri buna karşı çıkmıştır. Hem hadis-i şerif kışkırtıcılık bakımından mezhepler üstüdür. Yani gerekirse bir Hanefî veya Mâlikî’yi de kışkırtabilir. Üstelik Osmanlı ülkesindeki Müslümanların yarıdan fazlası Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe mensup iken, böyle bir teşebbüs akıl alacak iş değildir. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebi Ehl-i sünnetin dört koludur. İnançları aynıdır. Burada kasdedilen belki Şiîlerdir. Yahud şu olabilir: Hanefî mezhebinde halife fâsık bile olsa vazifeden alınamaz. Şâfiî mezhebinde alınır. Belki İngilizler bunu kullanmak istemiştir. Fakat Sultan Abdülhamid için fâsık vasıflandırmasına da doğrusu kimse inanmaz. Halifenin meşruluğu için mezheb mühim değildir. Bu iddialar, İslâm inanç sistemini ve mezhebler tarihini iyi bilmemekten kaynaklanıyor zannederim.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Mâide Suresi’nin 82. âyet-i kerimesinden anlaşıldığına göre müminlere karşı düşmanlıkta en şiddetli gidenler Yahudi ve Müşrikler; sevgi bakımından en yakın olanlar da “Biz Hıristiyanlarız” diyenlerdir; bunun sebebi de içlerinde keşiş rahiplerin olması ve büyüklük taslamamalarıdır. Halbuki tarih boyu Müslümanlar hep Hıristiyanlarla savaşmıştır. O halde bu hususta nasıl düşünmek gerekir?
    Cevab:

    Bu fıkhî hükümler çıkarılacak bir ahkâm ayeti değildir. Kıssa ve haber bildiren âyet-i kerimelerdendir. Her kıssa ve haber bildiren âyet-i kerimeden hüküm çıkarılamaz. Bu âyet-i kerimede, Asr-ı Saadet’te Yahudi ve Müşriklerin düşmanlıkta ileri gittikleri, Hıristiyanların ise öyle olmadığı anlatılıyor. Yahudilerin vaktiyle İsa aleyhisselama yaptığı gibi müslümanlara da düşmanlığına dikkat çekiliyor. Bu âyet-i kerimeyi, Müslümanlığa giriş olarak tefsir edenler de vardır. Nitekim Yahudilerden Müslümanlığa girenler nâdirdir. Ama Hıristiyanlar bakımından böyle değildir.
    Asr-ı Saadet’ten sonra, Siyonist harekete gelinceye kadar, asırlar boyu Yahudilerin Müslümanlara şuurlu düşmanlığına delâlet edecek bir misal yoktur. XX. asır başında faaliyet göstermeye başlayan Siyonistler, kendi dinlerinin hükümlerine de yabancılaşmış aşırı kavmiyetçi bir gruptur. Bunlar Arz-ı Mev’ud denilen ve Rabbin Musa aleyhisselâma va’dettiği mukaddes metinlerde bildirilen Filistin’de millî bir devlet kurmak istemişti. Buna en büyük engel de Osmanlı Devleti idi. Osmanlı Devletinin yıkılmasını, bu maksatla destekledi, hatta bizzat tertipledi. Sonra da burada yaşayan Müslümanlarla, İslâmiyete düşmanlıktan ziyade, dünyevî maksatlarla savaştılar ve savaşıyorlar.
    İslâm kaynaklarında, Yahudiler, inanç bakımından Müslümanlığa Hıristiyanlardan daha yakın görülmüştür. Her ne kadar iki peygamberi inkâr etmeleri sebebiyle küfrlerinin daha çok olduğunu söyleyen âlimler varsa da, şeriata bağlılıkları ve Hıristiyanlar gibi heykelleri tazim etmemeleri sebebiyle Hıristiyanlardan daha ehven görülmüştür.
    Yukarıda âyet-i kerimeden her yerde ve her zaman Yahudilerin müminlere şuurlu bir düşmanlık içinde olduğu/olacağı mânâsı çıkarılamaz. Bu âyet-i kerime antisemitizm için kullanılamaz. Âyet-i kerimeye “tarihîdir” de denemez. Nitekim kıyamete yakın Mehdi aleyhirrahmeye Yahudilerin karşı çıkacağı ve bunlarla muharebe edeceğine dair hadis-i şerifler vardır. Âyet-i kerime militan bir düşmanlığı tavsiye etmemektedir. Müminlerin, Müslüman olmayanları yakın dost edinmemeleri, onları âmir yapmamaları zaten başka âyet-i kerimelerle emredilmiştir. Buna mukabil İslâmiyet gayrımüslimlere düşmanlık yerine; onların kötü vasıflarını sevmemeyi buyurmuştur. Yahudi, Hristiyan ve başka gayrımüslimler arasında bu hüküm bakımından bir fark yoktur.

    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı Hukuku adlı kitabınızda, hukukun eşitliği değil, adaleti temin için olduğunu söylemişsiniz. Sultan Fatih'in elini kestirttiği mimardan dolayı kadı tarafından elinin kestirilmesine hükmedilmesinde, adalet yerine eşitlik ağır basmıyor mu?
    Cevab: Yalnızca Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde geçen ve Sultan Fatih’i bir psikopat olarak tasvir eden bu menkıbe uydurmadır. İran mitolojisinden alınmadır. Din büyükleri ve Osmanlı padişahları hakkında, gûyâ onları yüceltmek için böyle saçma sapan yüzlerce menkıbe anlatılmakta; ne yazık ki insanlar da bunları ciddiye almaktadır. Kadı, her meselede padişahı muhakeme edemez. Çünki kadı, padişahın vekilidir. Kadı ancak hususî hukuka dair davalarda hükümdarı muhakeme edebilir. Had suçlarında muhakeme edip, mahkûmiyet veremez. Bu gibi dâvâlara, Divan-ı Mezâlim’de, Osmanlılarda Divan-ı Hümâyun’da hususî usul kaidelerine göre bakılır. Kısas, kasden öldürme ve yaralamada verilen cezadır. Burada bir siyaset cezası mevzubahistir.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Diller nasıl ortaya çıkmış ve bu kadar farklılaşmıştır?
    Cevab: İslâm kaynaklarındaki rivayetlere göre, ilk insan Hazret-i Âdem’e bütün isimlerin öğretildiğini bildiren âyet-i kerimenin tefsirinde, soyundan gelecek olanların konuşacağı dillerin hepsini bildiği, dünyanın çeşitli mıntıkalarına yerleşen torunlarının bu dillerden biriyle konuştuğu bildirilmektedir. Nitekim Tefsir-i Lübâb’da ve Meâlimü’t-Tenzil’de böyle anlatılır. Ama Hazret-i Âdem’in daha ziyade bugün Arapça, İbranice ve Süryanicenin atası olan bir lisan ile konuştuğu rivayet olunur. Hazret-i Nuh’un üç oğlundan Sâm dedesinin çoklukla kullandığı dili kullanmış, bundan Arapça, İbranice, Süryanice, Babil, Asur, Akad, Fenike, Kartaca lisanları meydana gelmiştir. İkinci oğlu Ham’dan Afrika ve Güney Hindistan lisanları meydana gelmiştir. Üçüncü oğlu Yafes’ten ise beyaz ve Sarı ırkın konuştuğu lisanlar meydana gelmiştir. Tevrat kaynaklı rivayetlerde insanların önceleri aynı dili konuştukları; fakat daha Hazret-i Nuh zamanında bir anda birbirini anlamadıkları, bu sebeple farklı mıntıkalara göç etmek zorunda kaldıkları anlatılır. Bâbil kulesi kıssası buna dairdir. Dünyadaki bütün dillerin esası birkaç tanedir. Hazret-i İdris zamanında konuşulan dillerin sayısının 72 tane olduğu söylenir. 12 rivayeti de vardır. Diğerleri bunlardan çıkmıştır. (Mir'at-ı Kâinât). Bugün dünyada 3000’den fazla dil olduğu söylenmektedir. Dünya nüfusunun yarısı bunlardan 15 tanesini konuşmaktadır. Afrika'da 1000'e yakın, Hindistan'da 800'den fazla dil konuşulmaktadır.
    3 Haziran 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı devletinin ilk devri olan kuruluş safhasıyla, yükselişten sonra safhaları arasında “gazilikten saltanata” doğru bir gidiş olduğu doğru mudur?
    Cevab: Kuruluşta gazâ ruhu (ila-yı kelimetullah) esastır. Yıkılışına kadar da bur ruh az veya çok devam etmiştir. Ama dünya şartları değişmiştir. Yalnızca gazâ ruhuna dayalı beylik büyümüş; imparatorluk olmuştur. Halkının yarıdan fazlası gayrımüslimdir. Komşuları gayrımüslimdir. Elbette gazâ, hayatın tamamına hâkim olamaz. Gazânın sebebi de insanlarının saadetidir. Saltanat, bir sistemi, yeni nizamı ifade eder.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Bir İslam devletinde devlet reisi istediği kişiyi katlettirebilir mi? Bunun için muhakeme şart değil midir? Kendisinin muhakeme hakkı olduğu söylenirse, burada fiili bir muhakeme yaptırıp suçun şer’an sâbit olması lâzım değil midir? Osmanlı tatbikatında zaman zaman bu şartlara riayet edilmediğini biliyoruz. Eğer bunlar meşru ise, kişi emniyeti nasıl sağlanır? Ve klasik tabiriyle “hükümdarın iki dudağı arasında” sözü haklı olmaz mı?
    Cevab: İslâm hukukunda üç çeşit suç ve ceza vardır: 1-Zina, zina iftirası, hırsızlık, yol kesme ve sarhoşluktan ibaret had suçları; 2-Adam öldürme ve müessir fiilden ibaret cinayet suçları; 3-Bunun dışında kalan ta’zir suçları. İlk iki grubun şartları ve suç sabit olunca verilecek cezalar bellidir, değişmez. Ta’zir suçlarının cezaları ise çok çeşitlidir. Ta’zir katl ile de olur. Yaşaması cemiyet için zararlı kişiler, ta’ziren öldürülebilir. Buna karar verecek ulülemrdir. Bu kadı da olabilir, veziriazam da olabilir, halife de olabilir. Suç zaten sâbit olmuştur. Fiilî muhakemeye gerek yoktur. Siyaseten katl zaten çok istisnaidir. Osmanlılarda ekseriya basit bir fiili bile icabında çok büyük zarara sebebiyet verebilen askerîler için tatbik olunmuştur. Suç işlemeyene ceza yoktur.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Zekât emrine karşı çıktığı için tardedilen Sa’lebe, sahâbî midir? Böyle ise, fenâ makamına kavuşan imansız ölmez buyrulduğuna göre, sahâbî mürted olur mu?
    Cevab:

    Beydâvî, Râzî, Kurtubî gibi muteber tefsirlerde anlatıldığına göre, ibâdete olan düşkünlüğü sebebiyle "Mescid Güvercini" diye anılan Sa’lebe, malının artması için Resulullah aleyhisselâmdan dua etmesini istedi. Hazret-i Peygamber kanaat etmesini tavsiye buyurdu ise de ısrarcı oldu. Bu duanın bereketiyle çok zengin oldu. Malların idaresi sebebiyle önce mescidden kesildi. Zekât emri geldikten sonra, “benimle mi kazandınız” diyerek karşı çıktığı için mürted oldu. Bazı âlimlere göre Sa’lebe baştan beri münafık idi. Kendisi için Tevbe suresinin 76. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Sebeb-i nüzûlünün başka başka olduğu da bildirilen bu âyet-i kerimenin gelişinden, Salebe’nin münâfık olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Bu âyeti işitince zekâtını getirip yalvardı ise de Resulullah almadı ve “Sa’lebeye yazıklar olsun!” buyurdu.

    Sahabe arasında başka Sa’lebe de vardır. Bunlardan birisi Salebe ibni Ebî Hâtıb Ehl-i Bedr’dendir ve Uhud’da şehid düşmüştür. Münâfık olan Sa’lebe, Hazret-i Osman zamanında vefat etti. (el-İsâbe)

    Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de geçen ve “Allah, imanlarını geri almaz” meâlindeki âyet-i kerimeye (Bakara: 143) dayanan yukarıdaki söz, “Fena makamına kavuşanın, imansız ölmemek ihtimali yüksektir” demektir. Hiç kimse için imansız ölmemesi kat’idir denemez. Allah’ın, Sahâbe-i kirâmın hepsinden râzı olduğu Kur’an-ı kerimde bildirildiğinden ve ilahî sıfatların, ezcümle rızâ sıfatının ezelî ve ebedî olması iktizâ ettiğinden sahâbenin hepsinin Cennetlik olduğu söylenebilir. Fakat aşere-i mübeşşereden başkasının iman ile öleceği önceden bilinemezdi. Çünki, sahâbenin aralarına karışmış olan münâfıkları Resûlullah’dan başka kimse bilmezdi. Bu münâfıkların imansız gittiği, Resûlullahın vefatından sonra, sahâbe-i kirâmdan hiçbirinin mürted olmadığı, yani mürted olarak ölmediği tefsir ve tarih kitaplarında yazılıdır. Tek tek isim vererek şu cennettedir denemez. Bazı sahâbîler hakkında vârid olan hadîs-i şerifler ahad (tek kişinin bildirdiği) hadîs olduğundan, ulemâ bunlar zan ve temenni bildirir demiştir.

    23 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Peygamber efendimiz "aleyhissalâtu vesselâm" vefat ettiği zaman 20 bin kişinin mürted olduğu doğru mudur? Zira Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvan" efendilerimizin hepsinin cennetlik olduğu bildiriliyor.
    Cevab: Bu meşhur bir hâdisedir. Hazret-i Peygamber’in vefatının ardından Arab kabilelerinden binlerce kişi mürted oldu. Zira iman kalblerine tam yerleşememişti. Ama sonra tevbe edip tekrar imana geldiler. Mürted olup tevbe etmeyenlerin vaktiyle münafık oldukları söylenmiştir. Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin gelişinden Eshâb-ı kiramın cennetlik olduğu anlaşılıyor; ama kimin sahâbî olduğunu katiyetle bilmek mümkün değildir.
    23 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Çocuk Esirgeme Kurumu bayrağının, İsrail bayrağına benzemesinin sebebi nedir?
    Cevab: Altı köşeli yıldız, Davud aleyhisselâmın mührüdür. Sonra Süleyman aleyhisselâma intikal etmiştir. Altı köşesinde altı peygamberin ismi yazılıydı. Çocuk Esirgeme Cemiyeti kurulduğunda, daha İsrail ortada yoktu. Fas bayrağı da buna benzer. Bu işaret İslâmiyette de muhteremdir. Câmilerde ve elbiselerde Selçuklulardan beri çok kullanılan bir motiftir. Halk kültüründe kudret ve bereketi sembolize eder. Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin bayrağına da aynı maksadla konulduğunu zannediyorum. Mühür kimdeyse Süleyman odur tabiri meşhurdur. Siyonistler 1948'de devlet kurarken, kendilerine isim ve sembol aradılar. En kudretli hükümdarları Davud aleyhisselamın mührünü Kızıldeniz ile Şeria nehrinin ortasına koyarak sembol aldılar. İsim olarak da soy isimlerini, Yakub aleyhisselamın lakabı olan İsrail'i aldılar. Bu sebeple altı köşeli yıldıza ve İsrail kelimesine antipati duymanın mânâsı yoktur.
    2 Temmuz 2012 Pazartesi
  • Sual: Eflâtun’a İsa aleyhisselâmın tebliği ulaştığı, ama kibrinden kabul etmediği söyleniyor. Doğru mudur?
    Cevab:

    Bu ifade İmam Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ında geçiyor. Burada yüksek akıl sahiplerinin bile aklıyla Allahü teâlâyı bulmalarının imkânsız olduğu, bir peygamberin bildirmesine ihtiyaç bulunduğunu anlatmak için bu misal verilmiştir. Ama İsa aleyhisselâmın tebliğinin Eflâtun’a ulaştığı kat’i değildir. Eflâtun milâddan üçyüz sene evvel yaşamıştır. İsâ aleyhisselâm ise tarihçilerin tesbitine göre Eflâtun’dan üç yüz sene sonra yaşamıştır. İsâ aleyhisselâm ile aynı çağda yaşadıklarına dair rivâyeti zayıftır. İsâ aleyhisselâm üç sene peygamberlik tebliğinde bulunduktan sonra göğe yükseltildi. Kendisine inananlar çok azdı. İsevî dini, İsa aleyhisselâmın yaşadığı Filistin havalisinde bile çok sınırlı bir yayılma imkânı buldu. İsâ aleyhisselâm dünyada iken Yunanistan’da işitilmesi muhaldir. Eflâtun’un işittiği başka bir peygamber olabilir. Öyle bile olsa tebliğinin tam olarak kendisine ulaştığı belli değildir.

     

    12 Temmuz 2012 Perşembe
  • Sual: Polonya’da tarih doktorası yapan bir Azerî genciyim. Orhon Âbidelerinde şöyle bir ifade geçiyor: "Tanrı tek tanrıda bulmuş Türk Bilge Kağan". Bu ne demektir? Avrupalı bazı tarihçiler Şah İsmail’in de bu yolda bir tavrının olduğu ve bunun Pers siyasî kültüründe Şehinşah (Şahlar şahı) denilen Kisrâların, Antik Mısır ve Bâbil’de olduğu gibi, kendisini yeryüzü tanrısı olarak görmesi geleneğine dayandığını söyler. Azerî tarihçiler ise Safevîlerin Türk Devleti olduğunu ispat için, eski Türk geleneğinde hakanın Tanrı kadar kutsandığını söyler ve bunun için Orhon âbidelerindeki o yazıyı kullanır. İşin aslı nedir?
    Cevab: “Tengri kimin tengri bolmuş Bilge Kağan” demek, bir olan Tanrı'nın kendisi gibi başkalarına benzemeyerek yarattığı ve kut verdiği, yani insanları idare hak ve vazifesini yüklediği kimse demektir. Eski Türk siyasî geleneğinde kaderin tahta çıkardığı hakana, Tanrı’nın kut verdiğine inanılır. Bu sebeple hakana itaat, tanrıya itaat; ona isyan, Tanrı’ya isyan demektir. Bu, bütün monarşilerde, hatta İslâm siyasî kültüründe de aşağı yukarı böyledir. Yoksa hakanın Tanrı olduğu veya Tanrı’dan parça olduğu yahud kendisine tapınılacağı gibi bir inanç eski Türklerde yoktur. Antik devirde, kralların tanrı olduğu ifadesi de bence yanlış anlaşılan bir ifadedir. Bu cemiyetlerde, aklı başında insanlar vardı. Ölümlü ve âciz bir varlığı tanrı olarak kabul edeceklerine inanmak abartılı olur. Bu, kralların tanrının iradesinin tecellisi olduğu ifadesinin, yanlış anlaşılmış veya dejenere edilmiş hâli olsa gerektir.

    Şah İsmail’in böyle bir tavrı olduğuna dair kat’i malumat olmamakla beraber, Dehnâme adlı eserinden, kendisini Hazret-i Ali’nin yeryüzündeki tecellisi olarak gördüğü anlaşılıyor. Bu ise hulûl itikadı ile izah edilir. Şiîliğin gulât denilen aşırı kollarında, Allahü teâlâ’nın Hazret-i Ali’ye hulûl ettiği, içine girdiği, basit tabirle Hazret-i Ali şeklinde göründüğüne dair bir itikat vardır. Daha sonra Hazret-i Ali’nin ruhu, bazı seçkin kişilerde tecelli eder. Mesela Fâtımî hükümdarı Hakîm kendisini böyle görmekteydi. Şah İsmail’in de bu itikada olduğu anlaşılmaktadır. Bu itikadın Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta misalleri olduğu gibi, eski Hind felsefesinden dünyaya yayıldığını söylemek mümkündür. Hulûl itikadı, İslâmiyet’e açıkça aykırıdır. Şirk sayılır.

    Üstelik Şah İsmail Türk değil, Kürd aslındandır. Ama kendisi Arablık, hatta seyyidlik iddiasında idi. Ama Safevî Devleti, Akkoyunlu Devleti’ni yıkıp, mirasına konduğu ve teb’asının da ekersisi Türkmen olduğu için Pers değil, daha ziyade Türk siyasî geleneklerinin tesirini taşır.
    12 Temmuz 2012 Perşembe
  • Sual: Piyasada İngiliz Casusu'nun İtirafları adında bir kitap dolaşıyor. Bunun orijinalinin bulunmadığı, Hüseyin Hilmi Işık tarafından kurgulanıp yazıldığı söyleniyor. Doğrusu nedir?
    Cevab:

    İngiliz Casusunun İtirafları adıyla Türkiye'de neşredilen kitap, Suudi Arabistan'da Vehhabiliğin doğuşunda İngiliz gizli servisinin rolünü anlatan bir hatıra kitabıdır. Bu hatıralar, ilk önce Alman gazetesi Spiegel’de, sonra da meşhur bir Fransız gazetesinde tefrika edilmiştir. Lübnanlı bir doktor tarafından Arapça'ya tercüme edildi. Hüseyin Hilmi Işık'ın 1990'da neşrettiği nüsha, bundan tercüme edilmiş ve ilâvelerle zenginleştirilmiştir. Kitabın ortaya çıkışı, 1990'dan çok öncelere dayanır. Bilahare Arapça'dan Farsça'ya, “Memoirs of Hempher, The British Spy to the Middle East” adıyla İngilizce'ye ve diğer dillere tercüme edilmiştir. Vehhabî mezhebi mensuplarının ve Suudi Arabistan’ın kendileri aleyhindeki neşriyata karşı çıkmaları gayet tabiîdir. Kitabın orijinalitesinin isbatı şu an için mümkün olmasa bile, anlatılan hâdiselerin tarihî ve aktüel gerçeklere uygunluğu bakımından söylenecek söz yoktur.

    13 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Ali için kullanılan "kerramallahu vecheh" ifadesi ne mânâya gelmektedir?
    Cevab: Allah yüzünü şereflendirsin demektir. Hiç puta tapınmadığı, müslüman olarak büluğa erdiği yahud hiç avret yerine bakmadığı veya harama bakmadığı için bu isim verilmiştir deniyor. (Mir’at-ı Kainat)
    27 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: İmam Birgivî’nin Ziyâretü’l-Kubûr adlı kitabında kabir ziyareti hususunda Ehl-i sünnete aykırı görüşler ileri sürdüğü doğru mudur?
    Cevab: Birgivi'ye izafe edilen Ziyâretü'l-Kubûr risâlesi, Hanbelî âlimlerinden İbnü Kayyımi’l-Cevziyye’nin İğâsetü’l-Lehfân kitabının hülâsası mahiyetindedir. Birgivî’nin İbnü Kayyım’a, belki de Hanbelî mezhebinden bir âlime atıfta bulunduğu tek kitaptır. Dr. Huriye Martı adında bir araştırmacı, Birgivî Mehmed Efendi – Hayatı, Eserleri ve Fikir Dünyası adlı eserinde (2. Baskı, Ankara, 2011, s. 65, 97) risâlenin Birgivî’ye aidiyetinin şüpheli olduğunu söylüyor. Bir asır sonra ortaya çıkan ve gûyâ bid’atlerle mücadelesiyle tanınan Kadızâdeliler tarafından Birgivî’ye nisbet edilmiş olması muhtemeldir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar bunu göstermiştir. Nitekim risâlede, Birgivî’nin te’lif tarzına muhalif olarak iktibaslar sayfalarca sürmekte ve bazen aynı cümle defalarca tekrar edilmektedir. Diğer kitaplarında ismi geçen ve elinin altında bulunan klasik Hanefî kitaplarına bu risâlede atıf yapılmamıştır. Bu, Hanefî mezhebine sıkı bağlılığı ile bilinen Birgivî’nin tarzına uymaz. Ayrıca, risâlenin te’lif tarihi belli olmadığı gibi, müellif ve eserlerinin tanıtıldığı el-Ikdü’l-Manzûm, el-Aylemü’z-Zâhir, Keşfü’z-Zunûn ve Hadâiku’l-Hakâik gibi eserlerde Birgivî’nin eserleri arasında zikredilmemiştir. Kitabın orijinal nüshası da elde bulunmamaktadır. Ömrünün sonunda kaleme aldığı et-Tarikâtü’l-Muhammediyye’de bahsi geçen mevzuların teferruatı için diğer risâlerini kaynak gösterirken, kabir ziyareti hususunda ne Ziyâretü'l-Kubûr risâlesine, ne de İbni Kayyım’ın eserine atıfta bulunulmaktadır. Birgivî'ye atfedilen “Ölüleri anmak için yapılan âyinlere, şefaat istemek için mezar ve türbeleri ziyaret etmeye” dair fikirler, et-Tarikâtü’l-Muhammediyye, Ahvâlü Etfâli’l-Müslimîn ve Vasiyetnâme gibi kitapları tedkik edildiğinde, İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyım gibi aşırılıklarıyla tanınmış âlimlerden ayrıldığı görülmektedir. Birgivî, bid’atlardan kaçınma hususunda şiddetli tavır gösteren bir âlimdir. Ama onun çok tutulan eserlerinde kabir ziyaretini, istigâse ve tevessülü yasaklayan bir kelime yoktur. Ancak kabir ziyaretinde cahil halk tarafından yapılan aşırılıklara ve işlenen bid’atlere dikkat çekilmektedir.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Şair Mehmed Akif Ersoy'un Çanakkale Şehitlerine adlı şiirinde geçen "Bedr'in aslanları, ancak bu kadar şanlı idi" mısraının, dinen bir mahzuru var mıdır?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde övülen, Hazret-i Peygamber tarafından hepsinin cennetlik olduğu bildirilen, Eshab-ı kiramın ve peygamberlerden sonra insanların en üstünleri sayılan, bereket ve belâlardan korunmak için isimleri yazılıp evlere asılan Bedr kahramanlarını hafife alan bu ifadenin mahzurlu olduğu açıktır. İslamî hassasiyete sahip birinden beklenmeyecek bir sözdür. Çanakkale Harbi’ne katılan askerler içinde iman, amel ve ahlâk bakımından her çeşit insan vardır. Şairler, umumiyetle hisleriyle hareket eden kimselerdir. Böyle abartılı ifadelere meraklıdır.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde XIX. asırda sahtekârlık suçları üzerine bir çalışma yapıyorum. Elbette bu suçlar XIX. asırda ilk defa ortaya çıkan vakalar değil. Fakat bu asra bakıldığında Osmanlı cemiyetinde suç nisbetinin arttığını ve suç yelpazesinde de bir çeşitlenme olduğunu görüyoruz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Hukuk sistemi yeterince caydırıcı değil miydi? Devlet bunları engelleyebilmek için ne gibi adımlar atmıştır?
    Cevab: Bahsettiğiniz mevzular suçun psikolojik ve sosyolojik muhtevasıyla alakalıdır. XIX. asır Osmanlı Devleti’nde bir kırılma devresidir. Gayrımüslim unsurlar ihtilâl yaparak istiklâllerini elde etmiş; asırlık İslâm toprakları elden çıkmış; devlet milletlerarası platformda her dilediğini yapacak ve yaptıracak imkânlardan mahrum kalmıştı. Cemiyet düzeni esaslı bozulmuş; malî çöküntü, başta adalet mekanizması olmak üzere her şeyi altüst etmişti. Sosyal hayatta da buna muvazi bir çöküntü yaşanmaktaydı. Tımar kaldırıldıktan sonra köyler boşalmış, şehirler fakir ve ümitsiz kalabalıklarla dolmuştu. Bitmek bilmeyen harbler ve iktisadî sıkıntılar cemiyeti seyyal ve kozmopolit bir hâle getirmişti. Bu da suç nisbetinde ve çeşitlerinde değişiklik ve artmaya yol açtı. O zamana kadar ekseri adam öldürme, dövme ve hakaret gibi ihtiras suçlarına rastlanırken, bu asırda hırsızlık, gasp, eşkıyalık, kalpazanlık suçları ekseriyet kazandı. Yine de bu hususta istatistikî bir tedkikat yapmadan kat’iyetle konuşmaktan kaçınmak lâzımdır.

    Hukuk sisteminin caydırıcı olmaktan çıktığını söylemek kolay değildir. Ancak adlî rüşvet, adam kayırma, geniş topraklarda izini kaybettirme gibi sebepler üzerinde durulabilir. Devlet, eski adaletnamelere benzer fermanlar ve kanunnamelerin halefi yeni ceza kanunları neşretti. Yine de bu hususta muasırlarına, mesela Rusya’ya, hatta Avusturya’ya göre çok da geride kaldığı söylenemez.

    Hadisenin iktisat tarihi ile alakalı kısmını da göz ardı etmemek lazımdır. Para ayarındaki değişiklikler, para kıtlığı, yed-i vahid usulü, ihracat yasağı, gümrük muafiyeti veya yüksekliği gibi hususlar da sahtekarlık üzerinde tesir icra etmiştir.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Demokratik memleketlerde, en dindar gözüken siyasî parti bile, şer’î hukuka aykırı kanunlar üzerine yemin etmekte ve memleketi gayrı islâmî hükümlerle idare ettikleri için,yaptıkları câiz olur mu? Mekke’de henüz müslümanlar güçsüz iken bile müşriklerin “Bir sene sizin dediğinizi yapalım, bir sene de bizim dediklerimiz olsun” teklifini Hazret-i Peygamber reddettiğine göre bunlara rey verenlerin vaziyeti nedir?
    Cevab: Müslümanların hâkim olduğu bir memlekette zaten böyle bir şey mevzu bahis olamaz. Böyle olmayan bir yerde Müslümanların sözünün geçmeyeceği, şer’î hukukun resmiyette tatbik olunamayacağı açıktır. Burada siyasî parti eğer insanlara, Müslümanlığa hizmet etmek maksadıyla hareket ediyorsa, bu şekilde yemin etmesi düşmana karşı hüd'a (hile) olur. Harb hiledir. Şeriata aykırı kanun ve icraatlarda da bunlara inanarak yapmadığı müddetçe ikrah bahis mevzuu olur. Bahsettiğiniz hadiseyi işitmedim. Peygamber aleyhisselamın her hali bugünki insanlara uymaz. O peygamber idi. Kaldı ki meselâ Hudeybiye'de Medine’ye sığınan müslümanları mekke’ye iade etmek hususunda müşriklerin sözüne uymuştur.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Hazret-i Ali ve diğer sahâbiler arasındaki mücadeleyi sadece ictihad farklılığına bağlamak kâfi midir? Bunun ayaklanma gibi fıkhî hükmü yok mudur?
    Cevab: Hazret-i Aişe, Talha, Zübeyr gibi sahâbiler, ayaklanmış değildi. İstemedikleri halde bir hercümercin içinde isyancı mesabesinde tutuldular. Şam Vâlisi Hazret-i Muaviye, Halife Hazret-i Osman’ın katillerine kısas yapmadığı için Hazret-i Ali’nin meşru halifelik hakkını kaybettiği ictihadına vardı. Hazret-i Peygamber’in “Halife olduğun zaman adaletle ve yumuşaklıkla hükmet” sözünden halifeliğinin zamanının geldiğine hükmetti ve kendisini halife ilan etti. Âlimler, Hazret-i Muaviye ilk zamanlar bâgî hükmünde idi; Hazret-i Hasen’in halifeliği kendisine devredip herkes kendisine biat etikten sonra meşru halife oldu demiştir. Çünki hadis-i şerifte Hazret-i Ali’nin ordusunda bulunan ve Sıffîn Harbi’nde şehid düşen Ammar bin Yâsir için "Seni bâgiler öldürecek" buyurulmuştu. Ehl-i sünnet itikadına göre sahâbe-i kiram udûldür. Yani günah işlemekle adalet vafsını kaybetmez. Sahâbiler hem müctehiddir; hem de onların dünyevî kusurlarının Resulullah ile sohbetlerinin hatırına affedildiği hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bu bakımdan sair insanlarla aynı statüde mütalaa edilemezler. Bu sebeple malum hadiselere ictihad farklılığı deyip geçmek en iyisidir.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber, şalvar giymiş midir?
    Cevab: Şalvar, İbrahim aleyhisselâmın sünnetidir. Şalvar, entarinin altına don, pantolon gibi avret yerinin açılmasını önleyen bir şey giymek demektir. Hazret-i Peygamber şalvar giymiş; hatta “Ayakta şalvarını giymek fakirliğe sebep olur” buyurmuştur. Sahabilerden şalvarı olan giymiş, olmayan giymemiş, entari veya peştemal ile örtünmüştür. Hazret-i Ali’nin fitne zamanında “Koyun sürüsünü kesmedim yani aralarından geçmedim, şalvarımı ayakta giymedim. Bu hüzün nereden geldi, anlamadım” buyurduğu meşhurdur. Pantolon, İtalya menşeli olmakla beraber, şalvarın şekil değiştirmiş hâlidir. Ata binmekte kolaylık temin etmesi sebebiyle Türkler arasında tutulmuş ve bu vâsıtayla Avrupa’da tanınmıştır. Âdetlerde, Müslüman olmayanlara uymak câiz görülmüştür.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: 1883 yılının Ocak ayında Selânik vilâyetindeki miras işlerine asliye mahkemesi mi bakıyordu?
    Cevab: O tarihte ahvâl-i şahsiye denilen evlenme, boşanma, nesep, velâyet, ehliyet ve miras ile kısas ve diyet dâvâlarına tek hâkimli şer'iyye mahkemesi bakardı. Asliye mahkemeleri cumhuriyetten sonra kuruldu. Bahsettiğiniz mahkeme ilâmı sahtedir. Damga pulu bile sonraki tarihlidir. Metinde bir mahkeme kâtibinin asla yapamayacağı imlâ hataları vardır. Üstelik yazı, mahkeme ilâmlarında kullanılan yazı değildir. Mahkemenin, o zamanlar gayrı resmî olarak faaliyet gösteren umumhânelerden birisine resmî müzekkere yazıp cevab alması da çok gülünçtür.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Ali’yi şehid eden İbni Mülcem müslüman mıydı?
    Cevab: Hâricî bid’at mezhebinden bir müslüman idi.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Meryem, dünyadaki kadınların en üstünü müdür? Onu böyle yapan hususiyetler nelerdir?
    Cevab: Âli İmrân sûresi 42. âyet-i kerimesinde meâlen buyuruluyor ki: Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi. Seni bütün dünya kadınlarından üstün tuttu”. Kasâs sûresinin başındaki âyet-i kerimelerde ise Musâ aleyhisselâmın annesi ve Firavun’un hanımı övülmektedir. Ulemâ der ki: Kan bakımından yakın olduğu için, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hadîce ile Hazret-i Âişe’den dahâ üstündür. Fakat bir bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün olmasını göstermez. Bu üçünden en üstün hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemiştir. Hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, üçü de ve Hazret-i Meryem ve fir’avunun hâtunu Hazret-i Âsiye, dünya kadınlarının en üstünüdürler. Hadîs-i şerîfte, “Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de, Cennet gençlerinin yüksekleridir” buyuruluyor ki, bu, bir bakımdan üstünlüktür (İtikadnâme). Nitekim Taberânî, Hâkim ve Müsned’de geçen hadîs-i şerîfte “Cennet kadınlarının en efdali. Hüveylid kızı Hazret-i Hadîce, Fatımatü binti’n-Nebiy, İmran kızı Meryem ve Firavun'un halilesi ve Müzahim kızı Âsiye'dir” buyurulmaktadır. Taberânî ve Bezzâr’daki hadîs-i şerifte ise, “Hadîce, devrindeki kadınların en hayırlısıdır. Meryem, devrindeki kadınların en hayırlısıdır. Fâtıma, devrindeki kadınların en hayırlısıdır” buyurulmaktadır. Yine bir başka rivayette: "Meryem'den sonra cennet kadınlarının efendisi Fâtıma ile Hadice'dir." Buyuruldu.
    Kurtubî tefsirin’de hülâsaten deniyor ki: Allahü teâlânın Meryem’i seçip temizlemesi hususunda, Mücâhid ve Hasan küfrden temizlenmeyi anlamış; Zeccâc ise hayz, nifas ve benzeri hallerden temizlenmeyi ve Hazret-i İsa’yı doğurmak üzere seçildiğini bildirmiştir. Âlemlerin kadınların üstün tutmayı ise Hasan, İbni Cüreyc gibi müfessirler çağdaşı olan kadınlardan üstün tuttuğu mânâsını vermiş; Zeccâc gibi bazıları ise Sûr'a üfürüleceği ana kadar bütün kadınlardan üstün olduğunu söylemiştir. Kurtubî “Sahih olan da budur” diyor.
    Bir hadîs-i şerifte (Müslim) "Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem ile Firavun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Buyuruldu. Ulemâ der ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve noksansız olmak demektir. Herşeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemâl ise yalnızca yüce Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklar-dan, şehidlerden ve sâlihlerden müteşekkil Allah'ın evliyası gelir.
    Kur'ân-ı Kerîm'in ve hadis-i şeriflerin zâhir ifadesi Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Havva'dan Kıyametin kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar bütün dünya kadınlarının hepsinden faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine Allahü teâlâdan mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi şeyler ihtivâ eden vahyi -diğer peygamberlere bildirdikleri gibi- bildirmişlerdir. Meryem’in bu sebeple peygamber olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Ama umumun görüşü böyle olmadığıdır. Ondan sonra ise fazilette, Hazret-i Fatıma, sonra Hazret-i Hadice ve sonra da Hazret-i Âsiye gelir. Nitekim İbni Abbas’ın rivâyetine göre: Resûlullah aleyhisselâm’ın şu sözü meseledeki müşkililği kaldırmaktadır: "Dünya kadınlarının efendisi Meryem, sonra Fâtıma, sonra Hadice, sonra da Âsiye'dir."
    Allahü teâlâ Hazret-i Meryem'e hiçbir kadına vermediği şeyleri bilhassa vermiştir. Bunlar Ruhü'l-Kuds'ün onunla konuşması, ona görünmesi, gömleğinin yakasına üflemesi ve üflemek için ona yakınlaşmasıdır. Bunlar, hiçbir kadına verilmiş değildir. Ayrıca Hazret-i Meryem, Rabbinin kelimelerini tasdik etmiş ve çocuk doğacağı müjdesi kendisine verilince Hazret-i Zekeriyya'nın alâmet istemesi gibi ayrıca bir alâmet istememiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ indirdiği Kitab-ı Hakîminde ona “Sıddîka”, yani çokça tasdik eden, Rabbinin sözlerini doğrulayan kadın adını vererek şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddîka bir kadındı." (Mâide suresi, 75). Bir başka yerde de Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tas­dik etmişti. O kânitlerden, yani Allah'ın emirlerine itaat edenlerden idi" (Tahrim suresi, 12).
    Hazret-i Meryem, daha dünyaya gelmeden hayırlı bir işe, Mescid-i Aksâ’ya hizmete adanmıştı. Kendisine ruh üflenip, babasız çocuğa hâmile kalınca, kavmi tarafından aşağılandı. Bu yolda çok sıkıntılar çekti. Oğluna yapılan eziyetler bir anne için kaldırılacak yük değildir. Oğlunun yükselmesinden sonra da sıkıntılar içinde yaşamıştır. Bütün bunlar ve Mesîh’in annesi olma şerefi, Hazret-i Meryem’i kadınların en üstünü yapan hususiyetlerdir.
    5 Eylül 2012 Çarşamba
  • Sual: İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Selim Cihangir Han'a yazdığı üçüncü cild, 47. mektubunda kendisini fazlaca aşağı tutup, sultanı da fazlaca övmesindeki hikmet nedir?
    Cevab:

    Hindistan’da hüküm süren Gürgâniye Devleti’nin hükümdarlarını, Osmanlı padişahları kadar yüksek seciyeli zâtlar olarak görmek doğru değildir. İçlerinde dine ve insanlara hizmetleri kadar, daha ziyade muhitlerinin tesiri altında kalarak haksızlık yapanları da vardır. Ekber Şah’ın hâli ehline malumdur. Hindu asıllı eşinin ve vezirlerinin tesiriyle dinden çıkmış; hatta İslâmiyeti yasaklayarak din-i ilahî adında bir kurmuş; kendisini de ilahlık mertebesine yükseltmişti. Bunun oğlu Selim Cihangir, babası gibi değildi. Bununla beraber Şiî asıllı karısı ve vezirinin telkinleriyle Ehl-i sünnet mensuplarına çok sıkıntılar vermiş; hatta İmam Rabbânî’yi, kendisine secde yaparak selâm vermemesini bahane edip haksız yere üç sene Guvalyar Kalesi’nde hapsetmiştir. Bunun oğlu Şah Cihan babasından daha iyi bir hükümdar ise de, zevcesine olan aşırı aşkı, devlet işlerini yüzüstü bırakmasına sebep oldu. İsrafa varan harcamalarla zevcesi için Tac Mahal adlı muhteşem bir türbe inşa ettirdi. Bu sebeple oğlu Âlemgir Evrengzib tarafından tahttan indirildi. Âlemgir, hem âlim ve fâzıl, hem de hem İmam Rabbânî’nin halifesinin halifesi Seyfeddin Fârukî’ye hürmetkâr idi. Buna rağmen, zâhir ulemasının reaksiyonundan çekindiği için Mektubat’ın okunmasını Hindistan’da yasaklamıştı.
    Bu devirde Hindistan’da gerek Hindular, gerekse Şiîler büyük güç ve nüfuz kazanmıştı. İmam Rabbânî’nin Ehl-i sünnet çizgisindeki faaliyetleri bunlar arasında büyük bir düşmanlık uyandırdı. Bu arada zâhir ulemâsının Mektubat’taki tasavvufî sembollere dair itirazları İmam Rabbânî ve talebelerine karşı bir muhalefeti güçlendirdi. Kendisini tekfir edenler bile oldu. Tam bu sırada bir Şiî âliminin öldürülmesinden o mesul tutuldu. İşte, İmam Rabbânî, bütün bu nâmüsait şartlar altında irşad faaliyetini yürütebilmek için, ilm-i siyasete çok riayet etmiş; icabında sultanlara karşı alttan almıştır. Mektubat’ta tarihin en haşin hükümdarlarından olan Emir Timur, Nakşî büyüklerine hürmeti ve başka hayırlı işleri bakımından “Timur mürd iman bürd” (Timur öldü, imanı veya emniyeti beraberinde götürdü) sözüyle övülür. Hakkında “Nakşî büyüklerine olan hüsnü zannı sebebiyle iman ile gitmiş olması umulur” denir. Böylece hâlihazırdaki sultanlar, büyük dedeleri övülerek ve onun Nakşî büyüklerine olan hürmeti dile getirilerek insafa davet edilmektedir.
    Emir Timur hakkındaki Mektubat’ta geçen bu söz Şah Nakşbend’e nisbet edilirse de, Şah-ı Nakşibend, Emir Timur’dan 16 sene evvel vefat etmiştir. Üstelik kendisiyle görüşmemiştir. Emir Timur, gençliğinde Emir Külâl’e hüsnü zan ederdi. Şah Nakşibend’in türbesinden geçerken halılarının silkindiği görüp, bereketlenmek için altından geçtiği rivayet olunur. Bu hüsnü zannın hâsıl ettiği manevî destek, Emir Timur’a büyük bir dünyevî şan ve şöhret kazandırmıştır. Emir Timur’un torunu Bâbür Şah ve bunun oğlu Hümâyun da Ubeydullah Ahrar ve halifelerinin muhibleriydi. Gürgâniyye sultanlarında inhiraf Ekber Şah ile başlamıştır. Şah Cihan, İmam Rabbânî’yi hapiste ziyaret edip, babasına ayaklanmak için desteğini istemişse de, İmam Rabbânî babasının az zaman sonra ölüp saltanatın kendisine kalacağını söyleyerek engellemiş; dediği gibi de olmuştur. Bu sebeple Şah Cihan ve halefi Âlemgir zamanında İmam Rabbânî ve müridleri rahat etmiştir.

    5 Ekim 2012 Cuma
  • Sual: Vehbe Zuhayli hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab:

    Vehbe Zuhayli, zamanın en meşhur İslâm hukukçularındandır. 1932’de Şam yakınlarında dünyaya geldi. Şam ve Kahire ulemasından hususî tahsil gördü. Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni, Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni, Aynüşşems Üniversitesi’nin Adab Dili ve Edebiyatı Fakültesi ile Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesinde şeriat sahasında doktora yaptı. Şam’da ve Birleşik Arab Emirlikleri’nde ders, vaaz ve hutbe verdi. Talebe yetiştirdi. Cidde Fıkıh Konseyi gibi birçok beynelmilel heyetin âzâsı yahud müşaviridir.
    Son devir İslâm hukukçuları arasında en çok eser verenlerden birisidir. Tefsir sahasında da mahirdir. Kırmızı fesi, başından hiç çıkarmadığı beyaz sarığı ve cüppesiyle klasik Osmanlı ulemâsı tipinde ve zihniyetindedir. Mezheplere bağlı, muhafazakâr bir âlimdir. Modernistlere amansız muhalefeti ile tanınmıştır. Müslüman kadının gayrımüslim erkekle evlenebilmesi gibi İslâm fıkıh geleneğine uymayan fikirlere karşı çıkar ve reddiyeler yazar. Çok zor şartlar altında bile bu mücadeleden hiç taviz vermeyen şahsiyetiyle tanınmıştır. Öyle ki zamanımızda Ehl-i sünnet fıkhı çerçevesinde mücadele veren ender şahsiyetlerdendir. Kendisini mezhepsizlik, hele modernistlikle itham edenlerin, eserleri ve şahsiyetinden hiç haberdar olmadığı anlaşılmaktadır. Hele Zuhaylî’nin kadınlara aybaşı iken yaklaşmanın büyük günah olduğunu inkâr ettiğine dair ithama hayret edilir. Zira kitabın kerahiyat bahsinde “Kadına aybaşı iken yaklaşmak ititfakla haramdır. İnkârı küfrdür” demektedir. Kur’an-ı kerim “İyi bilmediğinin ardına düşme” ve “Zan, hakikat değildir” buyururken, şahsiyetler hakkında sahih bir malumata sahip olmadan hüküm vermek vebal değil midir?
    Türkiye'de daha çok el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu’nun tercümesi olan İslâm Fıkhı Ansiklopedisi adlı çalışmasıyla tanınmaktadır. Vaktiyle Mısır’da hazırlanan el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa kitabına benzer. Mezheblerin kavilleri sistematik bir şekilde yazılmış; her birinin dayandığı deliller verilerek fıkıhla meşgul olanlara yol gösterilmiş; bu vesileyle mezheblere dayalı fıkhı reddeden modernistlere de bir bakıma cevap verilmiştir.
    Kitabın mukaddimesinde cemiyeti içinde bulunduğu uçurumdan kurtarmak için ıslah hareketine ihtiyaç vardır. Bu da İslâm fıkhıdır diyor. Kasdettiği ıslahın reform olmadığı ortadadır. Zuhaylî, taassuba varmamak kaydıyla mezheblere bağlı fıkhı şiddetle müdafaa ve Kur’an’a dayalı fıkıh telâkkisini reddetmiştir. Zaruret, ihtiyaç, acizlik ve özür hallerinde telfike götürse bile başka mezhebin kavliyle amel edilebileceğini söylemiştir ki bu bir usul kaidesidir; müellifin telfiki müdafaa ettiği, hele mezhebsiz olduğu manasına gelmez. Bilakis, mukaddimede telfiki ve özürsüz mezheblerin ruhsatlarını araştırmayı reddetmektedir. Dört sünnî mezhebin muteber kitaplarına dayanılmıştır. Bunların haricindeki mezheblerin de fıkhî görüşleri verilmiş; ancak bunlara hak mezheb muamelesi yapılmamıştır. Kıymetli ilmihallerde bile Şiî ve Hâricîlerin itikadî ve fıkhî görüşleri hakkında bilgi verilirken; bir fıkıh ansiklopedisinde bundan daha tabiî bir şey olamaz.
    Kitapta zaman zaman mezheblerin dayandığı deliller değerlendirilerek, bunlardan zayıf kavle istinad edenin karşısında diğeri tercih edilmiştir. Bu, suistimale açık olmakla beraber, mezheb içindeki âlimlerin bile her zaman yaptığı bir şeydir. Böylece mukallide azimet hususunda yol gösterilmiş olmakta; avam ictihada değil, bilakis âlimleri taklide sevkedilmektedir. Zuhaylî’nin bu tercihlerinde nefsânî veya modernist bir tesir altında kaldığı hiç görülmemiştir. Kardâvî, hele Mahmasânî ile aynı kategoride değerlendirilemez. Zira her ikisini de marjinal söz ve görüşleri sebebiyle delâlete düşmekle itham eder.
    Avam için yazılmış olmadığından, bir ilmihal gibi günlük meselelerin hal tarzını bu kitapta aramak doğru değildir. Müellif Şâfiî olduğu için, diğer mezheblerden nakillerde zaman zaman hatalar göze çarpar. Buna benzer hatalara İmam Şa’rânî hazretlerinin el-Mizânü’l-Kübrâ ve İbnü’r-Rüşd’ün Bidâyetü’l-Müctehid kitaplarında bile rastlanır. Bir mezhebe mensup kimsenin başka mezheblerden yaptığı nakillere her zaman itimad edilememektedir. Nitekim bir mezhebin hükmü, ancak kendi mezheb âlimleri tarafından yazılmış muteber kaynaklardan öğrenilebilir. Zuhaylî, kitabında bazen yersiz izah ve tercihlere girişir; hadis-i şeriflerin kritiğinde gereksiz hassasiyetler gösterir.
    Meselâ cenaze namazının mescide kılınmaması hususunda, hiçbir maslahat yokken, sırf Hanefîlerin istinad ettiği hadîs-i şerifi zayıf bulduğu için, bunun hilâfı olan Şâfiî kavlini tercih etmiştir. Evet, bu hadîsi rivâyet edenlerden birinin hâfızasına sonradan halel geldiği rical kitaplarında yazarsa da, bu hâdisi daha evvel rivayet ettiği sâbittir. Hadîslerin sıhhatine bakarak kavilleri tercih etmek, bugün için insanı her zaman doğru neticeye götürmez. Zira bir müctehidin zayıf, hatta mevzu bulduğu bir hadîs, başka bir müctehidin aradığı kıstaslara ve teşkil ettiği metodolojiye göre sahih olabilir. Hanefî ictihadlarının çoğu hadîs-i şerife değil de, kıyasa dayalı intibaı verir. Bu doğru değildir. Kuruluş itibariyle önce olduğu için mezhep kitapları yalnızca ictihadları tasnif etmiş; dayandığı delilleri bildirmeye gerek görmemiştir. Bu sebeple Hanefîlerin dayandığı hadîslerin çoğu bugüne intikal etmemiştir. Sonra gelen Hanefî âlimleri, bu hususta gereken tercihlerde bulunmuşlardır. Üstelik Hanefîler cenaze namazının mescide kılınmaması hususunda sadece müellifin zayıf bulduğu Ebu Hüreyre hadîsine değil, selef-i sâlihînin de tatbikatına bakmışlardır. Nitekim Medine halkının ameline ehemmiyet veren Mâlikîler de bunlarla beraberdir. Bu meseleye kitabın mütercimi de dikkat çekmiştir.
    el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu kitabının Türkçe tercümesinde de bazı sıkıntılar vardır. Buna benzer problemler memleketimizde Türkçe’ye tercüme edilen hemen her dinî eserde rastlanan türdendir. Meselâ abdest bahsinde muvâlat, guslde değil ama abdestte farzdır derken; gusl bahsinde abdestte ve guslde farzdır denilmiştir. Bu bakımdan kitap, hele Türkçe tercümesi avam için lüzumlu ve faydalı değildir.

    5 Ekim 2012 Cuma
  • Sual: İmam Buhârî’nin İmam Ebu Hanîfe için ağır ifadeler kullandığı doğru mudur?
    Cevab:
    İmam Buhârî'nin doğrudan İmam-ı A'zam'ı kasd eden bir ifadesi yoktur. Müctehid olduğu için bazı meselerde kendi ictihadına uymayan mevzuları izah ederken, bazı kimseler şöyle demiş gibi ifadeler kullanır. Hanefi alimlerinden Abdülgani Meydani de bu izahlara Keşfu'l-İltibas amma evredehu'l-Buhârî an badi'n-nâs adlı kitabında cevap vermiştir. Dolayısıyla mesele, ictihad farklılıklarının ilmi zeminde tenkidinden ibarettir. Yoksa bazılarının vehmettigi gibi İmam Buhârî'nin, İmam Ebu Hanîfe veya başka bir alime hakareketi mevzubahis değildir. Hatta Şâfiî kitaplarında, istihsana yer verdiği için zaman zaman Hanefî ictihadları tenkit edilir. Ama bunun ilmî tenkitten öte bir mânâsı yoktur. İmam Ebû Hanîfe’yi en çok övenler ve onun menakibini yazanlar da yine Şâfiîlerdir. Meselâ İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî gibi Şâfiî âlimleri İmam Ebu Hanîfe’ye çok yüksek bir tazim göstermektedir. İbni Hacer, İmam Ebu Hanife hakkında övgü dolu müstakil bir kitap yazmıştır. Hatta Şa’rânî, İmam Ebu Hanife’yi tenkid eden kendisi gibi Şâfiî mezhebindeki büyük bir tefsir âlimini “O, İmam-ı Azamın ayaklarına su bile dökemez” diye vasıflandırmaktadır.
    24 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: İlk minare yapılırken sabah ezanından önce salât verdirilmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Sabah namazına hazırlanmayı temin için veya Mısır Vâlisinin tam sabah ezanı vakti kilise çanlarının kasıtlı olarak uzun müddet çalmasına misilleme olarak verdirildiği söylenir.
    24 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: Gadîr-i Hûm hutbesi ile alâkalı olarak Ehl-i sünnet kaynakları ne söylemektedir?
    Cevab: Vâli olarak gittiği Yemen’den dönen Hazret-i Ali’nin bir muamelesinden dolayı halk arasında dedikodu çıktı. Bu dedikodu, kendisini kötülemeye kadar vardı. Vaziyete muttali olan Resulullah, Mekke ile Medine arasında Gadîr-i Hûm denilen mevkide “Ali benim dostumdur, ben onun dostuyum” mealindeki sözü söyledi ve Ehl-i beytine riayeti tavsiye buyurdu. Bu hadis-i şerifte geçen ve dost manasına gelen mevlâ kelimesi, aynı zamanda vâris, veli gibi ma’nâlara da geldiğinden, Şiîler bu sözün halifelik için olduğunu iddia ettiler. Bu sebeple Hazret-i Ali'nin yerine Hazret-i Ebu Bekr'i halife yapıkları için kendisine biat eden sahabilerin imanını kaybettiğini söylediler.
    31 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: Eshab-ı kiramdan Halid bin Velid’in bir kabile baskınında Müslüman olduklarını söyledikleri halde Mâlik isminde bir kabile reisini öldürttüğü, hatta aynı gece zevcesini câriye olarak aldığı; Hazret-i Ömer’in de buna öfkelendiği iddia ediliyor. İşin aslı nedir?
    Cevab: Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra irtidad edenleri yola getirmek için Halîfe Hazret-i Ebû Bekr tarafından görevlendirilen Hâlid bin Velid, vaktiyle Hazret-i Peygamber'in âmili (zekât memuru) olan ve daha sonra mürtedlerin arasında müslümanlara karşı çarpışan Mâlik bin Nüveyre'nin mürted olduğunu ve pekçok müslümanı katlettiğini anlayınca öldürmüştü. Esir düşen karısı cariye olarak Hâlid bin Velid'e düştü. Cariye ıddet beklemediği için; istibra da vacib olmadığından, Hâlid bin Velid bu cariye ile zifafa girdi. Mâlik'in kardeşi halîfeye gelerek, kardeşinin irtidad etmediği, dolayısıyla bu cezanın haksız olduğu hususunda itirazda bulundu. Öte yandan Eshâb'dan Hazret-i Ömer ve Ebû Katâde de buna iştirak etti. Halîfe, Hâlid'i çağırtıp vaziyeti sordu. Hâlid: "Resulullah‘ın (Hâlid Allahın kılıncıdır!) dediğini duymadınız mı? Allahın kılıncı ancak kâfir ve münâfıkların boynunu vurur" diye kendini savununca Halîfe, Hâlid'in sözünü kabul ve itirazı reddederek Hâlid'i beraat ettirdi. (İbni Abdilberr, II/429)
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'yi tekfir etmiş midir?
    Cevab: Hayır. Yunus Emre’nin şathiyelerini okuyan dervişlerin men edilip cezalandırılmasını söylemiştir.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Sultan IV. Murad’ın şair Nef’î’yi idam ettirmesi, şer’en câiz midir?
    Cevab: Nef'i, herkesi hicveden şiirleriyle meşhurdur. Hicv, dinen men edilmiştir. Kendisi hicv yazmaması hususunda defalarca ikaz edildiği halde, dinlememiş; bu sebeple ta’ziren idam edilmiştir. Din, hükümdara cemiyet için zararlı ve ıslahı mümkün olmayan kimseleri idam etme salahiyetini vermiştir. Buna siyaseten katl denir.
    6 Aralık 2012 Perşembe
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman zamanında çıkarılmış bir kanunnâmede içki ithalatı tanzim ediliyor. İçki imali, satışı ve içilmesi dinen yasak olduğu halde, böyle bir şeye neden yer verilmiş olabilir?
    Cevab: İslâm devletinde yaşayan gayrımüslimler içki imal edebilir, içebilir, satabilir. Devlet de bundan vergi alabilir.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: İman etmeyenlerle iman etmiş kadınların evlenmesi caiz olmadığına göre, iman etmemiş olan Ebu Tâlib'in Müslüman olan zevcesi Fâtıma binti Esed ile evli kalışını nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Şeriatin hükümleri tedricen gelmektedir. Bu evlilik o hükmün gelişinden evvel olup bitmiş idi. Ebu Tâlib'in öldükten sonra diriltilip iman ettiğine dair bir haber-i vâhid de vardır.
    17 Şubat 2013 Pazar
  • Sual: Hazret-i İbrahim’e indirilen koçun eti ne olmuştur?
    Cevab: Ciğerini közleyip yediler, gerisini fakirlere dağıttılar. (Meâricü’n-Nübüvve)
    22 Şubat 2013 Cuma
  • Sual: Bir siyer kitabında “Resulullah aleyhisselâm dünyayı teşriflerinden sonra şeytanlar haber getiremez ve kâhinler konuşamaz olmuştur” diyor. Fakat daha sonra Hazret-i Osman’ın halasının kâhin olduğunu yazıyor. Bunda tezat yok mudur?
    Cevab: Şeytanlar, gökten haber getiremez; kâhinler de buna dayanarak konuşamaz oldu. Kâhinin manası çok geniştir. Yıldızlara, aya, güneşe, burca, tabiat hadiselerine, ele, yüze, kumdaki işaretlere vs bakarak gelecekten haber verenlere de kâhin deniyor.
    5 Mart 2013 Salı
  • Sual: Bildiğim kadarıyla Osmanlı Devleti Hanefî mezhebinde idi. Peki ceza hukukunda veya başka işlerde, diğer üç mezhebe mensup olan ahalisine nasıl muamele ediyordu?
    Cevab: Mahkemede kadı efendinin mezhebi tatbik edilir. O da Osmanlı Devleti’nde Hanefî mezhebidir. Taraflar hangi mezhebde olursa olsun, kadı Hanefî mezhebinin esahh kavillerine göre hüküm verir. Taraflar isterse, mahkemeye gitmeyip, kendi mezheblerinden hakeme müracaat edebilir. Bu hakem, tarafların mezhebini tatbik edebilir.
    17 Nisan 2013 Çarşamba
  • Sual: Hakkında övgü dolu bir yazı yazdığınız Said Ramazan el-Bûtî, bir kitabında, Resulullah’ın intihara teşebbüs ettiğini yazıyor. Buna ne dersiniz?
    Cevab: Bûtî, büyük bir âlimdir. Mesnedsiz bir şey söylemez. Bûtî'nin Fıkhu’s-Sîre’de anlattığı ve sizin işaret ettiğiniz hâdise, Sahih-i Buharî’de geçiyor. Rüya bâbının birinci hadîsidir. Peygamberliğin kendisine bildirildiği ilk zamanlarda bir ara vahyin kesilmesi üzerine Resulullah aleyhisselâmın çok üzüldüğü, birkaç defa kendisini aşağıya atmak üzere yüksek kayalıkların eteğine geldiği, her seferinde Cebrail aleyhisselâm tarafından “Sen Allah’ın resulüsün” denilerek engellendiği yazıyor. İntihara teşebbüs değil, tasavvur vardır, aynı şey değildir. İkincisi şeriat gelmeden emir ve yasak olmaz. Henüz intihar yasaklanmış değildir ki, bundan dolayı Resulullah hâşâ hata işlemiş olsun. Aslını bilmeden hemen insanları tenkide kalkışmak büyük kabahattir. Kati bilgi sahibi olmadan biriyle cidal ve husumette bulunmak, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle yasaklanmıştır.
    23 Nisan 2013 Salı
  • Sual: Sahâbe-i kiramın hepsinin müctehid olduğu rivayet olunuyor. Müctehid olmanın şartları çok ağır ve sahâbenin hepsinin de Kur’an-ı kerimi ezbere bilmediği malum bulunduğuna göre bu rivayeti nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Sahâbe-i kiramın hepsinin müctehid olduğu meselesi ihtilaflıdır. İmam Busayrî gibi hepsi müctehiddir diyen de var; İmam Gazâlî gibi hepsi müctehid değildir diyen de var. Hepsi müctehid olsa bile, tamamı ictihad etmemiş; edenleri taklit etmiştir. Sahâbîler arasında 250 kadarının ictihadda bulunduğu; diğerlerinin büyük bildikleri sahâbîlere fetvâ sorarak taklit ettiği malumdur. Müctehid ictihad etmedikçe başka müctehidi taklit edebilir. Sahabenin hâli farklıdır. Şer’î hükümlerin teşekkül zamanına ait bir keyfiyettir.
    10 Mayıs 2013 Cuma
  • Sual: Müslümanların Medine’deki Beni Kurayza Yahudîlerinin erkeklerini öldürdüğü, kadınlarını savaş ganimeti yaptığı doğru mudur?
    Cevab: Hazreti Muhammed, Medinelilerin daveti üzerine bu şehre gelip, bir İslâm site devleti kurulduğunda, burada yaşayan Müslüman Araplar, Müşrik Araplar, Yahudiler ve Hıristiyanlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaya göre adı geçen topluluklar bir arada müttefik olarak yaşayacak, birbirlerine yardım edecek, can, mal ve din hürriyeti teminat altına alınacak, aradaki ihtilaflarda Hazreti Peygamber hâkim sıfatıyla hükmedecekti. Medine Sözleşmesi’ni, hukukçular, tarihin bilinen en eski yazılı anayasal metni kabul ederler.
    Ancak bu sözleşmenin ömrü uzun olmadı. Birinci sebebi Medine’deki Müşrik Arapların Müslüman olmasıydı. İkincisi ise Yahudilerin ahdini bozması oldu.
    Medine’de şehrin içinde az bir Yahudi topluluğu yaşardı. Şehrin yakınında Beni Kaynuka, Beni Nadîr ve Beni Kurayza adlı üç Yahudi topluluğu vardı. Medine’nin köyü mesabesindeki Hayber’de de Yahudiler yaşardı. Medine’ye ayrım konak (takriben 15 km) mevkide müstahkem bir kalede yaşayan Beni Kurayza Yahudileri, Hendek Savaşı’ndan önce bu sözleşmeyi ihlal ederek Mekkelilere yardım ettiler. Bu sebeple Hendek Savaşı kazanıldıktan sonra Beni Kurayza üzerine sefer yapıldı. Kale düştü. Beni Kurayza erkek ve kadınları esir oldu. Kendilerine bir hakem seçmeleri teklif edildi. Onlar, eskiden beri dostları olan Medineli Sad bin Muaz’ı hakem seçti. Sa’d, Tevrat’ı iyi bilirdi. Bunlara Tevrat’a göre hükmetti. Bu hüküm gereği erkekler idam edildi. Kadınlar esir yapıldı. Öldürülenler şehir halkından değildi.
    Bütün savaşlarda yenilen esir edilir ve esirlere yapılan muamele tarih içinde çeşitli yerlere göre değişir. Ortaçağ, esirlerin tamamen öldürüldüğü bir devirdir. İslâm hukuku bu hususta devlet başkanına üçlü bir obsiyon tanımıştır: Esirleri öldürmek, esirleri köle yapmak, esirleri fidye karşılığı serbest bırakmak. Bunların daha insanî olduğunu takdir edersiniz.
    Müslümanlar Yahudilere karşı böyle bir tavır takınsaydı, Beni Kaynuka, Beni Nadîr ve Hayber Yahudilerine de aynısını yapardı. Beni Nadîr Yahudileri, kendileriyle görüşmek üzere gelen Hazreti Muhammed’e suikast tertipledikleri için bulundukları yerden Şam’a göçmeye zorlandılar. Hiç biri öldürülmedi. Halbuki yakın tarihimizde devlet başkanlarına suikast teşebbüsünün bile idamla cezalandırıldığını bilirsiniz.
    Beni Kaynuka Yahudileri ise Bedir galibiyetinin ardından Müslümanlara taarruz ettiler. Yapılan muharebede yenildiler. Hiç birisi öldürülmedi. Hepsi Şam havalisindeki Ezriat’a göçtüler. İslâm dini müşriklere karşı, Yahudi ve Hıristiyanlara dikkate değer bir yakınlık gösterir. Ehl-i kitap adı verilen bu topluluk, hukuk önünde Müslümanlarla eşittir. Can ve mal emniyeti, din ve vicdan hürriyeti güvence altındadır. Kestikleri yenebilir, kadınları ile evlenilebilir.
    16 Mayıs 2013 Perşembe
  • Sual: Osmanlı câmilerine neden sahabilerin veya büyük zâtların isimleri konulmamıştır? Bunun mahzuru var mıdır?
    Cevab: Osmanlılarda hiç bir câminin ismi yoktur. Halk arasında bir isim söylenmiş; o câminin ismi olmuştur. Bu da umumiyetle yaptıranın ismidir. Gecekondu mahallelerinde mimarî estetikten mahrum zavallı binalara Hazret-i Ebubekir Câmisi yazıyorlar. Saygısızlık değilse bile, küçük düşme bahis mevzuu oluyor.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Piyasada dolaşan ve Sakal-ı şerif denen hatıraların ziyareti ve öpülmesi meşru mudur? Bunların hakikaten Hazret-i Peygamber’e ait olduğu nereden bellidir?
    Cevab: Hazret-i Peygamber traş olduğunda, Sahabiler saç ve sakal kıllarını paylaşır; hatıra olarak saklarlardı. Hasta oldukları zaman bu kılı suya koyup bu suyu içerlerdi. Vefat ettiklerinde gözlerinin üzerine konmasını vasiyet ederlerdi. Sahabe-i kiramın tatbikatı delildir. Bu bakımdan sakal-ı şerif ziyareti meşrudur. Resulullah aleyhisselâmı hatırlamaya ve kalbin rikkatine vesile olur. Bugün elde bulunan sakal-ı şeriflerin bazısının şeceresi vardır. Hepsine hüsn-i zan etmek lâzımdır. Maksat Resulullah’ı hatırlamaktır, sakal değildir. Öpmek lâzım değildir. Hatta sırayla öpülürse, sıhhî bakımdan muvafık olmayabilir. Önüne gelip hürmetle bakar, salavat getirir.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Eyüp Sultan hazretleri Muaviye’ye karşı olanlardan mıydı?
    Cevab: Eyüp Sultan, yani Hâlid bin Zeyd Hazret-i Ali’nin vâlilerindendi. Sıffîn’de onun tarafında idi. Ama sonra Muaviye’ye bîat etti. Hatta Yezid'in kumandasındaki ordu ile İstanbul'a geldi. Burada vefat etti. Onların aralarındaki ihtilâflar, taraftar olmalar, hakkı müdafaa içindir; nefsânî değildir. Sahabe-i kiram çok yüksek meziyetli, adalet ve hakkın tecellisini her şeyin üzerinde tutan insanlardı.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Resûlullah aleyhisselâmın günde 70 ve 100 defa istiğfar etmesinin sebebi nedir? 
    Cevab: Peygamberler masumdur. Günah işlemezler. İstiğfar ve tevbe etmeleri de icab etmez. Şu kadar ki, istiğfar zikrdir; peygamberler de insanlık itibariyle manevi derecelerinin yükselmesi için istiğfar ederler. Resulullah aleyhisselâm, “Kalbimde envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istigfâr ediyorum” buyurdu. Mektubat-ı Rabbânî’de böyle geçiyor. Veya ümmetin günahları için istiğfar eder. Nitekim Taberânî’nin bildirdiği hadîs-i şerifte buyruldu ki: “Kimseden bir şey isteme, sana Cennet var. Kızma, gene Cenneti hak edersin. Güneş batmadan günde yetmiş kere istiğfar et. Allah senin yetmiş senelik günâhını affeder. Dedi ki, "Benim yetmiş senelik günâhım yok. Buyurdu ki, baban için! Dedi ki, babamın da yetmiş senelik günâhı yoksa? Buyurdu ki, ev halkın için. Dedi ki, ev halkımın da yoksa? Buyurdu ki, komşuların için”. Bu da gösteriyor ki, bir kişinin istiğfar etmesi, yalnız kendisine değil, başkalarına da fayda temin etmektedir.
    21 Haziran 2013 Cuma
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya vakfiyesinde câmiyi vakıf olmaktan çıkaran kimseye beddua ettiği doğru mudur?
    Cevab: Evet. Bu ifade bütün vakfiyelerde klişe olarak geçer. Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfeden şartı, âyet ve hadîs hükmü gibidir. Kimse değiştiremez.
    25 Temmuz 2013 Perşembe
  • Sual: İslâmiyet denilince akla neden hemen yeşil renk gelmektedir?
    Cevab: Yeşil renk, dinin şiarı olarak görülür. Resulullah’ın en çok giydiği ve sevdiği üç renkten biridir. Cenneti, sukûneti, istikrarı sembolize eder. Eskiler, pabuç, paspas, lazımlık gibi hakaret mahalli eşyanın yeşil olmamasına dikkat ederdi.
    26 Temmuz 2013 Cuma
  • Sual: Harem-i Şerif’e gayrı Müslimlerin girememesi hangi hükümden kaynaklanmaktadır?
    Cevab: Âyet-i kerimede (Tevbe: 28) mealen, “Bu yıldan sonra müşrikler Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar!” buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerime, hicretin 9. senesinde gelmiştir. İmam Ebu Hanife, bu yasağı ibadet için anlamış ve ibadet dışında gayrı müslimlerin Mescid-i Haram’a girmesine cevaz vermiştir. Eskiden müşrikler çıplak olarak Mescid-i Haram’a girer ve el çırparak Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Âyet-i kerime bunu yasaklamıştır. Diğer mezheplerde farklı hükümler vardır. İmam Mâlik ve Şâfiî’ye göre ancak seyahat gibi bir ihtiyaç sebebiyle girebilir. Bazı âlimlere göre, âyet-i kerimenin öncesinde gelen müşrikler necistir (pistir) sözünden; bunların cünüplüğü sebebiyle girmesinin yasak olduğu neticesini çıkarmışlardır. Halbuki ekseri ulema, bu necisliğin itikat bakımından olduğunu, maddî değil, manevî pisliğin kast edildiğini söyler. İbni Abidin der ki: Zimmînin mescide, hangisi olursa olsun, girmesi câizdir. İmam Malik hangi mescide olursa olsun girmesi mekruhtur, demiştir. İmam Muhammed, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed, Mescid-i Haram'a girmesi mekruhtur, demişlerdir. Âyet-i kerimedeki nehy (yasaklama) teklifî değil, tekvinîdir. Nitekim fakihler yolcunun cünüb olarak mescidden geçmesini câiz görmüşlerdir. Hal böyle iken ibarenin mânâsı, çıplak olarak, bu senenin haccından sonra hacca veya umreye gelmesin demektir. Bu sene hicretin 9. senesidir. Resul-i Ekrem, Hazret-i Ebû Bekr’i hac emiri kılmış ve Hazret-i Ali de hac ahkâmına dair Berâet (Tevbe) suresini ilan etmekle memur edilmiştir. Hazret-i Ali: “Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca gelemez; çıplak tavaf edemez” buyurmuştur. (Buhâri, Müslim) Resulullah aleyhisselâm, Sakif heyeti gibi gayrı müslim elçilerini mescidde kabul etmiştir. Müşrikler, zimmîler, Mekke ve Medine'de yerleşmekten de menedilirler. Çünkü Resulullah aleyhisselâm “Arab arazisinde iki din bir araya gelmez” buyurdu. Eğer gayrı müslim ticaret için Mekke ve Medine’ye gelirse câizdir. Fakat ikameti uzatamaz.
    28 Temmuz 2013 Pazar
  • Sual: Zilhicce hilâli, ilk gün başka ülkede görülüp de, kendi memleketimizde görülemezse, Zilhicce ayı bir gün sonra mı başlar?
    Cevab:

    Hesab da, rüyet de ayın başlaması için birer kriterdir. Kamerî aylar, ayın dünya etrafında bir defa dolaşıp yeniden doğuşu ile başlar. Oruç, kurban ve hac, kamerî ayın başlamasına göre ifa edilen ibadetlerdir. Kamerî ay doğar; ama o beldede görülmeyebilir. Bu sebeple dolunaydan itibaren 14 gece sayılıp 29. gece hilâl güneş batarken garb semasında gözetlenir. Görülürse, yeni ay başlar; herhangi bir sebeple görülmezse, içinde bulunulan ay 30 güne tamamlanır. Buna tekmil-i selâsin denir ve hadîs-i şerif ile emrolunmuştur. Yeni ay hesaba göre o gün doğsa bile, ay otuza tamamlanır ve ertesi gün yeni ayın 1’i olur. Bu sene olduğu gibi, bir ay hesaba göre başka, rü’yete göre başka gün başlayabilir. İbâdetlerde ise, esah kavle göre hesab değil, rü’yet esastır. Osmanlılar zamanında kamerî aylar hesab ile değil, rü’yet ile başladığından, çoğu zaman bu tekmil-i selâsin muamelesi yapılır ve bu, hükümet ve taşrada kadılar marifetiyle ilan edilirdi. Bu bakımdan Osmanlı vilâyetlerinin birinde Zilhicce ayı başlamışken, diğerinde daha 30 Zilka'de hüküm sürüyor olabilirdi. Hatta bu sebeple tarihî hâdiselerin çoğu milâdî güne çevrilirken bir gün kayma olabilmektedir. Zilka’de ayının 29.unu 30’a bağlayan gece Türkiye ve Hicaz’da Zilhicce hilâli görülemediği için, eğer Osmanlı Devleti zamanında olsaydı, bu sene (hicrî 1434) Zilka’de 30’a tamamlanıp, ertesi günü (yani 7 Ekim 2013 Pazartesi günü) Zilhicce’nin 1’i sayılıp, Kurban Bayramı da 16 Ekim Çarşamba günü başlayacaktı. Zilka’de 30 gün olsaydı; 29. gece hilâl görülemediği için, zaten 30’a tamamlanacak ve ertesi günü hilâl gözetlenmeyecekti. Zira kamerî aylar 31 gün olamaz.

    Ramazan hilâli, dünyanın her hangi bir yerinde şer’î esaslara muvafık bir şekilde görülürse, Hanefî mezhebine göre diğer beldelerde de Ramazan ayı başlamış olur. Şâfiî’de her belde kendi gördüğü ile amel eder. Osmanlılar zamanında Bursa veya Edirne’de hilâlin görüldüğü sonradan sâbit olur ve haber alınırsa, İstanbul’da da Ramazan ayı o gün başlamış sayılırdı. Zilhicce hilâli ise böyle değildir. Bunda her beldede ayrı ayrı şer’î esaslara göre görülmüş olması aranır. Bir beldede görülünce, esah kavle göre, başka beldede de Zilhicce ayının başlaması lâzım gelmez. Rü’yet yapılamadığı için kamerî ayın şer’î bir şekilde başlamadığı memleketlerde, kurbanların ihtiyaten ertesi günü kesilmesi, Ramazan’dan sonra da iki gün ihtiyaten oruç tutulması ile mesele hallolmaktadır.

    14 Ekim 2013 Pazartesi
  • Sual: Muaviye’yi sevmiyorum diyenin hükmü nedir?
    Cevab: İslâmiyet, eshab-ı kiramın hepsini, ayırmaksızın sevmeyi emretmektedir. Kur’an-ı kerimde meâlen, “Allah onlardan râzıdır; onlar da Allah’tan râzıdır” buyurularak buna işaret edilmektedir. Muaviye bin Ebi Süfyan, eshab-ı kiramın önde gelenlerindendir. Vahy kâtibidir ve Resulullah’ın kayınbiraderidir. İslâmiyete çok hizmeti olmuş büyük bir sahabidir. Zamanı, İslâm tarihinin altın çağlarındandır. Bunu sevmemek, kötü bilmek, günahtır. Fakat umumiyetle bu kişilerin bid’at sahibi olduğu görülmektedir. Muaviye bin Ebi Süfyan’ı iyi bilmek, bu zamanda Ehl-i sünnetin neredeyse alâmetlerinden olmuştur.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Divan-ı mezâlimde tatbik edilen muhakeme ve tahkikat usulleri, niçin normal kadı mahkemelerinde câri değildi? Şeriat bu usullere izin veriyorsa, bunların kadı mahkemelerinde tatbik edilmemesi adaletin tecellisi bakımından bir kusur değil midir?
    Cevab: İki çeşit delil sistemi vardır. Bazı davalarda kanunî delil aranır. Bu deliller sâbit olmadıkça, o davaya bakılıp karar verilemez. Mesela zina suçunun sabit olması için ya dört defa ayrı ayrı suçun ikrarı veya dört hür, erkek, Müslüman ve âdil şahidin şahidliği lâzımdır. Bu, kanunî delildir. Burada hâkimin o hâdise hakkında bilgisi bile delil sayılmaz. Bir de vicdanî delil sistemi vardır. Burada hâkim mevcut her çeşit delil, karine ve emareyi takdir edip vicdanî bir karar verir. Kadı mahkemelerinde, ekseriya kanunî delil sistemi arayan davalara bakılır. Her dava kanunî delil istemez, vicdanî delil kâfidir. Divan-ı Mezâlimlerde bu vicdanî delil arayan davalara bakılır. Hazret-i Peygamber ve Sahâbe’nin tatbikatı böyle olmuştur. Bu bir kusur değil, üstünlük sayılabilir. Bu şekilde İslâm hukuku, zamanın ve zeminin değişikliğine kolayla adapte olabilmiştir. Osmanlılarda Tanzimat’tan sonra nizamiye mahkemeleri kurulurken, divan-ı mezâlimler örnek alınmış ve bu mahkemelerin bir nevi kurucusu sayılan Ahmed Cevdet paşa, Celâleddin Devânî’nin Divan-ı Def-i Mezâlim adlı risâlesini Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edip, meşruluk temeli olarak takdim etmiştir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Bir yandan Halife Harun Reşid’in Behlûl Dânâ hazretleriyle yakınlığından bahsediliyor; bir yandan da Musa Kâzım hazretleri gibi evliyanın en büyüklerinden olan bir zatı, Bağdâd’a getirtip hapsettiğinden bahsediliyor. Böyle bir şey nasıl oluyor?
    Cevab: Behlûl Dânâ, meczup bir veli; Musa Kâzım ise, tahta Ali soyunun geçmesini isteyenlerin bir nevi parti lideri gibi gördüğü çok mühim bir şahsiyet idi. Halife kendisinden çekindiği için göz altında tutardı. Halife Mensur da tahtını tehlikede gördüğü zaman, muhaliflerini ve tehlikeli gördüğü kimseleri hapsetmekten veya öldürmekten çekinmezdi.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud''un yaptığı kıyafet inkılâbında, ulemâ fese karşı çıkmış mıydı?
    Cevab: Ulema hep padişahın yanında olmuştur. Fes, İslâmiyete aykırı bir serpuş değildir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: İslâmiyette câmi yıkmaya cevaz verilmiş midir?
    Cevab: Umumun menfaati için yıkılıp, parası ile yeni bir vakıf kurulur. Câmi harab olmuşsa veya cemaati kalmamışsa yahud buradan yol geçmesi gerekiyorsa, câmi yıkılabilir. Osmanlı tarihinde az da olsa misalleri vardır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Şeyhülislâm Ebussuud Efendi fetvalarında, “Bir Müslüman, başka birine hâşâ cima' lafzı ile dinine, imanına ve ağzına söğse, kâfirdir, katli helâldir” diyor. Günümüz âlimleri te’vil ediyor; ama bu büyük âlim neden te’vile gerek duymamıştır?
    Cevab: Bu sözünde, kasıt varsa, söyleyen kişi imandan çıkar, tevbe etmezse, mürted olduğu için katli gerekir. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi zamanında İslâm cemiyeti ve devleti vardı. Müslümanlar dinini biliyordu. Bu sebeple o zaman te’vile ihtiyaç yoktu. Şimdi te’vil edilir; kasdının dine, imana söğmek olmadığı, kişiye hakaret olduğuna yorulur. Ama söğen kişi, kasdın açıklarsa, o zaman başkadır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Safiye Ünüvar Saray Hatıralarım kitabında Sultan Reşad ile alakalı şunu söylüyor: "Fukaraya dağıttığı paraları, kâğıt para olarak değil, gümüş para olarak verirdi." Bunun dinî bir sebebi var mıdır?
    Cevab: Din, para olarak, altın ve gümüşe itibar eder. Kâğıt ve metal para kullanmak, kolaylık için câizdir. ama ibadetler, altın ve gümüşe göre hesaplanır. Kâğıt paranın değeri muntazam değildir. Halk, kâğıt paraya itibar etmezdi. Bu sebeple bazı ulema, zekâtın kâğıt para olarak verilmesini câiz görmemiştir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Hazret-i Fâtıma’nın hiç âdet görmediği doğru mudur?
    Cevab: Âdet görmeyen kadının çocuk doğurması mümkün değildir. Hazret-i Fâtıma’nın beş çocuğu dünyaya gelmiştir. Şiî rivayeti olsa gerektir.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak dinen câiz midir?
    Cevab: Gıybet ve iftiranın günah olması, ölmüş kimse için de bahis mevzuudur. “Ölülerinizi hayırla anınız!” mealinde hadis-i şerif vardır. Alenî yaptığı ve tevatürle bildirilen günahları zikretmek gıybete girmez. Bunun dışında, iyi bilinmeyen hususlarda şahsî değerlendirmeler yapmak tehlikelidir; zira ölü kendini müdafaa etme imkânı bulamaz ve helâlleşmek de mümkün olmaz.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Sultan II. Mahmud’un portresini devlet dairelerine astırması hakikat midir? Öyle ise bunun şer’î izahı nedir?
    Cevab: Canlı resminin yapılıp hürmet makamına asılması şer’î prensiplere aykırıdır. Sultan II. Mahmud devri, siyasî bakımdan çok karışık bir devrin üzerine bina edilmiştir. Bir şeyin o zaman vâki olması, caiz olduğunu da göstermez. Şu kadar ki, canlı resminin asılması hususunda ihtilaf vardır. Ulemadan gölgesiz (minyatür) resme veya o hâliyle yaşamayacak portre resmine cevaz verenler vardır.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Peygamber Efendimizin üvey çocukları hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab: Hazret-i Hadice, daha evvel iki defa evlenmiş; iki kocası da vefat edince, çocuklarını büyütmek endişesiyle kendisine talib olanları reddetmişti. Atîk bin Hâlid el-Mahzûmî ile evliliğinden Hind adında bir kızı oldu. Sonra Ebû Hâle Zürâre bin Nebbâş et-Temîmî ile evlendi. Bundan da Hâle, Hind ve Tahir bin Ebî Hâle adında üç oğlu oldu. Bu evliliklerden birinin diğerinden önce olduğuna dair rivayetler de vardır. Bunları Hazret-i Peygamber büyüttü. Müslüman oldular. Hind bin Ebî Hâle, Mekke’nin fethinde Resulullah’ın devesinde yedekte idi. “Ben, hem baba, hem anne, hem de kardeş bakımından insanların en üstünüyüm. Babam Resulullah, annem Hadice, kardeşim Kâsım, Abdullah, Fâtıma vs dir” derdi. Cemel Vak’ası’nda veya Basra’da taundan vefat etti. Cenazesinde bütün şehir halkı hazır bulundu. Çok beliğ ve fasih konuşurdu. Resulullah’ı böyle medheden sözleri vardır. Hind’in yine aynı isimde bir oğlu oldu ve Carif vebâsında vefat etti. Tahir bin Ebî Hâle, Hazret-i Peygamber tarafından Yemen’deki Ak ve Eş’ar kabilelerine hâkim tayin edildi.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda adam öldürme suçundan dolayı kısas değil de diyete mahkûm olana veya mağdurun vârisleri tarafından affedilen kimseye, ayrıca mahkemenin ceza vermesi meşru mudur?
    Cevab: Katl suçundan diyete mahkûm olan veya affedilen kimseye, mahkeme ta’zir cezası verebilir. Buna salahiyeti vardır. Osmanlılarda ta’zir cezaları öteden beri padişah kanunnameleri ile tanzim edilir. Hemen hepsinde de bu gibi kimselere ayrıca verilecek ta’zir cezalarından bahsolunur. Şu halde, Osmanlılarda kadılar, bu ta’zir cezasını vermeye mecburdur. Kanunnamede olmasaydı, kadı faile ta’zir cezası verip vermemekte muhayyerdir. Bu ceza kanunnamelerinden bilinen en eskisi Sultan Fatih’e aittir. Şu halde Osmanlılarda Fatih’den beri kadılar, diyet cezasına mahkûm olan veya affedilen faile ayrıca bir ta’zir cezası vermektedir. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar bu usul devam etmiş; yeni kurulan nizamiye mahkemeleri, adam öldürme gibi ceza davalarında şer’iyye mahkemelerinin hükmü verilene kadar beklemiştir.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Taftazani ve Seyyid Şerif Cürcani itikadda hangi mezhebdendir?
    Cevab: Birincisi Eş’arî; ikincisi ise prensip itibariyle Mâtüridî mezhebine mensuptur.
    28 Nisan 2014 Pazartesi
  • Sual: Kur’an-ı kerim'de Davud aleyhisselâma gelen iki davacının hikâyesi anlatılıyor. Bunlardan 99 koyunu olan, ortağının 1 koyununu da almak istiyor. Bu hâdise üzerine Davud aleyhisselâmın tevbe etmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Buna dair anlatılan Urya hikâyesi uydurmadır. Davud aleyhisselâm, davanın iki tarafı arasında, delil sormadan, şahit aramadan, bir kişinin beyanına hemen inanıp hüküm verdiği için sonradan ikaz buyurulup pişman olmuştur. Bu hâdiseyle beraber, davacının, iddiasını delille ispatlama mecburiyeti getirilmiştir.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Sultan Vahideddin hakkında hangi kitapları okumamı tavsiye edersiniz?
    Cevab: Ali Fuad Türkgeldi’nin Görüp İşittiklerim; Tarık Mümtaz Göztepe’nin Sultan Vahidden Mütâreke Gayyasında ve Sultan Vahideddin Sürgün Cehenneminde; Kadir Mısıroğlu’nun Sultan Vahideddin, Sarıklı Mücahidler ve Hilâfet; Murat Bardakçı’nın Şahbaba; Rümeysa Aredba’nın San Remo Günleri ve benim sitemdeki yazıları tavsiye ederim.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Asr-ı saadette sabun var mıydı?
    Cevab: Serir adında sabun vazifesi gören bitki vardı.
    27 Mayıs 2014 Salı
  • Sual: Zulmeden bir mü’mini veya kâfiri Yezid diyerek aşağılamak doğru mudur?
    Cevab:

    Ehl-i sünnet itikadı, kimseye lâneti caiz görmez. Halife Muaviye’nin oğlu Halife Yezîd hakkında söylenenlerin çoğu Şiî rivayetleridir ve mübalağalıdır. İnsaflı tarihçiler malum kabahatlerini sayarlar. Ama küfrüne hükmetmek câiz değildir. Büyük âlim el-Kadî Ebû Bekr İbnü’l-Arabî, el-Avâsım ve’l-Kavâsım kitabında bunu uzun anlatmaktadır. Burada ve Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya kitabında diyor ki: “Yezîd, İstanbul’u ilk kuşatan İslâm ordusunun kumandanı idi. Hazret-i Peygamber’in ‘Kostantiniyye'ye ilk defa sefer eden ordu mağfiret olunmuştur’ buyurarak övdüğü bu orduda, Eyüb Sultan, İbni Abbas, İbni Ömer, İbni Zübeyr, hatta bir rivayette Hüseyn bin Ali gibi onlarca sahâbî vardı. Birçok sahâbî, kendisini meşru halife saymış ve arkasında namaz kılmıştır. Günahkâr olması, bu gerçeği değiştirmez. Çünki sâlih veya fâcir her imamın ardında cihâda gitmek, Ehl-i sünnetin şiarıdır. Hazret-i Hüseyn’in ölüm emrini Yezîd vermedi. Yalnızca Kûfe’ye varmasına müsaade olunmayıp, Medine’ye geri döndürülmesini veya kendisine biat ettirilmesini yahud diri olarak Şam’a getirilmesini istemişti. Cinayeti Ubeydullah bin Ziyad işledi.”
    Şanlı şehid Hazret-i Hüseyn’in ailesi ve on yaşındaki oğlu İmam Zeynelâbidin hazretleri Şam’da hüsnü kabul gördü. Yezîd’in niyeti kötü olsaydı, Zeynelâbidin’i de öldürmemesi için bir sebep yoktu. Ama Ubeydullah bin Ziyad gibi uzlaşmasız birini Hazret-i Hüseyn üzerine göndermesi ve katillere korkusundan bir ceza vermemesi, kabahattir.
    Bed’ül-Emâlî şerhi Nuhbe’de der ki: “Yezîd’in Medine halkını incitmeye veya İmam Hüseyn’i öldürmeye emir verip vermediği ve buna râzı olup olmadığı kat’i olarak bilinmediği için susmak iyidir. Çünki kimseye lânet etmek emredilmedi. Hak edene lânet etmek ibâdet olmadığı gibi; lânet etmemek de günâh değildir.” İmam Ahmed bin Hanbel Kitâbü’z-Zühd’de, Yezîd’in hutbesinden iktibas yaparak, sözünü hüccet kabul etmiştir. Sülemî, Temhîd kitabında, “Fâsık da olsa bir mümine, hatta hayatta veya küfr üzere öldüğü âyet ve hadisle bildirilmemiş kâfire lânet etmek câiz değildir. Zira ölmeden tevbe edip imana gelmek ihtimali vardır. Ancak ismen zikretmeyerek kâfirlere veya âyet ve hadîsle yapanlara lânet bildirilen amelleri işleyenlere lânet câizdir” diyor.
    Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin Yezîd’e lâneti câiz gördüğü bildiriliyor ise de, işin aslı böyle değildir. Zira bu âlim, Akâid-i Nesefiyye şerhinde diyor ki, “Yezîde lânet meselesinde, Ehl-i sünnet âlimleri ikiye ayrıldı. Hulâsa ve başka kitaplarda, ona ve Haccâc’a lânet câiz olmadığı bildirildi. Çünki Peygamberimiz aleyhisselâm Ehl-i Kıbleye lânet etmeyi yasakladı”.
    İmam Rabbânî hazretleri de Mektubat’ta Yezîd’e lâneti yasaklamakta ve şöyle demektedir: “Evet, nasipsiz Yezîd, Eshâb-ı kirâmdan değildi. Onun tâlihsizliğine karşı, kim ne diyebilir ki, hiçbir kâfirin yapmadığı işi, o bedbaht kimse yapmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinden bazısının, ona lânete izin vermemesi, onun işini beğendikleri için değil, belki pişman olmuş, tevbe etmiştir dedikleri içindir.”
    İbdâ’ kitabı 403. sahifesinde diyor ki: “Lânet etmek ve millete, mezhebe söğmek çok çirkin, pek kötü bir bid’attir. Bu âdet, Yahudilerden Müslümanlara geçti. Tirmizî’deki hadîs-i şerîfte, ‘Mü’min lânet etmez’ buyuruldu. Yezîd’e, Hazret-i Hüseyni öldürmek için emretti sanarak, lânet etmek de doğru değildir”.
    İhyâ’da diyor ki: “Yezîd’in, Hazret-i Hüseyni öldürdüğü veya öldürmek için emir verdiği hiç belli değildir. Belli olmayan bir kötülüğü söylemek câiz değildir. Hele lânet etmek hiç doğru olamaz. Çünki bir müslümana, açıkça bilinmeyen bir günâhı yüklemek câiz değildir. Hazret-i Hüseyni öldürene lânet olsun da denilemez. Eğer tövbe etmedi ise lânet olsun, denilebilir. Çünki Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî kâfir idi. Sonra iman ve tövbe etti. Buna lânet câiz olmadı.”
    Yezîd’e lânet câiz diyenler, Hârre Vak’ası’nda Medine halkını incittiği içindir demişlerdir. Zira hadîs-i şerif “Medine halkını incitene lânet olsun” buyuruyor. Bu bile, çoğu âlim tarafından lânete cevaz için delil alınmamıştır. Yezîd’e lânetin, Kerbelâ Fâciası ile de hiç alâkası yoktur. Hazret-i Peygamber, bir işin kötülüğünü göstermek için, şu işi yapana lânet olsun buyurmuştur. O işin, bu hâliyle Allah’ın rahmetinden uzak bir iş olduğunu ifade eder. Kâfir olduğunu veya bu işten dolayı aslâ affedilmeyeceğini göstermez. Yezîd isminin konmaması da, bir şey ifade etmez. Yezîd adında çok sayıda sahabî ve âlim vardır. Yezîd, Allah arttırsın manasına gelen bir dua kelimesidir.

    22 Aralık 2014 Pazartesi
  • Sual: Ani kalesini fetheden Sultan Alparslan’ın şehirde katliâm yaptığı doğru mudur?
    Cevab: Selçuknâme’de, Sultan'ın kaleye önce eman verdiği, fakat bundan istifade eden düşmanın, kaleyi tahkim edip, müslümanlara taarruz ettiği, bunun üzerine muharebe yapılıp sultanın bunları yendiği, düşmanın öldürüldüğü söyleniyor. düşmanı yenen ve düşman kalesini anveten (savaşla) fetheden İslâm kumandanı, muhariblerden esirleri dilerse öldürür, dilerse fidye karşılığı serbest bırakır. Fetih, sulh (barış) ile olmuşsa, barış anlaşmasının hükümlerine göre hareket edilir.
    28 Aralık 2014 Pazar
  • Sual: Hadis-i şeriflerde, kıyâmete yakın Konstantiniye’yi alacağı bildirilen Beni Asfar kimdir?
    Cevab: Hadis-i şeriflerde geçen Beni Asfar (Sarıoğulları) tabirinin Rumlar, Bizanslılar, Avrupalılar olduğu çok zannedilmektedir. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle geçiyor: “Sizinle Beni Esfar arasında sulh olur; sonra onlar, ahdi bozarlar ve on iki bin kişilik, seksen fırkalık bir kuvvetle üzerinize yürürler” (Buharî, İbni Mâce)
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Peygamber efendimizin hiçbir savaşta müşrik öldürmediği ve silah kullanmadığı doğru mudur?
    Cevab: Resulullah aleyhisselam, iştirak ettiği harblerle bizzat savaşmis; Uhud’da Ubeyy bin Halef’i harbe (kısa mızrak) ile öldürmüştür.
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Eshab-ı kiram insan değil midir? Şu halde yaptıkları hataları te’vil etmeye gerek var mıdır?
    Cevab: Eshab-ı kiramın hata olarak vasıflandırılan işleri, şer’î hukukun vaz edilmesi safahatında mühim bir rol oynamıştır. Bu işler olmuştur ki, din ve hukuk bunlara hüküm getirmiştir. Kur’an-ı kerim, Allah’ın sahabenin hepsinden razı olduğunu bildiriyor. Bu, günahları varsa da, affedileceğini göstermektedir. Hadis-i şerifler de bu istikamettedir. “Eshabım hakkında dilinizi tutun. Birisi Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımın verdiği bir avuç sadakaya erişemez. Allahü teala onları, benim sohbetim hürmetine affetmiştir” buyurmuştur. Sahabenin ihlâsı tam olduğu için, sevabları çok kıymetli, hataları da biiznillah afuvdür. Hepsini sevmek ve onlara karşı edebli olmak, Ehl-i Sünnetin şartı ve şiarıdır. "Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz" sözü de bunu göstermektedir. İslâm dininde peygamberlerden başka kimse masum değildir, yani günah işleyebilir. Eshab-ı kiram insandır, ama seçilmiş ve muhterem insanlardır. Eshab-ı kiramın, kendileri gibi olmayanlardan farkı, en azından aslan ile kedi arasındaki fark gidir. İkisi de aynı familyadandar ama biri nere, öteki nere?
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: ‘Allah kâinatı altı günde yarattı, sonra arşa yayıldı’ meâlindeki müteşâbih âyetlere İmam Ebu Hanife mana vermemiş iken, sonraki Hanefî âlimlerinin bunları te’vil etmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde bazı müteşâbih âyetler vardır. Bunların mânâsını ancak Allah bilir ve râsih ilimli âlimler anlar. Bu gibi müteşâbih âyetlere, selef ulemâsı, ezcümle İmam Ebu Hanife hazretleri mânâ vermemiş; Allah'ın eli, yüzü, istivâsı mealindeki âyetleri okur ve inanırız; fakat bunların manasını bilmeyiz, mânâ vermeyip geçeriz, demiştir. Hatta İmam Gazali Allah'ın eli vardır yüzü vardır istifa eder bile demeyi uygun görmemiştir. Çünkü insanların eli, yüzü gibi el anlaşılma ihtimali vardır. El, yüz gibi ifadeler bir uzuv gibi değil; Allahu tealanın sıfatı olarak anlaşılmalıdır. Bunu bir uzuv gibi anlamak  Müşebbihe'ye girer ki bid'attir. İnsan eli gibi inanmak ise küfrdür. İlk zaman bunları izaha ihtiyaç yoktu. İnsanların imanı saf idi. Sonra gelenlerden bozuk itikatlı olanlar, bunlara yanlış mânâ verdiği için, Ehl-i sünnet âlimleri insanların imanını korumak için bu âyetleri te’vil etmişler, dine uygun mânâ vermişlerdir. İstivâyı, hâkimiyet; eli, kudret; yüzü, rıza olarak te’vil etmişlerdir. İmam Gazâlî’nin el-İlcâm kitabı bu mevzuya dairdir. Kendilerine Selefî diyen Vehhabî mezhebinin sâlikleri, bu te’villeri kabul etmezler. Ancak kendileri bu sefer beşerî te’villere düşmekten de kurtulamazlar. Bu sebeple selefin yolundan ayrılırlar.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in üstün olduklarını söylediği, fazileti belli olan bazı sahabenin diğer sahabeden üstünlüğü var. Vahşi’nin faziletçe en düşük seviyede olduğuna dair cemiletteki söz nereye dayanmaktadır?
    Cevab: Sahabenin üst derecelendirmesi vardır; ama alt derecelendirmesi yoktur. İmam Rabbanî, sahabînin, sahabi olmayan faziletli bir kimseye üstünlüğünü anlatırken, Vahşi’nin derecesi, Veysel karenî veya Ömer Mervânî’den yukarıdır buyuruyor. Nitekim 58.mektubunda diyor ki: “Bu büyüklerin yolu Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân yoludur. Hayrü’l-beşer aleyhisselâmın sohbetinde bir kere bulunmakla, Eshâb-ı kirâmdan her biri öyle bir dereceye yükselirdi ki, onlardan sonra gelen evliyânın en büyüklerinden pek azı, en son olarak, bu dereceye yükselebilmişlerdir. Bundan dolayı, Uhud gazvesinde Hazret-i Hamza’nın şehîd olmasına sebep olan Vahşî, iman edip, bir kere Peygamber aleyhisselâmın huzurunda bulunduğu için, tâbiînin en üstünü olan Veysel Karanî’den efdal olmuşdur. Abdullah bin Mübârek’e, “Muâviye ile Ömer bin Abdül’azîzden hangisi efdaldir?” diye sorulduğunda, “Resûlullah aleyhisselâmın yanında giderken Muâviye radıyallahü anhün bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîz’den yüzlerce daha kıymetlidir” buyurdu.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Ali’nin hutbede cemaate hitaben mahdumu Hazret-i Hasen’e kızlarını vermemelerini söylemesinin sebebi nedir?
    Cevab: Hazret-i Hasen çok güzeldi. Herkes kızını ona vermek için yarışırdı. O da kendisine uzanan eli geri çevirmez, evlenip, yenileriyle evlenebilmek için öncekileri boşardı. Bir kızı alıp sebepsiz boşamak câiz ise de, hoş birşey olmadığı için Hazret-i Ali onları ikaz ediyor. Onlar da o öyle yüksek bir zâttır ki, bizim kızımızı alsın da, isterse boşasın dediler ve evlendirmeye devam ettiler. Zira Hazret-i Peygamber ile akraba olmak büyük bir şereftir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul'un fethi ile alâkalı bir hadis var mıdır?
    Cevab: “Kostantiniyye elbette bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onun askeri de ne iyi askerdir” meâlindeki hadis-i şerif Ahmed bin Hanbel’in Müsned kitabında ve Hâkim'in Müstedrek'inde mevcuttur.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul’un fethinden sonra, 3 gün yağmanın serbest bırakıldıığı doğru mudur?
    Cevab: Savaş ile fethedilen şehirlerdeki bütün mal ve esirler ganimettir. Yani beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra, savaşa bilfiil katılanlara taksim edilir. Savaş kızıştığı zaman, kumandan, askere yağma va’dedebilir. Bu takdirde askerin yağma ettiği, ganimet sayılmaz, mülkü olur. İstanbul’un fethi sırasında muharebeler kızışınca, Sultan Fatih’in böyle bir tamimde bulunduğuna dair rivayet mevcuttur. Savaş hukukuna aykırı bir muamele değildir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Peygamber Efendimizin amcası hakkında nasıl bir zan içinde olmalıyız?
    Cevab: Ebu Leheb’in küfr üzre öldüğü sâbittir. Ebu Tâlib için de böyle ise de, İbni Hacer diriltilip iman ettiğine dair zayıf bir rivayeti bildiriyor. Bu hususta susmalı, Resulullah’ı üzecek şey konuşmamalıdır. Bilinmesi lâzım gelen hususlardan değildir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Hırka-i şerif neden çok büyüktür?
    Cevab: Dış giysisi olduğu için. Zira bugünki palto ve pardesülerin muadilidir. Hırka denince, bugün giyilen yün kollu ve önü açık giysi anlaşılmamalıdır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Bir gazete yazarı "Para Vakıfları" ile alakalı yazısında Ebussuud Efendi’nin fâize cevaz verdiğini söyledi. Aslı var mıdır?
    Cevab: Osmanlı Hukuku kitabımda, bunun Kur'an-ı kerimde men edilen ribâ olmadığını, muamele satışı semeni olduğunu beyan ettim. Fâiz, Osmanlılar zamanında hem şirket kâr payı, hem muamele satışı semeni, hem de haram olan ribâ için kullanılmaktadır. Fıkıh malumatı bilmeden Osmanlı tarihini anlamak mümkün olmuyor.
    1 Eylül 2015 Salı
  • Sual: Sahabe-i kiram arasında muhannesler varmış. Sayısı 6 kadarmış. Bazı kimseler bunları homoseksüel olarak vasıflandırıyor. Doğru mudur?
    Cevab: İkisi aynı şey değildir. Muhannes, kadınsı hareketler yapan efemine kimse demektir. Bu kişiler, doğuştan hormonal bozukluğu bulunan kimseler olabilir veya başka maksatlarla böyle davranıyor olabilirler. Sahabe devrindeki muhanneslerin böyle olduğu malum değildir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Kimi tarih kitaplarında nakledilen ''Garanik Hadisesi'' uydurma mıdır?
    Cevab: Uydurma olduğunu söyleyenler vardır. Doğru bile olsa tefsiri farklıdır. Şeytan bu şekilde fısıldadı. Yani bu sözü Hazret-i Peygamber değil, şeytan tekrar etti. Cebrâil aleyhisselâm hemen bunu bildirdi. Hazret-i Peygamber de vaziyeti anlayınca men etti.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i Ömer ve Amr ibnü’l-Âs hazretlerinin İran şahı Nuşirevan ile alâkalı menkıbesi doğru mudur?
    Cevab: Menkıbedir. Her ikisi Nûşirevan’ın vefat ettiği 579’dan sonra dünyaya gelmiştir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Kelb köpek demek olduğuna göre, eshab-ı kiramdan güzelliği ile meşhur Dıhye’ye niçin Kelbî deniyor?
    Cevab: Arabların meşhur Ben-i Kelb kabilesinden olduğu için bu lakapla anılmaktadır. Kureyş de köpekbalığı demektir.  Eski cemiyetlerde, kabilelerin vahşi hayvan adı almaları adetti.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i Peygamber hiç şalvar giymiş midir?
    Cevab: Entarisinin ve gömleğinin altına don olarak giymiş ve böyle giyinmeyi Hazret-i İbrahim’in sünneti olarak vasıflandırarak övmüştür. O zaman insanlar entari altına don giymezler, bazen avret yerleri açılırdı. 
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde, bilhassa 16. asır ve sonrasında müderris alımlarında adam kayırmacılık yaşanmış mıdır? 
    Cevab: Her zaman her yerde bu mümkündür. Ama müderrislik için belli vasıflar aranır. Bu vasıflara sahip bulunmayan kimsenin fiilen müderrisliğe tayini ve bu vazifeyi yapması padişahın oğlu bile olsa mümkün değildir. Beşik ulemalığı adıyla, talebeye burs ve pâyesiz tayin adıyla fahri profesörlük gibi vasıflandırılabilecek tatbikat vardır. Ama bunlar kaideyi bozmaz. İlmiye sınıfı Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar meslek haysiyetini ve kalitesini iyi-kötü muhafaza etmeye çalışmıştır. Bu bahis fıkıh kitaplarında da ele alınmıştır. Meselâ İbn Abidin'de müderrisliğe dair şunlar yazılmaktadır: "Devlet reisinin nâehil birini müderris tayin etmesi sahih değildir. Çünki devlet reisinin işleri amme menfaati ile kayıtlıdır." ve "Müderris olan kişi, tedrise ehil değilse, müderrisler için tahsis edilen maaştan birşey alması ve yemesi caiz olmaz."
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber Cennet'te evlenecek midir? 
    Cevab: Zevcelerinin yanında olacağı; ayrıca Hazret-i Meryem ile Asiye’nin Cennet’te Hazret-i Peygamber ile evlendirilerek mükâfatlandırılacağı hadis kaynaklarında geçer. (İbni Asâkir)  
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Bir tarihçi, Fatih devrinin hiç bir kaynağında Peygamber Efendimizin İstanbul'un fethiyle alâkalı meşhur hadîsinin geçmediğini; hatta yabancı memleketlere gönderilen fetihnâmelerde de bu hadîse atıf yapılmadığını; bu hadîsin Fâtih ile alâkalandırılmasının çok sonraları olduğunu söylüyor. Ne dersiniz?
    Cevab: Müsnedü Ahmed bin Hanbel’de ve Hâkim’in Müstedrek’inde geçen bir hadîs-i şeriften haberdar olmamaları mümkün değildir. Tevâzuları sebebiyle anmamış olabilirler. Tarihçiler, beş asır öncesine ait bir meselede her vesikayı görmüş olamaz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in cenazesine kaç kişi katılmıştır?
    Cevab: Pazartesi vefat etmiş. Çarşamba günü defnedilmiştir. Cenaze namazını üç gün boyunca yüzlerce kişi münferiden kılmıştır. Defninde kaç kişinin bulunduğu malum değildir. Gaslinde 8-10 kişi bulunmuştur.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Fıkıh kitaplarında, "Müslümanların mahallesinde ev satın alan zimmînin, bu evi bir müslümana satması emrolunur. Câmi civarındaki evlerini zimmîlere kiraya veren müslümana, bunlardan alıp, namaz kılanlara vermesi emrolunur" diye yazıyor. Bu hükümler Osmanlı'da, hele İstanbul gibi birkaç yüzbin nüfuslu büyük şehirlerde tatbik edilebilmiş midir?
    Cevab: Tamamı müslümanlarla meskûn ve müslümanlar tarafından kurulmuş Eyüp gibi mahallelerde, gayrımüslimin ev almasına müsaade edilmez. Taraf-ı sultanîden izin verilmiş ise, kimse itiraz edemez. Fıkıh kitaplarındaki ifade, prensibe işaret ediyor. Osmanlılarda sadece Eyüp Sultan'da ve Mekke ile Medine'de bu hüküm tatbik edilmiştir.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Garanik hâdisesinin mahiyeti ve sıhhati nedir?
    Cevab: Resûlullah Kur'an-ı kerim okurken, şeytan onun sesini taklit ederek putları övdü. Müşrikler bunu işitince sevindi veya böyle bir komplo kurdular.  Hazret-i Peygamber, Cebrail aleyhimesselâm vâsıtasıyla hâdiseye muttali olunca ikaz etti. Şeytan âyetleri diye mübalağa edilen mesele bundan ibarettir.
    28 Eylül 2015 Pazartesi
  • Sual: Tarihte hep müslüman halklara yapılan mezalimleri görür, işitir, üzülürüz. Allahü teala kâfiri bir mümine üstün getirmeyeceğini vaadediyorken, bu toplulukların zulme uğramaya sebep olacak halleri yüzünden buna maruz kalmış olabileceklerini düşünmek yanlış olur mu?
    Cevab: Mutlak olmamakla beraber, Kur’an-ı kerim, adaletten uzaklaşan, zulme meyleden kavimlere ve emr-i marufu terkeden müslümanlara belâ geleceğini beyan buyuruyor. “Hâşâ zulmetmez kuluna hüdâsı/Herkesin çektiği kendi belâsı” beyti bu âyetlerin tefsiri mahiyetindedir.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı şeyhülislâmlarının, ezcümle Ebussuud Efendi’nin Şia’yı tekfir eden fetvâsı var mıdır?
    Cevab: Şia mezhebi fırka fırkadır. İçlerinde müslümanlık dairesinde kalanlar da vardır. Hazret-i Ebu Bekr’in sahabiliğini veya Hazret-i Âişe’nin ismetini inkâr ederek dinden çıkanı da vardır. Allahü teâlânın Hazret-i Ali’ye hulul ederek Ali diye göründüğüne veya Cebrail aleyhissselamın peygamberliği yanlışlıkla Hazret-i Ali yerine ona çok benzediği için Hazret-i Muhammed’e getirdiğine inanarak zındıkaya düşenleri de vardır. Binaenaleyh Şia’nın bazı fırkaları ehl-i bid’at, bazıları mürted ve bazıları mülhiddir. Bazı Şia fırkaları da tarih içinde ortadan kalkmış ve bugüne intikal etmemiştir.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Ebu Tâlib küfr üzere mi ölmüştür?
    Cevab: İnsanların hangi imanla öldüğünü ancak Allah bilir. İnsanlar zâhire göre hükmederler. Ebu Tâlib, Hazret-i Peygamber’in telkin ettiği imanı ikrar etmediği için küfr üzere öldüğüne hükmedilmiştir. Hadis-i şerifte, cehennemde azabı en hafif olan, Ebu Tâlib’dir. Ayağına ateşten ayakkabı giydirilecek, beyni kaynayacak” buyuruldu. Hazret-i Abbas, kulağını yaklaştırıp, “Yeğenim, senin söylediğini söyledi” dediyse de, o zaman müslüman olmadığı için şahadeti makbul tutulmamıştır. İbni Hacer’in rivayetine göre Hazret-i Peygamber’e bir ikram olmak üzere, sonradan anne ve babası ile beraber amcası da diriltilmiş, iman ederek vefat etmişlerdir. Şu halde Ebu Tâlib’in imanı üzerine konuşmak, kâfir olarak öldüğünü dillendirmek doğru değildir. Hazret-i Peygamber’i incitecek şeylerden kaçınmalıdır.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Emeviler devrinde, câmilerde Ehl-i Beyte la’net okutulduğu doğru mudur?
    Cevab: Sıffîn Muharebesi esnasında, Hazret-i Muaviye tarafı Cuma hutbesinde Hazret-i Ali’nin ismini zikretmeyince, Hazret-i Ali tarafındaki ordudan bazı aşırı kimseler, Hazret-i Muaviye ve yanındaki sahabiler aleyhine hutbe okumuşlar; buna cevap olarak da karşı taraftaki bazı kendisini bilmez kimseler onlara lanet okumuşlardır. Bu, Emevilerin emri ve tasvibi ile olmuş değildir. Ömer bin Abdülaziz, bunu tamamen yasaklamıştır. Emeviler zamanında hutbede Ehl-i Beyte lanet okutulduğu, bazı müfrid Şii kaynaklarının uydurmasıdır. Ehl-i Sünnet arasında da mıntıka ve zaman yakınlığı sebebiyle bu kaynaklar yayılmış ve tesir etmiştir.
    16 Şubat 2016 Salı
  • Sual: Zâhiriye mezhebi, Ehl-i Sünnet mezheplerinden mi sayılır?
    Cevab: Zâhiriye mezhebinin kurucusu Davud ez-Zâhirî Ehl-i sünnettir. Zahiriyye mezhebinin kavilleri üzerinde ulema ihtilaf etmiştir. 1.Ebû İshak İsferâyînî ve İmamü’l-Haremeyn Cüveynî, kıyasa karşı olduğu için Dâvud Zâhirî’nin kavillerine itibar edilmeyeceğine kâildir. 2.Ebû Amr bin Salâh ise, Dâvud Zâhirî’nin celî kıyası değil, istihsanın bir türü olan hafî kıyası reddettiğini; celî kıyası inkâr edenin İbn Hâzm olduğunu; bu sebeple Dâvud’un celî kıyasa muhalif olmayan kavillerinin muteber sayılacağını söylemektedir. 3.Ebû Hâmid Gazâlî, Mâverdî, Ebû Tayyib gibi ulemâ ise Dâvud Zâhirî’nin kavillerinin her halde muteber olduğu kanaatindedir. 4.İbnü’s-Sübkî de, Dâvud’un icmâʽya aykırı olmayan kavillerinin nazar-ı itibare alınacağını kaydetmektedir. Kavillerinin esas alınmasına kâil olanların, Dâvud Zâhirî’yi müstakil bir mezheb kurucusu olmaktan ziyâde, Şâfiʽî mezhebinde müctehid olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Ancak Zâhirî mezhebinin kavilleri günümüze çok sağlıklı bir şekilde ulaşmış değildir. Ekserisi Zâhirî ulemasından İbni Hâzm’ın kitaplarındadır. İbni Hâzm ise, felsefeyle yakından meşgul olmuş; Dâvud’dan da ileri geçerek kıyasın her türlüsünü ve taklidi reddetmiştir. Bu sebeple ulemâ tarafından Ehl-i sünnet hârici görüldüğünü Şihristânî el-Milel ve’n-Nihal kitabında bildiriyor. İbni Hâzm’ın temsil ettiği görüşler, Selef-i sâlihîn, mânâsı açık olmayan nassları te’vîl ettikten sonra ortaya çıktığı için icmâʽya aykırı görülmüş ve nazara alınmamıştır. Çünki Selef bir hususta ihtilaf ettiği zaman, onların ihtilaf ettiği görüşlerin dışında başka bir görüş ileri sürmek icmâʽya aykırıdır.  Ayrıca İbni Hâzm, ulemânın ileri gelenleri hakkında tezyif edici sözleri ve nezâket hududunu aşan tenkidleri sebebiyle ilmî çevrelerde tasvib görmemiştir.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Hürrem Sultan’ın resimleri gerçek midir? Eğer gerçekse niye başı açıktır?
    Cevab: Gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Hayal mahsulü olmak ihtimali fazladır. Müslüman kadınlar evlerinde başı açık oturabilirler.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Tarihçiler, Osmanlı padişahlarının ani kararlarla kişilerin infazına hükmettiklerini anlatıyor. Padişahların hakikaten böyle salahiyetleri var mı?
    Cevab: İslâm hukukunda, hükümdarların siyaseten katl salahiyeti vardır. Din, millet ve vatan için zararlı olan kimseleri cezalandırabilir; hatta öldürebilir. Buna ta’zir bi’l-katl de denir. Osmanlı padişahları da bu salahiyeti kullanmıştır. Bunu kullanırken zaman zaman ölçü kaçmış, meşru dairenin sınırından çıkılmış, yani hak ettiğinden fazla ceza verilmiş olabilir. Ama zamanımızda bu gibi hadiseler sebeplerinden ayrılarak ve mübalağa edilerek anlatılmaktadır.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Peygamber efendimiz, vahiy çeşitlerinden biri veya ilham olmadan, kendi aklına istinaden dini bir hüküm vaz eder mi?
    Cevab: İctihad yoluyla edebilir ve etmiştir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Kadın, orduda muharib olarak yer alıp, savaş idare edebilir mi? Bazıları Hazret-i Âişe'nin idare ettiği Cemel Vak’asından hareketle caizdir diyor.
    Cevab: Umumi seferberlik olmadıkça, kadınlar harbe, cihada çıkamaz; orduda yer alamaz. Ordu kumandanı hiç olamaz. Cemel Vak’ası harp değil; Hazret-i Âişe kumandan hiç değildi.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: İpek, erkek için haram iken, Osmanlı padişahlarının savaşlarda giydiği doğru mudur?
    Cevab: Harbde düşmana heybetli görünmek için ipekli giyinmek, bıyıklarını ve tırnaklarını haddinden fazla uzatmak caizdir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in cenaze namazını sadece 17 kişinin kıldığı doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i  Peygamber Pazartesi günü vefat etti. Çarşamba günü defnedildi. Bu arada sahabiler parça parça gelip namazını kıldılar. Bu zaman zarfında yüzlerce, binlerce kişi ayrı ayrı cenaze namazı kıldılar.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: Emeviler'in Arap olmayanlara karşı yarı köle muamelesi yaptığı, Arap milliyetçiliği güttüğü doğru mudur?
    Cevab: Bunlar Şiî tarihçilerin propagandalarıdır. Aslı yoktur. Emeviler devri, İslâm tarihinin en parlak devirlerinden biridir. Dünyanın en büyük imparatorluklarından ve en yüksek medeniyetlerinden birine misal verilir. Halefleri olan Abbasîlere yaranmak için tarihçiler Emevîlerin hatalarını şişirmiş; hatta olmadık iftiralar yapmıştır. Bazı Osmanlı tarihçileri de yer ve zaman yakınlığı sebebiyle ister istemez bunlardan tesir görmüştür.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Emir Timur’un Hazret-i Muaviye için zâlim dediği, sahabe saymadığı, Teftazânî'nin de böyle olduğu; hatta Yezid ve Velid'e laneti caiz gördüğü doğru mudur?
    Cevab: Sahabeyi sevmek, Ehl-i sünnetin kaidesidir. Emevî halifelerinin hiçbirinin İslâmiyete zararı olmamıştır. Mü’mine lanet edilmez. Ne büyük bir âlim olan Teftazânî’den, ne de dine hürmeti meşhur olan Timur’dan beklenecek bir harekettir. Teftâzânî Şerhu’l-Makâsıd’da hülâsaten der ki: “Sahabe´ye ta’zim göstermek ve onlara ta’n etmekten kaçınmak lâzımdır. Zâhiriyle onlara ta’n etmeyi icab ettiren hususları da güzelce te’vil etmek icabeder. Hazret-i Ali´ye muhalif olanlar, hak imama bir şüpheye –Hz. Osman´ın katillerine kısas yapılmamasın– istinaden başkaldırdıkları için bâğîdirler; fâsık, kâfir veya zâlim değildirler. Çünkü bir te’vilden hareket etmişlerdir. Eğer onların bu te’villeri bâtıl ise, olsa olsa, ictihadda hata ettikleri söylenebilir. Bu ise –tekfir şöyle dursun– onların fâsık olduklarını söylemeyi dahi icab ettirmek. Bu sebeple Hazret-i Ali, Şam ordusuna la’net okuyan arkadaşlarını men etmiş ve ‘Kardeşlerimiz bize karşı ayaklandı (bu onların lanetlenmesini gerektirmez)’ buyurmuştur.” Şerhu’l-Akâid’de de der ki: “Sahabe arasında cereyan eden anlaşmazlıklar ve harblerin hamledileceği mânâ ve te’viller vardır... Hâsılı müctehid seleften ve ulemâ-ı sâlihînden Muâviye ve yardımcılarına la’net ettikleri nakledilmemiştir. Çünkü onların yaptıkları son tahlilde hak imama itaatten çıkıp isyan etmekten ibarettir. Bu ise laneti gerektirmez”. Görülüyor ki zamanımızda Muâviye düşmanlarının Teftâzânî’yi delil göstermelerinin aslı yoktur.
    27 Mart 2017 Pazartesi
  • Sual: Abdullah bin Mes’ud'un, Felâk ve Nas surelerini Kur’an’dan saymadığı iddiası doğru mudur? Şimdi bir âyeti inkâr küfr olduğuna göre, İbni Mes’ud’un bu tavrını nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Bu mesele, Kur’an-ı kerimin mushaf haline getirilişi sırasındaki ihtilaflara dairdir. Kat’i icmâyı inkâr küfrdür. İbni Mes’ud’un bu kanaatte olduğu rivayeti doğru ise, icmâdan evveldir. Kaldı ki bu rivayetin sıhhati şüphelidir. Senedinde zayıflık vardır. Kat’i icma dururken, böyle rivayetlere itibar edilemez. İbni Mes’ud sahabi ve büyük bir müctehiddir. Kur’an-ı kerimi en iyi bilen sahâbîlerden olduğu hadîs-i şerifle sabittir. Vahy-i ilahîye şâhid olmuştur. İlk Müslümanlardandır. İcma’ya muhalefeti tasavvur olunamaz. Böyle bir şey vârid olsaydı, diğer sahâbîler itiraz etmez miydi? İmam Bakıllânî, el-İntisar kitabında bunları uzun anlatıyor ve bu iddiayı reddediyor. Kevserî der ki, İbni Mes’ud’un mushafında, unutulması mümkün olmayan Fatiha ve Muavvizeyen sureleri yazılmamıştı. Bu, onları Kur’an’dan saymadığını göstermez. Yine Kevseri, İbni Mes'ud'a atf olunan şaz kıraatlerin ona ait olmayıp İbni Mes'ud'dan tefsir sadedinde rivayet edilen sözler olduğunu beyan eder. Mesela İbni Mes’ud, bir mushafta yanlış yazılmış Muavvizeteyn görüp de, “Bunlar Kur’an’dan değildir; bunları silin” demiş olsa, bu rivayet, dolaşa dolaşa bu şekilde intikal etmiş olabilir. ‘ büyük kıraat imamından âsım, Hamza ve Kisâî’nin silsilesi İbni Mes’ud’a uzanır. Hiçbirinde Fâtiha ve Muavvizeteyn eksik değildir. Sahih olan, bunların kıraatinde Muavvizeteyn ve Fâtiha sureleri mevcud; kunut duaları ise mevcud değildir. Şu halde İbni Mes’ud’un kavli de bundan başkası olamaz. Sitemde mushafın hikâyesi anlatılıyor. Ayrıca İslam Hukuku Tarihi kitabımı okuyunuz.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual:

    Emevîlerin hutbelerde Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e lanet ettirdikleri doğru mudur?

    Cevab: Dört yüz sene evvel, “Emevîlerin hutbelerde Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e lanet ettirdikleri doğru mudur?” şeklinde bir sual, Muhammed Ma’sum Fârûkî hazretlerine sorulmuş, o da Mektûbât adlı eserinin 2.cildinin 36.mektubunda buna cevap vermiştir. Şöyle ki:
    “Sual: Şerhi Divan-ı Kütüb-i Tevârih’de ‘Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh, bir kısım insanların kendisine düşmanlığını anlayınca, Muaviye ve onun gibilerden beş kişiye, beş vakit namazdan sonra, lanet etmeğe başladı. Onlar da, bunu duyunca, Hazret-i Emir, Hazret-i Hasen, Hazret-i Hüseyin, Abdullah bin Abbas ve Mâlik-i Ejder’den müteşekkil olan beş kişiye beş vakit namazdan sonra lanete başladılar. Hatta Beni Ümeyye halifeleri, bu alçak işi büsbütün ortaya yaydı. Hutbelerde Ehl-i beyte lanet ettiler. Bu hareket, Ömer bin Abdilaziz’in bunu kaldırmasına kadar devam etti. O bu laneti kaldırıp, yerine, Nahl suresi, 90. âyet-i kerimesini okuttu. Bu hâdise olmuş mudur?
    Cevab: Tepeden tırnağa kadar rahmet olan Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh hâşâ ve kellâ herhangi bir Müslümana bile lanet etmemiştir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin eshâbına ve hele çok kere hayır dua ettiği Muaviye’ye  lanet etmiş olsun. Hazret-i Emir, Muaviye ile birlikte olanlar için, ‘Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihadları ile hareket ediyorlar’ buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaştırmaktadır. O halde, niçin lanet etsin?
    İslâm dininde hiç kimseye, hatta Frenk kâfirine bile, lanet etmek ibâdet değildir. Beş vakit namazdan sonra dua etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, dua yerine, laneti dile alır mı? Fena derecelerinin en yükseğine ve itminanın sonuna ulaşmış ve şahsi arzularından geçmiş olan Hazret-i Emir’in nefsini kendi nefs-i emmâreleri gibi, kin, inad ve düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir buhtan, böyle alçak bir iftirada bulunuyorlar.
    Hazret-i Emir, fenâ fillah ve muhabbet-i Resulillah makamlarının en son derecesine ulaşmış, canını, malını, O’nun  yolunda feda etmiştir. Niçin bu dua zamanında, her iki cihanın sultanı, Peygamber efendimize  envâ-i ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resulünün  düşmanlarını söyleyip, onlara lanet etmedi de kendi düşmanlarına lanet etti? Halbuki ‘İctihadları ile hareket ediyorlar’ sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.
    İşin esası şöyledir ki, bu muharebeler ve nizalar, düşmanlık ve kin gütmek ile olmamıştır. Hep ictihad ve [hilâfet hakkındaki nassları] te’vil ile olmuştur. Bunun için, ayıplamanın yeri yoktur. Nerde kaldı ki, lanet edilsin. Bir kimseyi kötülemek ve ona lanet etmek, bir iyilik ve ibadet olsaydı, İblis-i laîne, Ebu Cehle, Ebu Lehebe ve Peygamber efendimizi inciten, Ona cefa ve eza eden ve bu hak dine, kötülükler, ihanetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine lanet etmek, İslâmın icablarından olurdu.
    Düşmanlara lanet etmek emir edilmeyince, dostlara lanet sevap olur mu? Resulullah buyurdu ki: ‘Bir kimse, şeytana lanet ederse; ben zaten mel'un oldum. Bu lanetin bana zararı olmaz der. Ya Rabbi! Beni şeytandan koru derse, eyvah belkemiğimi kırdın der’. Bir başka hadisi şerifte, ‘Şeytana söğmeyiniz. Şerrinden Allahü tealaya sığınınız!’ buyuruldu.
    Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, Hazret-i Emir’e iftiradır. Onu kötülemektir. Bundan başka, Muaviye, Hazret-i Emire, Hasen ve Hüseyn’e ve diğerlerine lanet etmeğe başladı demek de, Muaviye hazretlerine iftira olur. Tarihçiler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dinin esasları tarihçilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu meselede, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ve O’nun eshâbının sözlerine bakılır.
    Evet, Beni Ümeyye halifeleri senelerce minberlerde Ehl-i beyte lanet ettirdi. Ömer bin Abdülaziz, buna son verdi. Allahü teala, Ona bizim tarafımızdan büyük mükafatlar versin! Lakin Muaviye de, Emevi halifelerinden ise de, ona dokunulamaz. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onları kötülemek, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa, kötülemeğe sebep olur. Hiçbir Müslüman, bunu layık görmez ve kabul edemez.” Mektûbât’tan alınan kısım sona erdi.
    Tarihçi Makrizî diyor ki: “(Hakem hâdisesinin hemen ardından) Hazret-i Ali, namaz kıldırdıktan sonra cemaate dönüp, kendisine isyan eden topluluğa beddua etmişti. Bunu öğrenen Hazret-i Muaviye, kıssacılara emir vererek, sabah namazından sonra ve akşamla yatsı arasında mescidde oturup, halka, kıssalar yolu ile kendisini ve Şamlıları övmelerini istedi. Bununla, Hazret-i Osman’ın kanını dâvâ hususunda, Şamlıların hislerini tahrik edip, onlar şevke getirmeyi arzu etmişti.”
    Makrizî Şiî olduğu halde, Halife Muaviye’nin lanet ettiğini söylememiş, hatta onu hiç itham etmemiştir. İşin aslı şöyledir ki, muhtemelen Hazret-i Ali, harb esnasında harbin mahiyeti hakkında izahatta bulunuyordu. Karşı taraf da bu usulü takip etmiştir. Bugün modern savaşlarda da moral ve propaganda faaliyetlerine çok ehemmiyet verildiği malumdur.
    İbn Teymiyye Minhacüssünne’de der ki: “İki taraf arasında muharebe esnasında lanetleşme olduğu söylenir. Muharebe ise lanetleşmeden daha büyüktür. Garip olan şudur ki, Rafıziler, Hazret-i Ali’ye sebbi kötü gördükleri halde, kendileri Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ayşe ve nice sahabilere sebbetmekten geri durmazlar.”
    Hazret-i Muaviye, Hazret-i Ali’nin şahadetinden sonra yirmi sene kadar yaşamıştır. Yirmi sene boyunca lanet edip ettirdiği nasıl iddia edilebilir? Hele Emevî halifeleri, seneler evvel olup bitmiş bir hâdise yüzünden neden lanet okutsun? Hutbeleri okuyan âlimler, din adamları buna âlet olur mu? Bunlar anlaşılacak, kabul edilecek şeyler değildir.
    İhtilal, kargaşa zamanında maalesef dedikodular, kötü zanlar, kötülemeler olabilir. Olsa olsa hutbede Hazret-i Ali’nin ismini zikretmemekten; nihayet bazı hareketlerini tenkitten ve Osman’ın katillerine müsamaha göstermiş olduğunu iddiadan ibarettir. Fazileti herkesçe müsellem olan bir zata karşı lanet ve kötülemede bulunmaları dinen de, aklen de; siyaseten de tasavvur edilemez.
    Muaviye’nin hilafeti zamanında, minberde Hazret-i Ali’nin isminin okunması âdeti, artık halife olmadığı gerekçesiyle kaldırılmıştır. Bu da, Şia’nın kalbindeki ateşi tutuşturmuştur. Nitekim hutbelerde halifelere dua edilir; umumi olarak ehl-i bağye lanet edilirdi. Bu da Hazret-i Emir ve Ehl-i Beyt’e lanet şeklinde lanse edilmiştir. Hâdise, Şiî taassubunun nerelere vardığını, kitlelere nasıl tesir ettiğini göstermesi cihetinden mühimdir.
    Eğer bunun devam ettiği rivayeti doğru olsa ise, bu âdetin sürdüğü zamanlarda Ali evladından nice kimseler etrafına nice kimseleri toplayıp siyasi sebeplerle ayaklanıyordu. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyasında tafsilatlı anlatılır. Şamlılar, buna karşı propaganda olarak bunu kullanmış olabilir.
    Ömer Nusahi Bilmen Ashab-ı Kiram kitabında der ki: “Hazret-i Muaviye’nin, Hazret-i Ali’ye ne hayatında ve ne de şahadetinden sonra seb ve lanet ettiğine dair sahih bir rivayet vardır. Bilakis kendisine hürmetkâr olduğu birçok hutbelerinden anlaşılmaktadır. Buna mukabil Hazret-i Ali’nin hutbelerinde, kendisine daha tenkitkar bir lisan kullandığı görülür.”
    Hasımlarının da itiraf ettiği gibi, Hazret-i Muaviye, halim selim bir zat idi. muhiti de şer’î edeplere riayetkâr idi. Böyle bir muhitte, lanet tasavvur edilemez. Kaldı ki lanet hakkındaki dini hükümlere, vahy kâtibi olan Hazret-i Muaviye herkesten çok vâkıftır.
    Hazret-i Muaviye’nin eshabdan olduğunda ittifak vardır. Hadis-i şerifte Eshabımı sövmeyiniz” buyuruldu. Yine, “Bir Müslümanı sövmek fısktır” buyuruldu. Bu hadis-i şerifler dururken, 14 asır evvel cereyan eden hadiseleri kurcalayıp, ne idüğü belirsiz kişilerden gelen zayıf bazı rivayetlerle ortalığı tutuşturmaya çalışmak, aklın ve dinin kabul edeceği bir şey değildir.  Bunlar, büyük nispette Emevileri gözden düşürmek için Şia tarafından uydurulmuş sistemli bir propaganda faaliyetinden ibarettir.
    İslâm tarihleri içinde itimada lâyık ve doğru olan ancak, İmam Vâkıdî, İbn Haldun ve İbn Hallikân’ın tarihleridir ki, bunlarda Sahabe-i kirâm hakkında edebe muhalif hiçbir kayda tesadüf edilmez. Bunlar arasında vâki muharebeler bahsinde eldeki tarihlerin bü¬yük çoğunluğunun kaynakları, Abbasîler devrinde yazılıp, onların arzula¬rına göre tertip edilerek yayılmış tarihlerdir.
    Abbasî halifeleri, Emevîlere düşman olduğundan, tarihçileri de, dünyalık ele geçirmek için, ilmi, siyasete kurban etmişlerdir. Sultanların gözüne girmek, mal ve mevki elde etmek için vakaları değiştirmekten, hadiseleri yanlış yazmaktan çekinmemiş, Emevîleri insafsızca kötülemeğe, onların hatalarını şişirmeye koyulmuşlardı. Hatta Emevîleri kötüleyen hadisler bile uydurmuşlardır.
    Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir. Öyle ki, Hazret-i Hasan evlâdı, Mağrib ve Endülüs’e; Hüseyn evlâdı ise, Anadolu ve Türkistan’a kaçarak, canlarını kurtarabilmişlerdir.
    Osmanlılar, zaman cihetinden, Abbasîlere daha yakın, toprak cihetinden de, komşu olduğundan, cahil bazı tarihçiler, Abbasî tarihlerini olduğu gibi tercüme etmiş, onların tesirinde kalarak aynı hataları tekrarlamıştır. Bunlardan en objektif ve güvenilir olanlarından birisi, Nişancızade’nin Mir’at-ı Kâinat isimli tarihidir. Müellifi hukukçu olduğu için hadiseleri analitik olarak değerlendirmiş; Emevî devrini mümkün mertebe doğru anlatmıştır.
    Ebu Bekr ibnü’l-Arabî’nin el-Avâsım mine’l-Kavâsım, İbn Teymiyye’nin Minhacü’s-sünne,  Şah Veliyyullah’ın İzâletü’l-Hafâ ve Kurretü’l-Ayneyn, İbn Hacer el-Mekkî’nin es-Savâiku’l-Muhrika, Abdülaziz el-Ferharî’nin en-Nâhiyetü an Ta’nı Emîril-Mü’minîn Muaviye, Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, Hüseyn Hilmi Işık’ın Eshab-ı Kiram kitapları dışında bu mevzuda tarafsız yazılmış muteber eser yok gibidir.
    Bir yandan tarihçiler, bir yandan da, Şah İsmailin bozguna uğrayan ordusunun döküntüsü olup, tekkelere sığınan Bâtınîler, Türk halkına ve kemale varamamış bazı tasavvufçulara Eshab-ı kiram ve Emevî düşmanlığı bulaştırdı.
    Halbuki İranlı Şiî bir ya¬zar olan Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halifeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun uygulanmış olma¬sıdır” diyor. (İslam - İdealler ve Gerçekler, 120-12)
    Emevî halifeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülme¬lik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Va¬tandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazret-i Peygamber’in Buhari’de geçen “Kayser’in şeh¬rine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadîsinin müj¬desine kavuşulmuştur.
    Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişti. Avrupa’ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bun¬ların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zul¬metmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler.
    Emevîler, iktidarlarının yarısına varmadan, İslâm devletini, tarihin en büyük imparatorluğu hâline getirdiler. Kısa süren hilafetleri, fetihler, imar ve ilmi faaliyetler cihetiyle İslâm tarihinin en parlak devrelerinden birini teşkil eder. Buna rağmen halkın bir kısmının kalbinde kendilerine karşı bir hoşnutsuzluk vardı. Birlik ve dirlik endişesiyle, muhalefeti sertlikle bastırdılar. Bu hoşnutsuzluğu Ali ve ehl-i beyt taraftarlığı kisvesi arkasına gizleyerek fırsat buldukça başkaldırmayı ihmal etmediler. Emevîlerin düşüşüyle beraber bu aleyhtarlık kat kat mübalağa ile dile ve yazıya dökülmüştür.
    Kurtubî’de geçtiği üzere, Emevileri hicveden şiirleriyle meşhur İbn Kays (v.694) demiştir ki, “Ümeyye oğullarından hoşlanmamanın tek sebebi, onların öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir.” Yani hasımları, öfkelenip, kontrollerini kaybetsinler istiyor; olmayınca husumetleri artıyordu.
    Emevî aleyhtarlığı arkasındaki hakiki sebep şudur: Emevi halifeleri, selef-i sâlihînin yolundan ayrılmayarak, mütemadiyen iktidardaki hanedanın yıkılmasını gaye edinen muhtelif mezheplerdeki muhaliflerine karşı, mutedil, sünnî bir dini inkişafı desteklemişlerdir. İslâmiyeti bir devlet dini olarak geniş bölgelere yaymış, dindarlara saygı duymuşlardır. (Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi, 2/395-396)
    İhtilalci Ebu Müslim Horasanî’ye atfedilen ve Emevîlerin neden yıkıldığını izah eden şöyle bir söz vardır: “Dostlarını uzaklaştırdılar; düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırdıkları düşmanları dost olmadı ama, uzaklaştırdıkları dostları düşman oldu”.
    30 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Vehhab Allahü tealanın ismi olduğuna göre, Vehhabi demek doğru mudur?
    Cevab: Malum mezhebin kurucusunun adı Muhammed bin Abdilvehhab olduğu için, bütün Müslümanlar bu mezhebe Vehhabilik adını vermiştir. Meşhur olan isim budur. Nice ulema, bu tabir ile onları anmıştır. İbni Abidin’de, Nimet-i İslam’da da böyledir.  Caiz olmasa anmazlardı.
    21 Haziran 2017 Çarşamba
  • Sual: İslam beldesinde yaşayan gayrimüslim tebaaya kilise yapma izini verilir miydi?
    Cevab: İslam beldesinde yaşayan gayrimüslimler, eğer burası sulh yoluyla alınmışsa, sulh anlaşmasına göre; anveten (savaşla) alınmışsa veya bu beldeyi Müslümanlar kurmuşsa (Bağdad gibi) halifenin izniyle mabed yapabilir; mevcut mabedlerini tamir edebilirler. Bunun için hazine de kendilerine yardım edebilir. Osmanlılarda bunun çok misali vardır. Sultan Abdülhamid devrinde pek çok fakir gayrimüslim cemaate mabed yapmaları veya mevcut mabetlerini tamir etmeleri için hazineden yardım edilmiştir. Gayrımüslimler de İslâm devletinin teb’ası, yani vatandaşıdır.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Ali, Hz. Ebubekir e ne zaman biat etti? Hazret-i Fâtıma’nın vefatına kadar biat etmediği doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i Ali, halife seçildiği gün gelip biat etti. Herkesin halifeye biat etmesi lazım gelmediği gibi, hanımların biati de aranmaz.  Birkaç ehil kişinin biati (seçimi) ile halife akdi tamam olur. Sonraki biatler, tayin değil, sadakat (bağlılık) biatidir. Biat etmese de, meşru halifeye itaat lazımdır. Hazret-i Fâtıma, biat etmemiş olsaydı, halifenin huzuruna çıkıp, babasının mirasını İstemezdi.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Hadice ticaret yapar; erkek ve kadın herkesle irtibat halinde iken, Peygamberimiz kendisiyle evlenmiştir. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Hazret-i Hadice ile bi’setten çok evvel evlenmiştir.  O zaman İslâm şeriatı gelmemişti. Şeriatın pekçok hükümleri, Hadice validemizin vefatından sonra gelmiştir. Bu bir. İkincisi, Hazret-i Hadice’nin ticaret hayatı yaparken, erkeklerle görüştüğünü nereden çıkardınız? Kendi kölesi Meysere vâsıtasıyla yapar; yabancı erkeklerle asla görünmez ve konuşmazdı. Tesettüre dikkat ederdi. Zaten bi’setin başında, gelenin Cebrail aleyhisselâm olup olmadığını da böyle anlamıştır. Melek geldiği zaman başörtüsünü indirmiş; melekler avret yeri açık olanların bulunduğu yere gelmeyeceği için, melek kaybolmuştur. Hazret-i Hadice, gelenin Cebrail aleyhisselam olduğunu kati olarak anlamıştır.
  • Sual: Çorum da 3 tane sahabi türbesi var. Bulundukları türbe ve oraya gelmeleri sahih midir?
    Cevab: Bunu bilmek mümkün değildir. Hazret-i Ömer devrinden itibaren müslümanlar Anadolu’ya gelmeye başladılar. Hazret-i Muaviye’den itibaren İstanbul’u bile kuşattılar. Anadolu’nun merkezinde, mesela bugün Emirdağ yakınlarındaki Amorrion’da büyük muharebeler oldu. Bu vesileyle çok sayıda sahabi Anadolu’ya gelmiş ve burada vefat etmiş olabilir. Buna dair türbeler sonradan rivayet ve keşif üzerine tesis edilmiştir
    12 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Halifeye isyan caiz değilse, İmam-ı Azam'ın İmam Zeyd’i desteklemesini nasıl değerlendirmek lazımdır?
    Cevab:
    İmam-ı Azam’ın, Zeyd’i ve İbrahim’i desteklediği doğru değildir; muhtemelen Şiî rivayetleridir.İmam-ı Azam, İmam-ı Zeyd’den hadis rivayet etmiştir. Bu sebeple yakıştırılmış olabilir. İmam-ı Azam Ebu Hanife, fâsık, zâlim veya kâfir bile olsa halifeye veya hükümete isyanı şiddetle men eder. Bunda kendisini tehlikeye atmak vardır.Fâsık bir hükümdarın kan dökülmeden, fitneye sebep olmadan azli mümkün ise azledileceğini; değil ise sabredileceğini buyurmuştur. Hazret-i Hüseyn’in torunu İmam Zeyd ise yanındakilerin hıyanetleri sebebiyle isyancı pozisyonda düşmüştür. Neticede isyan etmiş olsa bile günahtır; bu şer’en caiz olduğunu göstermez. Hazret-i Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr hareketleri tam manası ile isyan sayılmaz. Her ikisi de sahabidir ve ictihadıyla hareket etmiştir. Hüseyn, efdal varken, mefdulün, yani faziletli biri varken, daha az faziletlinin hilafetine muhalif ictihadda idi. bu sebeple Yezid’e biat etmemişti. Kûfeliler, kendi siyasî emelleri için Hüseyn’i istismar ettiler. Abdullah bin Zübeyr ise, bir rivayette iktidar boşluğunda kendisini halife ilan etmişti. II. Muaviye tahttan feragat edip daha Mervan’a biat edilmeden kendisini halife ilan etmişti. Kaldı ki Hicaz ve Şam o zaman iki ayrı memleket olarak kabul edilebilir.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: İslâm hukukunda yakarak idam etmek caiz mi haram mı?
    Cevab:
    Caiz değildir. Hazret-i Ali’nin zındıkları ateşte yakarak idam ettiğine dair bir rivayet var ise de, Abdullah bin Abbas, “Ateşle azap ancak Allah’a mahsustur” hadis-i şerifini haber verince, “Bunu evvelden duysaydım, öyle yapmazdım” buyurmuştur. Büyük bir sahabi de olsa, her hadis-i şerifi işitmiş olması beklenmez. Hazret-i Ali, Kur’an-ı kerimde zındıkların ateşle azab edilecekleri manasına gelen âyet-i kerimeleri onların ateşte yakılacaklarına dair delil almıştı. Sonra bu hükmünden vazgeçti. Zındıkları ceza olarak yakmayı ictihad etti. Zira Kur’an-ı kerimde buna işaret eden âyet-i kerimeler vardır. Her hadisi her âlimin duyması o zaman için beklenmezdi.
    7 Mayıs 2019 Salı
  • Sual: Hazret-i Ömer’in Hazret-i Fâtıma’ya vurup çocuğunu düşürdüğü doğru mudur? 
    Cevab: Şiîler, ideolojilerini desteklemek adına, Sahabe-i kiram ve selef hakkında çok şey uydurmuştur. Ehl-i beyti sevmek ve hürmet etmek Müslümanın şiarı iken, Hazret-i Ömer bunu bilmez mi?
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Abbasi Devleti’nin, ateistliği açık ve ortada olanlara ilişmediğini yazıyorsunuz. Bu ateizm propagandası yapmak mıdır? Yoksa ateist olduğunu açıkça söyleyebilmek midir? Bir de, mürted olanlar için de hüküm böyle mi idi?
    Cevab: Herkes şer’î devlette istediği gibi inanabilir, inancının icaplarını yerine getirebilir. Ancak müslümanlığa hakaret etmek ve Müslümanlar arasında misyonerlik yapmak yasaktır. Mürted böyle değildir, o suç işlemiştir. 
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Ebu Davud’da geçen “Ümmeti kendi üzerlerinde birleştiren on iki halife başınızda olduğu sürece, bu din de sizlerde devam edecektir” hadisindeki 12’den kasıt nedir?
    Cevab: Şah Veliyullah Dehlevî, Kurretü’l-Ayneyn kitabında diyor ki: “Buradaki 12 halife, 4 halifeden sonra, Muaviye, Abdülmelik ve 4 oğlu ile Ömer Bin Abdülaziz ve Abdülmelik'in torunu Veliddir”.
    26 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Fethedilen yerdeki kiliselerin akibeti ne olur?
    Cevab: Sulh ile fethedilen yerlerdeki kiliseler sulh anlaşmasına tâbidir. Anveten, yani harb yoluyla fethedilen yerlerdeki kiliseler Müslümanlara ganimettir. Halife ister camiye çevirir, isterse yıkar, isterse kilise olarak bırakır.
    14 Aralık 2019 Cumartesi
  • Sual: Abbasî devrindeki Mihne meselesi hakkında ne dersiniz?
    Cevab: Halife Memun, Mutezile mezhebinde olduğu için, Kur’an-ı Kerim'in mahluk olduğuna inanıyor ve meşhur âlimlere böyle söyletmek istiyordu. Bu sebeple hepsine işkence yaptı; ama muvaffak olamadı. Bu devre mihne devri denir. Mihne, sıkıntı demektir.
    2 Mart 2020 Pazartesi
  • Sual: Roma’nın fethine dair hadis-i şerif var mıdır?
    Cevab: Hazret-i Peygamber, “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır; onun askeri ne iyi askerdir” buyurarak müminlere İstanbul’un fethini müjdelediği gibi, Roma’nın da fethedileceğini müjdelemiştir. Deylemî’nin Müsnedül-Firdevs eserinde geçen hadis-i şerife göre, “Lâ tekumüs-sâa, hattâ yeftehallahu alel-mü'minînel-kostantîniyyetir-rûmiyyete bit-tesbîhi vet-tekbîr”. Yani, Allahü teala müminlere teşbih ve tehlille Roma’nın fethini nasip etmedikçe kıyamet kopmaz. Araplar, Kostantiniyye es-Sugrâ veya yalnız Kostantiniye dedikleri zaman İstanbul’u; Kostantiniyeti’r-Rûmiyye veya Kostantiniyyeti’l-Kübrâ dedikleri zaman Roma’yı kast ederler. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, kıyamete yakın, Mehdi aleyhirrahme zuhur edince, Roma fetholunacaktır. Zira fetih, tekbir ve tehlille müyesser olacaktır.
    1 Nisan 2020 Çarşamba
  • Sual: Kâbe-i Muazzamanın kapandığı, hac ve umrenin yapılamadığı zamanlar oldu mu?
    Cevab: Elbette. 14 defa ibadete kapandığı biliniyor. Sel ve sair afetler haricinde, mesela IX. asırdaki Bâtınî isyanları sebebiyle Kâbe’ye girilemediği zamanlar oldu. 930 senesinde Karmatîler Mekke’yi işgal etti; hacıları öldürdü; hatta Hacerülesved’i bile söküp Bahreyn’e götürdüler. 1979’de İhvan isyanı esnasında da Kâbe ibadete kapatıldı.
    1 Nisan 2020 Çarşamba
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • TR
  • EN
© 2019
  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder