Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“Cihad”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Bir Müslüman, Müslümanların hâkimiyetinde olmayan bir ülkede yaşayabilir mi? İslâm ülkesine göçmek zorunda mıdır?
    Cevab: İbn Âbidîn hazretleri diyor ki: Bir İslâm ülkesi, gayrımüslimler tarafından işgal edilse ve işgalcilerin tayin ettiği hâkimler, burada İslâm ahkâmını tatbik ediyorsa, orası İslâm ülkesi olarak kalmaya devam eder. Burada yaşayan müslümanlar kendi aralarından birini müftü, emîr, hâkim tayin ederler ve bu kimse ahkâm-ı islâmiyeyi icrâ eder. Buna da imkân olmazsa, orası İslâm ülkesi olmaktan çıkar ve müslümanlar için esâret statüsü söz konusu olur. Esâret hayatında, esîrler, her istediği zaman oradan çıkmaları mümkün olan müslüman müste’menler gibi değildir. Orada müslüman olan kimselere benzerler. Bunların tâbi olduğu hükümler, İslâm ülkesinde yaşayan müslümanlardan biraz farklıdır. Meselâ bunlar hakkında had ve kısas cezaları tatbik olunmaz. Abdülganî Nablusî de, “Bu durumda, yani başta müslüman idarecilerin bulunmadığı esâret durumunda, hâkimin hükmüne gerek olan yerlerde, meselâ yetimlerin evlendirilmesi, mallarının idaresi, nikâhda tefrike karar verilmesi, müşterek mülkde tamire karar verilmesi gibi hallerde, halkın ulemâya tâbi olması gerekir. Nitekim o beldede bulunan sâlih bir din adamı, müslümanları idare eder, bu gibi hukukî meseleleri çözer, böylece hâkim (kâdı) vazifesi görmüş olur” diyor (el-Hadîkatü’n-Nediyye). İsmail Hakkı Bursevî der ki: Bir şehirde şer’ ile ikâmet mümkin olmıycak, oradan şehr-i âhere hicret gerekdir. Yani bir beldede ahkâm-ı islâmiyeye uyarak oturmak mümkün olmazsa, başka beldeye hicret edilir. (Kenz-i Mahfî, Mebhas-i sâmin sonu.) Nitekim Hazret-i Peygamber, Mekke’de müşriklerin baskıları dayanılmaz hale geldiği bi’setin beşinci yılında, ilk Müslümanlara, Hıristiyan bir hükümdarın hâkim bulunduğu Habeşistan’a hicret etmelerini söylemiş; bunlar Habeşistan’da birkaç sene rahat yaşamışlardı. Yine Hazret-i Peygamber, Sahâbe’den Huzeyfe’ye, fitne zuhurunda, müslümanların cemaati ve hükümeti bulunmadığı zaman, gerekirse dağda yaşayıp insanların arasına karışmamasını emr buyurmuştur. Bütün bunları nazar-ı itibare alan İslâm uleması, “Bid’at ve fıskın çoğaldığı yerlerde oturmak nehyolundu. Dinini muhafaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih kimse kalmayıp, fesad ve bid’at artınca, tatlı dille de olsa kendisini koruyamıyorsa, dinini izhar edemiyorsa, mahkeme vâsıtasıyla da kendisini koruyamıyorsa, evine çekilir, insanların arasına karışmaz. Evine de saldırılırsa, başka mahalleye hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek gerekir. Bütün şehirlerde, müslümanlara saldırılıyorsa, başka İslâm ülkesine hicret edilir. İslâm devleti yoksa, insan haklarına riayet edilen, ibâdet etmek serbest olan bir kâfir memleketine yerleşmek lâzım olur” demişlerdir. İngiltere, Kanada ve Birleşik Amerika gibi insan haklarına saygı gösteren ülkelerde, hatta Yahudîlerin hâkim olduğu İsrâil’de yaşayan müslümanların, adına İslâm ülkesi denilen bazı Arap ve Afrika devletlerindeki dindaşlarından çok daha rahat yaşadıkları ve dinlerini izhâra kâdir oldukları malumdur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Cuma namazından sonra zuhr-ı âhir denilen namaz bid’at mıdır? Kılınmasa olmaz mı?
    Cevab: Cuma günleri zuhr-ı âhir (âhir zuhr, son öğle) denilen namazın kılınması zaruret sebebiyle kabul edilmiştir. Çünki Cuma namazının sahih olabilmesi için, namazın kılındığı yerin şehir olması, namazı sultanın veya nâibinin kıldırması gibi şartların yanında, bu namazın bir beldede tek bir câmide kılınması gerekir. Bunun için Anadolu’da Cuma namazları şehir ve kasabaların Câmi-i Kebîr (Ulu Câmi) adı verilen en merkezî büyük câmiinde kılınırdı. Rivâyete göre, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe, Cuma günleri Dicle üzerindeki köprüyü kaldırtır, böylece Bağdad iki şehir hâlini alarak her birinde Cuma namazı kılınırdı. Sonraları şehirlerin büyümesi ve müteaddid câmilerde Cuma namazı kılınmaya başlanması üzerine ulemâ Cuma namazının sahih olmaması tehlikesine binâen o günki öğlenin farzı yerine geçecek “zuhr-ı âhir” adıyla dört rek’atlık namaz kılınmasını ictihad etmiştir. Dârülharbde Cuma namazı farz olmamakla beraber Müslümanlar toplanıp kılarsa, sahih olur. Bunu da özürsüz terk etmek câiz olmaz. (İbn Âbidîn).
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir Müslümanın kâfirlere domuz eti ve şarap satması caiz midir?
    Cevab: Dârülislâmda müslümana ve kâfire domuz eti, leş, şarap satamaz. Çünkü Müslüman için bunlar mal değildir. Dârülharbde bunları kâfire satmak İmam Ebu Hanife’ye göre câiz ise de, iş haline getirmek müslümana yakışmaz.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hadîs-i şerifte "Îmânında veyâ ibâdetinde bid'at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur" ve yine "Bir kimse, bir bid'at meydâna çıkarsa veyâ bir bid'ati işlese, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların la'neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz" diyor. Burada yazanlardan sadece itikadında değil, ibadetinde de bid'at olana sert bakmak ve onları da bid'at ehli kabul etmek gerektiği, onların da ibadetlerinin kabul olunmayacağı anlaşılmıyor mu?
    Cevab:

    İbni Âbidîn hazretleri bid'at ehlinin imamlığının mekruh olduğunu anlatırken der ki: Bid'at, Peygamber aleyhisselâmdan ma’lum ve meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu inad sebebiyle değil bir nevi şübhe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri bid'at sebebiyle tekfir edilemez. Bid'at ehlinden murad, haram olan bid'atı irtikâb edendir. Bazı bid'atler vaciptir. Delâlet fırkalarına red cevabı vermek için delil getirmek, kitap ve sünneti anlatan nahiv ilmini öğrenmek bu kabildendir. Kışla ve medrese yapmak, Cuma hutbesinde zamanın sultanına hayır dua etmek ve İslâmiyetin ilk zamanlarında olmayan her hayrı meydana getirmek gibi şeyler mendup bid'at; mescidleri süslemek gibi şeyler mekruh bid'at; lezzetli yemeklerle meşrubat ve elbiselerde bolca davranmak gibi şeyler mubah bid'attır. Yani bid'at beş kısımdır.
    İtikadda olsun, amelde olsun bid’at, yani dinde Hazret-i Peygamber ve eshabı zamanında olmayan bir yenilik çıkarana veya bunu yayana bid’at ehli denir. Bu bid’at bazen küfrdür. Ehl-i bid’at aslâ şüphe götürmeyecek delillere karşı inat ederek bid’ata inanır. Meselâ haşrı veya bu kâinâtın sonradan var edildiğini kabul etmezse kat’iyetle kâfir olur. Tenasüha inanmak da böyledir. Bir nevi şübhe varsa, bid'atcının tekfirine mânidir. Meselâ Allahü teâlâyı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin, «O azamet ve celâlinden dolayı görülmez» demeleri bu kabildendir. Yani böyle söyleyen ehl-i bid’ata kâfir denilmez. Bu bid’at haramdır. Bid’at bazen tahrimen mekruhtur. Amelde çıkarılan bid’atlerin çoğu böyledir. Nâfile namazı cemaatle kılmak gibi.
    Amelde bid’at çıkarmak da itikadda bid’at gibidir. Dinde olmayan bir amelin, dinde olduğuna itikat etmekte ve bunu yaymaktadır. Çünkü bir ameli âdet edinen kimse onun dinden olduğuna mutlaka itikad edecektir. Meselâ Şia tâifesinin çıplak ayaklara mesh etmesi, mest üzerine meshi inkârda bulunması gibi şeyler bu kabildendir. Binaenaleyh itikadda da, amelde de bid’at çıkarıp yayana, bir de bid’at olduğu icma’ ile hususlara itikad ve amel edene (Şiîler gibi) bid’at sahibi denir.
    Bid’atı çıkarmayıp yaymayana, ama inanana bid’at ehli denmesi için bu bid’atın icma’yla sabit bir hususa aykırı olması gerekir. Bir hususun bid’at olduğunda ihtilaf varsa, bunu yapana bid’at ehli denmez. Meselâ abdestte başını üç ayrı su ile üç defa meshetmek böyledir. Bunun bazıları mekruh, bazıları bid'at olduğunu söylemiş, bazıları da bir beis yoktur demiştir. Akşam namazını kıldıktan sonra cemaate uymanın mekruh veya bid’at olduğu söylenmiştir. Namazda selâm verirken ve berekâtuh demek bid’at veya mübâh yahud müstehabdır. Namazda dil ile niyet Hanefî’de bid’at, Şâfiî'de müstehabdır. Namaz kıldıktan sonra “Allah kabul etsin” demek İmam Malik'e göre mekruh, İmam Evzaî'ye göre bid'at ise de Hanefî ulemâsı müstehap demektedir.
    Bir husus için sünnet ve bid’at diyenler varsa o işi yapmamak; vâcib veya bid’at diyenler varsa o işi yapmak lâzımdır. Bu kimse vitir namazında kunutu ikinci rek’atte mi yoksa üçüncüde mi okuduğunda şübhe ederse, kunutu tekrarlar. Birinci veya ikinci rek’atlarda kunut okumak bid'attır. Ancak kunut vacibtir. Vacible bid'at arasında tereddütlü bulunan şey ihtiyaten yapılır.
    Bir şeyin bid’at olduğunu bilmeyen kimseye de bid’at ehli denmez; ama öğrenmemek kabahattir. Farz ve haramı öğrenmek farz; vâcibi ve tahrimî mekruhu öğrenmek vâcib, sünnet ile tenzihî mekruhu öğrenmek sünnet, müstehabı öğrenmek müstehabdır. Meşhur farz ve haramları dârülislâmda bilmemek özür değildir. Dârülharbde özür ise de imkânı olduğu halde öğrenmemek ayrıca kabahattir.
    İbâdeti kabul olmamak demek, sahih olmamak demek değildir, ibadetlerine sevap verilmez demektir.
    Bir de bid’at ehline sert davranmak dârülislâma mahsustur. Burada kendisine sert davranıldığını gören bir bid’at sahibi bunun sebebini düşünüp uyanarak ıslaha ve tevbeye yanaşabilir. Ama dârülharbde böyle bir şey beklenemeyeceği için kimseyi kendisine düşman etmeyecek şekilde davranmalıdır.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual:

    Eti yenen ve yenmeyen hayvanlar hangileridir?

    Cevab:
    HELÂL ET MESELESİ: Bir etin helâl olması, hayvanın eti yenen hayvanlardan olup olmasından başka, hayvanı kesen ve kesim şekli ile de alâkalıdır. Eti yenen hayvanlar usulüne uygun bir şekilde kesilirse, eti ve her şeyi helâl olur. Eti yenmeyen hayvanlar usulüne uygun şekilde kesilirse, etinden başka her şeyi helâl olur. Domuz ve köpek müstesnadır.


    Eti yenen-yenmeyen hayvanlar

    Domuz ve köpek eti ittifakla helâl değildir. Avını köpek dişi ile veya pençesi ile yakalayan hayvanın eti de helâl değildir. Dolayısıyla arslan, kaplan, kurt, fil, ayı, kedi gibi yırtıcı hayvanlar ile pençeli olup başka kuşlara saldıran kartal, atmaca, şahin, doğan, pençesizlerden de leş yiyen çaylak, akbaba, leş kargası gibi yırtıcı kuşlar helâl değildir. Ancak Mâlikîlere göre dört ayaklı yırtıcı hayvanlar kerahetle helâldir. Kirpi, gelincik, tilki, sırtlan, samur Şâfiî’de helâldir. Kirpi, köstebek, yılan Mâlikî’de helâldir. Tilki ve sırtlan Hanbelî’de helâldir, kirpi Hanbelî’de helâl değildir. Çakal Şâfiî’de de haramdır. Kırlangıç, hüdhüd (ibik kuşu), yarasa, baykuş, papağan, tavus kuşu, saksağan [penguen] helâldir. Bunlar Şâfiî’de helâl değildir. Leş kargası yenmez. Ekin kargası ve kara karga Hanefî ve Mâlikî’de helâldir. Güvercin, turna, toy, bülbül, keklik, bıldırcın, sığırcık, serçe helâldir. Leylek helâl olmakla beraber insanlar bunu yemeği hoş görmezler.

    Deniz mahsullerinden balığa benzeyenleri yemek câizdir. Midye, karides, istakoz, ahtapot, kalamar gibi balığa benzemeyenleri yemek helâl değildir. Timsah ve kurbağa hariç hepsi Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî’de helâldir. Hem suda, hem karada yaşayan yengeç, kunduz, kurbağa [fok, su samuru] gibileri Hanefî ve Şâfiî’de helâl değildir. Mâlikî ve Hanbelî’de helâldir; bunlardan kaplumbağa gibileri kesilerek yenir; yengeç gibi akar kanı olmayanlar balık gibi tutulup yenir. Timsah dört mezhepte de helâl değildir.

    Karada, suda yaşayan haşaratı yemek helâl değildir. Meselâ, kertenkele, kaplumbağa, yılan, kurbağa, arı, pire, bit, sinek, akrep, midye, yengeç, fare, köstebek, kirpi, sincap yemek helâl değildir. Bütün kara haşereleri Mâlikî’de kerahetle câizdir. Çekirge ittifakla helâldir. Ancak Mâlikî’de kendiliğinden değil, dışarıdan bir müdahale ile ölmüş olması gerekir.

    Sığır (inek, öküz, manda), davar (koyun, keçi), deve, kümes hayvanları (tavuk, ördek, kaz), yabanî eşek (zebra), tavşan, zürafa, geyik, yaban sığırı, yaban keçisi helâldir. At eti İmam Ebu Hanife’ye göre tenzihen mekruhtur. Diğerlerine göre helâldir. Ehlî eşek ve katır yenmez. İki ayrı cins hayvanın yavrusu anasına tâbidir. Mâlikî ve Şâfiî’de biri ehli, diğeri vahşi iki hayvanın yavrusu yenir.

    Kendiliğinden ölen hayvan helâl değildir. Ölmek üzere olup usulünce kesilen hayvan helâldir. Ava atış yapıp bu darbe ile ölen hayvan helâldir. Balık ve çekirge kendiliğinden ölse bile helâldir.


    Hayvanın kesim usulü

    Hayvanın boğazında merî denilen yemek borusu, hulkûm denilen hava borusu ve evdâc denilen iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört borudan üçü bir anda kesilmelidir. İmam Ebu Yusuf’a göre mutlaka yemek, nefes ve şah damarından biri kesilmelidir. Hayvanı yalnız ensesinden kesmek câiz değildir. Şâfiî ve Hanbelî’de yalnızca nefes ve yemek borusu kesilir. Mâlikî’de nefes borusu ile iki şah (boyun) damarını kesmek gerekir. Başı tamamen kesilen hayvan dört mezhepte de kerahetle helâldir. Hayvan kesildiği zaman boğaz çıkıntısı başta kalırsa helâldir; vücud tarafında kalırsa Hanefî ile bazı Mâlikîlere göre helâl, Şâfiî ve Hanbelî ile Mâlikîlerin ekseriyetine göre helâl değildir.

    Hayvan ensesinden kesilip nefes borusunu keserken canlı ise Hanefî ve Şâfiî mezhebinde helâl olur. Mâlikî mezhebinde ensesinden kesilen hayvan hiç helâl olmaz.

    Kesmeyip de, bir yerine bıçak saplayarak, ensesine ve alnına vurarak veya boğarak veya ilaçlayarak, elektrikleyerek öldürülen kara hayvanları leş olur. Bunları yemek helâl değildir.

    Su içinde kendiliğinden ölüp, karnı üst tarafta duran balık helâl değildir. Bunun dışında ağ ile, saçma ile, ilaç ile, sarsıntı ile ölen her balık helâldir.


    Hayvanı kesen kimse

    Müslümanın veya Ehl-i kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) Allah’ın ismini veya bir sıfatını, herhangi bir lisan ile söyleyerek kestiği hayvan helâldir. Besmele unutulursa helâl olur. Besmelenin kasden terk edilerek kesilen hayvan Hanefî’de helâl değildir, Şâfiî’de kerahetle helâldir. Mâlikî mezhebinde, Besmelesi unutulan da helâl değildir. Av hayvanını da yakalarken besmele çekilmezse veya avı Müslüman veya Ehl-i kitap olmayan biri yakalarsa bunun eti helâl değildir. Ancak böyle tutulan balık helâldir. Kesen müşrik, putperest, ateist ve mürted ise kestiği hayvan hiç helâl değildir. Yedi yaşından küçük çocuğun, delinin ve sarhoşun kestiği de helâl değildir. Şâfiî’de kerahetle helâldir.


    Hayvanı keserken besmele

    Allah’tan başkası için kesilen hayvan yenmez. Makam sahipleri bir yere gelince şerefine kesilen hayvan yenmez. Çünki Allah’tan başkası için hayvan kesmek olur. Keserken Allah’ın ismini söylese de yenmez. Eğer gelene yedirmek için kesilirse helâl olur. Ehl-i kitabın Allah’ın değil de, İsa veya Uzeyr Peygamber’in ismini söyleyerek kestiği hayvan yalnızca Mâlikî mezhebine göre kerahetle helâldir.

    Arapça bildiği halde, besmeleyi başka lisan ile söylemek câizdir.

    Bir hayvana söylenen tekbir ile başka hayvan kesilemez. Tekbirin kesen tarafından söylenmesi lâzımdır. Bıçağa yazmak olmaz.

    Besmele ile gönderilen av köpeğinin ve doğan kuşunun yakalayıp ısırarak yaralayıp öldürdüğü av hayvanı helâldir. Diri getirdikleri av hayvanını kesmek lâzımdır. Köpeğin, yaralamayıp boğduğu ve yaralayıp etinden yediği av yenmez.


    Hayvanın yenmeyen yerleri

    Kurbanın ve eti yenen her hayvanın yedi yerini yemek haramdır. Bunlar, akan kan, bevl âleti [zekeri], hayaları [koç yumurtası], bezleri [guddeleri], safra kesesi, dişi hayvanın önü ve bevl kesesi [mesâne]. Gudde herhangi bir hastalık sebebiyle deri ile et arasında meydana gelen sertleşmiş ez bezeleridir.

    Hayvanı usulünce kesmek veya av hayvanı ise vurmak suretiyle hayvan temiz olur. Yemesi helâl ise yenir. Eti yenen hayvanlardan kendiliğinden ölenler leş olur. Eti yenmez ise de, kılı, kemiği, dişi temizdir. Derisi tabaklanınca temiz olur. Eti yenmeyen hayvan usulüne uygun kesilince yalnız derisi temiz olur. Domuz ve yılan derisi tabaklansa bile temiz olmaz. Domuzun hiçbir yerinden istifade edilemez. Hanefî ve Mâlikî’de kılı ayakkabı dikişinde kullanılabilir. Şâfiî’de köpeğin de derisi tabaklansa bile temiz olmaz.

    Helâl et ile helâl olmayan et beraber aynı çömlekte pişirilirse yenmez. Deniz hayvanlarından yemesi câiz olmayanlar temizdir. Helâl et beraber pişirilirse, deniz mahsulleri ayırılıp kalan kısmı yenir. Balığın içi yenmez; ama salamura ise veya böylece pişirilmiş ise temizlenip kalanı yenir. Eti yenmeyen hayvanın kesildiği bıçak ile kesilen veya böyle etin doğrandığı tahta üzerinde doğranan helâl et yıkanır veya ateşte pişirilirse temiz olur. Haram etin kızartıldığı ızgara üzerinde helâl eti kızartmak câizdir. Çünki ateş temizleyicidir. Tavuk tüyleri yolunmadan ve içi temizlenmeden kaynar suya atılıp 20-25 saniye bekletilirse necis olur ve yenmez. Çünki içindekilerle beraber pişer ve içindeki necaset derisine akseder. Ancak kaynar olmayan sıcak suya atılırsa, eti helâl olur, ancak tüyleri yolunup içi boşaltıldıktan sonra derisini soğuk suyla yıkamak gerekir. Et şarap ile kaynatılırsa necis olur, yenmez. Üç kere temiz su ile kaynatıp her birinde soğutulursa temiz olur denildi.

    Müslüman kasaptan alınan bir etin, nasıl kesildiği bilinmiyorsa, helâl olmak ihtimali varsa, yani kesenler Müslüman-Ehl-i kitap ve müşrik-mürted karışık ise, yemek helâl olur. Harâm olduğu görerek veya âdil bir müslümanın haber vermesi ile anlaşılarak bilinirse yenmez. Fakat sorup araştırmak lâzım değildir. Ehl-i kitabın dârülharbde kesmiş oldukları aksi sâbit olmadıkça helâl ve temiz kabul edilir. Ehl-i kitap olmayanın etli yemeklerini yemek onların kestiği kat’î bilinmediği için kerahetle câizdir. Böyle kasaptan alınan etler de kerahetle helâldir. Çin gibi Budist veya Küba gibi komünist memleketlerde satılan etin, Müslüman veya ehl-i kitap olmayan biri tarafından kesildiği yahud leş olduğu bilinmedikçe, alınıp yenmesi câizdir. Çünki burada Ehl-i kitap ve Müslümanlar da yaşamaktadır.

    4 Kasım 2010 Perşembe
  • Sual: İslâmiyetten haberi olmayan Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin âhirette gideceği yer hususunda Müslüman kaynakları ne söylemektedir?
    Cevab:

    “Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” mealindeki âyet-i kerimeleri (İsrâ: 15, Kasas: 59) nazara alan İmam Eş’arî, kendilerine peygamber gönderilmeyen gayrımüslimlerin ehl-i necat olduğunu, yani cehenneme gitmeyeceklerini söylemiştir. Çünki İmam Eş’arî, Şâfiî usulüne tâbi olduğu için, ibarelere çok ehemmiyet vermektedir. Ama aklî delillere ve şeriat sahibinin maksatlarını ön planda tutan İmam Mâtüridî, bunu gayrımüslimlerin peygamber gönderilmedikçe ibâdetten mesul tutulamayacağı mânâsına hamletmiş; Hazret-i İbrahim’in Kur'an-ı kerimde anlatılan yıldızlara, sonra aya, sonra güneşe bakarak, hepsinin battığını, o halde bunları böyle hareket ettiren ve asla batmayan (yok olmayan) bir yaratıcının bulunduğunu anlamak gerektiğini bildiren kıssasına (En’am: 76-78) bakıp, insanların aklıyla bir yaratıcının varlığını bulmaya muktedir olduğunu, o halde aklıyla bir yaratıcının varlığını bulamayanların ehl-i necat olmadığını söylemiştir.

    Ehl-i necat demek, cehenneme gitmez demektir. Peki nereye gider? Onu ikisi de söylemiyor. Bu hususta sonra gelenler tarafından çok farklı söylenmiştir. Bazıları cennete girer demiştir. Bazıları A’raf’ta, yani cennet ile cehennem arasında bir yerde kalır demiştir. Muhyiddin Arabî gibi bazıları, kıyamet günü Hazret-i Peygamber onları dine davet eder; kabul eden cennete, etmeyen cehenneme gider demiştir.

    Müşriklerin küçükken ölen çocukları için de bazıları “Her doğan, müslüman fıtratı üzere doğar” hadîs-i şerîfi gereği cennete gider dedi. Bazıları “Rabbimden müşrik çocuklarının cennette müminlere hizmetkâr olmasını diledim. Rabbim kabul etti. Çünki onlar babaları gibi müşrik değildir. Önceki misaktadır (yani ezelde verdikleri iman sözü üzeredir)” hadîs-i şerîfi gereğince cennette müslümanlara hizmetçi olur dedi. Bazıları Cennet ve Cehennem arasında kalan A’raf adlı yerdedir dedi. Bazıları, ilm-i ilahîde âkıl ve bâliğ oldukları zaman mümin olacağı belli ise cennete, değilse cehenneme gider dedi.  Bazıları anne ve babalarına tâbi olarak cehenneme gider dedi. Nitekim Hazret-i Hadice, Hazret-i Peygamber’e Câhiliye devrinde ölenlerin çocuklarının hâlini sorduğu zaman “Onlar ateşdedir” cevabını almıştı. Bazıları Allah’ın dilediği yerdedir dedi. Bazıları âhirette imtihan olunur ve mihnet çekerler dedi. Bazıları hayvanlar gibi toprak olurlar dedi. Bazıları ise sükûtu tercih etti. Bütün bunlar İmam Süyûtî’nin Tevşîh adlı eserinde zikredilmektedir. Hâdimî Berîka’da (C. I, s. 287-288) ve Kâdızâde Âmentü Şerhi’nde (s. 277) naklediyor. Görülüyor ki bu hususta hadîs-i şerifler ve kaviller muhteliftir. Süyûtî sahih kavli, İmam Muhammed’den ve Devânî’nin Nevevî’den naklettiği üzere Allahü teâlâ günahsız hiç kimseye azap etmeyeceği vechile bunların cehennemlik olmadığı istikametinde bildiriyor.

    Bu mesele, İmam Rabbani hazretlerinin Mektûbât’ında da ele alınmaktadır (I. Cild 259. mektub) Kelâmda müctehid olan  İmam Rabbânî, şöyle diyor: “Ebû Mensur Mâtüridî ve yetiştirdiği büyükler, acaba neden Allahü teâlânın varlığını ve birliğini aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda, çölde yetişip de putlara tapanların, peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Akılları ile bulmaları lâzım idi, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakikat duyurulmadıkça, kâfir olmayacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, peygamberler ile gönderilmektedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azap yapılmaz.”

    Şöyle bir sual sorulsa: “Dağda yetişip, hiç bir din duymayıp puta tapan müşrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lâzım gelir. Bu da olamaz. Çünki müşriklere, Cennet haramdır, yani yasaktır. Bunların yeri Cehennemdir. Nitekim, Allahü teâlâ, Mâide sûresi yetmişbeşinci âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın meâlen, (Allahü teâlâdan başkasına tapınanlar, başkalarının sözlerini Onun emirlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onların konacağı yer Cehennemdir) dediğini beyan buyurdu. Âhırette Cennet ile Cehennemden başka yer de yoktur. A’raf’ta kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalınacak yer, ya Cennettir, ya Cehennem! Bunlar hangisinde kalacaktır?”

    “Bu suali halletmek için, Fütûhât-i Mekkiyye sahibinin [Muhyiddin el-Arabî]: (Peygamberimiz, kıyâmet günü, bunları dine davet eder. Kabul eden Cennete, etmeyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakire iyi gelmiyor. Çünki âhıret, mükâfat yeridir, hesap yeridir. Emir yeri, iş yeri değildir ki, oraya peygamber gönderilsin! Çok zaman sonra, Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu meselenin hallini ihsan eyledi. Şöyle bildirdi ki, bu müşrikler, ne Cennette, ne Cehennemde kalmayacak, âhırette diriltildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatleri kadar mahşer yerinde azap çekecektir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmayacaklardır. Herkesin aklı birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanılırken, iyiliklerine, merhametine son bulunmayan sahibimizin, peygamberleri ile haber vermeden, yalnız akılları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşte yakacağını söylemek, bu fakire ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennette kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersiz ise; sonsuz azap çekeceklerini söylemek de öyle yersiz oluyor. Nitekim, itikadda ikinci imamımız Ebul-Hasen Eş’arî, bunların Cehenneme girmeyeceklerini söylüyorsa da, bu sözünden, Cennette kalacakları anlaşılıyor. Çünki ikisinden başka yer yoktur. O halde cevabın doğrusu, bize bildirilendir. Yani bunlar mahşer günü, hesapları görüldükten sonra, yok edileceklerdir. Bu fakire göre, kâfirlerin çocukları da böyle olacaktır. Çünki Cennete girmek, iman iledir. Ya kendisi iman etmiş olacak, veya imanlının çocuğu olduğu için, yahud ana-babası birlikte mürted olunca [dinden çıkınca], kendisi dârülislâmda kaldığı için imanlı sayılmış olacaktır. Dârülislâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmîlerin [gayrımüslim vatandaşların] çocukları da dârülharbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünki bu çocuklarda iman yoktur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, tekliften sonra inanmamanın cezâsıdır. Çocuk ise, mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi diriltilip, hesapları görüldükten sonra yok edileceklerdir. Eskiden bir peygamberin vefatından sonra çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozularak unutulduğu zamanlarda yaşayıp, peygamberlerden haberi olmayan insanlar da kıyâmette böyle sonradan tekrar yok edileceklerdir.”

    İmam Rabbânî hazretleri bu sözüyle Mâtüridiye ile Eş’ariye mezhebinin sözlerinin arasını bir bakıma bulmuş oluyor. İnsan, aklıyla düşünerek yaratıcının varlığını bilebilir. Ancak emir ve yasaklarla muhatap olmak, bir peygamberin bildirmesiyle olur. Bir yaratıcının varlığının bilgisi kendisine ulaşan bir kimse, düşünmezse ve düşünmediği için anlamaz ve iman etmezse veya düşünüp bulduktan sonra, bu akla ve fenne uygun değildir diyerek iman etmezse, mesul olur. Kendisine bir peygamber tebliği ulaşmadığı için, aklıyla düşünmeyip, bir yaratıcının varlığını anlamayan kimse, iman etmiş sayılmaz; ancak mesul de olmaz. Cennete de, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azap, buna yapılmaz. Hesabı görüldükten sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. İmam Rabbânî hazretlerinin, kıyamette hayvanların toprak olmasına kıyas ederek bu ictihada vardığı anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Rabbânî hazretleri Mebde ve Me’âd kitabının otuzuncu fıkrasında der ki, “Kelâm ilmine ait meselelerde bu fakirin kendine mahsus görüşü ve hususî ilmi vardır. Mâtüridiye ve Eş’ariye arasındaki ihtilaflı meselelerin çoğunda, o meselenin anlaşılması başladığı zaman hakikatin Eş’ariye tarafından olduğu malum oluyor. Fakat keskin görüş ve firâset nuru ile bakılınca, açıkça anlaşılıyor ki, hak, Mâtüridiye tarafındadır. Kelâm ilmindeki ihtilâflı meselelerde, bu fakirin reyi Mâtüridî âlimlerinin görüşüne uygundur.”

    Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizamı incelemek; peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrendikten sonra farz olmaktadır. Hanefî âlimi İbni Âbidîn hazretleri Reddü’l-Muhtar’ın mürted bâbında buyuruyor ki: “Buhârâ âlimleri dediler ki, peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz. Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtar olan kavl de budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allah’ın varlığını anlamaması özür olmaz) sözünden murat ve maksat, peygamberlerden işittikten sonra, anlamaması özür olmaz demektir, dediler. Bu takdirde İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin: (İnsanların akıllarıyla Allah’ı bilmeleri vâcib olurdu) kavlindeki (vâcib olurdu) kelimesinin manasını (lâyık olurdu) manasına hamletmek gerekir.” Demek ki Hanefî âlimlerinden bir kısmı da İmam Eş’arî’nin görüşündedir.

    Netice itibariyle İmam Rabbânî hazretlerine göre: Şâhikü’l-cibâl yani dağlarda yaşayıp kendisine peygamber tebliğatı ulaşmayan veya ehl-i fetret, yani bir peygamberden çok zaman geçip, iman bilgilerinin unutulduğu veya zâlimlerce değiştirildiği bir zamanda (fetret devrinde) yaşayan müşrikler cehenneme gitmeyecek, hayvanlar gibi yok edileceklerdir. Kâfirlerin küçükken ölen çocuklarını da böyledir.

    Şu kadar ki, dağlarda veya fetret devrinde yaşayıp, peygamber tebligatı kendisine ulaşmayan, fakat tevhid inancında olanlar ve bunların küçükken ölen çocukları böyle değildir. Bunların Mâtüridî ve Eş’arî mezhebine göre ehl-i necat olup, cennete gidecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim Kâdızâde Ahmed Efendi, Ferâidü’l-Fevâid adındaki Âmentü Şerhi’nde diyor ki: “Aklı olana özür ve bahane yoktur. Eğer câhil, İslâm dinini işitmeyip, nazar ile sahih marifet elde ederse, hakikaten mümin olup, Cennetlik olur. Eğer imandan ve küfrden birini elde edemezse, mazur olup, hükmen mümin kılınıp, Cennet ehli olur. Küfr itikad ederse, mazur olmaz, kâfir olur, Cehennem ehli olur. Zira ehliyeti olduğu açıktır. Âlimlerin çoğu Ebû Hanife mezhebini böyle beyan ettiler. Bazıları İmam-ı A’zam’a göre İslâm dinini duymayıp, küfr ve iman etmeyen mazur olduğu gibi; dini duyup, mukaddem tertiplerde [yani İbrahim aleyhisselâm kıssasında anlatıldığı üzere kâinattaki düzene bakarak Allahü teâlânın varlığını ve birliğini anlamakta] hata edip kâfir olan dahi mazur olur dediler. Eş’arî’den, “İslâm dinini duymayan, kâfir de olsa mazurdur. Ehl-i cennettir” diyenler buna delil İsrâ sûresi onbeşinci âyet-i kerimesinin sonu olan (Biz bir ümmete resul gönderip hak yoluna davet etmeyince, azab etmeyiz) kelâmını göstermektedirler. Hanefîler tarafından bu âyet-i kerime şer’î hükümler hakkında olup, ma’rifet hakkında değildir. Bu bildirilen ayrılıklar, ayırıcı akıl hakkındadır.” (İstanbul 1978, s. 22-23)

    İmam Gazâlî hazretleri Türkçeye de çevrilip basılmış olan Faysalü’t-Tefrika  kitabında, “Hazret-i Muhammed’in ismini hiç işitmeyenlerle, ismini işitse bile vasıf ve hususiyetlerini işitmeyenler veya bu vasıfları zıdlarıyla beraber işitenler rahmet-i ilahiyyenin şümulünde olup ehl-i necattır. Bugün İslâm daveti kendilerine ulaşmayan Rumlar ve Türkler böyledir. Çünki bunlar Hazret-i Peygamber’i belki işitmiştir ama, hayalî veya yalancı bir şahıs olarak işitmiştir” diyor. (Kâhire 1325/1907, s. 22 vd.) Bu da İmam Rabbânî hazretlerinin yukarıda zikredilen kavliyle benzemektedir. Nitekim bugün bütün dünyada Hazret-i Peygamber ve tebligatı doğru olarak herkes tarafından bilindiği kat’î olarak söylenemez. Hele İslâmiyet aleyhinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğü bir zamanda, basit insanların İslâmiyet ve Hazret-i Peygamber hakkında doğru bir bilgi öğrenmesi fevkalâde zordur.

    Said Nursî bugün dünyada yaşayıp İslâmiyeti hakkıyla işitmemiş olan gayrımüslimlerin ehl-i fetret olup cennete gideceğini söylediği için tenkid edilmektedir (Kastamonu Lâhikası, s. 69-70, 111; Mektubat, 28. mektup, 8. mesele, s. 385). Eş’arîler fetret ehline ehl-i necat dediği için, kendisi de Şâfiî-Eş’arî olan Said Nursî Efendi böyle söylemiştir. Burada onbeşinden küçük olanların ne dinde olursa olsun şehid olacağı; onbeşinden büyük olanların ise cihan harbine sebebiyet vermeyip, masum ve mazlum iseler şehid olacağı sözü problemlidir. Bir çocuk onbeşinden önce de bülûğa erebilir ve şer’en mükellef hâle gelir. Ayrıca eğer bu gayrımüslimler hakikaten ehl-i fetret iseler, ehl-i necattır. Ehl-i necat, ehl-i cennet kabul edilse bile; şehidlik ancak Allah yolunda ölen müslümanlar için sözkonusudur. Hükmî şehidlik gibi istisnaî bir hâli burada mevzubahis etmek, doğrusu söz götürür. Üstelik cihan harbine sebebiyet verip vermemenin ahkâm-ı islâmiyye bakımından bir ehemmiyeti yoktur. Bu, siyasî bir keyfiyettir. İmana tealluk etmez. Nitekim önceki cihan harbine sebebiyet verenlerin bir kısmı da Müslüman Türkler arasından çıkmış olup, Said Nursî Efendi’nin eserlerinde bunlardan övgüyle bahsedilmektedir. Bir başka enteresan husus da, müsamahaya mazhar görülen sınıfın Hıristiyanlar oluşudur. Bu mantıkla Yahudîlerin de ehl-i necata dâhil edilmesi beklenirdi. Yahudîlerin, tevhide Hıristiyanlardan daha yakın olduğu herkesçe malumdur. Avrupa’da tarih boyunca hunharca katledilen, mallarına el konulan ve yurtlarından atılan Yahudîlerin sayısı, mazlumen ölen Hıristiyanlardan az değildir.

    14 Nisan 2011 Perşembe
  • Sual: Güvenlik görevlilerinin cuma namazına gidememesi hakkında bilgi verir misiniz?
    Cevab: Özür sebebiyle gitmemek dârülharbde câizdir. Dârülislâmda zâten izin verirler. Çok kritik hallerde burada da gitmemek câizdir. Cuma namazına gidemeyen öğle namazını kılar.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Bazı kişiler bankalara prim yatırarak ikinci emeklilik hakkı kazanıyorlar. Dinen bu özel emeklilik câiz midir?
    Cevab: Garer (belirsizlik) bulunan bir muamele olduğundan dârülislâmda câiz değildir. Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve Muhammed’e göre câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Teknokask, laptop gibi teknolojik mamulleri yangın, kırılma ve benzeri haller için sigortalatmak câiz midir?
    Cevab: Dârülislâmda câiz değildir. Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve Muhammed’e göre kazâ sigortası yapmak ve yaptırmak câizdir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Günümüz dünyasında vakıf malları hususiyetini yitirdi mi, alınıp satılabilir mi?
    Cevab: İslâm hukukuna göre vakıf malı, harap olup vakfa faydalı olacak başka bir malla değiştirmek maksadı dışında satılamaz. Şer’î manada vakıf kurmak, şimdiki kanunlara göre mümkün değildir. Bugün bir vakıf malı, vakıf maksatlarına uygun olarak kullanılıyorsa, alınıp satılamaz. Vakıf olmaktan çıkarılmış ise, gaspçının veya mürtedin elinden kurtarmak maksadıyla alınıp mülk edinilebilir ve başkasına satılabilir. Zira gâsıp, gasp etmekle habis de olsa mâlik olmuştur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Moğollara karşı neden cihad etmemiştir? Moğollar ile iyi münasebeti olduğu yönündeki tenkitleri nasıl değerlendirirsiniz?
    Cevab: Cihâdı devlet yapar. Ferdlerin cihâdı fitne çıkartmadan emr-i maruf yapmaktır. Mevlânâ bir ferd olarak nasıl cihâd edecekti? Güçlü ve gâlip Moğollarla iyi geçinerek halkı ve dini korumuştur. İslâmiyet de bunu emreder. Muhtemelen bunların sonradan iyi Müslümanlar olacağını keşfetmiştir.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı 1492'de İspanya'daki Yahudilere kucak açtığı halde, neden Müslümanlara kucak açmadı ve İspanya'yı uyarıp savaş açmadı?
    Cevab: Endülüs İspanyollar tarafından işgal edilince, Yahudileri vaftiz ve kılıç arasında muhayyer bıraktı. Müslümanlar ise ilk yıllarda böyle bir baskıya maruz kalmadı. Bunlardan İspanyolların hâkimiyetinde yaşamak istemeyenleri Osmanlı gemileri arzuları üzerine Kuzey Afrika’ya taşıdı. Yahudilerin ise gidecek yeri yoktu. Osmanlı Devleti, büyük bir ileri görüşlülük ile bu zamanın güçlü ticaret ve sermaye erbabını Osmanlı ülkesine getirdi. İstanbul, Selânik ve İzmir’e yerleştirdi. Bunların gelişi Osmanlı ticaret ve ekonomisine çok müsbet tesir etti. Osmanlıların bu vesileyle İspanya ile savaşması o zamanın şartlarında kolay değildi.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Dârülharbin şartları nelerdir?
    Cevab: Bir memleket, İslâm hukukuna göre idare olunuyorsa, yani kanunlar Kur'an-ı kerime göre ise, orası dârülislamdır. Aksi takdirde dârülharbdir. (Şerhu es-Siyeri'l-Kebîr)
    29 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Açıkça kadın sesiyle müzik dinleyen ve bunu beğenip tavsiye eden kimselere fâsık denilebilir mi?
    Cevab: Dememek lâzımdır. Bu zamanda musikinin hakiki hükmünü bilen çok azdır. Fâsık, günahı günah olarak bilip, kasden işleyen kimseye denir. Bilmemek özür ise de, öğrenmemek ayrı bir kabahattir. Günaha tesir etmez. Nitekim dârülislâmda meşhur olmayan farz ve haramları, dârülharbde meşhur farz ve haramları bile bilmemek özürdür.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda İslâm beldesinde başka bir dine ait ibâdethâne açılabilmesi mümkün müdür? Bu mevzuda Fatih Sultan Mehmed'in Ermeniler'e müsamaha gösterdiği söylenmektedir. Doğru mudur?
    Cevab: Gayrımüslimlerin bir yerde ibâdethâne açması sulh anlaşmasının hükümlerine tâbidir. O belde sulh ile değil de, savaş ile alınmışsa, gayrımüslimler kaideten yeni mabed açamazlar. Ama hükümdar izin verirse açabilirler. Osmanlılarda da böyle cereyan etmiştir. Sadece Ermenilere değil hepsine aynı statü tanınmıştır. Ermeniler Bizans zamanında mezhep farklılığı sebebiyle çok zahmet çekerdi. Osmanlılar bunların vaziyetini iyileştirmiştir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Evlenmelerine izin verilmeyen ve tahsil müddetlerinde kadınlarla münasebet kurmaları yasak olan yeniçerilere, her fetih sonrası (klasik olarak 3 gün boyunca) fethedilen yerlerde tecavüz ve yağmanın serbest bırakıldığına dair bir rivayetin aslı var mıdır?
    Cevab: Yeniçeriler, otokontrole alıştırılan insanlardır. Aklı başında adamlar seksüel perhizden müteessir olmazlar. Seferde ganimet alınıp paylaşılan cariyelerle münasebet kurmaları caiz olduğu gibi, esir pazarlarından satın aldıkları cariyeler ile de kendilerini tatmin etmeleri mümkündür. Harbin kızıştığı zamanlarda, fethi kolaylaştırmak ve zaferi elde etmek için kumandan yağma va'd edebilir. Bunun dışında yağma yasaktır. Tecavüz ise mutlak yasaktır. Emsali de görülmemiştir.
    26 Mart 2012 Pazartesi
  • Sual: Dârülislâm olma hususunda farklı içtihatlar var. Meselâ İmam-ı Azam hazretleri bu mevzuda üç şart ararken, İmamı Ebu Yusuf hazretleri tek şart aramıştır. Buna mukabil İmam-ı Şâfiî ve Ebussuud Efendi’nin bir gün dârülislâm olan memleket dârülislâm devam eder istikametinde fetvalarını duyduk. İnsan bulunduğu şarta göre bu kavillerden herhangi birini tercih etme ehliyetini hâiz midir? Meselâ İngiltere gibi İslâmiyetin hiç hükmetmemiş olduğu bir yer ile Türkiye gibi geçmişi dârülislâm olan ve çoğunluğunu müslümanların teşkil ettiği bir ülkeye bu fetvâlardan biri daha uygundur denilebilir mi? Bugün bu kavillerden birini tercih edenler neyi esas alarak bunu yapıyorlar? Bir de dârülislâm ve dârülharb dışında "dârülsulh" diye bir mefhum var mıdır? Varsa nedir?
    Cevab: İmamlar arasında bu hususta ihtilaf var gibi görünüyorsa da, aslı böyle değildir. Bir memlekette ahkâm-ı İslâmiyye kanun olarak tatbik edilmiyorsa, orası dârülharbdir. Bütün mezheblere göre de böyledir. İmam Şâfiî’nin ictihadı arazi mülkiyeti bakımındandır. İmam Nevevi böyle izah ediyor. Mezhebde tercih ehli âlim olmayan, mezhebin veya mezheblerin kavilleri arasında tercih yapamaz. Ancak zaruret sebebiyle başka kavil veya mezheb tatbik edilebilir. Dârüssulh, dârülislâm ile anlaşma hâlindeki memleketlere denir. Asr-ı saadette Eyle ülkesi, Osmanlılar zamanında meselâ Fransa böyle idi.
    27 Mart 2012 Salı
  • Sual: Günümüzde para bankada durunca değeri ölüyor. Değerini korumak için fâiz alınıyor. Paranın hem değerini korumak, hem de fâiz yememek mümkün müdür? Altına yatırılabilir mi? Ya da kredi alındığı zaman, fâizden kurtulabilmek için bankaların kırtasiye adı altında aldıkları para fâiz sayılır mı?
    Cevab: Para altına göre değerlendirilir. Paranın altın karşısındaki değer kaybı borçludan istenebilir. Bu bakımdan bankaların fâiz adıyla ödediği mikdar, bunun bazen altında bile olabiliyor. Bu sebeple bankaya para yatırıp fâiz almak, bu çerçevede câiz olmaktadır. Altına yatırmak daha iyi ve uzun vadede kârlıdır. Kaldı ki dârülharbde bankaya para yatırıp fâiz almak İmam Ebu Hanife ve Muhammed'e göre câizdir. Ancak fâizle kredi almak câiz değildir. Muamele masrafı adı altında alınırsa, câiz olabilir.
    27 Mart 2012 Salı
  • Sual: Dayanışmalı tüketici topluluğu oluşturulan bir sistemde gayrimüslim olan iki kişi sisteme katılsa ve anlaşmalı marketten içki ya da domuz eti alsa, bu alış satıştan elde edilen ve firmadan alınan indirim bedeli tüketiciler arasında paylaşılsa caiz olur mu?
    Cevab: Dârülharbde, yani İslâm hukukuna göre idare olunmayan memleketlerde, İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre caizdir.
    27 Mart 2012 Salı
  • Sual: Almanya’da ganyan bâyii, iddaa bâyii, kumarhane açmak, fâizle para verip bankerlik yapmak câiz midir?
    Cevab: Bu işler müslümanın menfaatine olduğu için Almanya’da caiz ise de, müslümana yakışmaz.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Avrupa’da, çok cirolu bir bonoyu, gayrimüslime vermek günah mıdır? Türkiye’de çok cirolu çeki müslüman toptancıya vermek câiz midir?
    Cevab: Avrupa veya Türkiye’de İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre câizdir.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: İçki haram mı, rüşvet haram mı gibi şüphe etmek, imanı götürür deniyor. Bir kişi içki içmenin, rüşvet ve fâiz yemenin uygun olmadığını bilse, ama hükmünün haram olduğunu bilmese, yine imanı gider mi?
    Cevab: Meşhur haramları bilmemek, dârülislâmda özür değildir. Şüphe ederse, hemen sorup öğrenmelidir. Dâülharbde bilmemek özürdür.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Bir cevabınızda: Ahkâm-ı İslâmiye’nin tatbik olunmadığı Almanya, Fransa gibi memleketlerde, gerek oradaki gayrımüslimlerle, gerekse birbirleriyle olan muamelattaki münasebetlerinde ahkâm-ı İslâmiye’ye uymamaları, fâsid akid yapmaları, karşı taraftan fâiz almaları câizdir. Merak ettiğim, bu cevaz, fâiz ve zarar dışında bütün hususlarda mıdır ve bâtıl satışlar dâhil midir?
    Cevab: Fâiz ve fâsid satışlar böyledir. Bâtıl satışların da böyle olduğu Fethü’l-kadir’de yazılır.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Dârülharpteki kadınların câriye olarak vaty edilmesi câiz midir? Meselâ yurtdışındaki Alman kadınlarla vaty câiz olur mu?
    Cevab: Ne dârülharbdeki gayrımüslim kadınlar, ne de dârülharb veya dârülislâmda dinin emirlerini yerine getirmeyen kadınlar câriyedir. Bunların bu sebeple câriye hükmünde olduğunu, bu sebeple kollarına ve saçına şehvetsiz bakmanın câiz olacağını söyleyen âlimler vardır. Çünki bu kadınlar saçlarını kollarını kendi istekleriyle açmış ve başkalarının bakmasına da razı gelmiştir. kocaları, babaları da bundan şikâyetçi değildir. Câriye'nin başka kadınlara ve erkeklere göre avret yeri, Hanefî'ye göre, göbek ile diz kapağı arasından başka, göğüs, karnı ve sırtıdır. Mâlikî ve Şâfiî mezhebi ile Ahmed bin Hanbel'in bir kavline göre göbekle diz kapağı arasıdır. Ahmed bin Hanbel'in diğer kavline göre yalnız sev'eteyn, yani  önü ve arkasıdır. Yani bir kadın veya erkek, cariyenin avret yeri dışında kalan yerlerine şehvetsiz bakabilir. Câriye olmak başkadır; câriye hükmünde olmak başkadır. Bunların vaty edilebileceğini düşünmek veya söylemek çok yanlıştır. Bir kimsede kölelik statüsünün teşekkülü için dârülislâm, meşru cihad, esaret ve halife-i müslimîn bulunması şarttır. Müslüman, ancak kendi mülkü olan Müslüman veya ehl-i kitap câriyesi ile vaty edebilir.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: İslâm'ın ilk döneminde olduğu gibi, günümüzde de cariyelik var mıdır?
    Cevab: Yoktur. Köle veya câriye statüsünün kurulması için, dârülislâm, halife-i müslimîn ve meşru cihad olmalı; yahud eskiden kalma köle ve câriyeler miras olarak intikal etmelidir.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Trafik kaidelerine uymamak günah mıdır? Trafik kazâsındaki ölüm yahut yaralanmadan dolayı tazminat almak câiz midir? Diyet veya tazminatın miktarı ne kadardır?
    Cevab: Trafik kaideleri örfe girer. Uymak vâcibdir. Dârülharbde, hata benzeri adam öldürmenin cezası Hanefî mezhebinde yalnızca keffarettir. Diyet gerekmez. Diğer üç mezhebde ise diyet ödenir. Tazminatı bu üç mezhebe göre almak ve vermek câiz olur.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Binaların altında bulunan mescitlerde cuma namazı kılınabilir mi? Karşımızda bulunan bir sitenin mescidinde, müftülüğün verdiği bir imamla cuma namazı kılıyoruz. Bir arkadaşımız câmide ve kalabalık yerde kılmamız gerektiğini söyleyip kendisi gelmiyor?
    Cevab: Umumi izin varsa, yani isteyen herkes gelebiliyorsa kılınır. Müslümanlar toplanıp her yerde Cuma kılabilir. Dârülislâmda halifenin izni lâzımdır. Dârülharbde ise Müslümanların toplanması kâfidir.
    10 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Güvenlik görevlilerinin cuma namazına gidememesi hakkında bilgi verir misiniz?
    Cevab: Dârülharbde nafakasından olacaksa, gitmeyebilir. Öğleni kılar.
    10 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Dârulharbde gayrimüslimlere içki satmak câiz midir?
    Cevab: Bazı âlimlere göre câizdir. Şarap dışındakileri satmak ittifakla câizdir (İbni Abidin).
    10 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Yılan derisi ticareti yapmak câiz midir?
    Cevab: Müslüman olmayanlara satmak dârülharbde câizdir. Bazı âlimlere göre dârülislâmda da câizdir.
    10 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Bir savaşta ya da bir müsabakada dövüşerek ele geçirilen ganimet helâl midir?
    Cevab: Meşru muharebede bir kimse öldürdüğü düşmanın üzerindeki her şeyi alabilir. Müsabaka böyle değildir. Bunun dışında harbde elde edilen her şey ganimet olur. Beşte biri devlete ayrılır, geri kalanı gazilere dağıtılır.
    10 Nisan 2012 Salı
  • Sual: % 100 anapara korumalı altın ve petrol yatırım fonu almak caiz midir?
    Cevab: Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve Muhammed'e göre câizdir.
    13 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Fudayl bin İyad hazretlerinin “Bid’at sahibini gördüğünde yolunu değiştir” gibi sözlerini ana yola te’vil etmek gerekli midir?
    Cevab: Dârülislâmda böyle yapılırsa, bid’at sahibi uyanır, niye bana böyle yapıyorlar der, umulur ki kendindi ıslah eder. Dârülharbde veya fitne zamanında bu mümkün değildir. Yine de bid’at sahibinden kaçmalıdır ki kendisine zararı olmasın.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Vadeli hesaptaki para, vadesiz paraya aktarılınca, tüm para mülk-i habis olur mu?
    Cevab: Dârülislâmda, fâizin yattığı ilk hesab mülk-i habis olur.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Açıkça küfr olan bir şey için, acaba küfr müdür diye düşünmek, yani bilmemek küfr olur mu?
    Cevab: Dârülharbde açıkça küfr olan meşhur şeyleri bile bilmemek özürdür. Dârülislâmda ise, inanç ve amel hususundaki meşhur farzları bilmemek özür değildir. Bilmediği bir şey ile karşılaşınca, “Doğrusu nasıl ise öyle inandım” deyip geçmek gerekir.
    16 Nisan 2012 Pazartesi
  • Sual: Fıkıh kitaplarında namazı devlet reisi veya vâlinin izni ile kılmak, Cuma namazının eda şartı olarak sayılıyor. Bu hüküm şeriat devleti için mi geçerlidir?
    Cevab: Darülislamda, yani İslâm hukukuna göre idare olunan yerlerde Cuma namazı kılmak farzdır. Bunu halife veya bunun izin verdiği kimse (imam-hatib) kıldırır. Bugün için halife olmayan yerlerde, cuma namazı Hanefî mezhebine göre farz olmamaktadır. Ama Müslümanlar toplanıp bir imamın arkasında Cuma kılarlarsa, sahih ve buna uymak caiz olur. Özürsüz Cumaya gitmemek fitne olur. Cuma namazı İslamiyetin şiarıdır. Üstelik cemaat sünnet-i müekkede veya vaciptir. Cuma günü öğlen namazı cemaatle kılınamadığı için, özürsüz cumaya gitmeyen bundan mahrum kalarak mekruh işlemiş olur. Onun için darülharbde de, halife olmayan yerde de cuma namazlarına mutlaka gitmeli; zuhr-i ahir namazını da ihmal etmemelidir.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Buradaki insanların bazıları ülkelerindeki sistemin tağutî olduğunu, mahkemeye başvurmanın tağuta muhakeme olduğunu, askerlik, polislik, mektebe gitmek ve rey kullanmak gibi hususların şirke sebebiyet vereceğini söylüyorlar. Doğru mudur?
    Cevab: Müslüman hangi sistemde olursa olsun hakkını korumak zorundadır. Bunun yolu da mahkemeye müracaattir. Sistemin şer'î olup olmaması, o müslümanın kabahati değildir. Polislik, mektebe gitmek, rey kullanmak, din ve millete hizmet için yapılabilir. Bu niyet ile yapılırsa, şirk veya günah olmak şöyle dursun, sevab bile kazanılır. Bozuk düzeni beğenmek başkadır; bu düzende işini yürütmek başkadır. Kur’an-ı kerimde anlatıldığı üzere, Yusuf aleyhisselâm firavundan maliye nâzırlığını istedi. Âyet-i kerimelere kendi kafasına göre mânâ vermek veya Arap âlemindeki reformist ve dinî malumatı zayıf gazeteci ve yazarların ağzıyla konuşmak doğru değildir. Bu, Müslüman âleminin güçlenmesini istemeyen bir kesim tarafından ortaya atılıyor olsa gerektir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Ahlâk kitaplarında vazifeden istifa etmek caiz değildir yazılıdır. Burada kastedilen vazife, polislik, öğretmenlik gibi meslekler midir, yoksa her türlü meslekten istifamı kastediliyor? Hangi hallerde istifa etmek caizdir?
    Cevab: Riyâdü’n-Nâsıhîn’de diyor ki: “Kesbin (kazancın) beşinci yolu, hizmettir. Yusuf aleyhisselâm, Enbiyâ-i ulil-emri vel-ebsârdan olduğu halde, kulların sıkıntıda olduğunu görüp, hükûmet reisi kâfir olduğu halde, ona giderek vazife istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O halde, kullara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazifeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve müslümanlara hizmet etmek için, kâfir olan âmirden bile vazife istemelidir. Münhal imamlığı, müftülüğü, vâizliği, öğretmenliği, polisliği istidâ, yani taleb etmelidir. Bir iyilik yapamasa da, hiç olmazsa, müslümanların zararına çalışmayı önlemek de ibâdet olur. Vazifeden istifâ etmek de, bunun için câiz değildir.” Bu bakımdan, ayrıldığı takdirde insanların zarara uğrayacağı veya daha kötü birisinin gelip insanlara kötülük yapacağı yukarıda sayılan hallerde vazifeden ayrılmak uygun değildir. Her iş böyle değildir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Dârülislâmda meşhur din bilgilerini bilmemek özür olmadığına göre, meselâ cinnin varlığından veya rüşvetin haram olduğundan haberi olmayan câhil bir kimse küfre düşmüş olur mu?
    Cevab: Haramları bilmemek değil, bilince inanmamak küfrdür. Dârülharbde meşhur farz ve haramları bile bilmeden işlerse mesul olmaz. Dârülislâmda meşhur olmayan farz ve haramları bilmez ve işlerse mesul olmaz. Dârülislâmda meşhur farz ve haramları bilmemek özür değildir. Yani bilmeden işlese bile mesul olur. Ama inkâr etmedikçe küfre düşmüş sayılmaz. Çünki halk arasında öyle kimseler vardır ki, rüşvetin ne olduğunu bile bilmez. Kelâm kitaplarında Kur’an-ı kerime topluca iman etmek kâfidir, der. Dinin esasları amentüde bildirilmiştir. Bunu bilip iman etmek, mümin olmak için kâfidir. Tafsilat bilmek, imanlı sayılmak için lâzım değildir. Öğrenme imkânı olup da öğrenmemek yerine göre günah veya mekruhtur.
    8 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Yurt dışında çalışan birisini işyeri çalıştığı saat üzerinden daha aşağı mikdarda sigorta yapıyor ve maaşı az gözüküyor. Böylece işçinin devletten yardım alma hakkı doğuyor. Bu yardımı almak uygun mudur?
    Cevab: Düşük sigorta yapılmasından doğan farkı işyerinin ödemesi lâzımdır. Bu devletin borcu değildir. İşyerinin borcudur. Çünki işçi ile işyerinin anlaşması maaş+sigorta ödeme bedeli üzerindendir. Dârülharbde bile olsa, kandırarak bir kâfirden mal çekmek câiz değildir. Ancak anladığım kadarıyla devlet bu gibi hususlarda tolerans gösteriyor. Bir başka husus, eğer devlet o vatandaştan hakkı olmayan bazı şeyler (haksız vergi veya ceza gibi) tahsil etmişse, o zaman şahsın devletten alacağı doğar. Bu kadar mikdarı alabilir. Müslüman nerede bulunursa bulunsun İslâmiyetin güzel ahlâkının numunesi olmak mecburiyetindedir. Hele kanunlara uymamak, hele bir de neticede ceza doğuyorsa, caiz değildir. İşyerini şikâyet etmelidir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: Mısır'a giren Osmanlı askeri, harp esnasında Müslüman Mısır halkından esir alıp köle edebilir mi?
    Cevab: Kölelik, harbde esir alınan gayrımüslimler için bahis mevzuudur. Esir alınmadan evvel Müslüman olan, kölelikten, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur. Esir alındıktan sonra Müslüman olan, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur ise de, kölelikten kurtulamaz.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Anayasası İslam Hukuku üzerine inşa edilen bir demokratik sistem sizce bugün mümkün müdür? Mesela, yemekhanede rakı içen bir Müslümana had cezası verilir mi?
    Cevab: Demokrasi, tam mânâsıyla İslâmî bir sistem değildir. İslâm hukuku bütün aksamıyla tatbik edilecek olsa, demokrasi ile çatışır. İslâm hukukunda, halife seçimle gelir. Adaylar farklı görüşlere (partilere) mensup olabilir. Farklı programları müdafaa edebilir. Ama seçilince ölene kadar kalır. Seçimle gelen meclis kanun hazırlayabilir. Ama bu kanunlar şer’î hukuka aykırı olamaz. Şer’î hukuku, halkın tamamı bir araya gelse, değiştiremez. Devlet dinin yayılması ve tatbikine nezaret eder. Dinin emirlerini gerekirse zorla infaz eder. Bu bakımdan İslâm demokrasisi denildiği zaman, modern demokrasilerden farklı bir yerde durur. Had cezalarının tatbiki çok sıkı esaslara tâbidir. İslâm devletinde müslümana içki satışı ve servisi mümkün değildir. Nitekim bugün bazı Arap ülkelerinde içki satışı hususî dükkânlarda ve yalnızca gayrımüslimlere yapılır. Lokantalarda da içki servisi için gayrımüslim olmak şarttır. Ama evinde içki içen birisini de devlet takip etmez.
    17 Mayıs 2012 Perşembe
  • Sual: Bir Müslümanın dârülharbdeki kanunlara uymasının İslâmiyetteki delilleri nedir? Dârülharbdeki müslüman cemaatler veya muhterem bir âlim cihad ilan edebilir mi? İslâmiyetin mukaddesatına tecavüz vâki olduğunda, müslüman nasıl reaksiyon vermelidir? Sadece ekonomik sebebe binaen bir dârülharb ülkesine gidip yerleşmek câiz midir?
    Cevab: Müslümanların hâkim olduğu ve İslâm kanunlarının cari bulunduğu yere dârülislâm denir. Bunun hilafı dârülharbdir. Dârülharbde kaide itibarıyla Müslümanlar yaşamaz. Ancak gayrımüslimler Müslümanların dinine, canına, malına saygı gösteriyorsa, burada yaşamak caiz olur. Ulemâ, zaruretsiz gayrımüslim memleketine yerleşmeye cevaz vermemiştir. Ticaret ve sair maksatlarla gidilebilir. Bir müslümanın memleketi dârülharbe dönüşmüşse, canına, dinine, malına saldırılmıyorsa orada yaşamaya devam edebilir. Cihadı devlet yapar. Halife-i müslimîn ilan eder. Ferdler, cemiyetler yahud âlimler cihad ilan edemez. Cihad için güçlü bir hazine ve talimli bir ordu lazımdır. Düşman güçlü ise, harb değil sulh yapılır. Müslümanın dinine saldırıldığı zaman, âlimler dil ile emr-i maruf yapar. Avam (halk) bunlara destek olur. Bu mümkün değilse orada fitne var demektir. Susup oturmayı, fitnelere karışmamayı hadis-i şerifler emreder. Yoksa daha büyük fitneler zuhur eder ve müslümanlar sıkıntı çeker. Kudsiyata hakaret edildiğinde, kanunî yollardan hak aranır. Mümkün değilse kenara çekilinir, karşılık verilmez. Ferdlerin cihadı, emr-i maruf ve nehy-i münkerdir ki hadis-i şeriflerle çerçevesi çizilmiştir. Hazret-i Peygamber’in Mekke devri, dârülharbde yaşayan Müslümanların nasıl davranması gerektiğine en güzel numunedir. Bu hususlar siyer kitaplarında tafsilatlı ve delilli anlatılmıştır. Benim Osmanlı Hukuku kitabımın harb hukuku bahsinde de teferruatlı malumat vardır.
    3 Haziran 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı devletinin ilk devri olan kuruluş safhasıyla, yükselişten sonra safhaları arasında “gazilikten saltanata” doğru bir gidiş olduğu doğru mudur?
    Cevab: Kuruluşta gazâ ruhu (ila-yı kelimetullah) esastır. Yıkılışına kadar da bur ruh az veya çok devam etmiştir. Ama dünya şartları değişmiştir. Yalnızca gazâ ruhuna dayalı beylik büyümüş; imparatorluk olmuştur. Halkının yarıdan fazlası gayrımüslimdir. Komşuları gayrımüslimdir. Elbette gazâ, hayatın tamamına hâkim olamaz. Gazânın sebebi de insanlarının saadetidir. Saltanat, bir sistemi, yeni nizamı ifade eder.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Yurt dışında yaşayan ve gayrı Müslimlerle ister istemez temas hâlinde bulunanlar için başka dinden olanların bayramlarını kutlamak veya bayram dolayısıyla getirdikleri hediyeyi kabul etmenin hükmü nedir?
    Cevab: Fitne çıkarmamak, İslâmiyetin güzel ahlâkını göstermek maksadıyla tebrik edilir, hediyeleri alınır; ama kalben bu güne hürmet etmek caiz değildir. İbni Abidin der ki: Müslümanın gayrımüslime hediye vermesi veya ondan hediye kabul etmesi câizdir. Nevrûz ve Mehrican günlerinin adıyla, yani “bu günün hediyesi olarak” diyerek veya bu niyetle hediye vermek câiz değildir, haramdır. Eğer bunu, müşriklerin tazim ettiği gibi tazim ederek yaparsa kâfir olur. Şayet bu günlerde, tazim kasd etmeden halkın âdetine uyarak bir müslümana hediye verse kâfir olmaz. Ancak, şüpheyi def etmek için bunu anılan günlerden önce veya sonra yapmalıdır. Daha önce almadığı bir şeyi bir günde satın alsa; eğer bu günleri tazim için satın almışsa kâfir olur. Ama eğer yemek içmek ve nimetlenmek için almışsa kâfir olmaz. Bu dinî bir gün değilse, hiçbir şey gerekmez. Rivayete göre Serbel Mecûsîlerinden zengin birisi vardı. Müslümanlara karşı gayet iyi davranırdı. Çocuğunun başının traşı dolayısıyla bir davet tertipledi. Davetinde birçok müslüman da bulundu. Bazıları, Mecûsî’ye hediye verdiler. Bu hâl müftiye ağır geldi. Hocası Ali es-Suğdi'ye: «Memleketinin halkına yetiş; dinden çıktılar, Mecûsîlerin şiârı olan şeyleri yaptılar» diyerek hâdiseyi anlatan bir mektup yazdı. Ali es-Suğdî de şu karşılığı verdi: «Zimmet ehlinin davetine icabet şeriatta serbesttir. İyiliğe iyilikle mukabele âlicenaplıktır. Başı tıraş etmek de dalâlet ehlinin şiarından değildir. Dolayısıyla bu kadarcık bir şey ile müslümanın kâfir olduğuna hükmetmek mümkün değildir. Evlâ olan; bu gibi hallerde sevinç ve neşe göstermek için müslümanların onlara muvafakat etmemeleridir.»
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Dârülharbdeki bankalara para yatırıp fâiz almak bazı âlimlere göre câiz değilse, takvâ yolu varken fetvâya yolu neden tercih edilsin? Üstelik bankada Müslümanların da parası varsa mekruh olmaktadır. Böylece kerahetten de kaçınılmış olmaz mı?
    Cevab:

    Dârülharbde bankaya para yatırıp fâiz almak İmam Ebu Hanife'ye göre câizdir. Fetvâ da böyledir. Üç mezhebe ve İmam Ebu Yusufa göre caiz değildir. İmam Ebu Hanife'nin kavli zayıf kavil değildir. Mezhebin müftabih kavlidir. Bu zamanda gayrımüslimlerin siyasete, hukuka ve ekonomiye hâkim olduğu memleketlerde yaşayan müslümanlar için büyük bir destektir. Takvâ sahibi bu işe bulaşmaması uygun ise de, zarar etmesi de uygun değildir. Zirâ İslâm cemiyetinde para, altın ve gümüştür. Kıymetini hükûmetlerin tesbit ettiği kâğıt parada ise değer kaybı vardır. Bankanın verdiği fâiz bu mikdarın altında veya eşit ise, zaten fâiz değildir. Çünki alışverişte para kesat olsa, değeri düşse, akid zamanındaki kıymeti ödenir. Bu da altın üzerinden tesbit olunur. Bankada dârülislâm vatandaşı Müslüman veya zimmînin de parası varsa, buraya para yatırıp fâiz almak mekruh olur. Ekseriyet bunlarda ise tahrimen, değilse tenzihen mekruhtur. Ancak dârülislâm vatandaşı olmayan müslümanların para yatırması, buradan alınan fâizi mekruh etmez.

    23 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Arabaya kasko yaptırmanın dinen mahzuru var mıdır?
    Cevab: Kaza ve hayat sigortası, garer (belirsizlik) bulunan akid olduğundan dârülislâmda câiz değildir. Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre caizdir.
    6 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: Bankaların likit fon muamelesi caiz midir?
    Cevab: Likit fon denilen sistemde bilindiği kadarıyla, banka mudinin parasıyla fon alır. Bu fonda, para, repo, altın, döviz ve hisse senedi gibi yatırımlara bağlanır. O fonun yükselişine göre az mikdarda da olsa muntazam ve garantili şekilde mudinin parasında artış olmaktadır. Bu fonda fâiz ve hisse senedi gibi şer’î hükümlere uygun olmayan hususlar bulunduğu için, bankaya para yatırıp B tipi (likit) fon veya A tipi fon muamelesine girmek, bankaya para yatırıp fâiz almak gibidir. Dârülharbde İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre câizdir.
    13 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: Fakültemizde okuyan Somalili arkadaşlarla korsanlık mevzuunu münazara ettik. Arkadaşlar yabancı gemilerin oralara atık bırakıp aynı zamanda balık zenginliklerini sömürdüklerini dile getirdiler. Bu, korsanlık yapmak için özür olur mu? Korsanlar bir otorite sayılıp vergi alabilir mi?
    Cevab: İşin aslı bilinmemektedir. Atık atıyor, balık tutuyor diye masum gemilere saldırmak, onlara zarar vermek, haraç almak için kişilere bir hak tanımaz.. Açık sularda herkes balık tutabilir. Seyahat edebilir. Bundan kimse haraç alamaz. Gemi limana yanaşmış ise ve mal indiriyorsa, gümrük vergisi alınabilir. Bunu da meşru hükümet yapar.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Demokratik memleketlerde, en dindar gözüken siyasî parti bile, şer’î hukuka aykırı kanunlar üzerine yemin etmekte ve memleketi gayrı islâmî hükümlerle idare ettikleri için,yaptıkları câiz olur mu? Mekke’de henüz müslümanlar güçsüz iken bile müşriklerin “Bir sene sizin dediğinizi yapalım, bir sene de bizim dediklerimiz olsun” teklifini Hazret-i Peygamber reddettiğine göre bunlara rey verenlerin vaziyeti nedir?
    Cevab: Müslümanların hâkim olduğu bir memlekette zaten böyle bir şey mevzu bahis olamaz. Böyle olmayan bir yerde Müslümanların sözünün geçmeyeceği, şer’î hukukun resmiyette tatbik olunamayacağı açıktır. Burada siyasî parti eğer insanlara, Müslümanlığa hizmet etmek maksadıyla hareket ediyorsa, bu şekilde yemin etmesi düşmana karşı hüd'a (hile) olur. Harb hiledir. Şeriata aykırı kanun ve icraatlarda da bunlara inanarak yapmadığı müddetçe ikrah bahis mevzuu olur. Bahsettiğiniz hadiseyi işitmedim. Peygamber aleyhisselamın her hali bugünki insanlara uymaz. O peygamber idi. Kaldı ki meselâ Hudeybiye'de Medine’ye sığınan müslümanları mekke’ye iade etmek hususunda müşriklerin sözüne uymuştur.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: İslâmiyet köleliği niçin kaldırmamıştır?
    Cevab: İslâmiyette kölelik mevzubahis edildiğinde, müslümanlar bir nevi suçlu imiş gibi müdafaa psikolojisine geçmekte; asıl gayenin köleliği kaldırmak olduğunu söylemektedir. Buna delil olarak da neredeyse her işlenen suçtan sonra köle azadının arandığını vermektedir. İslâmiyet köleliği kaldırmak istememiştir. İsteseydi hemen veya içki gibi tedricen kaldırırdı. Kölelik harb hukukunun neticesidir Harb bâki kaldığı müddetçe, kölelik bâkidir. Herşey köleliğe tek taraflı bakıştan kaynaklanıyor. Köleliğin iyi tarafları, kötü taraflarından fazladır. Bu bir insanlık gerçeğidir. Şâri (hukuk koyucu) insanların yaradılışını iyi bildiği için, cemiyette en mühim ilerden biri olan çöpçülüğü yasaklamadığı gibi, köleliği de kaldırmamıştır. Medeniyetin beşiği olarak alkışlanan Antik yunan filozofları, meselâ Aristo, köleliği lüzumlu bir müessese olarak lanse eder; bazı insanların, kendi imkânları ile asgari refah seviyesine ancak bu yolla erişebileceğini söyleyerek köleliği faydalı bile bulur. Kur’an-ı kerimde insanların arasında eşitlik olmadığı; bazısının bazısına hizmet etmek üzere yaratıldığı söylenir. İslâmiyet eşitliği değil, adaleti emreder. Adalet herkesin hakkını vermek demektir. Evet, Allah huzurunda herkes eşittir ama bu mükellefiyetler bakımından insanların farkı yoktur demektir. Bunda bile farklılıklar gözetilmiştir. köle ile hür, erkek ile kadın, çocuk ile büyük, fakir ile zengin aynı mükellefiyetlere tâbi tutulmamıştır. Kötü olan kölelik değil, kölelerin haklarının olmaması veya bunların yerine getirilmemesidir. İslâmiyet kölelerin haklarını etraflı tanzim etmiş ve bunların ihlâli hâlinde ağır mükellefiyetler getirmiştir. Böylece insanlığın en eski müesseselerinden birisi olan kölelik, statü olarak iyileştirilmiştir.
    6 Eylül 2012 Perşembe
  • Sual: Askerî birliğe "Peygamber Ocağı" denebilir mi?
    Cevab: İslâm devletinin ordusuna, cihad vazifesinden dolayı bu ismi vermek Osmanlılarda âdet olmuştur.
    30 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: İslâmiyette milliyetçiliğin yerini nasıl izah edebiliriz?
    Cevab: Cenab-ı Hak insanların birbirini tanıması,hayatını rahatça sürdürebilmesi için kavimlere ayırmıştır. İnsanın kendi kavmini tanıması, sevmesi, kültürünü benimsemesi gayet tabiîdir. Mensup olduğu kavmin saadet ve refahını istemesi de böyledir. Ama bunu bir üstünlük vesilesi yapması, başkalarına ve dünyaya karşı bakış açısını bu istikamete yerleştirmesi yanlıştır. İnsanların bazı insanî reaksiyonlar vermesi ve bunu milliyetçilik perdesi arkasına saklaması da çok rastlanan bir husustur. Çünki insanlar milliyetçiliği ulvî bulmakta ve bunun arkasına saklanarak yapılan haksızlıkları mühimsememektedir. İslâmiyet, “Müminler kardeştir” hükmü ile ırk ve memleket birliğinden evvel, din kardeşliği esasını koymuştur. Buna göre milliyetçiliğin icabı olarak görülen bir iş, İslâmiyete aykırı ise makbul değildir. Türkiye açısından bakılacak olursa, Ermeni ve Kürt meselesi bu çerçevede değerlendirilebilir.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Bir kişi ehl-i sünnet itikadına tâbi olup, amelde bid’at işliyorsa, bu kişi için ne söylenebilir?
    Cevab: Amelde bid’at işlemek tahrimen mekruhtur. Bunu bilerek işleyenin hükmü budur. Bid’at olduğunda ittifak varsa, bunu ortaya çıkaran bid’at ehli sayılır. Meselâ mest üzerine meshe inanmayıp, çıplak ayağa meshe inanmak, amelde bid’at olduğu halde, buna itikad eden bid’at ehli olur. Çünki bu amelin dinden olduğuna itikad etmektedir. Bid’at olduğu iyi bilinmeyen işi işleyen kimseye bid’at ehli denemez. Bilmemek bazen özürdür. Bilmeyen, işlediği iş için değil, bunun mahzurlu olduğunu öğrenmediği için mesuldür. Meşhur farz ve haramları bilmemek dârülislâmda özür değildir.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i Muhammed aleyhisselâm aleyhinde neşriyat yapanlar, bu film ve yazıları neşreden siteler hakkında nasıl davranmak gerekir?
    Cevab: İnsanların Hazret-i Peygamber’e hakaret etmesi, düzene hâkim olmayan Müslümanları alâkadar etmez. Müslüman olmayanlar Hazret-i Peygamberimize hürmet göstermek zorunda değildir. Kanun çerçevesinde imkân varsa müracaat edilir. Aksi halde fitneye karışılmaz. Müslüman, güzel ahlakı ve örnek yaşantısı ile Hazret-i Peygamber’i numune alır ve başkalarına bu yolda numune olur. Bu insanlar da Hazret-i Peygamber hakkındaki menfi fikirlerini değiştirebilirler.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual:

    Milletlerarası bir konferansta Hindistan âlimlerinden Muhammed Tahir Kadri, memleketlerin darülharb ve darülislam şeklinde ayrılmasına karşı çıkarak beş kategoriye ayırıyor. Darülislam tarifinde de İslâm ahkâmının tatbik edildiği yer olarak değil; huzur ve barışın yaşandığı yer olarak izah ediyor. Günümüzdeki Birleşmiş Milletler çatısı altında bulunan bütün ülkelerin darülahd olduğunu ve bunun da darülislamla aynı olduğunu söylüyor. Bu söyledikleri muteber midir?

    Cevab:

    Bu, modernist bir tefsirdir. İslâm hukuku, dünyayı dârülislâm ve dârülharb olarak ikiye ayrılır. Dârülislâm, İslâm hukukuna göre idare olunan memleketlerdir. Velev ki Müslümanlar az olsun. Dârülharb bunun zıddıdır. Velev ki Müslümanlar çok olsun. Tabirlerdeki İslâm (barış) ve harb insanı yanıltmamalıdır. Dârülahd, dârüssulh, dârüzzimme, dârülbağy gibi alt kısımlara da ayrılabilir. Ama hükümleri benzer. Dârüssulh veya darülahd için ayrı hükümler vardır. Bunlar dârülharb olmakla beraber, diğerlerinden hüküm bakımından farklıdır. Dârülislam ile dârülharb arasında bir yerdedir. Osmanlılar zamanında Fransa dârüssulh idi. Eflak, Erdel, Dubrovnik dârülahd veya dârüzzimme idi. Osmanlıların son zamanlarında 1856 Paris Muahedesi’nden sonra Avrupa devletlerine bu statü tanınmış; ama bu statü arada bir bunlarla harbe engel olmamıştır. Sulh bozulabilir. Bugün kaidelere muvafık dârülislâm yoktur ki, dârüssulh veya dârülahd olsun.

    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: İslâm dininde başka bir ülkeyi ele geçirme hakkı var mıdır?
    Cevab: Hayır. Cihad fetih için yapılmaz. Ama meşru cihaddan sonra fetih olabilir. Düşmanın menkul ve gayrımenkul malları, İslâm devletine ganimet olur. Hatta İbni Âbidin gibi fıkıh kitaplarında, “Cihada çıkmadan düşmana Müslüman olması teklif edilir. Olursa muharebe biter. Müslüman olmazsa, zimmî olarak İslâm devleti hâkimiyetinde yaşaması teklif edilir. Bunu kabul etmezse savaşılır. Bu tekilfi yapmak şarttır. Böylece Müslümanların maksadının toprak fethetmek olmadığı anlaşılır” diyor.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: Birçok hadis-i şeriflerde emire, sultana itaatin ehemmiyeti tebarüz ettirilmiş. Bugün için siyasetçilerin icraatini tenkit; seçimlerde iktidardaki siyasetçiye karşı çalışmak câiz midir?
    Cevab: Hadîs-i şeriflerde kasdedilen sultan, İslâm devletinin reisidir. Meşru şekilde başa geçmiş halifedir. Şimdiki siyasetçiler değildir. Ama bunlara da itaat etmek, kendisini tehlikeye atmamak dinin icabıdır. Ayrıca gıybet ve iftira haramdır.
    5 Mart 2013 Salı
  • Sual: Humus ne demektir?
    Cevab: Beşte bir demektir. Fıkıhta ganimetlerin beşte birini ifade eder. Ganimetlere dair âyet-i kerimede beşte birden (humus), Resulullah’a ve akrabasına hisse verilmiştir. Bu mikdar, Hanefî mezhebinde Resulullahın hayatıyla kâimdir. Şâfiî mezhebine göre ise vefatından sonra gelen akrabalarına da verilir. Şiî-Caferîlerde, humus, halktan toplanan zekâtın beşte biri olup, din adamlarının hakkıdır.
    12 Mart 2013 Salı
  • Sual: Dârülharbde bir hırsızlık yapılsa, o yer sonradan dârülislâm olsa, hırsızlık yapan kişiye ceza verilir mi?
    Cevab: Hayır. Had suçları, dârülislâmda işlenirse cezalandırılır. Diğer Hanefî dışındaki üç mezhebde, dârülislâm vatandaşı bir müslümanın, dârülharbde işlediği hırsızlık, zina, şarap içme gibi had suçuna, dârülislâmda ceza verilir.
    7 Nisan 2013 Pazar
  • Sual: Dârülharbde bir kişi bir başkasına sen benim kölemsin veya bir kadına câriyemsin dese, o da kabul etse, icap ve kabul gerçekleştiği için o kişi köle olur mu?
    Cevab: Hayır. Kölelik böyle kurulmaz. Meşru cihad, dârülislâm ve halife, ganimetin de meşru taksimi şarttır. Hür bir kimse kendisini veya çoluk çocuğunu köle olarak satamaz, veremez. Ancak dârülharbde aslı köle olan birini bir başkası satın alabilir. Dârülislâma geldiklerinde de o kişinin köleliği devam eder.
    23 Nisan 2013 Salı
  • Sual: Cihad ile emr-i ma’ruf aynı şey midir?
    Cevab: Hâdimi, Berika’da lisan âfetleri kısmında diyor ki: Cihad, lugatta cehd etmek, meşakkat çekerek çalışmak, çok uğraşmak demektir. Tabir, yani ıstılahî mânâsı ise, Allah’ın dinini yaymak demektir. Cihad da dört çeşittir: 1.Nefsi ile cihad. Dinin emirlerini öğrendikten sonra, onları yerine getirmek üzere kendi nefsi ile mücâhede etmek demektir. En kıymetli cihad budur. Onun için buna Hazret-i Peygamber’in tabiriyle “cihâd-ı ekber” denir. 2.Şeytan ile cihad. Şeytan, insanı doğru yoldan ayırmaya uğraşır. Ona vesveseler verir. Onun verdiği şüphe ve süslü gösterdiği haramlardan uzak durmak mücâhededir. 3.Kâfirlerle cihad. Müslümanlara saldıran, Müslümanlığın yayılmasını, insanların Müslüman olmasını, Müslüman olanların da dinlerinin icaplarını yerine getirmesini engelleyen hükümetlerle yapılan mücâhededir. Cihâd denince ilk anlaşılan budur. Bu da fiilen, sözle ve dua ederek olur. İslâm devleti, cihâd ilan edince, gücü yeten Müslümanların bu davete icabet edip cihâda gitmesi farz-ı kifâyedir. Umumî seferberlikte herkese farz-ı ayn olur. Kâfirlere İslâmiyeti tebliğ etmek, kavlî (dil ile) cihâd olur. Buna da gücü yetmeyen, Müslümanların gâlibiyeti, kâfirlerin mağlubiyeti ve Müslüman olmaları için dua eder. 4.Fâsıklarla cihad. Bu ise emr-i ma’ruf ve nehy-i münkerdir. Müslümanlardan dinin emirlerine aykırı hareket edenleri bu işten men etmek demektir. Bu da el, dil veya kalb ile olur. Münker, kendisinde Allahü teâlânın rızasının bulunmadığı söz ve fiillerdir. Ma’ruf ise bunun zıddıdır. Hazret-i Peygamber, Sizden biriniz bir münker gördüğü zaman eliyle, gücü yetmezse dili ile men etsin. Buna da kâdir olmazsa, kalben buğzetsin!” buyurmuştur.
    Cihâd ile, emr-i maruf ve nehy-i münker arasında bazı farklar vardır:
    1-Cihâd, kâfirlere karşı silahlı veya propaganda, espiyonaj, dezenformasyon gibi vasıtalarla mücâdele etmektir. Emr-i maruf ve nehy-i münker ise, Müslümanlardan emri yapmayan veya münker işleyenlere yapılır. Kâfirler, dinin emirleri ile mükellef değildir ki, onlara emr-i maruf yapılsın.
    2-Cihâdın şartı, düşmanların tecavüzüdür. Emr-i maruf ve nehy-i münker ise, bir müslümanın dinin sınırlarına tecavüzü hâlinde, yani dinin emrini yapmayan veya münkerini yapan bir müslüman görüldüğü zaman yapılır.
    3-Cihâdı ancak hükûmet yapar. Müslümanlar hükümetin emriyle cihâda çıkar. Emr-i maruf ve nehy-i münker ise herkes tarafından yapılır.
    4-Cihâd, kâfirleri Müslüman yapmak için değil, hâkimiyet altına alıp zararsız hâle getirmek için yapılır. Emr-i ma’ruf ise, bizzat şahsın düzeltilmesi maksadına matuftur.
    5-Düşmanın galebe çalacağı bilindiği zaman, cihâda girişmek câiz olmaz. Ama emr-i ma’ruf ve nehy-i münker böyle değildir. İşiten kimse için faydadan uzak değildir. Fâsık, bir din kardeşini, kendisini kötülükten alıkoymak için gayret ederken gördüğü zaman, tesir altında kalabilir. Kâfirler, küfrün hak olduğuna inanmaktadır. Ama fâsık, müslümandır.
    6-Cihâd üç şekilde yapılabildiği gibi, emr-i maruf ve nehy-i münker de üç şekilde yapılır. İmam Ebû Hanîfe’nin de bulunduğu âlimlerin bir kısmına göre, el ile yapmak muhtesibin (hükümetin), dil ile yapmak âlimlerin işidir. Avam ise, o kötü işe kalben buğzeder. Zira halkın el veya dil ile emr-i ma’rufa kalkışması, fitne ve fesada yol açar. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in de aralarında bulunduğu diğer âlimlere göre, bir müslümanı günah işlerken gören ve gücü yeten herkes el ile veya buna gücü yetmezse dil ile emr-i maruf ve nehy-i münker yapabilir. Ancak iş yapıldıktan sonra, sadece hükümet ceza verebilir. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker ceza değil; engellemedir.
    7-Emredilen veya nehyedilen şeyin, üzerinde icma olunmuş bir şey olması veyahud fâilinin helâl veya haram oluğuna itikad ettiği bir husus olması lâzımdır. İhtilâflı meselelerde emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmaz. Bir âlimin münker dediği, bir âlimin cevaz verdiği hususta emr-i maruf ve nehy-i münker olmaz. Terk edilen amel veya işlenen münker, namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi umumi bir şey ise herkes yapabilir. Değilse avam tarafından değil, ancak o meselenin aslını bilenlerce yapılabilir.
    8-Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker, alenî söz ve fiillere yapılır. Bunun için insanların gizli hayatını takip etmek câiz değildir. Ancak hükümet, maslahat sebebiyle bunu yapabilir ve meselâ o kişinin evine müdahale edebilir.
    9-Kendisi ma’rufu yapmayan veya münkeri işleyen kimsenin, o hususta emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yapma mükellefiyeti düşmez. Yapmazsa, ayrıca günaha girmiş olur. Bununla beraber, kendi yapmadığı şeyi, başkasına söyleyen kimsenin sözü tesirli olmaz.
    3 Mayıs 2013 Cuma
  • Sual: Bir kişi faizle 10 bin lira kredi çekip araba alsa, bunun bin lirasını ödese, sonra arabayı başkasına satsa ve borcu da devretse, bu ikinci şahıs fâiz günahına girer mi?
    Cevab: Bankaya olan 9 bin lira arabayı alan kimseye havâle edilmiş olur. Rüşvet, fâiz, bâtıl veya fâsid muameleden doğan bir borç havâle edilemez. Sahih bir borç havâle edilebilir. (İbni Abidin, Havâle bahsi) Bu bakımdan meşru olmayan bir borçtan dolayı havâleyi kabul eden kimse mesul olur. Dârülharbde her ikisi de havâle edilebilir. Burada havâleyi ödeyen ikinci şahsın bir dinî mesuliyeti yoktur.
    18 Mayıs 2013 Cumartesi
  • Sual: Bir kimse bir başkasını had cezasını gerektirecek bir suç işlerken görse ve şikâyetçi olmazsa vebal altına girer mi?
    Cevab: Hayır. Bu suçların şüyuu (yayılması), vukuundan (olmasından) beterdir. Hatta “Kim din kardeşinin bu dünyada bir ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.” hadis-i şerifi mucibince bu hususta şâhitlik bile yapmamak efdaldir. Dârülharbde ise zaten had cezaları tatbik edilmez.
    18 Mayıs 2013 Cumartesi
  • Sual: Bir otel inşaatı yapıyoruz. Kiralamak için müracaat eden hiçbir şirket, alkol satılmaması şartımızı kabul etmiyor. Nasıl hareket etmemiz lâzımdır?
    Cevab: Alkol satana bina kiralamak caizdir. Dârülharbde gayrımüslime şarap satmak câizdir. Müslümana ise şarap satmak haram; şarap dışındaki içkileri satmak mekruhtur.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Dârülharbde devlet hazinesini soyan ya da devlet malına zarar veren, meselâ karayolunu tahrib eden kişi kul hakkına girer mi? Girerse, kimin hakkına girmiş olur?
    Cevab: Dârülharbde hazine insanların maslahatına harcanıyorsa, buna zarar vermekle, bu insanların hakkına girilmiş olur. Karayolu, zâlim hükûmetin israfı değildir. Kâfir hükûmetin malı da değildir. Bir karayoluna zarar veren de, doğrudan veya dolaylı olarak karayolundan istifade edenlerin hakkına girmiş olur.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Krom madeni işleten kişi zekâtını nasıl verir?
    Cevab: Dârülislâmda madenlerin beşte biri beytülmâle verilir. Dârülharbde madenin zekâtı yoktur.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Avrupa’da Türklerden bazı esnaf fatura kesmiyor; bundan dolayı vergi avantajı doğuyor. Dinen mahzurlu mudur?
    Cevab: Kişilerin, bazen devletten haksız yere tahsil edilmiş vergi veya ceza gibi sebeplerle alacağı doğuyor. Bunu geri alması da mümkün olmuyor. Bu bakımdan caiz görülebilir. Yine de kendisini tehlikeye atmak, cezaya uğramak doğru değildir. Müslüman dine uyar, günah işlemez; kanuna uyar, suç işlemez.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Tevbe suresinin "Müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün." meâlindeki 5. âyet-i kerimesinde geçen müşrikler, bu âyet-i kerime indiğinde Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan muayyen bir grup mudur?
    Cevab: Meşru cihad ne zaman vâki olursa, bu âyet-i kerime düşmanı öldürmeye izin vermektedir. Âyet-i kerimenin hükmü umumîdir; muayyen bir zamana mahsus değildir. Ama meşru savaşa münhasırdır. Muharib olmayanlar, yani çocuklar, kadınlar, ihtiyar ve sakatlar ile ruhban, bu hükümden muaftır. Ancak düşmanın öldürülmesi, alternatifli bir hükümdür. Hükümdara, Müslüman olmayı veya cizye vererek vatandaş statüsüne girmeyi kabul etmeyen düşmanı köle yapmak veya fidye karşılığı serbest bırakmak imkânı da tanınmıştır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Amerika’da bir şirket, sigorta edilmiş telefon çalındığında yenisini veriyor. Şirkete telefonu çalınmadığı halde, çalındı veya kayboldu diyerek yenisini almak caiz olur mu?
    Cevab: Hayır. Dârülislâmda veya dârülharbde kâfire de yalan söylemek ve böylece mal veya menfaat elde etmek caiz değildir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Kürtaj yaptırmanın maddî cezası nedir?
    Cevab: Dârülislâmda gurre denilen bir tazminat çocuğun vârislerine ödenir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Cuma vaktinde dersi olan talebenin Cuma namazına gitmediği için mesuliyeti var mıdır?
    Cevab: Hayır. Öğle namazını kılar. Cuma vakti ders koyup talebeye cumaya gitme izni verilmeyen bir memlekette, Cuma namazı zaten farz değildir.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Anne ve babam dinî vecibelerimi yerine getirmeme, tefsir ve hadîs kitapları okumama, sakal bırakmama mâni oluyorlar. Nasıl hareket etmek gerekir?
    Cevab: Anne ve babayla, hatta kimseyle hiçbir mevzuda münakaşa etmemelidir. Haklı bilse olsa, caiz değildir. Anne ve babası razı olmayanın cennete gitmesi çok zordur. Kâfir bile olsa hakları vardır ve büyüktür. Bu sıkıntıları çok kimse, çok genç yaşamaktadır. Akla ve şeriata uygun hareket etmelidir. Fitne çıkarmak haramdır. Zamanımız kötüdür. Tefsir ve hadîs okumak avama câiz değildir. Eğer muteber bir ilmihal okumuş olsaydınız, oradan insanlarla muamele usulünü de öğrenir, bu sıkıntıyı yaşamazdınız. Anne baba sakala razı değilse, kesmelidir. Sakal, zevâid sünnetidir. Dârülharbde bulunmak, kesmek için özürdür. Namaz, oruç gibi farzlarda veya haram işlemede karşı çıkarlarsa, mesela “peki kılmam” denir; ama dinlemeyip gizlice kılınır.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Seyyar satıcılık yapmanın hükmü nedir?
    Cevab: Şer’en caizdir. Kanunî hükmü ise beldeden beldeye, ülkeden ülkeye değişebilir
    11 Mart 2014 Salı
  • Sual: Bir kimse abdestin farzlarından birini bilmeksizin veya farkında olmaksızın terk etse, o zamana kadar aldığı bütün abdestler bâtıl mı olur?
    Cevab: Bu zamanda ve dârülharbde farzı veya vâcibi bilmemek özürdür; ancak imkânı olup da öğrenmemek günahtır. Bu sebeple namazları kazâ etmesi gerekmez. Ederse iyi olur.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Dârülharbde bankadan kredi çekmek caiz midir?
    Cevab: Hayır.
    12 Haziran 2014 Perşembe
  • Sual: Gaza ile gazve'nin farkı nedir?
    Cevab: İkisi de aynı manadadır. Kullanılış yerine göre şekil değişebiliyor. Hazret-i Peygamber’in bizzat katıldığı askerî sefere gazâ (gazve) denir. Katılmamışsa, seriyye denir.
    27 Temmuz 2014 Pazar
  • Sual: Bir müslüman memleketinde yaşayan birkaç kişi, gayrımüslimlerin ekseriyette olduğu, mesela Yunanistan’a geçip, 'akın' tertiplese, sonra da buradan mal gaspedip dönse, bu onlara helâl olur mu?
    Cevab: Gerçek bir İslâm devletinde, böyle kendi başlarına akın yapıp mal ve insan kaçırmaları günahtır; müslümanlığı kötü tanıtmaktır. Ancak getirdikleri mallar, mülkleri olur. Eğer halîfenin emir veya izniyle girmişlerse, bu savaş hâli demektir ve aldıkları ganimet hükmündedir. Eğer arada sulh olan bir devlet ise (tarihte Osmanlı ile Fransa gibi), hem çapulculuk yapmış olurlar; aldıkları da mülk olmaz. Bugün şer’î prensiplere uygun bir İslâm devleti yoktur.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: Casusluk yapmak, caiz midir?
    Cevab: İslâm devleti, düşmandan haber almak üzere gereken her tedbiri alır. Harb, hiledir, hadis-i şeriftir. Hazret-i Abbas müslüman olduğu halde hicret etmemiş; Mekke’den Medine’ye istihbarî bilgi aktarmıştır. Bir müslüman casus, kendini belli etmemek için, farz ve haramları terkedemez. Ancak, icab ettiği zaman yalan vs söyleyebilir; zayıf kavillerden istifade edebilir. hayatî tehlikesi varsa, zaruretler, memnuları, mübah kılar.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: İslâm hukukunda, muharib esirlerin serbest bırakılması câiz midir? Hasan-ı Basrî gibi âlimlere göre esirlerin öldürülmesi câiz olmadığına göre, bir İslâm devleti bu kavle uyarak hareket edebilir mi?
    Cevab: Esirler, fidye veya müslüman esirler karşılığında serbest bırakılabilir. Ama bedelsiz salınamaz. Bu gibi hususlarda hükümdar maslahata (umumun menfaatine) göre hareket eder. Gerekirse mütekabiliyet (karşılıklılık) veya milletlerarası anlaşmalar çerçevesinde hareket edebilir. Nitekim Osmanlı Devleti son zamanlarda böyle hareket etmiştir.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Bir şehir muhasara altında tutulsa, sıcak çatışma olmadan düşman sulh ile teslim olsa, savaş hukuku tahakkuk eder mi?
    Cevab: Anlaşmaya göre, belde halkı ya cizye ehli olur, ya da şehri terkeder.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Ani kalesini fetheden Sultan Alparslan’ın şehirde katliâm yaptığı doğru mudur?
    Cevab: Selçuknâme’de, Sultan'ın kaleye önce eman verdiği, fakat bundan istifade eden düşmanın, kaleyi tahkim edip, müslümanlara taarruz ettiği, bunun üzerine muharebe yapılıp sultanın bunları yendiği, düşmanın öldürüldüğü söyleniyor. düşmanı yenen ve düşman kalesini anveten (savaşla) fetheden İslâm kumandanı, muhariblerden esirleri dilerse öldürür, dilerse fidye karşılığı serbest bırakır. Fetih, sulh (barış) ile olmuşsa, barış anlaşmasının hükümlerine göre hareket edilir.
    28 Aralık 2014 Pazar
  • Sual: Peygamber efendimizin hiçbir savaşta müşrik öldürmediği ve silah kullanmadığı doğru mudur?
    Cevab: Resulullah aleyhisselam, iştirak ettiği harblerle bizzat savaşmis; Uhud’da Ubeyy bin Halef’i harbe (kısa mızrak) ile öldürmüştür.
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Kritovoulos isimli bir tarihçi, İstanbul’un fethinden sonra şehrin yağmalandığını söylüyor. Doğru mudur?
    Cevab: Savaşla fethedilen şehirler, önceden kumandan tarafından va’d edilmişse yağmalanabilir. Şer’î hukukta meşrudur. İstanbul'un da üç gün böyle yağmalandığına dair rivayet vardır. Şu halde gayrı meşru bir halden bahsedilemez. 
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Meslek hayatımıza başlarken, bizi mecburi olarak Oyak mesken fonuna aza yaptılar. Ben faizle işletildiğini duydum. Bizim mesuliyetimiz nedir?
    Cevab: Mecburi olduğu için zaten mesuliyet icab etmez. İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre dârülharbde bu gibi muameleler müslümanın menfaatine ise her halde caizdir.
    27 Mart 2015 Cuma
  • Sual: Adam öldürmek büyük günah olduğuna göre, cellatların mesuliyeti nedir?
    Cevab: Hakkın icrası veya vazifesinin ifası suç ve günah teşkil etmez. Cellad işini yapmaktadır. Hatta şer’î hükümlerin yerine getirilmesine yardım ettiğinden dolayı sevab bile alır.
    27 Mart 2015 Cuma
  • Sual: Müslüman da olsa hükümete ayaklanmanın câiz olduğunu söyleyenler, Hac suresinin 39. âyetinde geçen "Cihad, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır" hükmüne dayanıyorlar. ‘Arap Baharı’nı da nazara alarak buna ne söylenebilir?
    Cevab: Âyet-i kerimelere kendi kafasına göre mâna verilmez. Tefsirlerde burada ‘zâlim’ kelimesi, ‘kâfir’ demektir diyor. Herkes zâlim diye birine mukabele etse cemiyetin hâli ne olur? Zâlimin, yani zulmedenin cezasını mahkeme ve polis verir. Arab Baharı, zâlim hükümete isyandan başka birşey değildir. Sonunun da hüsran olduğu görülmektedir. Kendisi haklı bile olsa, zâlim ve kâfir hükümete ayaklanmak câiz değildir. Hazret-i Peygamber Mekke'de ayaklandı mı? Din adamı kisvesindeki modernist bazı yazarlar, ‘Cihâd, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır’ meâlindeki âyet-i kerimeyi ileri sürerek hükümetlere karşı ayaklanmaya, isyana ve fitne çıkarmaya kışkırtmaktadır. Halbuki zâlim, hatta kâfir hükümetlere bile ayaklanmayı İslâmiyet yasak etmektedir. Böyle ayaklanmak, cihâd değil, ahmaklıktır. Böyle zamanlarda yapılacak cihâd, din bilgilerini yaymak, imanlı bir gençlik yetişmesine çalışmaktır. Mekke’de müşrikler, müslümanlara, zulm edip öldürünce, bunlarla döğüşmek için tekrar tekrar izin istediler. İzin verilmedi. Medine’ye hicret edince, bu âyet-i kerime gelerek, yeni kurulan İslâmî devletin, Mekke’deki zâlimler ile, yani müslümanlara düşmanlık ederek, onları yurtlarından çıkaran müşriklerle cihâd etmesine izin verildi. Bu âyet, müslümanların kâfir, zâlim hükümete isyan etmesi için değil, İslâmî esaslara göre kurulmuş devletin, insanların İslâm dinini işitmelerine, müslüman olmalarına, müslüman olanların da dinlerinin icabını yerine getirmesine mâni olan, zâlim diktatörlerin orduları ile cihad etmesine izin vermekdedir. Bu gibi tahriklerle yakın tarihlerde Mısır ve başka Müslüman memleketlerde çıkan fitne ve isyanlar, onbinlerce müslümanın zindanlarda çürümelerine, çoklarının ölmesine sebep oldu. Bu fâcia ve fitnelerin hesabı, kıyâmette sorulur. İlmi, aklı ve ihlâsı olmayan din adamları tarih boyunca hep böyle felâketlere sebep olmuşlardır. İslâm bilgilerini sessizce yayan ilim ve akıl sahibi din âlimleri, hep muvaffakiyet temin etmişlerdir. Nitekim Kâdızâde’nin Birgivî Vasıyyetnâmesi şerhinde (s.200) diyor ki: ‘El ile, güç kullanarak emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak, yani günâh işleyene mâni olmak, hükûmet adamlarının vazifesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazifesidir. Kalb ile, dua etmekle mâni olmak ise, her müminin vazifesidir. Tesirli, muvaffak olacağı zannolunursa, bu vazifeleri yapmak vâcib olur. Fitneye sebep olacağı zannolunursa, terk etmek vâcib olur. Fitne bulunan mahalle, zaruretsiz gitmek câiz değildir. Eğer dinini korumak için buradan hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeğe lâyık olur. Şefaate mazhar olur. Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken niyetin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabırlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır’. Görülüyor ki, zor kullanarak cihâdı hükümet yapar. Cihâd, bu gibilerin anladığı gibi değildir. Eğer cihâd ile emr-i ma’rûfu iyi anlamış olsalardı, kendi başlarını yemez ve binlerce müslümanı felâkete sürüklemezlerdi.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Laik bir sistemle idare olunan memleketlerde rey kullanmak veya kullanmamak câiz midir?
    Cevab:
    Bu dini bir maslahat değildir. Kullanmak da, kullanmamak da kişiye kalmıştır. Kullanırken de hayırlı olacağına inandığı şekilde kullanır. Şer’î hukuk cari olmayan yerde rey vermek caizdir. Bu, o sistemi tasvib etmek değildir. Ehven bir idarecinin başa geçmesini temin maksadıyladır. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” mealindeki Mâide suresinin 44. âyet-i kerimesinde geçen, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen, Allah'ın indirdiğini kabul etmemek, onu beğenmemek, ondan dolayı hükmetmek diye tefsir edilmiştir. Âyet-i kerimelere kafaya göre mânâ verilemez.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul’un fethinden sonra, 3 gün yağmanın serbest bırakıldıığı doğru mudur?
    Cevab: Savaş ile fethedilen şehirlerdeki bütün mal ve esirler ganimettir. Yani beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra, savaşa bilfiil katılanlara taksim edilir. Savaş kızıştığı zaman, kumandan, askere yağma va’dedebilir. Bu takdirde askerin yağma ettiği, ganimet sayılmaz, mülkü olur. İstanbul’un fethi sırasında muharebeler kızışınca, Sultan Fatih’in böyle bir tamimde bulunduğuna dair rivayet mevcuttur. Savaş hukukuna aykırı bir muamele değildir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta muhalif milislerin arasında savaşırken ölen şehid midir?
    Cevab: Fıkıh kitapları, şehidlik için bazı şartlar aramakta ve tasnifler yapmaktadır. Meşru bir cihad esnasında cephede hemen ölen ile zâlim tarafından öldürülen mümin şehiddir. Bir de veba, zelzele, yangın, devasız dert gibi çeşitli sebeplerle veya canını, ırzını, malını korurken ölenler hükmen şehid sayılır. Bahsettiğiniz kimseler, her ne kadar meşru cihad değil ise de, zorla götürüldükleri için mazurdur ve imanı varsa şehid sayılır. İç harb gibi felâketli zamanlarda fitneye karışmadığı halde, haksız yere öldürülen mümin hakiki şehiddir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Dârülharpte rejimi destekleyecek faaliyetlerde bulunmak, rejimi ve kurucularını övmek dinen mahzurlu mudur?
    Cevab: Zaruretler memnuları mübah kılar. Memuriyet, talebelik gibi zaruri bir vaziyet veya müslümanların umumi menfaati (maslahat), hatta mesela bir müslümanın canını, malını, ırzını, dinini korumak endişesi bahis mevzuu olmadıkça caiz olmaz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Gerçek mânâda bir İslâm devleti olsa, müşriklere savaş açması mı gerekiyor?
    Cevab: İslâm devleti, kendisine ve müslümanlara saldırmadıkça savaş açmaz. Âyet-i kerimelerin tefsiri, Hazret-i Peygamber’in tatbikatıdır. Osmanlı Hukuku kitabıma müracaat edebilirsiniz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Şer’î kanunlarla idare edilen bir devlette gayrımüslim kadınlar halk arasında oldukları zaman tesettür etmek mecburiyetinde midir?
    Cevab: Hayır. Maslahat için hükümet tahdid getirebilir. Mesela göğüslerini bacaklarını açmalarını men edebilir.
    28 Eylül 2015 Pazartesi
  • Sual: Dünyanın herhangi bir yerinde meşru cihad olmadığı zaman, ordu ile zorla cepheye götürülen askerler ölünce şehid olur mu?
    Cevab: İmanı varsa, zorla götürüldüğü için şehid olur.
    16 Şubat 2016 Salı
  • Sual: Kadın, orduda muharib olarak yer alıp, savaş idare edebilir mi? Bazıları Hazret-i Âişe'nin idare ettiği Cemel Vak’asından hareketle caizdir diyor.
    Cevab: Umumi seferberlik olmadıkça, kadınlar harbe, cihada çıkamaz; orduda yer alamaz. Ordu kumandanı hiç olamaz. Cemel Vak’ası harp değil; Hazret-i Âişe kumandan hiç değildi.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: İpek, erkek için haram iken, Osmanlı padişahlarının savaşlarda giydiği doğru mudur?
    Cevab: Harbde düşmana heybetli görünmek için ipekli giyinmek, bıyıklarını ve tırnaklarını haddinden fazla uzatmak caizdir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: İngiltere’de bilgisayar yazılımı yapan bir şirkette çalışmak, bahis ve iddia üzerine yazılımlar da yaptığı için caiz olur mu?
    Cevab: Gayrı müslimler kendi arasında oynarsa mesele yoktur. Müslümanlar oynarsa mahzurludur. Uzak durmak en iyisidir. Başka iş yoksa dârülharbde caizdir.
    27 Ağustos 2016 Cumartesi
  • Sual: Bir şahsın yaşadığı yerin dârülharb veya dârülislâm olduğunu bilmesi gerekir mi?
    Cevab: Bunu bilmek, zaruriyyat-ı diniyyeden değildir. Ama bilmezse zorluk çekebilir.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Evlenmek için kredi çekilmesi caiz midir?
    Cevab: Dârülharbde bile borç alıp faiz ödemek caiz değildir. Asgari nafaka masrafları için borç bulamaz ve zina tehlikesi varsa caiz olur.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: İki müslüman devletin orduları çarpışsa, maktul düşenlere şehit demek caiz olur mu?
    Cevab: Meşru müdafaa için cepheye çıkan taraf haklıdır; onun maktulleri, şehiddir. Diğer ordudaki askerler ise zorla getirildiği için şehid sayılır.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Kur’an-ı kerimde, “Kâfirlerle savaştığınızda boyunlarını vurun. Onları tesirsiz hale getirince sıkı güvenlik çemberine alın. Sonra onları (esirleri), fidye alarak veya karşılıksız serbest bırakın ki savaşın doğurduğu sıkıntılar kalmasın” buyuruluyor (Muhammed 47/4). Bu âyete göre Osmanlıdaki cariyelik meşru mudur? Zira Allah iki şık sunmuş. İkisinde de netice olarak karşılıklı ya da karşılıksız bırakmak var. Bu âyet, esnetilecek bir ayet değil. Hüküm çok açık. Doğru olmayan hadislerle ihlal edildiği kanaatindeyim.
    Cevab: Dinin delili sadece Kur’an-ı Kerim değildir. Kur'an âyetlerinden Herkes kendi kafasına göre hüküm çıkaramaz. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, İslâm dininin esasını teşkil eder. Kur’an-ı kerim, savaş esirleri hakkında halifeye üç şık tanır: 1-Erkekleri öldürüp; kadın ve çocukları köle yapmak. 2-Hepsini fidye karşılığı serbest bırakmak. 3-Hepsini köle yapmak. Karşılıksız serbest bırakmak caiz değildir. Bedr harbinde, esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması taraf-ı ilahîden tasvib edilmemişti. O zaman diğer iki şık gösterilmemişti. Verdiğiniz meal doğru değildir. Tevbe suresinin 5.ayet-i kerimesinde, “Onları esir alın ve hapsedin” buyuruluyor. Muhammed suresinin 4.âyet-i kerimesinin meâli ise, “Onlardan çoğunu öldürüp yendiğinizde, artık bağı sıkı tutun” şeklindedir. Burada kinaye yolu ile, esirleri köle yapmaktan söz ediliyor. Üstelik Kur’an-ı kerimin pek çok yerinde kölelere dair hükümler vardır.  Hazret-i Peygamber, bu üç şıkkı da tatbik etmiştir. Peygamber nasıl tatbik etmişse, İslamiyet odur. Bunun üzerinde bütün Müslümanların icmâı vardır. Âyetleri, başka âyetler ve hadisler izah ve beyan eder. Bu cüretkâr söz, Allah saklasın, aklı başında birinin söyleyeceği bir söz değildir.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Bir gencin annesi tesettüre riayet etmiyorsa gencin mesuliyeti nedir?
    Cevab: Bir kere tatlılıkla söyler. Dinlemezse dua eder.
    29 Mayıs 2017 Pazartesi
  • Sual: Dârulharbde öldürülenler şehid olur mu?
    Cevab: Nerede olursa olsun, Allah yolunda ölen veya haksız yere katledilen Müslüman şehid olur.
    2 Eylül 2017 Cumartesi
  • Sual: Bir meselede Emri bil maruf yaptıktan sonra, yanlış söylediğini öğrense, o kişiye gidip doğrusunu anlatmak gerekir mi?
    Cevab: Bulunabilirse söylemelidir. Herkes emri maruf yapamaz.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Mecburi askerlik, Müslüman erkeğe cihadın farz olmasının neticesi midir?
    Cevab: Şer’î bir devlette öyledir. Cihada gitmek farzı kifayedir. Seferberlik olursa farzı ayndır. Böyle olmayan şimdiki devletlerde, cihad ile alakası yoktur. Kanuni mecburiyettir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Düşmanın kadın, çocuk ve yaşlı mensupları, savaşmıyorsa ve kendi taraflarına yardım etmiyorsa, kısaca savaşa dâhil değilse, öldürülmeleri nasıl caiz olur?
    Cevab: Harbde, muhariplerin fidye mukabili serbest bırakılması, esir mübâdelesi, esirlerin köle yapılması veya öldürülmesi, kumandanın, yani halifenin salahiyetindedir. Maslahata muvafık gördüğü şıkkı tercih eder. Muharip olmayan kadın, çocuk, yaşlı, sakat ve rahipler, öldürülmez. Yağma ise, harb kızışınca, askeri cesaretlendirmek için yapılır. Bu da kumandanın salahiyetindedir ve menkul mallar içindir.
    28 Aralık 2017 Perşembe
  • Sual: Müslümanların da bulunduğu bir birlikle savaşa gönderilen kişi nasıl hareket eder?
    Cevab: Emre itaat lazımdır. Kendisini tehlikeye atmak olmaz. Oradaki kanı heder olanlara, yani imansızlara ve fitnecilere niyet ederek atılır. Aksi takdirde onlar kendisini vurur.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Emr-i bi’l-maruf farzı ayn değil midir?
    Cevab: Farz ve haramlar için, farzdır. Sünnetler için, sünnettir. Müstehaplar için müstehabdır. Bu zamanda dil ile emri maruf âlimlere aittir.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Günümüzdeki din adamlarının siyasetçileri desteklemesi gerekir mi?
    Cevab: Ulema, idarecilere nasihat eder; politikaya karışmaz.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Kadınların camiye gitmesi, çalışması, evlilik çağı, erkek kadın münasebetleri, müzik dinleme ve buna benzer meselelerde İslami ölçüyü mutedil bir şekilde söylediğimde, dinî bilgisi olanlardan bile reaksiyon alıyorum. Bazıları ise zaman değişti tarzında cevaplar veriyorlar. Bu tür meselelerde nasıl davranmalıyız?
    Cevab: Herkese her şey söylenmez. Âhir zamanda, dini doğru olarak öğrenip yaşamaya çalışmalı; hâliyle nümune olmalı. İnsanlara anlamayacağı şeyleri söylemek fitneye sebebiyet verebilir, düşmanlıklarını doğurur. Sorana söylemeli, sorulmazsa susmalı. Meselenin delillerini iyi bilmeyenin emr-i maruf yapması doğru değildir.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: İslâmiyet geldikten sonra köleliği neden yasaklanmadı?
    Cevab: Kölelik harb hukukunun tabii neticesidir. Mütekabiliyet esasına istinad eder.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: İmam Ebu Hanife ye göre hırsızın çaldığı mal çabuk bozulan meyve türünden ise ona hadd-i sirkat tatbik edilmediğinden, günümüzde gelişen teknoloji ile meyveler hemen toparlanıp dondurucuda saklanabilir olduğu için, hırsıza hadd-i sirkat lazım gelir mi?
    Cevab: Lazım gelmez. Zamanımızda hadd-i sirkat tatbiki mümkün değildir. Zira had cezaları darülislâmdae ve kadı tarafından verilip tatbik edilir.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Zâlim idareciye isyan etmek neden caiz değildir?
    Cevab: Ordusu ve polisi vardır. İsyan ederse, daha beter olur. Zalim idareci eli kolu boş oturacak değil ya! Ancak dua edilir.
  • Sual: Şu an ki Filistinlilerin İsrail zulmüne karşı ne yapmaları icab eder?
    Cevab: İlim, kültür, sanat ve ticarette kendilerini yetiştirmeleri, zenginleşmeleri; güçlü bir cemiyet olmaları icab eder. Silahlı mücadele ile bir yere varmak kolay değildir. Resulullah aleyhisselâm, Mekke’de evvela kaliteli bir müslüman cemiyeti meydana getirdi. Sonra devlet kurdu. Âyet-i kerimede meâlen “Peygamberde sizin için en güzel bir örnek vardır” buyuruldu.
  • Sual: Bedelli askerlik için bankadan kredi çekmek caiz midir?
    Cevab: Bankadan faizli kredi almak caiz değildir. Askere gitmeyip kredi almak daha kârlı ise, ancak o zaman dârülharbde câiz olur. Bu da çalışıp maaş alan kimseler için câridir.
    13 Temmuz 2018 Cuma
  • Sual: Şer’î bir devlette ateistlikleri açık ve ortada olanların hayat hakkı var mıdır?
    Cevab: Vardır. Nitekim Abbasiler devrinde Dehrîler vardı. Hükümet bunlara ilişmezdi.
    29 Haziran 2018 Cuma
  • Sual: Ecnebi ülkelerde müslüman güreşçilerin, boksörlerin yaptıkları müsabakaların cihad hükmünde olduğu doğru mudur?
    Cevab: Hayır. Boks gibi dövüşme sporları hiç  caiz değildir. İlimde, fende, ahlâkta ilerleyip herkese numune olmak, İslâmiyeti doğru bir şekilde anlatmak bu zamanda cihaddır.
    26 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Cuma namazı bugün için farz değildir diyenler var. Kılınmasa mesuliyeti yok mu?
    Cevab: Dârülharbde, yani şer’î hükümlere göre idare olunmayan yerlerde halife bulunmadığı için Hanefî mezhebinde farz değilse de Müslümanlar toplanıp Cuma kılarlarsa bu sahih olur; öğle farzı yerine geçer. O halde Cuma namazına gidilir. Diğer üç mezhebde bu şart aranmaz; diğer şartları varsa, her yerde kılmak farzdır. 
    26 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: İslâm savaş dinidir, barış dini değildir diyenlere nasıl cevap verilebilir?
    Cevab: İslâm dini, dünyaya ve insanlığa barış getirmek; insanları dünyada rahat yaşamalarını, ahirette ise ebedî saadete kavuşmaları için gönderilmiştir. İslâm, barış demektir. Kuran-ı kerim’de savaştan çok barış kelimesi geçer. Peygamber Efendimizin vefatında bütün Arabistan ona tâbi olmuştu. Bunlardan inatçılıklarıyla meşhur Mekke ve Taif dışında tamamı, barış yoluyla bu yeni konfederasyona bağlanmıştı. Kur’an-ı kerimde “Düşman sulha yanaşırsa, siz de yanaşın ve “Sulh hayırlıdır” mealinde ayet-i kerimeler bunu göstermektedir. İcab ederse kendini korumak için savaşmak da meşrudur. Hayatta kalmak, barış içinde yaşamak böyle olur. “Hazır ol cenge, ister isen sulh ü salah” mısraı bunu ifade eder.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: İmam Şâfiî hazretlerinin, bir belde bir kez dârülislâm olmuşsa, bir daha dârülharb olmaz sözünü nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Ulema dârülislamın dârülharbe dönüşmesinde ihtilaf ettiler. Mâlikiler, Hanbelîler ve İmameyn (İmam Ebu Hanife’nin iki talebesi Ebu Yusuf ve Muhammed) dediler ki: Bir beldede küfür ahkâmının zuhuruyla orası dârülislamdan dârül-harbe dönüşür. İmam Ebu Hanife ise bir yerin dârülharbe dönüşmesini şu üç şarta bağladı. 1- Orada küfr ahkâmının zuhuru. 2- Dârülküfre sınır olması. 3- Orada ilk eman ile -yani müslümanların emanı ile- kendisine eman verilmiş olan zimmî kalmaması; yani kısas ve diyet ahkâmının tatbik edilmiyor, müslüman ile gayrı müslimlerin gayrı şer’î bir statüde yaşıyor olmasıdır. (Bedâyi’u’s-Sanâyi', I/232; Esne’l-Metâlib, IV/174; Keşşâfü’l-Kınâ, I/98.)
    Binaenaleyh üç mezhepte de bir memlekette Müslümanlar ekseriyette olsa bile, beş vakit ezan okunsa, camiler açık olsa bile, burada ahkâm-ı islâmiyye tatbik edilmiyorsa, orası dârülharbdir. Dâr, ülke demektir ki, burada devlet ile aynı manadadır. Çünki ahkâmın tatbiki, devlet otoritesini icap ettirir.
    Şâfiî mezhebine göre, dârülislâmı kâfirler istila etseler, müslümanlara galebe çalsalar ve [kendi dinlerinin] hükümlerini izhar etseler bile orayı dârülharb olmaz. Nitekim hadis-i şerifte geldi ki “İslam âlidir (yücedir), hiçbir şey ondan daha âli olamaz.” Şâfiî mezhebinin bu içtihadının manası, dârülharbdeki malların mülkiyeti ile alakalıdır. Dârülislâm, kâfirlerin istilasına uğrasa, Müslümanların malı, gayrımüslimlerin mülkiyetine geçmez. Müslümanlara burayı tekrar fethedip dârülislâma katmak bir vecibedir. Sonra orası tekrar fethedilirse, Müslüman malını Şâfiî’ye göre alabilir; Hanefi’de alamaz, bu mal artık ganimet sayılır.
    İbn Hacer Tuhfe’de Râfiî’nin şu sözünü nakleder: Dârülislâm 3 surettedir: 1-Müslümanlarla meskûndur. 2-Müslümanlarca fethedilip, cizye mukabili gayrı müslimlerin elinde bırakılan yerdir. 3-Müslümanlarca meskûn iken kâfirlerin galebe çaldığı yerdir. Râfiî ikinci kısım için diyor ki, tek bir müslüman olmasa bile, burası müslümanların (yani İslâm hukukunun) hâkimiyetinde olduğu (yani cizye alınmakla şer’î hükümlerin tatbik edildiği) yerdir. Müslümanların hâkimiyeti ve dinini izhar etmesi, İslâm hukukunun hâkimiyetidir ki, cizye, had, kısas gibi tatbikatı ifade eder; ezan veya camiyi değil. Demek ki bir memlekette Müslümanların az veya çok olması, oranın hukuki statüsüne tesir etmiyor. (Tuhfetü'l-Muhtâc, IX/269)
    Yine İbn Hacer der ki: (Dârülislamda lakît bulunduğu zaman) ki burada dârülislâm diye tabir edilen yer, kadim zaman evvel bizim istilâ (feth) etmemizden sonra kâfirlerin uzun zamandan beri galip oldukları (ellerinde tuttukları) Gırnata gibi müslüman meskeni olduğu bilinen yerlerdir. Ancak Râfiî’nin bazı müteahhirînden naklettiğine göre, bu mahalden men olunmuyorsak, oradan, (yani dârülislamdan) sayılır; değilse dârülküfrdür. Sübkî, bunu tashih ederek (yani sahih bularak) ona şöyle cevap verdi: Orası sureta dârülküfr olur, hükmen değil.” (İbn Hacer, Tuhfetü’l-Muhtac, VI/350; Remlî, Nihayetü’l-Muhtac, V/454)
    Tuhfe’yi şerheden Şirvânî der ki: “İslâmın âli oluşundan murad, kıyamete değin intişarı, iştiharı ve küfrü sindirmesidir. Ancak bu, bazı yerlerin [dârülislâm iken] dârülküfre dönüşmesine münafi (aykırı) değildir. Tıpkı birçok vak’ada kâfirlerin kendi ehillerine yardım ederek onların [ehl-i islâma olan] galebesinin bu hâle münafi gelmemesi gibi.” (IX/269)
    İbn Hacer’in Râfiî’den naklettiği görüş, bir yerin dârülharbe dönüşebileceğine delildir. Dolayısıyla bütün Şâfiî âlimlerine göre bir yer suret-i kat’iyyede dârülharb olmaz diye mutlak bir kaide yoktur. Bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharb olmaz sözünün manasının mülkiyet olduğu, Râfiî gibi âlimlerin kavlinden de anlaşılmaktadır. Zira maksat eğer mülkiyet olmasaydı, dârülislâm olan yer dârülküfre dönüşür diyeemezlerdi.
    Son devir Şâfiî âlimlerinden Süleymaniye Medresesi müderrisi Şeyh Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Sevânihü’l-Efkâr kitabında diyor ki: “Dârülharb diye ahkâm-ı şer’iyyenin cârî [yürürlükte] olmadığı memâlike [ülkelere] denir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olmadığı ülke, ister müslüman, ister müslümandan gayrı kimselerle meskûn olsun, dârülharbdir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olduğu yerler dârülislâmdır. Ahâli gerek müslim ve gerek gayrı müslim olsun. Bu cereyandan [tatbikattan] murad, mehâkim [mahkemeler] ve hükûmetçe olan cereyandır. Yoksa eşhas beyninde cereyan-ı ahkâma bu bâbda hüküm yoktur. [Yani şahıslar arasında tatbik edilip edilmemesi mühim değildir.] Zira şahs-ı müslim, her ne zaman ve mekânda olursa olsun, ahkâm-ı şer’iyye ile âmil olmasına bir mâni’ yoktur.” Görülüyor ki Şâfiî mezhebinde olduğu halde, dârülislâm ve dârülharb tefrikini münhasıran hukuka bağlamıştır.
    İslâm Hukukunda Ülke Kavramı müellifi Ahmet Özel, İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı dârülislâm maddesinde diyor ki: “Şâfiîler’e göre dârülislâm daha sonra istilâya uğramış olsa, hatta istilânın üzerinden uzun yıllar da geçse dârülharbe dönüşmez. Dârülislâmın dârülharbe kesinlikle dönüşmeyeceği şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayri müslimlere geçmeyeceği anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine Şâfiîler’e göre gayri müslimler istilâ ile müslümanların mal ve mülklerine hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini istilâ etmesi gerekse Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması göz önüne alındığında bu devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî ilişkiler açısından dârülharp sayılacağı da açıktır. Nitekim halkının irtidad ederek istilâ ettiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârülharbe dönüşür. Zira malların ve arazilerin mülkiyeti esasen irtidad edenlere ait olup bir el değiştirme söz konusu değildir.”
    Eğer bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharbe dönüşmez denirse, İspanya, Sicilya, Sardinya, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Makedonya, Hırvatistan, Slovenya, Macaristan, Polonya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Hindistan dâhil olmak zere dünyanın bugün İslâmiyetin kokusu kalmamış memleketlerini dârülislâm saymak icap eder ki, şer’en de, aklen de muhaldir. İspanyollar, Gırnata’yı; Normanlar, Sicilya’yı işgal ettiklerinde; İngilizler, Hindistan, Kıbrıs, Filistin; Fransızlar Mağrib; Holandalılar Endonezya gibi İslâm beldelerinde Müslümanların kendi hukuklarını tatbike bir müddet de olsa müsaade ettiler. Nitekim bir yer gayrı müslimlerce istilâ edilirse, hükümet gayrı müslim bile olsa, orada yaşayan Müslümanlara hürriyet verilir, onlar da kendi aralarından bir emir (kadı, müftü) seçer ve şer’î ahkâmı (had, kısas vs) tatbik edebilirlerse, Hanefî’de de orası dârülharb olmaz, dârülislâm kalmaya devam eder. İdareciler müslüman olsa, beş vakit ezan okunsa, halkın ekseriyeti müslüman olsa bile, ahkâm-ı islâmiyenin tatbiki mümkün değilse, orası dârülharbe dönüşür. Çünki bütün âlimlere göre bir yerin dârülislâm olmasının alâmeti orada Müslümanların hâkim bulunması, yani orada ahkâm-ı şer’iyyenin tatbikidir. Hele bir belde gayrı müslimlerce istila edilmiş olmayıp, yakın tarihte nadiren de görüldüğü üzere dârürridde olmuşsa, yani mürtedlerin hâkimiyetine geçmişse, burasının dârülharbe dönüşmesinde ihtilaf yoktur.
    Kâsânî der ki, “Bir beldenin dârülislâm veya dârülharb oluşundan maksat, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere; korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârülislâmdır. Korku mutlak surette müminlere aitse; orası da dârülküfrdür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır.” (Bedâyi, VII/131).
    Dârülharb ve dârülislâm mefhumları, mugalata (demagoji) mevzuu yapılamayacak kadar teknik şer’î ıstılahlardır. Şunun bunun gönlüne göre mana verilemez. Kur’an-ı kerim, şer’î hükümleri tatbik etmeyi emreder ve esas tutar. Bir şahıs/memleket, şer’î hükümleri kabul eder; ama kısmen veya tamamen tatbik etmezse, günahkârdır. Zira amel, imandan bir cüz değildir. Ama bu hükmü/hükümleri kısmen veya külliyen inkâr ederse mümin değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi inkâr eden ve laikliği düstur edinmiş bir belde/ülke/devlet, isterse halkı kâmilen müslüman olsun dârülharbdir. Bunda hiç şüphe yoktur. Aksi, nassı inkâr demektir.
    İmam Ebu Hanife’nin ikinci şartı, eğer bir belde dârülislâma bitişik ise, müslümanların vazifesinin burayı kurtarıp, tekrar dârülislâm haline getirmesi vecibesine işaret etmektedir. Bugün Müslümanların sayıca çok olduğuna, ezana, minareyle bakıp da, ahkâm-ı islâmiyenin artık tatbik edilmediği eski dârülislâm beldelerini hâlâ dârülislâm zannedenler şunu anlamıyor: Bugün yeryüzünde müslümanların el ele verip de kâfirlerin müslümanlardan istila ettiği yeri/yerleri yahut müslümanları kurtaracak bir vahdet ve kuvveti yoktur. İmam Ebu Hanife zamanında mümkün olan bu iş, şu an mümkün değildir. Şu anda teknik manada hakiki dârülislâm yoktur ki, dârülislâma bitişik olma keyfiyeti vâki olsun. Tahavî, Muhtasar'da, İmam Ebu Hanife’nin dârülislama bitişik olma şartını işaret ederek, “Eğer İmam Ebu Hanife müslümanların bu hâlini görseydi, böyle içtihat etmezdi” diyor. Şâfiî mezhebinin kavli de böyle anlaşılmak icap eder. İfsadın ta o zaman yayıldığı malum olduğuna göre, hâlâ bir kere dârülislâm olan yer, bir daha dârülharbe dönüşmez diyenlere ne denir?
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Bazı ateistler, İslâm barış diniyse, dört halife ve Emevîler devrinde fetihler neden var, diye sordu?
    Cevab: İslâm, barış dinidir ama, herkes barışçı demek değildir. Sulhu korumak için bazen harb lâzım geliyor. İslâmiyet herkese Allah’ın adının duyurulmasını, İslâmiyet'in tanıtılmasını emrediyor. Bu da umumiyetle fetih yoluyla olur. Ateistlerle arkadaş olmayınız.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: ‘Dinde zorlama yoktur’ âyet-i kerimesi ile ‘İnsanlarla La ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum’ hadis-i şerifinin arası nasıl bulunur?
    Cevab: Yani ya la ilahe illallah deyip Müslüman olacaklar veya Müslümanların hâkimiyetini kabul edecekler demektir. Yani hükmen Müslüman olacaklardır. Yoksa inanç olarak Müslüman olmaya zorlanamazlar.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Bir müslüman devlet, müslümanların yaşadığı bir şehri muhasara edip burayı savaşla alsa, ordunun burayı yağmalaması caiz olur mu?
    Cevab: Kumandan harb esnasında zaferi çabuklaştırmak adına yağma vadedebilir. Müslümanın malı yağma edilmez, ganimet olmaz.
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: İlahiyat ikinci sınıftayım. Fakülteyi bitirince ne yapmamı tavsiye edersiniz?
    Cevab: İmam Hatip mektebine hoca olun. Olmuyorsa lise ve ortaokullara din dersi hocası olun. Olmuyorsa imam olun.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: İşgal ile fetih arasındaki farklar nelerdir?
    Cevab: Umumiyetle edene göre fetih, edilene göre işgal deniyor ise de, işgal hukuken tanınmayan geçici bir haldir. Fetihte ise artık orası vatan edinilmiştir. İşgalde geçicilik ve tanımama; fetihte kalıcılık ve tanınma vardır.
    22 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Roma’nın fethine dair hadis-i şerif var mıdır?
    Cevab: Hazret-i Peygamber, “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır; onun askeri ne iyi askerdir” buyurarak müminlere İstanbul’un fethini müjdelediği gibi, Roma’nın da fethedileceğini müjdelemiştir. Deylemî’nin Müsnedül-Firdevs eserinde geçen hadis-i şerife göre, “Lâ tekumüs-sâa, hattâ yeftehallahu alel-mü'minînel-kostantîniyyetir-rûmiyyete bit-tesbîhi vet-tekbîr”. Yani, Allahü teala müminlere teşbih ve tehlille Roma’nın fethini nasip etmedikçe kıyamet kopmaz. Araplar, Kostantiniyye es-Sugrâ veya yalnız Kostantiniye dedikleri zaman İstanbul’u; Kostantiniyeti’r-Rûmiyye veya Kostantiniyyeti’l-Kübrâ dedikleri zaman Roma’yı kast ederler. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, kıyamete yakın, Mehdi aleyhirrahme zuhur edince, Roma fetholunacaktır. Zira fetih, tekbir ve tehlille müyesser olacaktır.
    1 Nisan 2020 Çarşamba
  • Sual: Fethedilen topraklarda ganimetin sınırı var mıdır? Kılıç hakkı nedir? 
    Cevab: Harb yoluyla fethedilen yerlerde menkul ve gayrı menkul bütün mallar, esirler, galiplere ganimet olur. Beşte biri devlet hazinesine alınır; diğerleri gazilere dağıtılır. Buna kılıç hakkı denir. Osmanlılarda, fethedilen yerdeki mabedler hükümdarın inisiyatifiyle olduğu gibi bırakılır; bunlardan bir tanesi Cuma namazı kılınmak üzere kılıç hakkı olarak camiye çevrilirdi. Ayasofya Camii gibi.
    16 Nisan 2020 Perşembe
  • Sual: Harb esirleri köle olmak istemezlerse ne olur?
    Cevab: Öyle bir alternatifleri yoktur. Hükümdarın obsiyonuna göre ya fidye veya esir değiş-tokuşu ile serbest kalırlar veya köle yapılırlar.
    17 Mayıs 2020 Pazar
  • Sual: Müslümanların sanatta, mesela sinemacılıkta çalışması caiz midir?
    Cevab: Zamanın silahı ne ise, bununla hizmet etmek icap eder.
    8 Eylül 2020 Salı
  • Sual: İsviçre’de yaşıyorum. Buradaki insanlara İslâmiyetin hükümlerini anlatmak istiyorum. Nasıl hareket edeyim?
    Cevab: Emr-i maruf vazifedir ama, bunun şartları vardır. Bir kere ilim sahibi olmak lazımdır. Ayrıca ilm-i siyaseti de iyi bilmek icap eder. Avrupa’da çok hassas bir vaziyet hüküm sürmektedir. Bu gibi mevzulara girmemelidir. Aksi takdirde fitne çıkar; hem kendisi sıkıntı çeker; hem de Müslümanların sıkıntısına sebep olunur.
    29 Eylül 2020 Salı
  • Sual: Devlet adamları laik/seküler bir devlet düzeninde İslami hükümleri getirmek için  İslâmiyete aykırı bazı fiiller içine girebilir mi?  Takiyye yapabilir mi?
    Cevab: İslâmî hükümlerin hâkimiyeti, ancak Mehdi aleyhirrahme devrinde mümkün olabilir. Müslümanların iyiliği için ilm-i siyasete dikkat etmek, politikacılar ve herkes için lazımdır.  Cenab-ı Peygamberin Mekke devri, hatta Hudeybiye Musalahası numunedir.

    Ehl-i sünnet kaynaklarında takiyye tabiri geçmez; yerine müdârâ mefhumu vardır. Müdârâ, dinini ve dünyasını kurtarmak için dünyalık vermek demektir. Müdahanenin zıddıdır. Bu, dünyalık için dinden taviz vermek demektir. Hadis-i şerifte, “Ben müdârâ için gönderildim” buyuruluyor (Künûkü’d-Dekâik).

    Berika gibi fıkıh kitaplarında der ki: Dine hizmet etmek isteyenin, hem dinin hükümlerini, hem de zamanının şartlarını ve insanların hallerini iyi bilmesi lazımdır. Resulullah’a birisi geldi. Onu uzaktan görünce, “Kabilesinin en kötüsüdür” buyurdu. Odaya girince, gülerek karşılayıp, iltifat eyledi. Gidince, Hazret-i Âişe sebebini sordu. “İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için yanına yaklaşılmayan kimsedir” buyurdu. O, Müslümanların başında bulunan bir münafık idi. Müslümanları onun şerrinden korumak için müdârâ buyurdu (Buhârî). “Bâ dôsitan mürevvet bâ düşmenan müdârâ”, yani dostlara mertçe davranmak, düşmanları idare etmek lazımdır, sözü meşhurdur. Sovyetler zamanında muallimlik yapan bir tanıdığımızdan, Bolşevik İhtilali yıldönümü merasiminde Lenin hakkında bir konuşma yapmasını istemişler. O da Lenin hakkında tarihi biyografik malumat verip, taraftarlarınca meziyet sayılan bazı muvaffakiyetlerini anlattıktan sonra “Onun gibi bir şahsiyet, tarihte ne gelmiştir, ne de gelir. Hakkıyla anlatılırsa, vicdanlarda layık olduğu yeri alacaktır” diyerek sözünü bitirmiş ve çok alkış almış.

    Mektubat-ı Rabbâniyye’de diyor ki: Takiyye, kalbinde olanın aksini söylemektir. Buna müdârâ da denir. İtikadını, mezhebini saklamak demektir. Muhtelif şekilleri vardır: Birincisi, kâfirler arasında olup, malından, canından korkanın, kalbi razı olmadığı halde muhabbet izhar etmesidir. Bu, caizdir. İkincisi, kalbinde olanı açıkça söylemesidir. Bu, efdaldir. Müseyleme’nin şehit ettiği sahabi böyledir. Üçüncüsü, öldürmek, zina, malını gasp, yalancı şahitlik, namuslu kadını kazf etmek, Müslüman kadınları kâfirlere haber vermek gibi zararlı şeyleri yapmak caiz değildir. Dördüncüsü, takiyye, kâfirlerin galip olduğu yerde caizdir. Şâfiî mezhebinde, zâlim Müslümanlar arasında da caiz olur. Beşincisi, malını muhafaza için de, takiyye caiz olur. “Müminin malı, canı gibi kıymetlidir” hadis-i şerifi buna şahittir. “Malını muhafaza ederken öldürülen, şehit olur” hadis-i şerifi de böyledir. Çünki insanın mala ihtiyacı pek çoktur. Mesela, su gabeni fahiş ile pahalı satıldığı zaman, abdest almak, farz olmaz. Teyemmüm etmek caiz olur. İmam-ı Mücahid diyor ki, İslamiyet'in başlangıcında takıyye caiz idi. Çünki o zaman, Müslümanlar garib idi, zaif idi. İslam devleti teşekkül edince, bu hüküm değişti. Takıyye, kıyamete kadar caizdir diyenler de vardır. Bunların kavilleri, evladır. Çünki müminin kendinden zararı, mümkün olduğu kadar def etmesi lazımdır.” (III/55)

    Müteaddit Kur’an ayetlerinde, zayıflara dinlerini, hâllerini saklamaları hususunda müsaade edildiği beyan olunmaktadır. Ölümden kurtulmak için putları ikrar eden Ammar’ın hâli mazur görülmüştür. Bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyuruluyor: “Müminler, kâfirleri dost edinmesinler. Onlardan sakınmanız hali müstesnadır.” (Âli İmran: 28). Kendisine dini bayramlarına iştirak etmesini isteyen kavmine, İbrahim aleyhisselâmın, geride kalıp putları kırmak için, “Ben hastayım” diye cevap verdiği meşhurdur. (Saffât: 88-89)

    Ehl-i sünnete göre göre takiyye, canını, malını, ırzını, dini korumak için şerrinden korkulan Müslüman veya gayrı müslim herkese karşı kendisini saklamak demektir. Caiz ve lazımdır. Bu, Şiî-Caferîlerin iman esaslarından olan takiyyeden farklıdır. Bunun sınırı, farzların terki ve haramların işlenmesidir. Yani dine hizmet için farzı terkedip günah işlemek caiz değildir. Hele herkese kafa tutup da, dine hizmet için takiyye gerekçesine sığınmak, kabul edilir şey değildir. İkrah (zorlanma) hâli müstesnadır. Bu sebeple dinini kayıranlar, laik memleketlerde siyasetten uzak durmayı tercih etmişlerdir. Mamafih dârülislam ile dârülharb arasında şer’î hükümler cihetiyle farklılıklar ve bazı ruhsatlar mevcuttur. Bilmeyenler, bu kişiyi günah işledi zanneder.

    29 Eylül 2020 Salı
  • Sual: İslâm askerleri düşmanla harb sahasına varınca düşman askerlerinin birbirini kestiğini görse, ortadaki düşman malları ganimet olur mu?
    Cevab: Muharebe şart değildir. Düşmanın her şeyi ganimettir.
    12 Ekim 2020 Pazartesi
  • Sual: Gayrı Müslimlerin Hz. Peygamber’e hakaret meselesi üzerine bir müslümanın tavrı ne olmalıdır?
    Cevab: Gayrı müslimler, sadece iman ile muhataptırlar. İman etmeyen birinin, İslâm dinine hürmet göstermesi beklenmez. Böyle birine zarar vermek caiz değildir, fitneye Müslümanlara büyük zarar verilmesine sebep olur.
    22 Ekim 2020 Perşembe
  • Sual: Ömrünü İslamiyet'e düşmanlık ederek geçirmiş birisi öldüğü zaman sevinmek caiz olur mu?
    Cevab: İmam-ı Rabbani hazretleri, eliyle, diniyle ve kalemiyle dine zarar verenlerin, öldüğüne üzülmek şöyle dursun, sevinmek lazım geldiğini bildiriyor. Yine de bunu ilan etmek doğru değildir.
    22 Ekim 2020 Perşembe
  • Sual: Hz. Ali’nin “İnsanlara anlayabilecekleri şeyler söyleyiniz. Siz Allah ve Resulünün yalanlanmasını ister misiniz?” sözüne göre, mesela dini bilgisi zayıf olan bir insana İslâmda recm olduğunu söylemememiz mi gerekir?
    Cevab: Hz. Ali, dehrilere, yani ateistlere uzun uzun Allahın varlığını anlatmadı. “Siz haklıysanız, benim inanmakla zararım yok. Ama ben haklıysam, sizin haliniz ne olacak?” dedi. Avama derin ince hassas meseleler anlatılmaz. Yoksa küfre düşebilir. Veya anlayacağı kadar anlatmalıdır. İlk mektep matematiği ile lise matematiği ve yüksek matematik aynı mı anlatılıyor?
    22 Ekim 2020 Perşembe
  • Sual: Selefi radikal Taliban, nasıl oluyor da Afganistan gibi Sünni an’aneye mensup mutedil bir coğrafyada kendisine taraftar toplayabiliyor?
    Cevab: Taliban, Vehhabi tesirindeki Diyobend ekolünün mahsulüdür. Ancak kendisine Sünni imajı vermekte; Afganistan’ın sosyo-ekonomik problemlerinden istifade ederek inkişaf etmektedir.
    3 Aralık 2020 Perşembe
  • Sual: Geleneksel ve küresel gibi kelimelerde geçen -sel/-sal ekleri Türkçe’de var mıdır? Artık halk diline girmiş deyip kullanmalı mıdır?
    Cevab: Bu ekler Türkçe’de yoktur; Fransızca’dan ilhamla uydurulmuştur. Mecbur kalmadıkça uydurukça kelime kullanmamalıdır. Uydurukça ile mücadele, bir milli şuur ve mefkûre (ideal) meselesidir.
    15 Aralık 2020 Salı
  • Sual: Bir harb hakiki cihad ise kaybedilmez sözünüzün delili var mıdır?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde “Şüphesiz askerlerimiz asla mağlup olmaz” mealinde ayet-i kerime vardır (Saffat:173). Bir harb, eğer 1-meşru cihad ise ve 2-perakende olmayıp kumandanın emirlerine uyulmuşsa, zafer mev’uddür, vadedilmiştir.
    16 Şubat 2021 Salı
  • Sual: Şer’î bir devlette Müslümanlar bir beldeyi fethetse, o beldedeki savaşa katılmayan kişiler ve aileleri de ganimete dâhil midir?
    Cevab: Düşman esirlerinin tamamı ganimete dâhildir. Ancak muharip olmayanlar öldürülmez.
    16 Şubat 2021 Salı
  • Sual: Meşru cihad olmayan bir harbe iyi niyetle giden ve ölen asker şehit olmaz mı?
    Cevab: Zorla götürüldükleri için imanı varsa şehit olur.
    29 Mart 2021 Pazartesi
  • Sual: Bugün bir şer’î devlet olsaydı, mesela hangi ülkelerin fethine gidilebilirdi?
    Cevab: Cihadın maksadı toprak ve ganimet elde etmek değil; Allah’ın adını yüceltmek, yani İslâmiyeti insanlara duyurmaktır. Şimdi bir İslam devleti olsaydı, silahlı değil, bütün dünya ile iyi münasebetler kurarak İslâmiyeti yayardı. İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî hazretleri, söz ve kalem olan cihadın, kılıç ve top ile olan cihaddan üstün tutmaktadır. Şu halde ilk bin yılın silahı kılıç idi, ikinci bin yılın silahı söz ve kalem olacaktır. (1.cilt 65. Mektub)
    3 Nisan 2021 Cumartesi
  • Sual: Bir müslüman devlet hangi gerekçeyle başka bir müslüman devlet ile savaşabiliyor?
    Cevab: Meşru müdafaa.
    4 Mayıs 2021 Salı
  • Sual: Harbden geri çekilmenin hükmü nedir?
    Cevab: Yenişemeyeceği düşmanla sulh yapmak caizdir. Fazla zarara uğramamak için geri çekilmek caizdir. Bunu kumandan tayin ve takdir eder. Kur’an-ı kerimde bu mealde ayet-i kerime var. Hazret-i Peygamber’in tatbikatı böyledir.
    5 Temmuz 2021 Pazartesi
  • Sual: Cihad ibadet ise, gayrı müslim vatandaşların orduda istihdamının sebebi nedir?
    Cevab: İbadet olarak değil, icap ettiğinde ücretli olarak istihdam edilmiştir.
    5 Temmuz 2021 Pazartesi
  • Sual: Uydurukça veya yerinde kullanılmayan kelimelere fazla takılıyorsunuz. İşin özü mühim değil mi?
    Cevab: Zâhirden, bâtına; şekilden, öze yol vardır. Zâhir harapsa, bâtın da harap kalır. Kaldı ki bu bir şuur meselesidir.
    5 Temmuz 2021 Pazartesi
  • Sual: TDK’nin dilimizde yaptığı tahribatı iyi anlatan bir kitap tavsiye eder misiniz?
    Cevab: Peyami Safa, Osmanlıca Türkçe Uydurmaca; Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları; Abdurrahman Acer, Türkçenin Müdafaası; Agah Sırrı Levend, Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri; Kadir Mısıroğlu’nun 1000 Kelimeyi Boykot.
    5 Temmuz 2021 Pazartesi
  • Sual: İbn Âbidin’e göre, bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse, orası yine dârülislâmdır. Bu ne manaya geliyor?
    Cevab: Bir memleketi kâfirleri istila etse, orada yaşayan Müslümanların kendi müftüleri olup şeriatı tatbik etseler, burası dârülislam olmaya devam eder. İspanyol işgalinde Endülüs, Osmanlı hakimiyetinde Eflak ve Boğdan, İngiliz işgalinde Hindistan gibi.
    5 Ağustos 2021 Perşembe
  • Sual: Bir kadının zevcinin dinî bilgisi zayıf olsa, ona nasihat etmesi caiz olur mu?
    Cevab: Bir kadın, kocasıyla dini münakaşalara girmemelidir. Aksi takdirde zevcin izzet-i nefsi kırılır; aile huzuru kalmaz. Hele ukalalık kimsenin hoşuna gitmez; fayda yerine zarar getirir. İlm-i siyaset bunu icap ettirir. Kadın, kocasının hocası değildir. Ondan mesul de değildir. Evde muteber bir ilmihal bulundurmalı; beraber okumalı. Hem bir şey paylaşıldığı için, muhabbeti arttırır; hem de nasibi olduğu kadar istifade eder.
    29 Ağustos 2021 Pazar
  • Sual: Ben şeriatla idare edilmek istemiyorum diyen bir müslümana ne cevap verilir?
    Cevab: Cevap verilmez.
    29 Ağustos 2021 Pazar
  • Sual: İslâmiyeti tebliğ etmek her müslümana farz mı?
    Cevab: Tebliğ âlimlerin vazifedir. Fitne çıkarmak tehlikesi de vardır. Avam dua eder ve imkânı varsa bu işi usulüne uygun olarak yapanlara mali yardım yapar.
    8 Aralık 2021 Çarşamba
  • Sual: Bir erkek zevcesine peşpeşe üç talak verse, ama bununla tamamen ayrılacağını bilmese, ne lazım gelir?
    Cevab: Bilse de bilmese de, korkutmak için söylemiş olsa da, beynunet-i kübrâ, yani büyük ayrılık meydana gelir. Eşler tamamen ayrılır ve bir daha evlenemezler. Kadın bir başkasıyla evlenip, zifafa girdikten sonra, bu evlilik ölüm veya talak ile son bulsa, o zaman isterse eski kocasıyla yeni bir nikâhla evlenebilir. Müslüman için cehl özür olmaz. Bir amele başlayan, bunun dinî hükmünü öğrenmek mecburiyetindedir. Nasıl ki namazın şartlarını öğrenmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Kim zevcesini bilerek veya bilmeyerek üç talak ile boşasa, kadın ondan tamamen ayrılmış olur” buyuruldu. (Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 15094) Ancak dârülharbde meşhur olmayan farzları bilmemek özür olduğundan, bir erkek zevcesine üç defa boş ol dese, bununla beynunet-i kübrâ (kati ayrılık) meydana geldiğini bilmese, ikinci ve üçüncü talâkı muteber değildir. Dârülharbde, bunu öğrenme imkânı varken öğrenmemişse, günahkâr olur. Dârülislâmda ise bilmemek özür değildir.
    12 Aralık 2021 Pazar
  • Sual: Bir müslüman cihada çıkıp esir düşse ve bu esnada ölse, şehit sayılır mı?
    Cevab: Evet.
    5 Ocak 2022 Çarşamba
  • Sual: Düşmana esir edilen müslüman, işkenceye uğramamak veya sorgulanırsa sır vermek tehlikesiyle intihar edebilir mi?
    Cevab: Hayır.
    5 Ocak 2022 Çarşamba
  • Sual: Namaz kılmayan bir kimsenin başkasına “namazını kıl” demesi, içki içen kimsenin başkasına “içki içme” demesi günah olur mu?
    Cevab: Hayır. O günahı işlemek, emr-i maruf vecibesini düşürmez. Ama tesiri olmaz. "Yapmadıklarınızı neden söylersiniz?” mealinde ayet-i kerime vardır.
    1 Mart 2022 Salı
  • Sual: Güçlü düşmandan kaçmak caiz olur mu?
    Cevab: Fetâvâ-yı Hindiyye’de Serahsî’nin Muhît’inden alarak diyor ki: Müslümanların adedi, düşmanların yarısı kadar veya daha fazla ise, kaçmaları helal değildir. Bu, silahları olduğu zamandır. Silahları yok ise, silahı olan düşmandan kaçmaları caiz olur. Bunun gibi, kendisinde ok aleti olmayan müslümanın ok atandan kaçmasında beis yoktur. [Meselâ füzesi yok ise, füzesi olan düşmandan kaçması, geri çekilmesi, sulh yapması, kaleyi boşaltması câiz olur.] Bu esasa göre, bir kişinin üç kişiden kaçması caiz olur. Adedleri on iki bin veya daha fazla olunca, kendilerinden kat be kat fazla olan düşmandan kaçması helal olmaz. Bu, kelimeleri (gayeleri, davaları, maksadları) bir olduğu zamandır. Farklı farklı olduğu zaman, ikiye bire itibar edilir. Zamanımızda ise tâkata (güce) itibar olunur. Her kim mancınıkla saldırmayı planlayan bir kale halkının mevziinden veya benzeri bir mevziden kaçarsa veya kendilerine ok veya taş atılan bir mevziiden firar ederse, bunda beis yoktur. (II/193).
    1 Mart 2022 Salı
  • Sual: Müslüman Çeçenlerin, Rus ordusunda Ukrayna’ya karşı savaşması caiz midir?
    Cevab: Şer’î kaidelere göre kurulmuş ve işleyen bir devlet olmadığı için, hiçbir müslümanın gönüllü olarak harbe iştirak etmesi, Müslüman olsun olmasın, düşmana atış yapması caiz değildir. Ancak kendisine şahsen saldıranlara bizzat mukabele etmesi caizdir. Bir de mecburi askerlik sebebiyle orduda bulunanlar müstesnadır. Bunlar da mümkün mertebe geri hizmette vazife almayı tercih etmelidir. Buna kadir olmaz da cepheye sürülürlerse, karşı tarafa atış yapmaları caiz olur. Bunu yaparken din düşmanlarına attığına niyet etmek iyi olur.
    17 Mart 2022 Perşembe
  • Sual: Kimya-ı Seadet’te En üstün kesb yolu cihaddır deniyor. Bugün silahlı cihad olmayıp, kalemle yapılan cihaddan, yani din kitabı yazmaktan para kazanmak doğru mudur?
    Cevab: Nafaka kadar kazanmak caiz ve tayyip ve efdaldir.
    20 Mart 2022 Pazar
  • Sual: Bugün cihad hükmü ortadan kalkmış mıdır?
    Cevab: Cihad hükmü, ebediyyen devam eder. Silahlı cihadın hükmü şimdi kalkmıştır. Çünki halife ve şer’î hükümet yoktur. Dil ile, kalem ile ve hal ile cihad kıyamete kadar devam eder. İslamiyeti öğrenip yaşayıp anlatarak emr-i maruf yapılır. Hizmet edenlere yardım ve dua edilir. Sözle emri marufu alimler yapar. Bunlar kalmadı ise kitapları yayılır.
    26 Nisan 2022 Salı
  • Sual: Bir memleket işgal edildiğinde, hükümdar izin vermese bile vatanı savunmak niyetiyle halkın milli mücadeleye girişmesi caiz midir?
    Cevab: Bu işlere hükümet karar verir, halk değil.
    19 Mayıs 2022 Perşembe
  • Sual: Harbden kaçmak büyük günahlardan olduğuna göre, memleketimize gelen sağlıklı Suriyelilerin hükmü nedir?
    Cevab: 1.Harbden değil, cihaddan kaçmak günahtır. Şu anda İslam devleti ve halife olmadığı için zaten cihad yoktur.

    2.Bu Suriyelilerin çoğu kadın, yaşlı ve çocuktur.

    3.Kime karşı savaşacaklar?

    4 Haziran 2022 Cumartesi
  • Sual: Bir ateist, peygamberimize “Muhammed” diye hitap ederse ikaz etmek lazım gelir mi?
    Cevab: Cenab-ı Peygambere hürmetle mükellef olan, müslümanlardır. Başkası ne yaparsa yapsın, Müslümanı alâkadar etmez.
    4 Haziran 2022 Cumartesi
  • Sual: Mesela Fatih Sultan Mehmed’in Rodos’ta, Belgrad’da kaybetmesi, bunların meşru cihad olmadığını mı gösterir?
    Cevab: Bir harb kaybedilmişse bunun meşru cihad olmadığını göstermez, söz dinlenmemiş veya ikmal yapılmamış olabilir. Harbin kazanılması için

    1-Meşru olması,

    2-Kumandanın sözünü dinlemek,

    3-Hazırlıklı olmak şarttır.

    8 Haziran 2022 Çarşamba
  • Sual: Kız kardeşim namaz kıldığı halde çok açık saçık giyiniyor. Rahatsız oluyorum. Ne yapmalıyım?
    Cevab: Bilmemesi mümkün değildir. Dinleyecek, kabul edecek biriyse, kibarca bir defa söylenir. Sen namaz kılıyorsun, ne güzel, bir de şöyle giyinmesen, denir. Bir ilmihal hediye edilir. Dinlemezse seyrek görüşülür.
    4 Ağustos 2022 Perşembe
  • Sual: Bazı camilerde uygunsuz kitaplar var. Bunları alıp imha etmek caiz midir?
    Cevab: Fitne olur. Karışmamalı, muteber kitapları hediye etmelidir.
    4 Ağustos 2022 Perşembe
  • Sual: Bir kimse halifeye karşı ayaklansa, ama halkı da halifeyi koruyacağız diye kandırsa, bu kişiler muharebede ölse şehit midir?
    Cevab: İmanı varsa bilmediği için şehittir. Biliyorsa düşman tarafından öldürülse bile şehit olmaz.
    6 Eylül 2022 Salı
  • Sual: Akrabalarımın bahçesi var. Öşür vermediklerini sanıyorum. İkaz etmem lazım gelir mi?
    Cevab: Verdiklerine hüsnü zan edersiniz. Vermedikleri kati biliniyorsa, sorarlarsa söylersiniz.
    25 Eylül 2022 Pazar
  • Sual: Dini noksanlığını gördüğümüz arkadaşlarımıza bunu söylemeli miyiz?
    Cevab: Delili iyi bilinen bir meseleyse, çok yakınlara dinleyeceği umulursa söylenir. Değilse sorana söylenir.
    8 Ekim 2022 Cumartesi
  • Sual: İslami hassasiyetler cihetiyle adli ve idari hakimlik arasında fark var mıdır?
    Cevab: Farkı yoktur. Türkiye’de veya başka ecnebi memleketlerde hakimlik ve avukatlık yapmak caiz, hatta niyeti düzeltirse, yani dine, millete, insanlara faydalı olmayı hedeflerse, nafakasını çıkarıp kimseye muhtaç olmamayı düşünürse sevaptır.
    19 Kasım 2022 Cumartesi
  • Sual: “Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar.” Bu hadis, şimdiyi mi anlatıyor?
    Cevab: Elbette. İfade hem hakiki; hem de mecazdır. Fitnelere karışmamak, haklı bile olsa kimseyle münakaşa etmemek, aşırılıklardan kaçınmak, haddini bilmek, zamanın şartlarını anlamaya çalışmak, ön planda olmamak, sokaklara dökülmemek lazımdır.
    29 Kasım 2022 Salı
  • Sual: Eğer bir kumandan, kâfirleri usulü dairesinde İslamiyete davet etmeden ve bu husustaki delilleri etraflıca serdetmeden harbe girişir ve kendilerini ansızın baskın suretiyle gaflet üzere yakalayıp öldürtür ise, aynen bir müslümanı katletmiş gibi diyet ödemekle mükellef olduğuna göre, Sırpsındığı zaferi bununla tezat teşkil etmez mi?
    Cevab: Hayır. Sırpsındığı, bir harbin içindeki muharebedir. Harb devam ederken yapılan muharebelerde haber vermek icap etmediği gibi baskın yapmak da caizdir. Kaldı ki düşman saldırırsa, İslama davet edilmesi gerekmez. Ayrıca yazdığınız hüküm de doğru değildir. Harbînin öldürülmesinde kısas ve diyet lazım gelmez. Zira darülharbdedir ve düşmandır. Ancak müstemenin, yani izinle darülislamda bulunan gayrı müslimin öldürülmesinde diyet lazım gelir.
    16 Aralık 2022 Cuma
  • Sual: İslâm devletinin ordusunun devamlı düşmanlarla muharebe etmesi mi icap eder?
    Cevab: Hayır. Dünyada müslümanlarla gayrı müslimler arasındaki hakim statü sulhdür. Cihadın meşru olması için bazı şartlar ve sebepler vardır. Ancak o zaman harbe girişilir. Bu da düşmanın müslümanlara tecavüzüdür.
    16 Aralık 2022 Cuma
  • Sual: Müslümanlara karşı hakaretlere ve zulümlere reaksiyon olarak yapılan toplu nümayiş ve yürüyüşlere katılmak caiz midir?
    Cevab: Kanun dairesinde hareket etmek caiz ise de, bunların faydası olmadığı gibi, zararı da çoktur. Kendisini tehlikeye atmak caiz olmaz. Bu hakaret ve zulümlerin bitmesi için her müslüman kendisine düşeni yapar. Bu ise sokaklarda değildir.
    2 Ocak 2023 Pazartesi
  • Sual: Bir mecliste bir din düşmanı övülse, orada onu sevmeyen birisi de fitneden dolayı sussa, sükût ikrardan gelir mi?
    Cevab: Her zaman sükût ikrardan gelmez.
    25 Ocak 2023 Çarşamba
  • Sual: Mevlana’nın ilerde müslüman olur diye Moğollarla iyi geçinip harbetmemesi saçma değil mi?
    Cevab: Mevlana, Hazret-i Peygamber’in sünnetine uymuştur. O, kendisine eziyet eden müşrikler için, “Ya Rabbî onları helak etme, bilmiyorlar, umarım onların soyundan müminler gelsin” buyurdu. Bu hadis-i şerif, Buhari ve Müslim’de geçer. Kendi kafasına uymuyor, bildikleriyle uyuşmuyor diye alimlerin sözlerini tahkir etmek en azından cehalet alametidir.
    27 Ocak 2023 Cuma
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • TR
  • EN
© 2019
  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder