Sual
Cevap
Prof. Hamidullah, mucizelerin, hârikulâde şeyler olmadığını; fizikî zemine zaten sahip bulunan hâdiselerin, Peygamber’in ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıktığını; teknik yollara mürâcaat ederek sıradan insanların da bunları gerçekleştirebileceğini söyler. Halbuki kelâm kitaplarında, mucizenin 7 şartı sayılırken, bunun hârikulâde bir şey olması da zikredilir. İsrâ ile Mi̔rac’ı aynı hâdise olarak kabul eden Prof. Hamidullah, ayrıca bunun bedenî değil; ruhânî bir seyahat olduğunu söyler.
Hazret-i Peygamber’in Mekke’den Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e gitmiş olamayacağını; buranın, göklerdeki Beyt-i Mamur olabileceğini iddia eder. Zira Kur’an-ı kerîmde Şam havâlisi yakın yer olarak tavsif edilmişken, “en uzak mescid”in, Beyt-i Makdis olmaması icab eder. Halbuki her ikisinin de bedenen olduğu hususunda ilk zamanlarda ihtilaf edilmiş olsa bile, sonradan bunun ruh ve beden ile beraber olduğu; ruh ile olan Mirac’ın, başka zamanlarda vukua gelen başka Mirac hâdiseleri olduğu ve Mirac’ın ruh ile olduğunu söyleyen ilk devir âlimlerinin sözünün buna dair bulunduğu hakkında ittifak vardır. Nitekim ruh ile cereyan etmiş olsaydı, Mekkelilerin bu kadar itiraz etmesi abesti.
Çok evliliği, o günki şartlara göre kabul edilmiş muvakkat bir hüküm kabul eden Prof. Hamidullah, bunun sebebini de harblerde erkeklerin ölüp kadınların esir alınması ile servet dağılımındaki eşitsizliğe bağlar. Bugün bu sebepler fazla hüküm ifade etmediğinden dolayı, artık çok evliliğin de câri olamayacağını iddia eder.
Bir başka iddiası da Resûlullah’ın dokuz değil, sadece dört kadınla evli olduğu; aksi takdirde, Kur’an-ı kerîm emrinin çiğnenmesi mevzubahis olacağıdır. Halbuki Hazret-i Peygamber, evliliği dört kadınla tahdid eden âyet-i kerîme geldiğinde, dokuz hanımla evliydi. Bunları boşamış olsa, başkalarıyla evlenemeyeceklerdi. Zaten çoğu himaye gibi maksadlarla nikâhlanmış olan bu hanımlar, sıkıntıya düşecekti. Bu sebeple Kur’an-ı kerîm bir istisna tanıdı. Bu hanımlarla evli kalıp boşamaması, başka da evlenmemesi hususunda âyet-i kerîme nâzil oldu. Buna “hasâis-i nebî” denir. Peygambere mahsus nice hükümler vardır ki, sıradan Müslümanlar için câri değildir. Zekât alamamak, miras bırakmamak gibi hususlar böyledir.
Prof. Hamidullah, kölelik müessesesinin de muvakkat bir hüküm olduğunu; başlarda savaş esirlerini himaye maksadıyla tatbik edildiğini; “Arablara hiç kölelik yoktur” hadîs-i şerîfi ile köleliğin kaldırıldığını iddia eder. Halbuki bu hadîs-i şerîfin devamı, “Arablar esir alındıklarında, ya müslüman olurlar; ya da öldürülürler” şeklindedir. Bu sebeple, Arablar için kölelik statüsü kurulamaz. Köleliğin kuruluşu, zaten bazı şartlara bağlıdır. Meşru cihad neticesinde elde edilecek esirlerin, halifenin inisiyatifiyle dârülislâma götürülerek köle statüsüne sokulması lâzımdır. Üstelik mütekabiliyet de aranır. Yani düşman, esirleri köle yapmıyorsa; düşmandan alınan esirler de köle yapılmaz; bu takdirde esir mübâdelesi veya fidye karşılığı serbest bırakma cereyan eder.
Prof. Hamidullah, kölelerin, kıymetini efendisine ödemek suretiyle talepte bulunsa, efendinin reddedemeyeceğini söyler. Halbuki hukukun umumî prensibidir ki, kimse, başkasının tek taraflı iradesi ile borç altına sokulamaz.
Ayrıca Prof. Hamidullah, devletin zekât fonundan köle satın alıp azatlaması mecburiyeti olduğundan bahseder; ancak zekâtı devletin topladığı kabul olunsa ve Kur’an-ı kerîmde sayılan sekiz sınıfın hepsinden en az üç kişiye verilmesi şeklindeki Şâfiî içtihadı tatbik edilse bile, burada sekiz sınıftan biri olan “rikâb”dan maksad, mükâteb, yani efendisiyle bedel mukabili serbest kalmak üzere anlaşma yapan kölelerdir. Kaldı ki ihtilaflı meselelerde, halifenin veya kâdının hükmü hilâfı ref eder; yani halifeye farklı kaviller arasında tercih yapma salâhiyeti verilmiştir. Şu halde böyle bir mükellefiyetten bahsetmek doğru değildir.
Prof. Hamidullah, İslâmiyette devlet reisliğinin verâset yoluyla intikal edemeyeceğini iddia eder. Halbuki birkaç sayfa yukarıda, Süleyman aleyhisselâmın, babası Davud aleyhisselâmın hükümdarlığına vâris olduğu anlatılır. Bu âyet-i kerîme, hilâfı söylenmediği için, halifeliğin aynı ailede intikal etmesine şer’î bir delil teşkil eder. Ayrıca bu hususta icma teşekkül etmiştir. Buna mukabil Kur’an-ı kerimde Belkıs’ın hükümdarlığından bahisle İslamiyette kadının idareci olabileceğini söyler. Halbuki bunu men eden hadis-i şerifler olduğu gibi, Kur’an-ı kerimde Belkıs, kadınların idareci olamayacağına delildir. Zira sıkıyı görünce yelkenleri suya indirmiş ve teslim olmuştur.
Prof. Hamidullah’a göre, Kur’an-ı kerim kıssalarında esas olan ahlâkî neticedir; hâdiselerin vuku bulmuş olup olmaması mühim değildir. Kehf sûresinde geçen kıssanın baş şahsiyetinin Hazret-i Mûsâ olması pek mühim değildir. Kaldı ki bu hikâye başka yerlerde İskender’in aşçısına veya mitolojideki Gılgamış’a izâfe edilmektedir.
Prof. Hamidullah Türkiye'ye gelmiş, uzun zaman Erzurum ve İstanbul üniversitelerinde dersler ve konferanslar vererek o zamanki ilahiyatçıların üzerinde ciddi bir tesir icra etmişti.