Sual
Cevap
Amerika bu sefer kendine tam denk olmasa da başka bir güçlü rakiple mücadele etmeye başladı. Avrupa Birliği’ni sarsarak Almanya’nın gücünü kırmaya çalıştı. Irak’ın işgali veya Ukrayna-Rusya harbi aslında Almanya ve müttefiki Fransa’yı sarsmak içindir. Zaten Nüfus ve sınırlı tabii kaynaklardan başka hiçbir gücü olmayan Rusya'yı petrol krizi çıkararak dize getirmiş idi. Son zamanlarda Çin’in ekonomisiyle Amerika’ya karşı bir rakip olarak dikildiği iddiası popüler olmuştur.
Çin, ABD’nin tek ve net global rakibi ifadesi biraz fazla basitleştirilmiştir. ABD’nin gerçek rakibi Almanya demek de tek başına tam oturmamaktadır. Çin neden abartılıyor olabilir? Bir kere ekonomik bağımlılık altındadır. Çin’in büyümesi hâlâ ihracata ve dış pazarlara çok bağlıdır. ABD ve Avrupa pazarları daraldığında Çin ciddi şekilde tesir görmektedir. Yüksek teknoloji imalatında hâlâ kritik ara mallarda dışa bağımlıdır. Bir cihetten ABD’nin fasoncusudur. ABD (pek beklenemez ama) elini çekerse, Çin çöker.
Çin ayrıca demografik kriz yaşamaktadır. Nüfusu çoktur, ama yaşlanmakta ve iş gücü daralmaktadır. Bu, uzun vadeli büyümeyi ciddi şekilde sınırlar.
Bir başka mesele, Çin’in finansal kırılganlığıdır. Mahalli idarelerin ciddi borçları vardır. Çin’deki şirketler, devlet destekli ama verimsiz şirketlerdir. Ekonomik zaaf gayrı menkul balonu ile perdelenmektedir.
Evet, Çin güçlüdür, ama kırılgandır. ABD gibi esnek, inovasyon merkezli bir ekonomiyle aynı ligde değildir.
Peki Almanya gerçekten ABD’nin rakibi midir? Burada ehemmiyetli bir ayrım var. Almanya’nın güçlü olduğu sahalar, sanayi altyapısıdır. Bilhassa otomotiv, makine ve kimya sahasında. İhracat verimliliğine sahiptir. Teknoloji ve mühendislik kültürüne sahiptir. ABD’nin aksine imalattan kopmamış bir ekonomisi vardır. Bu cihetten bakılırsa, Almanya, ABD’ye ekonomik kalite itibariyle rakip sayılabilir.
Ama global bir rakip sayılabilir mi? Söz götürür. Sağlam bir askerî gücü yoktur. Taşeron ordularla ne yapabilir? Jeopolitik iddiası olduğu gözükmemektedir. En mühimi enerjide dışa bağımlıdır. Gaz aldığı Ukrayna’daki harb Almanya’nın bu cihetle belini bükmüş, Afrika’daki siyasi istikrarsızlık, nükleer enerjiye bağlı olmakla övünen Fransa’nın da uranyum alamadığı için belini bükmüştür. Almanya siyasi olarak temkinli ve yavaştır. Güçlü ve dinamik politikacılardan mahrumdur. Kendi başına değil, AB içinde bir manası vardır.
ABD’nin global gücü sadece ekonomi değildir. Askeri, finansal, kültürel, teknolojik ve politik ağırlığı vardır. Almanya bu paketin sadece ekonomi kısmında güçlüdür. Tarihi dünya lideri olma misyonu, kendisini çekingence de olsa bazı maceralara itmektedir. Bu maceralarda da ABD’ye galip geldiği söylenemez. İran’ı desteklemek gibi bazı meseleleri sürüncemede bırakma ve ABD’yi sıkıntıya sokma kabiliyeti vardır.
Daha doğru bir çerçevede şöyle söylemek daha isabetli olur: ABD’nin global rakibi henüz yoktur. ABD’ye meydan okuyan Çin’dir. ABD’den daha verimli imalat modeli Almanya’dır. ABD’yi dengeleyebilecek tek yapı AB’dir. Ama siyasi birlik eksiktir. Zaaf içindedir. Bu sebeple ABD hâlâ oyunu kurandır. Bazen tarihi tecrübesizliği ve başka parametreler sebebiyle işleri yüzüne gözüne bulaştırsa da böyledir.
Bu bakış açısı akademik çevreler ve uzmanlar arasında da münakaşa edilmektedir. Çin’in ABD’ye rakip olarak görülmesi hususunda farklı görüşler vardır. Çin’in ABD için rakip olarak görülmesine müteveccih (Peak China) üzerine bazı mütehassıslar Çin’in ekonomik yükselişinin artık zirve yaptığı kanaatindedir. Harvard ve politika çevrelerinde bilinen analist Evan S. Medeiros, The Delusion of Peak China yazısında zirvedeki Çin tasavvurunu aşırı iyimser bulur. Çin’in tamamen ABD’nin rakibi olarak kabul edilmesinin hata olacağını söyler.
The Guardian’da böyle bir analiz çıktı. Çin’in global ekonomide hissesinin artık artmadığı, Covid sonrası büyümenin yavaşladığı, nüfusun yaşlandığı ve ekonomik problemlerin arttığını yazdı. Çin’in tarihteki bir ekonomik zirvenin ardından duraklama devrine girme ihtimali müzakere edildi.
Brookings Institution’daki bir analiz de buna yakındı. Orada Çin’in zirve yapması, demografik darboğaza girmesi, devlet müdahalesi ve büyüme yavaşlaması gibi faktörlere dikkat çekiliyordu. Bazı projeksiyonlar Çin’in büyüme hızının düşebileceğini ve ABD ile farkın kapanmasının çok daha uzun sürebileceğini öne sürüyor. Yani bazı akademik ve politika çevreleri, Çin’in kaçınılmaz olarak ABD’yi ekonomik olarak geçmesi fikrine ciddi şüpheyle bakıyor. Bu, bizim Çin’in ekonomik altyapısı zayıf/bağımlı olduğu görüşüne yakın bir perspektiftir.
Birçok milletlerarası münasebetlere dair akademik yazıda, ABD–Çin rekabeti mefhumunun nasıl tarif edildiği sorgulanıyor. Yani literatürde Çin’in otomatikman ABD’nin eşdeğer rakibi olduğu şeklinde tek bir görüş yoktur.
Akademik ve politik çevreler ekseriya Almanya’nın ekonomisi güçlü olmakla birlikte, onu ABD’nin doğrudan rakibi değil, stratejik ortağı ve Avrupa’nın lider ekonomisi olarak görüyor. Milletlerarası analizlerde Almanya–ABD münasebeti umumiyetle rakip veya ortak mı olduğu üzerine münakaşalar vardır. Ama neticede bunun daha ticari/iş ortaklığı çatısı altında kaldığı ifade ediliyor. Dolayısıyla ekonomik cihetle güçlü olmasına rağmen Almanya’nın ABD ile global hegemonik rekabet içinde bir eşit rakip olarak görülmesi pek yaygın değildir. Ama Doğu Avrupa, Balkanlar ve Ortadoğu’da Almanya’nın siyasi rolünü ve hegemonik emellerini yok saymak da akıl kârı değildir ve pek çok hadiseyi izah etmeyi güçleştirir.
Michael Beckley Debate Foreign Policy mecmuasında neşredilen Has China Peaked? yazısında Çin’in ekonomik ve demografik meseleler nedeniyle zirveye ulaşmış olabileceğini, Keyu Jin de hâlâ büyüme potansiyeli olduğunu söyledi.
Irak’ın işgali ve Ukrayna savaşı gibi büyük siyasi krizlerin, tek taraflı bir ABD ile Avrupa/Almanya çatışması olduğuna dair görüşler var. Bu bakış, klasik ABD müttefiklerini hegemonik olarak yönlendiriyor mütalaasından farklı olarak, ABD ve Avrupa (bilhassa Almanya) arasında menfaat ve strateji ayrışması olduğuna dikkat çeken akademisyenler, yazarlar ve analizlerde yer alıyor.
Fransız sosyolog Emmanuel Todd, After the Empire kitabında (2003) ABD’nin tek kutuplu hegemonyasının sürdürülemez olduğunu müdafaa ediyor. Avrupa’nın (Almanya dahil) ABD merkezli sistemden ayrılarak müstakil bir global güç bloğu oluşturabileceğini öne sürüyor. Ona göre ABD, Avrupa’yı hegemonik baskı altında tutuyor ve bu vaziyet global krizlere yol açabilmektedir. Bu, ABD ile Avrupa arasında menfaat çatışması olduğunu ve Amerikancı politikaların Avrupa’yı devamlı geri bıraktığını iddia eden bir perspektiftir.
Chicago Üniversitesi’nden John Mearsheimer, Ukrayna krizini analiz ederken, bunun arkasında sadece Rusya’nın saldırganlığı değil, ABD’nin NATO genişlemesi ve Avrupa’nın Washington’ın stratejik hedefleriyle ahenkli hareket etmesi olduğunu söyler. Buna göre harb, ABD ve müttefiklerinin menfaat mücadelesinin neticesidir. Avrupa’nın (Almanya dahil) ABD’nin yönlendirmesine göre hareket etmek zorunda bırakıldığını ileri sürer.
Tarihçi ve siyaset bilimci Jonathan Haslam, Hubris kitabında (2024) bu harbin çıkışında ABD ve Batı’nın politikalarının rolünü tebarüz ettiriyor. NATO genişlemesi ve ABD’nin 1990’lardan beri Rusya güvenlik endişelerini göz ardı etmesi, krizin esas sebeplerindendir. Demek ki harb, sadece Rusya-Amerika harbi değil, Avrupa-Amerika münasebetlerindeki stratejik ihtilafların neticesidir. Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier, savunma bakanı Pistorius gibi politikacı ve bürokratlar temkinlice de olsa Almanya ve ABD münasebetlerindeki belirsizliğe dikkat çekiyor. Birçok analiz 2003 Irak işgalini transatlantik krizinin başlangıcı olarak tarif ediyor.