Sual
Cevap
"Allahü teâlâ, Kâdir-i muhtârdır. [Ya’nî dilediğini yapabilir. Tabî’at kuvvetleri gibi, elbette işi yapmağa] mecbur değildir. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden, kemal, büyüklük, mecbur olmakta, her halde yapabilmektedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyarını, yani seçmesini inkâr ettiler. Yapmağa mecburdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmağa mecbur olmuş ve sonra başka bir şey yaratmamıştır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı feâl deyip, her şeyi bu yapıyor dediler. Akl-ı feâl dedikleri şey de, yalnız onların vehmlerinde, hayallerinde olan bir şeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbir şey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, akl-ı feâle yalvarır. Allahü teâlâdan bir şey istemez. Çünki Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur. Her şeyi yapan, yaratan akl-ı feâldir derler. Hatta akl-ı feâle de yalvarmazlar. Çünki onu kendilerinden belâları gidermekte irade ve ihtiyar sahibi bilmezler. Bu nasipsizler, ahmaklıkta, sersemlikte, sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasipsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden daha çoktur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar. Peygamberlerin bildirdiklerine inat ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikirler ileri sürüyor. Asılsız, çürük deliller, şahitler göstererek, boş, sapık düşüncelerini ispata kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini ispat için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamıştır. Dünyada olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaziyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları icad edeni ve hepsini hareket ettireni ve aralarında nizam kuranı görmüyorlar. Bunu bir şeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmaktırlar! Ne kadar alçaktırlar! Bunları akıllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan daha alçaktır. Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine, ne de ebedî kurtuluşa faydası yoktur. Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbatlamak, insanlığa ne kazandırır!"
Görülüyor ki felsefeciler her şeyi akıl ve mantık çerçevesinde isbat ve kabul ettikleri için, Allah’ın varlığını mecburen kabul ettikten sonra, kâinattaki hâdiselerde Allah’ın rolü olmadığını, her şeyin akıl ve mantık kâideleri çerçevesinde kendiliğinden cereyan ettiğini söylemektedir. Bunlara göre “Evlilik olmadan çocuk dünyaya gelemez. Aksi, akla ve mantığa aykırıdır. Bunu Allah bile değiştiremez. Çünki tabiat hâdiseleri sebepler meyanında cereyan eder”. Halbuki Allah dilerse babasız, hatta annesiz ve babasız insan yaratabilir. İşte İmam Rabbânî hazretleri, felsefecilerin böyle söylerken dayandıkları en mühim istinad noktası olan geometrinin bu gibi girift meselelerde söyleyecek bir sözü olmadığını, her şeyi tek başına geometri (mantık) ile izaha kalkışmanın insanları saadete götüremeyeceğini izah etmektedir. Nitekim Mektubat’ı tercüme ve şerh eden merhum Hüseyn Hilmi Işık burayı izah ederken köşeli parantez içinde şöyle diyor: “Fen bilgileri, modern makinalar ve elektronik âletler ve yeni bulunan her şey, Allah’ın Peygamberi’ne uyarak kalbleri temizlenmiş, ahlâkı güzelleşmiş imanlı kimseler tarafından yapılmadıkça ve kullanılmadıkça faydalı olamazlar. İnsan haklarını, rahatı, huzuru sağlayamazlar. Harbin ve sefâletin ortadan kalkmasına yaramazlar. Zulme, işkenceye vasıta olurlar.”
İmam Rabbânî hazretleri kelâmda çok mühim bir kitap olan Mevâkıf ve şerhlerini okumuş ve okutmuşlardır. Nitekim Mektûbât'ta muhtelif yerlerde bu kitaptan alıntı ve tenkidler vardır. Oğlu Muhammed Masum'un da genç yaşta Mevâkıf şerhlerini okuduğu malumdur.Bilenler bilir, Şerhu’l-Mevâkıf kelâmda ileri seviyede bir kitaptır. Bunu okumadan evvel iyi derecede akide-kelâm-felsefe-mantık bilgisi okumak gerekir. Bu ilimleri anlayarak okuyan biri ancak Şerhu’l-Mevâkıf’ın arka planına inebilir. Hele felsefeyi okumayan biri, meselenin arka planına inemez ve buradaki mesele ve münazaralara bir mânâ veremez. Bu meseleler o devirde gerek filozoflarla, gerek Hristiyanlarla ve gerekse Mu’tezile ile yapılan münazaralar üzerine ortaya çıkmıştır. Zamanla münakaşalar bir noktaya varmış ve tarafların kullandığı deliller/öncüller de ayrı ve yeni bir münakaşa mevzuu olmuştur. Temelde Mu’tezilî düşünceyi bilmeyen birisi, Ehli sünnet kelâmcıların alâkalı mevzulardaki görüşünü de pek bir yere oturtamaz. Kezâ felsefî düşünceyi, bu düşüncenin âlem tasavvurunu bilmeyen birisi, kelâmcıların onlara karşı geliştirdiği tezleri de argümanları da mânâlandıramaz. Neticede bu mevzuların bugün için aktüalitesi yoktur. Fikir dünyamızda doğrudan karşılıkları yoktur. Mantık tahsili de böyledir. Mantıkla felsefe-kelâm ve umumî olarak ilim-fen irtibatı kurulamazsa, yani mantığın bir düşünme disiplini olduğu kavranamazsa, talebe kelâm kitaplarında geçen ibareleri çözemez. Geometri, medreselerde mantık dersi çerçevesinde okutulan ehemmiyetli bir ilimdir. Hal böyle olunca İmam Rabbânî gibi eserleri büyüklüğünü gösteren bir kelâm âliminin, geometriye karşı olması beklenemez. Tekrar edelim ki yukarıdaki söz geometri gibi mantık disiplini içinde âlemi, yaradılışı, dünya hayatını, öldükten sonraki hayatı izah etmeye çalışmanın yanlışlığına dikkat çekmektedir. Mantık ve geometri, dünyevî işlerde işe yarar. Tek başına bu hâliyle ebedî saadete yardımcı olamaz. Ancak dinî hükümler çerçevesinde kullanılırsa işe yarar. O halde geometri yardımıyla din hükümlerini bertaraf etmek makul değildir.