TARİHE NASIL İNANILIR?

Fransa İhtilali’nden sonra tarihi hep cumhuriyetçiler yazmıştır. Bu sebeple, romanlarda, filmlerde, hatta masallarda bile krallar zâlim; asiller kötüdür.
4 Şubat 2019 Pazartesi
4.02.2019

Tarih, olup bitenlerin bizzat kendisi değil; insanların hâfızalarında kalanların ifadesidir. İnsanlar çeşit çeşit; bakış açıları farklı farklı olunca; anlatılanların da birbirine benzememesi tabiîdir. Üstelik artık olup bitenleri aynen anlatan; ne işittiyse doğru-yalan süzgecine vurmadan yazan vakanüvis tarihçilerin devri geride kaldı. Şimdi tarihî hâdiseleri tefsir ve birbiriyle mukayese edebilen tarihçiler aranıyor.

Emir Timur’u, bir resmî tarihçisi Yezdî’den; bir de Şam’ın istilasında bütün ailesini kaybeden İbni Arapşah’dan okuyun. Anlattıkları hadiseler üç aşağı beş yukarı aynıdır; ama vardıkları neticeler ve tabirleri bambaşkadır. Germenlere göre Kavimler Göçü, Latinlere göre Barbar İstilası’dır. Osmanlılara göre Yunan İsyanı, Rumlara göre bir Kurtuluş Savaşı’dır.

1905 Rus-Japon harbini kimin kazandığını anlamak zordur. Rus tarihçilerine bakarsanız harbi Rusya kazanmıştır; Japon tarihçilerine göre Japonlar. Üstelik biz bu harbde, Rusların aleyhinde olduğumuz için, Japonları tutmuştuk. Bu harbi tarihlerimize, Japonlar kazanmış gibi düştük. Demek ki tarihin tasviri, nerde durduğunuza göre değişebiliyor.


Dünya, cumhuriyetçilerin

Fransız İhtilâli’ni, “insanlığın büyük zaferi” diye vasıflandıran bir solcu tarihçi Albert Mathiez’den okumak var; bir de “insanlığın temeline atılan dinamit” olarak gören monarşist Albert Sorel’den. Tarihçiden, şahsiyetini, hüviyetini bir yana koyarak tarih anlatmasını beklemek doğru değildir. Tarihçinin muayyen bir devir ve ülkeye ait olmaması lâzım gelmez. Ama hiç değilse takıntılardan, saplantılardan, peşin hükümlerden kendisini arındırması, dürüst olması beklenir.

1789 Fransız İhtilâli’nin başlangıcı olan Bastille Baskını, bugün Fransa’da millî bayramdır. Ama despot iktidarın hürriyetinden mahrum ettiği vatanseverleri kurtarmak için girdikleri zindanda isyancıların 7 adi mahkûmdan başka kimseyi bulamadığını bilseler, acaba insanlar ihtilâl hakkında ne düşünürlerdi? Belki de Bastille’i bunun için yakıp yıktılar; hakikati tarihe gömdüler.

İhtilalden sonra tarihi hep cumhuriyetçiler yazdığı gibi; edebiyat ve medya da cumhuriyetçilerin elinde olduğu için, monarşi ve aristokrasi aleyhinde alabildiğince neşriyat yapılmıştır. Sadece tarih kitaplarında değil, romanlarda, filmlerde, hatta masallarda bile bütün krallar zâlim; asiller ise hep kötüdür. Öyle ki, kimse monarşi ve aristokrasinin hiç değilse sanat ve estetiğe büyük katkısından bahse cesaret edemez.

Dezenformasyon

Tarihçiler, buldukları deliller ışığında, müktesebatlarına göre konuşurlar. Vardıkları neticelerin farklı olması çok normaldir. Ama eğer tarih, ideolojilerin beslendiği bir kaynaksa ve tarihçiler de bunların milis koluna mensup ise; hele tarihi, yapanlar yazıyorsa, ortada ciddi bir problem var demektir. Bir tarafta dezenformasyon (Şunları öğrenebilirsiniz; şuradan uzak durun!); öte tarafta dezenfektasyon (Bu şahıslar makbuldür, şunlar zararlıdır! Bu hâdiseler iyidir; şunlar kötü!).

Bu sebeple tarihî gerçeklere aykırı filmler yapılır, romanlar yazılır. Gerçeği bilenler dizlerini döver; bilmeyenler tarihi bu sanır. Ama film yapımcılarına, romancılara ne denebilir? Onlar da bunu böyle öğrenmiştir.


Tarih tenkidi

Çapraz okuma, elbette çok mühimdir. Ak diyenin karşısında kara diyen mutlaka vardır. Marifet, gerçek rengi bulabilmektir. Olup biteni iyi-kötü ayırmadan açıkça ortaya koymak lâzımdır.

Tarih tenkidi için, aklıselim ve ehliyet yanında, bir takım yardımcılara müracaat gerekir. Biraz Arapça ve Farsça bilmeden; İslâmiyet başta olmak üzere dinleri öğrenmeden Osmanlı tarihini bilmek de, anlamak da imkânsızdır.

Bizde tarihçilerin çoğu, yaptığı işi sevmemektedir ya da bezmiştir. Mekteplerde okutulan tarih, zaten tarihi sevdirmemek üzere tertiplenmiştir. Ama dikkatli ve insaflı biri, usule de riayet ederse, er-geç hakikatlere vâkıf olur.

Eski moda

Asırlar boyunca siyasî husumet ve harbler sebebiyle ortaya çıkan “Türk Korkusu”, Avrupalı tarihçi ve yazarları dehşetli bir Türk imajı meydana getirmeye sevketti. Bunu tabiî görmek lazımdır. Ama harbler azalınca, daha doğrusu Türkler askerî ve siyasî üstünlüğünü kaybedince bu imaj yerini merak ve hayranlığa bıraktı. Hatta sanatta Alla Turca modası doğdu. Giderek tepeden bakan ve küçümseyen bir edaya büründü.

Buna mukabil Doğu, aşağılık kompleksinin tesiriyle, Batılılardan ideolojik tarihçiliği devraldı. Bu tarz tarihçilik, Batı’yı acımasızca tasvir ederken [Siyonistler, Masonlar, tek dişi kalmış canavarlar vs.]; kendi tarihini de aynı merhametsizlikle yerden yere vurmayı sıradan görmüştür. Bu sebeple, bir asır boyunca, halka gösterilen, hatta tarihçilere öğretilen Osmanlı-Türk imajı ile hakikat arasında dağlar kadar fark vardır.

Ama bu tavır, insanlığın silkelendiği II. Cihan Harbi’nden sonra büyük ölçüde azaldı. Artık Garb, Şark’ı çok daha objektif görüyor ve araştırıyor. Bu, Doğu’nun ideolojik tarih yazıcılığına da müsbet tesir etti şüphesiz.

Ama Şark’ta hâlâ 1950 öncesi moda zihniyetin tesiriyle yazıp çizenler az değildir. Bunlar, vaktiyle adam yokluğunda iyi kötü bir itibar hâsıl edip, devrin siyaset anaforuna da angaje olduğu için, sözlerini ciddiye alanlar hâlâ çoktur. Ama suyu mecrasından yukarı akıtmak kimsenin iktidarında değildir.

Hayal ve hikaye

Gabriel Hanotaux der ki: “Tarihin faydalı olmaktan başka bir varlık sebebi daha vardır. Tarih, bir sanattır. Tarih, tarih içindir. Bütün sanatlar gibi, hedefi güzelliktir. Hadiseleri canlı ve ahenkli anlatmaktır. Çocukların durmadan hikaye istemesi öğrenmek değil, eğlenmek içindir.” Fakat hikâye, ne masaldır ne destandır. Hakikatlerin süslü tasviridir. Tarihçi de hakikatin hikayecisidir.

Ancak bu hikayeye eski ve gerçek herşeyin katılamdığı da olmuştur. Eldeki doneler, kasten bir hikaye meydana getirmek üzere işlenmiştir. Tarihi anlatırken bazı hadiseler ve kişiler ön plana çıkarılır. Bunlar parlak padiseler ve muvaffak kişilerdir. Bir devre damgasını vurmuştur. 

İşte tarih, bu hadise ve kişileri göklere çıkarır, bunlara manalar yükler, bir kültür olarak gelecek nesillerin bilmesi istenen ve sahip olması istenen cesaret, kahramanlık, sadakat, mesuliyet, bilgelik, ıslahatçılık gibi hususiyetleriyle hafızalara yerleştirir. Bunu yaparken, gayesini destekleyen unsurları elde tutma, güçlendirme, mübalağa etme, bazen uydurma; öte taraftan faydalı olmayan, hatta muhalif unsurları yok etme, saklama veya tahrif etme temayülü gösterir. 

Bu şekilde insanların çocukken öğrendiği ve nesilden nesile anlatılan tarih resmi, anlaması kolay, net, direkt ve umumiyetle hilelidir. Tamamen yalan değildir ama, tamamının da doğru olduğu söylenemez. Kıymetli taşlara şekil veren bir makine veya bir fotoğrafın kusurlarını örten bir fotoğrafçı gibi, pürüzlü taraflar düzeltilir. Zaman içinde herkesin hemfikir olduğu, mektepler vasıtasıyla bir sonraki nesle nakledilen, işlenmiş, problemsiz bir hayalî resim meydana gelir. Yıllar, asırlar içinde bu hayal, hakikate dönüşür. Zira ustaca örülmüştür ve kendi içinde mantıklı gözükür. 

Tarihi tamir etmek ve bundan menfaat temin etmek çok eskidir. Umumiyetle hakikatleri tahrif için yola koyulanlar kötü niyetli tarihçiler değildir. Hadise çok daha sinsi ve anonim bir şekilde yürür. Bütün bir cemiyetin müşterek teşebbüsü olarak şuuraltında yeşerir. Cemiyet, tarihin, gizlice herkesin maksadına uygun ve şuuraltında idrak edilen daha derin bir ihtiyaca hizmet eden bir hikayesini kurar. Böylece ulus-devletlerin ve bunlarda hakim olan ideolojilerin ihtiyaç duyduğu resmi tarih, hakikatlerin yerini alır. Bunu, en sağlam ilmi doneler ve en güçlü metodoloji bile sarsamaz. Bunun için tarihe Mark Twain “seyyar peşin hükümler”, hatta Napoléon, “herkesin hemfikir olduğu bir dizi yalan” demekten kendisini alamamıştır.