Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI - OSMANLI İSLÂMI

Yahya Kemal’in Türk Müslümanlığı olarak adlandırılan fikri, Osmanlıların temiz inancını, nezih Müslümanlığını ifade eder.
5 Mart 2018 Pazartesi
5.03.2018

Çocukluğumda iki yaşlı komşu hanım arasında geçen bir hâdiseye şâhit olmuştum. Biri, ötekine, başka birine iletilmek üzere 5 lira verdi. Hanım bu emanet parayı aldı; düzgünce katlayıp, cüzdanının ayrı bir yerine koydu. Niye böyle yaptığını sorduğumda da, evlâdım, bu emanet; kendi paramıza karıştıramayız dedi. Seneler sonra öğrendim ki, İslam fıkhında, böyle bir kaide varmış.

İslâmiyet, Osmanlı halkının kültürüne böyle nakış nakış işlenmiş bir sistemdir. Dine uymak, halk arasında gayrı ihtiyarî tecelli eden bir tabiat olmuştur. İşte bu terbiye; tertemiz bir iman, ifrattan uzak düzgün bir amel ve başkasını kendine tercih eden güzel ahlâkın tezahürüdür. Zaten dinin üç unsuru vardır: İman, ibâdet ve ahlâk. İşte “Türk Müslümanlığı” veya “Osmanlı İslâmı” denilen şey, hakikatte budur. Osmanlı Türk’ünün genlerine işlemiş nezih bir hâldir. Akıllardan, fikirlerden silinse; kalblerden, vicdanlardan kazınamayacak güçlü bir kültürdür.

Buna rağmen bir zamandır, “Türk Müslümanlığı”nı farklı anlayan; “Osmanlı İslâmı” karşısına sanki farklı bir alternatifmiş gibi “Arap İslâmı” argümanını koyan bir telakki doğmuştur. Türk Müslümanlığı, Asr-ı Saadet’te doğup, Arab asırlarında parlayan bir güneşin, adeta ikindi ışıklarının hüzmesidir. Dosdoğru bir çizgi takip eden temiz inancın güçlü bir devamıdır.


Bağdad'da İmam Ebu Hanife Mescidi. Selçuklular yaptırmış; Osmanlılar tamir ettirmiştir.

Akıl ve Nakil

Türklerin tamamına yakını Müslümandır. Ekserisi de Ehl-i sünnet inancındadır. Öyle ki, Türk hüviyetine de damgasını vuran bu inanç olmuştur. Bu inancın iki tefsirinden biri olan ve Türkistan’da doğan Mâtüridîlik, esas itibariyle Türklerin mensup bulunduğu yoludur.

İçlerinde kültür bakanlığı yapmış birinin de bulunduğu bazıları, Mâtüridîliğin, aklı; Eş’arîliğin ise nakli esas aldığını; Luther’in aklı esas alarak papaya karşı çıktığını ve böylece Avrupa’nın ilerlemesini temin ettiğini iddia eder. Güya Yavuz Sultan Selim’in, Mısır’dan Eş’arî âlimlerini beraberinde getirmesiyle Osmanlı akıl yolundan uzaklaşıp nakil yoluna girmiş. Bu güya “zehirli tohumları” Yavuz Sultan Selim atmış; ama büyümesi Kanuni Sultan Süleyman zamanında olmuş; felsefe dersleri medreselerden kaldırılmış. Bu iddialı sözler, hem tarihî bilgi noksanlığını, hem de büyük bir usul hatasını aksettirir.

Her iki mezheb de, dinî meselelerde nakli, aklın önünde tutar. Her dinin icabı budur. Dünyevî meselelerde ise, akıl öndedir. Akıl, nakli anlamada yol gösterir. Eğer akıl, dinde naklin önünde olursa, buna din değil, felsefe, hatta bayağı tabirle ideoloji denir. Eş’arîlik, kaderci değildir; kaderi inkâr eden Mu’tezile’ye reddiye mahiyetinde doğup inkişaf ettiği için irade hürriyeti hususunda temkinlidir. İrade hürriyetini de münhasıran ileri gitme vesilesi görmek de yanlıştır.  Öyle olsaydı kaderi inkâr eden Şiîler ilerlerdi.

Osmanlılar, ne zaman biz kaderin elinde oyuncağız deyip sebeplere yapışmaktan geri durdu? Ömrünü harb meydanlarında i’lâ-i kelîmetullah uğruna harcayan, koyduğu kanunlar ve getirdiği müesseselerle Osmanlı Devleti’ni zamanın en güçlü imparatorluğu hâline getiren Sultan Kanunî, niye “boşver, kaderde ne varsa o olur” deyip bir kenara çekilmedi? Binaenaleyh bu iddia, içi ve dışı boş bir iddiadan öte mana taşımıyor.

Dinde nakle ehemmiyet verilmesi ile pozitif fen bilgilerinin öğrenilmesi arasında bir münasebet yoktur. “Hurma ağaçlarını nasıl aşılayalım?” sualine karşı vârid olan, “Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” hadîs-i şerîfi bunu göstermektedir.

İslâmiyet, insanlara fen bilgileri öğretmek için değil, âhiret saadetinin yollarını göstermek için gönderildi. Dünya bilgileri tecrübe ve müşahede ile öğrenilir ve akıl tarafından kavranır. Din bilgileri ise nakil ile öğrenilir; yine akıl tarafından kavranır.

Mutezile fırkasından bir grup (Câhizîler), aklı mutlaka önde tutar; miracı, kabir azabını inkâr eder. Diğer grup ise, te'vili varsa, nakli; yoksa aklı esas alır. Felsefede şüpheciliğin lideri Descartes, hakiki bilgiye ulaşabilmek için her şeyden şüphe edilmesi gerektiği doktrinini ileri sürdüğü halde, ilah fikrinin, tıpkı matematik gibi, insan zihninde bulunduğunu, böyle mükemmel bir varlığın, mükemmel olmayan insan aklının hassaları ile anlaşılmasına imkân olmadığını söyler.


Canlılık

Eş’arîliğin, sınıflı/köleci Arap yorumunu, Mâtüridîliğin ise sınıfsız Türk anlayışını temsil ettiği iddiası, daha da vahimdir. Cemiyete hâkim olan harem-selâmlık gibi bazı dinî hükümlerin, dinin orijinalinde bulunmadığı, Emevîlerden geldiği  iddiası da böyledir. Bu tatbikat, meşhur hicab âyetine istinad eder. Üstelik Türklerde pekala kölelik ve sınıf esasına dayalı bir cemiyet vardı. Zannedildiği gibi kadın ve erkek her yerde yanyana değildi.

Filozoflarla mücadele tecrübesi sebebiyle Eş’arîlik, Mâtüridîliğe nisbeten hem dinî kaidelerin hikmet cihetine ağırlık verir; hem de daha geniş bir ulema kitlesi tarafından temsil edilir. Mâtüridîlik, fakihlerce temsil edilen ve dili-argümantasyonu daha sade, daha basit bir ekoldür. Bu sebeple Eş’arîler konuşacak, geliştirilecek mefhum ve meseleleri muhtevasında uzun müddet bulabilmiştir.

Mâtüridîlikte bu inkişafa ihtiyaç olmadığından, tekâmülü de nihayeti de Eş’arîliğe göre çok daha erken zamanlarda tahakkuk etmiştir.  Eş’arîlik, bu canlılığı sebebiyle, yeni felsefî cereyanlara karşı her zaman bir müdafaa ve münakaşa zemini kurabilecek zengin argüman ve teçhizata sahip olmuştur. Mâtüridî kelâmı, hicrî 6. asrın başlarında hemen hemen zirvesine varmıştır.

Halbuki daha farklı problemlerle karşı karşıya bir havalide yayılan Eş’arî kelâmı, o zamanlar yeni bir devreye girmiştir. Âmidî, Râzî ve ardından Beydâvî gibi kudretli kelâmcılar tarafından temsil edilmiştir.

Mevâkıf sahibi el-Îcî ise bu kuşaktan hayli sonra meydana çıkmış ve müteahhirîn Eş’arî kelâmını Mevâkıf’ta hülâsa eylemiştir. Mâtüridî olan Îcî’nin ardından iki talebesi Taftazânî ve Cürcânî gelir. Biri Eş’arî ve diğeri Mâtüridî olan Osmanlı ülkesinde de tanınan bu iki âlim, bazı kelâmî münakaşalara son noktayı koymuştur. Îcî’nin yazdığı, Cürcânî’nin şerh ettiği Mevâkıf, Osmanlı medreselerinde her zaman çok tutulmuştur ve Mâtüridî kelâmı üzeredir.


              Yahya Kemal

Nezih Müslümanlık

Ehl-i sünnet kelâmı, birkaç asır Taftazânî, Cürcânî ve Devvânî’nin eteklerinde devam etti. Hızır Bey, Hayâlî gibi dünya çapında meşhur Osmanlı âlimleri iki ekolü de canlı tuttular. Mantık ve matematiğe vukufuyla tanınan Gelenbevî, kelâm ile aklî ilimlerin münasebetine dikkat çekmiştir. Bunların Mâtüridî olduğu unutulmamalıdır. Netice: Osmanlı Türkleri, Mâtüridîlikten hiç ayrılmamış; icabında Eş’arîlikten de istifade etmiştir. Neden olmasın ki, ikisi de Ehl-i Sünnet’in yoludur.

Eş’arîliğin doğuşundan itibaren karşı karşıya geldiği ve inkişafına yardımcı olan bu ve benzeri problemlerle Osmanlı dünyası da sık muhatap oldu. Osmanlı ulemâsı da, bid’at ekolleri ile mücadelede gayet tabiî olarak Eş’arî literatüründen istifade etti. Ancak, halk için yazılan ilmihal ve akâid kitapları, Mâtüridî kelâmı üzerine yazılmış; kader ve irade hürriyeti meselesi de bu meyanda anlatılmıştır. Mâtüridîlik unutturuldu sözü de galattır. Müslüman Türk çocuğu, daha ilk dinî terbiyesini alırken, itikatta mezhebinin Mâtüridîlik olduğunu öğrenir.

Filozoflar, Mûtezilîler, Şiîler ve Vehhâbîlerden sonra, Eş’arîlik, şimdi de modernist ve ulusalcıların hedefindedir. “Hanefî-Mâtüridî-Yesevî” sacayağı benzetmesini yapıp; İmam Ebû Hanîfe’yi, Şiî olarak vasıflandırmak, Türk Müslümanlığı tabirinin nerelere vardırıldığını göstermektedir. Osmanlıların din tasavvuru, hem Ehl-i Sünnet’e mensubiyet, hem de onun sıkı bir müdâfii olma şeklinde tezahür etmiştir. Hiçbir Müslüman-Türk hânedanda, bu hassasiyet devamlı bir şekilde görülemez.

İşte Yahya Kemal’in Türk Müslümanlığı olarak adlandırılan fikri, Osmanlıların temiz inancını ve nezih Müslümanlığını ifade eder. Yoksa Bâtınî tasavvurlarla boyanmış; amelî hükümleri, zamanın örfüne göre canının istediği gibi yerine getiren; Ümmet-i Muhammed’den kendisini tecrid edip ayıran bir telakki değildir. Sultan Alparslan’ın “Biz Türkler temiz Müslümanlarız; bid’at nedir, bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı” sözü, bunu çok iyi ifade eder.