Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

MİLLÎ DİN MODASI ve MATURİDİLİK

Son asırda dini, millî ideolojilerle sentez yapılıp, ulus-devletlerin teşekkülünde kullanılan bir âlete dönüştürmek isteyen bir cereyan vardır.
26 Şubat 2018 Pazartesi
26.02.2018

Dünyaca meşhur tarihçi Bernard Lewis, ABD’de bir lokantada beraber yemek yediği hahamın, koşer olmayan, yani Yahudilikte yenmesi yasak olan deniz mahsulleri yediğini görünce şaşırıyor. İyi ama domuz eti yemiyorsunuz?” sualine şu cevabı veriyor: “Deniz mahsulleri anti-koşerdir; ama domuz eti anti-semitik!”. Lewis, Yahudiler için domuz eti yememe gibi bazı prensiplerin, dinî olmaktan çıkıp, kültürel kimliğe ait hale geldiğini söyler. Türkler arasında da, rakı içen, ama yediği etin domuz olmamasına itina gösterenler çoktur.

Şark dillerini ve İslâm dinini çok iyi bilen Alman müsteşrik ve Osmanlı tarihi mütehassısı Franz Taeschner, İsmail Hâmi Danişmend'in evinde, Eşref Edib ile yaptığı bir münazara esnasında İslâmiyetin Hristiyanlığa üstünlüğünü itiraf ettikten sonra şöyle demiştir: "Buyurduğunuz gibi, tek tanrı akidesinde, pratiklikte, sosyal meselelerde ve pek çok mevzuda İslâm dini, üstün ve mükemmel bir dindir. Ama din, sadece bir iman meselesi değildir. Bir sistem, bir kültür, bir tarih, bir menşe, bir politika, bir dava meselesidir. Ben Alman'ın ve Hristiyanım. Hristiyanlığı bıraktıktığım an, Almanlıkla alakam kesilir. Kültür ve milliyet bakımından başka bir cemiyete geçerim." Bunu Yılmaz Öztuna anlatmıştı.

Asırlarca Çin’in ücra bir köşesinde yaşayan bir avuç Yahudi topluluğundan birine Yahudilik hakkında sorulduğunda, iki kelime ile cevap verebilmiştir: “Only one god and no pork!” (Allah bir, domuz yok!)

XIII. asırda Polonya’ya yerleşmek zorunda kalan bir Tatar topluluğu vardır. Ölülerini Hristiyanlar gibi defneden; Slav isimleri taşıyan; Ramazan’ı içki içerek kutlayan bu topluluğun İslâmiyet ile kalan tek irtibatı, mezar taşlarındaki hilaldir. Bunlar, zaman içindeki baskı ve mahrumiyetin tabiî bir neticesi olarak ortaya çıkmış başkalaşmalardır.

Zamanımızda, XVI. asırdan sonra bilhassa Protestanlığın yaşadığı bir dizi değişikliğe, Müslümanlık maruzdur. Avrupa’da kendisini kültürel manada Hristiyan olarak tarif eden, ama Hristiyan ritüellerine, hatta inanç esaslarına bağlı bulunmayan geniş bir kitle vardır. Bugün Müslüman dünyasında da bu kültürel dindarlığın hızla yayıldığı; insanların, kendi inşa ettikleri bir din tasavvuruna sarılıp sığındığı müşahede edilmektedir.

Son asırda bazı kesimlerce din, millî ideolojilerle sentez yapılıp, ulus-devletlerin teşekkülünde kullanılan bir âlete dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Dinin, otoriteye itaati ve cemiyete hürmet emreden, güzel ahlâk ve aileye kıymet veren prensiplerini, laik ulus devletler, pragmatik sebeplerle kullanmayı ihmal etmemiştir. Böylece “millî dinler” doğmuştur.

12 Eylül’ün Türk-İslâm Sentezi ideolojisi gibi, son zamanlarda da “Türk Müslümanlığı” veya “Osmanlı İslâmı” adı verilen bir telakki, Türklerin, Müslümanlığa kendilerine göre bir renk ve tarz verdiklerini iddia eder. Bu rolün giderek zayıflaması; ezcümle Osmanlıların çözülmesini, işte bu “Türk Müslümanlığı”nın terkedilerek, âmiyâne bir tabirle “Arap İslâmı”nın kabulüne bağlar. Burada kast edilen, esas itibariyle Osmanlı ilim hayatında, irade hürriyetine ehemmiyet veren Mâtürîdî kelâmının yerini, Eş’arî kelâmının almasıdır. Bu vesileyle yıllarca müdafaa ettikleri Selefîlikten ağzı yanan bazı kesimler, umumi konjontüre de bakarak güya Mâtüridîliğe sarılmış; bir yandan Mâtüridî Enstitüleri kurulmuştur. İmam Mâtüridî’yi tanıyıp kıymetini anlamak, gerçi sevindirici bir şeydir; ama bunu Eşarî düşmanlığına vesile yapmak, doğrusu çok tehlikelidir.


Mücadele

Bütün peygamberler, insanları aynı inanca çağırmıştır. İman bilgileri de amel bilgileri gibi Kur’an-ı kerimden ve sünnet-i nebevîden çıkarılır. Zamanla Müslümanların ittifak ettiği inanç esaslarını zorlayan, Hâricî, Şia ve Mûtezile gibi fırkaları çıkınca, İmam Ebû Hanîfe başta olmak üzere, Selef-i Sâlihîn denilen ilk devir âlimleri bunlarla mücadele etti. Bunların bildirdiklerinden açık olmayanları da kelâm âlimleri izah etti. İmam Mâtüridî ve Eş'arî bunlardandır.

İmam Ebû Mensur Muhammed Mâtüridî (852-944), Semerkandlıdır. Eyyüb Sultan hazretlerinin soyundandır. Türk olduğu iddiası, günlük konuştuğu lisan ve mensup olduğu kültür itibariyledir. İlim silsilesi Ebû Hanîfe’ye ulaşır. Hocası Ebû Nasr Ahmed bin Abbas el-Iyâdî (331/943), Ebû Bekr Ahmed bin İshak el-Cürcânî’nin, o da Ebû Süleyman Mûsâ el-Cürcânî’nin (200/816), o da İmam Muhammed eş-Şeybânî’nin talebesidir. Ebû Nasr el-Iyâdî, ensardan Sa’d bin Ubâde hazretlerinin soyundan gelir. Türkistan’ın fethinde şehid düştü. Oğulları da alimdi. Hatta “Ebû Hanîfe mezhebinin doğruluğuna en büyük delil, Ebû Nasr'ın oğlu Ebû Bekr Ahmed el-Iyâdî'nin bu mezhebden olmasıdır” denmiştir.

İmam Ebû Hanîfe’nin kitaplarındaki bilgiler delilsiz kısa ifadeler hâlinde iken, İmam Mâtüridî bunları delillendirip beyan ederek kelâm ilmine dönüştürdü. Maverâünnehr ülkesindeki Hanefî kelâmcılarına Mâtüridî denmeye başlandı. İmam Ebû Hanîfe'nin ismi ancak fıkh âlimlerine söylenmekle iktifâ edildi.

Ne yazık ki eserlerinin çoğu kaybolmuş; günümüze yalnız tefsirde et-Te'vîlâtu Ehli’s-Sünnet adlı tefsiri ile kelâmda Kitabü’t-Tevhid adlı eseri gelebilmiştir. et-Te'vîlât kitabını Kâtib Çelebi çok över; sonraki Mâtüridî imamlarının başlıca bundan istifade ettiklerini; ifadesinin açık ve anlaşılmasının kolay olduğunu; bunun da İmam’ın lügat ilmindeki kudreti ile geniş kültürüne delâlet ettiğini söyler. Kitabü’t-Tevhid’in yegâne yazma nüshası Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir. Türkçe’ye tercüme olunmuştur.

İmam Ebu’l-Hasen Eş’arî (872-936) Basralıdır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin soyundandır. Önceleri Mûtezile mezhebinde idi. 40 yaşında, Hazret-i Peygamber’i rüyasında görerek pişman oldu. Bu yolu bıraktığını câmide herkese ilan etti. İmam Şâfiî’nin talebesinden okudu. Vâlilik, kâdılık gibi yüksek makamların Mûtezilîler elinde bulunduğu bir zamanda, Mûtezile mezhebini reddeden ve Ehl-i sünneti müdâfaa eden kitaplar yazdı.

Mâtüridîlik, Mâverâünnehr gibi uzak ve kapalı bir muhitte ortaya çıktığı için, Bağdad, Basra gibi ilim merkezlerinde fazla tanınmamış ve Eş’arîlik kadar meşhur olmamıştır. Bozuk fırka ve mensuplarıyla da Eş’arîler kadar karşı karşıya gelmemiştir. Ancak Ehl-i sünnet akîdesinin tesis ve korunmasında çok büyük emeği geçmiştir.

Hanefîlerin hemen hepsi Mâtüridîdir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler Eş’arîdir. Mevlânâ Hâlid Bağdadî gibi amelde Şâfiî, itikadda Mâtüridî olanlar da vardır. Fahrü’r-Râzî, Eş’arî olduğu halde, rüyetullah meselesinde Mâtüridî gibi düşünmektedir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, aynı zamanda büyük bir kelâm âlimi olup, Mâtüridiye’ye mensup bulunduğu halde, bazı itikadî meselelerde İmam Eş’arî’nin görüşünü tercih etmiş; bazı meselelerde iki âlimin görüşlerinin arasını te’lif etmiştir (uzlaştırmıştır).


İmam Mâtüridî Türbesi (Semerkand)

Mâtüridî ve Eş’arî arasındaki farklar

Mâtüridiye ve Eş’ariye, Ehl-i sünnetin esas meselelerinde ittifak etmiştir. İzah usulü cihetiyle arada 7’si lafızda, 6’sı mânâda 13 kadar fark vardır.

1-Cüz'î irade: Mâtüridiye’ye göre insanda müstakil bir cüz’î irade vardır. Eş’arî’ye göre, bu irade müstakil değildir, onu da Allah yara­tır; ama insanda buna bir meyl vardır.

2-Kesb: Eş’ariye’ye göre kesb, insanın gücünün takdir edilenle birlikte olmasıdır. Mâtüridiye’ye göre ise kesb, kulun bir şeye azim ve niyet etmesiyle o şeyin hâsıl olmasıdır.

3-Hüsn ve Kubh: Mâtüridiye’ye göre bir şeyin iyi veya kötü olduğu akılla bilinebilir. Bir şey iyi olduğu için Allah tarafından emredilir, çirkin olduğu için yasaklanır. Eş’ariye’ye göre ise, akıl ile idrak olunamaz. Din, bir şeyi emretmiş ise iyidir; yasaklamış ise kötüdür.

4-Ma’rifetullah: Mâtüridiye’ye göre, kendisine peygamber tebligatı ulaşmasa da insan, aklıyla Allah’ı bulmak ve bilmek zorundadır. Eş’arîye’ye göre, böyle bir kimse mazurdur.

5-Tekvîn: Mâtüridiye’ye göre Allah’ın tekvin sıfatı vardır. Eş’ariye’ye göre, tekvin hakikî bir sıfat değil; kudret sıfatının bir teallukudur.

6-Nübüvvet: Mâtüridiye’ye göre, kadından peygamber gelmez. Eş’ariye’ye göre kadın da peygamber olabilir; ama olmamıştır.

7-Teklîf-i Mâ Lâ Yutak: Allah'ın insa­nın gücü dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi, Mâtüridiye’ye göre câiz değildir; zira bunda bir hikmet yoktur. Eş’ariye’ye göre câizdir; ama vâki değildir.

8-Sebeb ve Hikmet: Eş’ariye’ye göre Allah'ın fiilleri bir hikmet ve sebebe bağlı değildir; çünkü Allah yaptıkların­dan mesul değildir. Mâtüridiye ise, Allah’ın fiillerinin bir hikmet ve sebebi olduğunu söyler; o, abes iş yapmaz.

9-Kelâm-ı Nefsî: Eş’ariye’ye göre kelâm-ı nefsî’nin işitilmesi câizdir. Mâtüridiye’ye göre, kelâm-ı nefsî bizzat işitilemez. [Allahü teâlânın kelâmının, harf ve ses içine sokulmadan öncekine kelâm-ı nefsî; harf ve ses içinde bulunanına kelâm-ı lafzî denir.]

10-Ezelde Ma’dûma Hitâb: Eş’ariye’ye göre Allah’ın yok olan şeyi emretmesi câizdir; Mâtüridiye’ye göre değildir; çünkü bunda bir hikmet yoktur.

11-Kâfirler ve İbâdet: Eş’ariye’ye göre kâfirler iman ve ibâdetle mükelleftir; Mâtüridiye’ye göre, sadece imanla mü­kelleftir.

12-Mürtedin Amelleri: Eş’ariye’ye göre mürted yeniden iman ederse, amelleri de döner; Mâtüridîlere göre ise amelleri avdet etmez, geriye dön­mez.

13-Tevbe-i Ye’s: Son nefesteki tövbe, Mâtüridiye’ye göre makbuldür; Eş’ariye’ye göre değildir.

İki mezheb arasındaki en mühim fark insan iradesi bahsinde kendini gösterir. Dehr sûresindeki, “Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz!” meâlindeki âyet-i kerîmeden, Ebu’l-Hasen-i Eş’arî hazretleri, “Allahü teâlâ, sizin istemenizi dilemedikçe, bir şey isteyemezsiniz!” mânâsını anlamıştır. Yani, Allahü teâlâ dilemedikçe, kul, irâde-i cüz’iyyesini kullanamaz demiştir. Eş’arî mezhebine göre, Allahü teâlâ, bir kimsenin bir şey yapmağa irâde-i cüz’iyyesini kullanmasını dileyince, o kimse irâde eder. Yalnızca insanda bu fiile karşı bir meyl bahis mevzuudur ve insan işte bu meylinden dolayı âhırette mes’ul olur.

Mâtüridiye’ye göre Allahü teâlâ irade-i külliyeye sahiptir. İnsan ise irade-i cüz’iyye sahibidir. İrade-i cüz’iyye bir varlık değildir. Kullar, irade-i cüz’iyyelerini kullanmakta serbesttir. Mecbur değildir.  Fakat insan bunu yarattı denilemez.  Kul irade eder; sebeplere yapışır; Allahü Teâlâ irade ederse, o işi yaratır. Dilerse yaratmaz. Yukarıdaki âyet-i kerîmeyi, İmam Mâtüridî şöyle izah eder: “İhtiyarî işleriniz, yalnız sizin iradenizle olmaz. Sizin iradenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irade edip yaratır.”

Eş’arîlerden Ebû İshâk el-İsferâînî buyurdu ki, “İnsanların yaptığı, istekli hareketlerinin meydana gelmesinde, kendi kudretleri de işe karışmaktadır. İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti, ikincisi Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin tesiri ile bir iş meydana gelir”. Eş’arîlerden Kâdî Ebû Bekr el-Bakıllânî de buyurdu ki, “İnsanın kudreti, işin meydana gelmesine değil, işin iyi veya fena olmasına, yani tâat veya günah olmasına tesir eder”. Görülüyor ki, sonra gelen Eş’arî âlimlerinin görüşleri, Mâtüridî mezhebi gibidir.

“Türk Müslümanlığı” tabirine başka bir yazıda temas ederiz inşallah…