FAHREDDİN PAŞA VE İSTANBUL’A YOLLANAN MUKADDES EŞYA
Topkapı Sarayı, sadece asırlarca bir cihan imparatorluğunun idare edildiği yer değil. Bâbüssaade denilen kapıdan girilen üçüncü avlusunun bir köşesinde, dünya Müslümanları için çok kıymet arzeden bazı emanetleri misafir ediyor. Emânât-ı Mukaddese (Mukaddes Emanetler) denilen ve peygamberlerle din büyüklerine ve mukaddes yerlere ait bu hatıralar saraya ayrı bir kıymet veriyor.
Mukaddes Emanetler’in İstanbul’a gelişi çeşitli vesilelerle olmuştur. İstanbul’u kuran Bizans İmparatoru Constantinus’un annesi, 330’da ölen İmparatoriçe Helena, İsâ aleyhisselâma iman etmişti. İmparatoriçe, ziyaret maksadıyla Kudüs’e gittiğinde, Hazret-i İsâ ve müminlerine ait olduğu iddia edilen eşyayı İstanbul’a getirdi.
Mukaddes Emânetler’in mühim bir kısmı Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonrasına tarihlenir. Mısır’ın fethi üzerine, Mekke Şerifi Ebu’l-Berekât en-Nümeyy, Kâbe-i Muazzama’nın anahtarıyla beraber kendisinde bulunan bazı mukaddes eşyayı da Sultan Selim’e gönderdi. Sonraki padişahlar zamanında da saraya gelen hatıralar vardır.
Daha sonra çeşitli yerlerde rastlanan bu gibi hatıralar devlet büyükleri tarafından satın alınmak veya sahipleri tarafından hediye edilmek suretiyle saraya geldi. Nihayet Osmanlı ordusunun bozulmasından sonra Medine Muhafızı Fahreddin Paşa, ötekiler kadar ehemmiyeti olmayan bazı kıymetli eşyayı 1917’de Hicaz’dan gelen son trenle İstanbul’a gönderdi.
Çöl Kaplanı
İngiliz casusu Lawrence’in Çöl Kaplanı diye medhettiği Fahreddin Paşa (1868-1948) aslen Rusçukludur. Babası posta müdürü idi. 93 Harbi faciasının ardından İstanbul’a hicret ettiler. Fahri Paşa, 1888’de Mekteb-i Harbiye’yi bitirdi. Meşrutiyetin ilanına kadar 17 sene Erzincan’daki III. Ordu emrinde çalıştı; ordu kumandanı Zeki Paşa’nın yeğeni ile evlendi. Zeki Paşa, damadın heyecanlı tabiatını anlamış olacak ki, Sultan Hamid devrinde başına bir bela gelmeden hep yanında tuttu.
1908’de İstanbul’a geldi. Sultan Hamid taraftarı zabitlerinin tamamının rütbeleri indirildiği veya vazifeden atıldığı halde, o böyle bir muameleye uğramadı. 31 Mart Vak’ası münasebetiyle kurulan Divan-ı Harb’in reisliğini yaptı; Meşrutiyet aleyhtarlarını cezalandırdı. Tekirdağ’a tayin olundu. Balkan Harbi’nde Edirne’nin Bulgarlardan geri alınmasıyla neticelenen Çatalca taarruzuna iştirak etti. I.Cihan Harbi başında miralay rütbesiyle Musul’da kolordu kumandanı idi. Kolordusunu Haleb’e getirdi ve Suriye’deki IV. Ordu kumandan vekilliğine tayin edildi.
Ermeni halkı tehcire direnen Urfa üzerine yürüdü. 6000 asker ve 12 bin çeteciden müteşekkil bir orduyla şehri muhasara etti. Uzun süren bir muhasaradan sonra Ermeni mahallesindeki mukavemetçiler öldürüldü; sağ kalan 800 aile Suriye çöllerine sürüldü. Mukavemeti zorlukla bastıran ve hayli zayiat veren Fahri Paşa, “Bu kritik günlerde karşımıza birkaç Urfa daha çıksa, halimiz ne olur?” demiştir.
Beyrut’ta Cemal Paşa’nın emriyle suçlu-suçsuz Arapların asılarak idamı üzerine Cemal Paşa’nın yaveri Fuad Bey’e, “Cemal Paşa hazretleri bana, kendi babamı asmaklığımı emretse, derhal asarım” demişti (Ali Fuad Erden, Suriye Hatıraları, s.343-344). Fahri Paşa, Suriye’de bulunan 12.kolordu kumandanı iken, 31 Mayıs 1916’da Medine-i Münevvere’ye geldi.
Arap İhtilâli
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethi üzerine, Memlûk hâkimiyetindeki Hicaz’ın muhtar emiri Şerif Ebu’l-Berekât en-Nümeyy, Hicaz’ı padişaha teslim etmiş ve böylece mukaddes beldeler sulh ile Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Sultan Selim, Hicaz’ın öteden beri mevcut imtiyazlarını tanıdı ve Şerif’i Hicaz’ın başında bıraktı. Hicaz, Osmanlı Devleti’nde asırlarca imtiyazlı bir şekilde Hazret-i Peygamber soyundan gelen şerifler tarafından idare olundu.
İttihat ve Terakki iktidara gelince, bu muhtariyeti kaldırdı. Şerif Hüseyn Paşa, Hicaz’ı Osmanlılara teslim eden Şerif Nümeyy’in torunudur. İstanbul’da vazifeli iken, Meşrutiyet’ten sonra Mekke şerifi tayin edilmişti. İttihatçıların İslâmî esaslara aykırı icraatlarını ve Arap beldelerinde tatbik etmeye başladıkları Tetrîk (Türkifikasyon, Türkleştirme) adı verilen politikadan rahatsız idi. Arapça konuşma ve istida vermenin yasaklanması, Arap mekteplerinin kapatılması; Arap ileri gelenlerinin, bu arada Şerif’in damadının da içinde bulunduğu suçlu-suçsuz kimselerin Arap milliyetçisi sıfatıyla asılması, bardağı taşıran son damla oldu.
Şerif Hüseyn Paşa, hükümeti ikaz etti. Hükümet, bundan rahatsız oldu ve Şerif’in isyan hazırlığında olduğuna hükmetti. Vaziyeti tahkik etmek üzere gönderilen Fahri Paşa, 31 Mayıs 1916’da Medine’ye vardı. Vaziyeti iyice tedkik ettikten sonra, Medine muhafızı Basri Paşa’nın, Şerif’in isyan hazırlığı içinde olduğuna dair raporunu tasdik etti. Bunun üzerine Şerif vazifeden azledildi. Önceleri hilâfete çok bağlı olduğu halde, gördüklerinden sonra bir zamandır İttihatçı hükümetten kurtularak istiklalini ilan etmeyi düşünen Şerif Hüseyn Paşa Cemal Paşa ile beraber Kanal Harekâtı’na iştirak edecekken, 5 Haziran 1916’da ihtilal bayrağını açtı.
Mekke-i Mükerreme’yi elinde tutan Şerif’in kuvvetleri Medine üzerine yürüdü. Fahri paşa’nın birlikleri yavaş yavaş geri çekilerek şehre kapandılar. Böylece Aralık 1918’de Medine şehrinin müdafaası başlamış oldu. Bu arada Şerif, dâvâsının esbabını anlatan peşpeşe iki beyanname neşretti. Bu hâdiseler ve mevzubahis iki beyannamenin sureti, Fahri Paşa’nın istihbarat zâbiti Naci Kıcıman’ın Medine Müdafaası adlı kitabında mevcuttur.
Bu arada Suriye’deki muharebeler kızışmıştı. Filistin, ardından Suriye’nin düşme tehlikesi mevcuttu. Eğer Kudüs düşerse, Medine zaten düşerdi. Nitekim Cemal Paşa, Enver Paşa’ya yazdığı cevabî yazıda şöyle diyor: “Hicaz’ın mukadderatı, Filistin’in mukadderatına tâbidir. Askerlikçe, Filistin, esas; Hicaz, fer’dir. Düşman Filistin’i zabtedecek olursa, Medine ve Hicaz’daki kıtalar tehlikeye girer... Demiryolunun kesintiye uğraması halinde, Medine’deki kıtalarımız felâkete uğrarlar. Hicaz’ın bugünki vaziyetini daha ne kadar devam ettirebileceğimi bilemem. Fakat Medine boşaltılacaksa, bu boşaltmanın sonra çok geç kalmış olmaması için, derhal yapılmasını zaruri görmekteyim.”
Bu sebeple Medine’nin tahliye edilerek, buradaki askerlerin Suriye ve Filistin’e nakledilmesi kararlaştırıldı. Fahri Paşa ise, tahliye emrini kabul etmedi. Bunun üzerine Hicaz’a kumandan olarak miralay İsmet Bey’in tayini düşünüldü; ama rütbesi yetmedi. Mersinli Cemal Paşa, teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Hicaz ordu kumandanı tayin edildi. Bu yeni vazifesiyle İstanbul’dan Şam’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Medine’yi tahliye eden kumandan diye anılmaktan çekinerek, “Medine’yi kim müdafaa etmişse o tahliye etsin. Ben gitmiyorum” diyerek vazifeden çekildi. (Kıcıman, 103-104; Kantemir, 72-74)
Medine Müdafaası
Bunun üzerine Medine’nin tahliyesinden vazgeçildi. Fahri Paşa, erzakı tükenen şehirde zorlukla müdafaaya girişti. Çekirge yemeye başlayan halka, Fahri Paşa, çekirgenin helal bir yiyecek olduğunu ilan ederek, muhtelif pişirme usulleri öğretti. Firara teşebbüs eden askerler şiddetle cezalandırıldı. Şehir, 1918’in ilk aylarında muhasara edildi ve 1919 Ocak ayına kadar Şerif Hüseyn Paşa’nın kuvvetlerinin muhasarası altında kaldı. Osmanlı ordusu mağlup olmuş; Suriye ve Filistin düşmüş; mütareke imzalanmıştı. Medine’nin merkezle irtibatı tamamen kesilmişti.
Fahri Paşa, Necid Emiri Abdülaziz İbnü’s-Suud’a (şimdiki Suudi Arabistan kralının babası) mektup yazarak, beraberce Şerif Hüseyn’e karşı harbederek Mekke’yi ele geçirmeyi teklif etti. Hicaz’ın Şerif Hüseyn Paşa elinde olmaktansa, kendi kontrolünde zannettiği İbnü’s-Suud’un elinde olmasını tercih ediyordu. (Kantemir, 312-313). İbnü’s-Suud ise, evvela kendi emirliğinin sınırlarının resmen tanınmasını şart koştu. (Kıcıman, 384) Aslında İbnü’s-Suud, Türklerin Mekke’ye girmesini istemiyordu. Kendisi İngilizlerle anlaşmış olup, Arabistan’ın kendisine verileceği zamanı bekliyordu. Öyle de oldu. İbnü’s-Suud, o sıralarda, Bahreyn adalarında bulunan İngiliz kumandanı ile anlaşmış, İngilizlerden aldığı silahlarla, Basra körfezi sahilindeki Osmanlı şehirlerine saldırıp ele geçirmek çabasında idi.
Fahri Paşa, İstanbul’dan gelen emirlere kulak asmayarak şehri müdafaaya devam etti. Nitekim Harbiye Nâzırı Abdullah Paşa, şehrin tahliyesi hususunda emir gönderdi. Fahri Paşa, bunu dinlemeyeceğini, ancak padişahtan gelen emre uyacağını bildirdi. Bunun üzerine teslim olması için yeni padişah Sultan Vahîdeddin tarafından İstanbul’dan gönderilen Adliye Nâzırı Haydar Molla’ya da teslim olmayacağını açıkça beyan etti.
Şartlar giderek ağırlaşınca, teslim olmasını teklif eden yakınlarına, “Yemin ediyorum; teslim olmaktansa, Hazret-i Peygamber’in merkadini havaya uçurarak, kendimi de, askerlerimi de mahvederim” demişti. Bunun üzerine kumandanlarının delirdiğine hükmeden erkân-ı harbiye reisi (kurmay başkanı) miralay Emin Bey olmak üzere, zâbitler birleşip, merkez heyeti kurdular. Hükümetin teslim emrine itaatin askerliğin icabı olduğunu söyleyen beyannameler dağıtarak, Fahri Paşa’ya muhalefetlerini ilan ettiler ve 1919’un ilk günlerinde karargâhı terkederek teslim oldular. Bunun üzerine Fahri Paşa, miralay Necib Bey’i vekil ederek çekildi. (Kıcıman, 408 vd; Kantemir, 162 vd)
Şerif Hüseyn’in oğlu ve muhasara birliklerinin kumandanı Şerif Ali ile yapılan 7 Ocak 1919 tarihli muahede ile şehrin tahliyesi kararlaştırıldı. Tahliye günü olan 9 Ocak’ta Harem-i Şerif’e gelen Fahri Paşa, Merkad-i Şerif’i ziyaret ettikten sonra; son gösterisini yaparak buraya yerleşti. Şehirden ayrılmayı reddetti. Maiyetin paçaları tutuştu. Çünki evvelce, şehri terk etmektense, Ravza-ı Mutahhara bahçesindeki cephaneyi ateşleyerek hep beraber havaya uçuracağını söylemişti. Şerif Abdullah, telefonda Necib Bey ile, “Siz Sultan Abdülhamid gibi padişahı tahtından indirmiş bir ordunun mensubusunuz. Fahreddin Paşa’yı niçin kolundan tutup çıkarmıyorsunuz?” şeklinde müstehzi konuşmuştu. 10 Ocak sabahı, zâbit ve askerler Paşa’yı kolundan tutup kıskıvrak yakalayarak otomobile bindirdiler. (Kıcıman, 457 vd)
Şerif Hüseyn’in sonradan Ürdün emiri olan oğlu Şerif Abdullah, Fahri Paşa ve maiyetini karşıladı. Kendilerine pek hürmetle muamele etti (Kantemir, 196). Şerif Abdullah, hatıralarında der ki: “Bana dürbününü hediye eden Paşa’ya üzerinde Muhammed, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyn” yazan bir saat hediye ettim. Fahri Paşa, Bektaşî meşrepli olduğu için hediyeyi beğendi” (Müzekkirâtî, s.142)
Ve Malta…
Fahri Paşa Yenbu iskelesine, oradan da Mısır’a götürüldü. Sonra Ermeni tehciri esnasındaki fiilleri gerekçesiyle Divan-ı Harb’de idama mahkûm edildiği için, harb suçlusu sıfatıyla Malta’ya sürüldü. Askerlikte üstün emrine itaatsizliğin cezasının ağır olduğu da malumdur. Bu kahraman Türk kumandanı, İttihatçıların çılgınca emirlerine uymağı bir vatan borcu bildiği için, Medine’de hareketsiz kalmış, İngilizlerle dövüşmek fırsatını bulamamıştı. Biraz da bu sebepledir ki, sayesinde Kudüs'ü aldıkları bu düşmanlarını İngilizler "Çöl Kaplanı" diyerek övmüşlerdir.
İttihatçılar, hükümeti ele geçirdikten sonra, kahramanlar yurdunu parçalamakla kalmayıp, Fahri Paşa gibi nice vatan evlâdının düşman zindanlarında, senelerce inlemelerine sebep oldular. Mekke ve Medine gibi mübarek beldeleri, Hazret-i Peygamber soyundan, hâlis Müslüman şerif evlâdına vermemek uğruna, binlerce masum Türk ve Müslüman kanı dökülmesine sebep olduktan başka, o mübarek toprakları, hakiki Müslümanların ve Türklerin tarihî düşmanı olan, elleri kanlı, kalpleri katı kimselere bıraktılar. Fahri Paşa’nın Medine Müdafaası, Şerif Hüseyn Paşa’nın elini zayıflatırken; İbnü’s-Suud ve İngilizlere yaradı. Şerif Hüseyn, kendi emellerine hizmet edecek bir adam olmadığı için, İngilizler onu esir edip, Hicaz’ı İbnü’s-Suud’a verdiler. 1926’da İbnü’s-Suud, Medine’yi bombaladı. Hicaz, Suudi Arabistan krallığının bir parçası hâline geldi.
Medine’de sıhhıye zabiti olarak bulunan gazeteci Feridun Kantemir, Medine’den memlekete döner dönmez, Fahri Paşa ve Medine müdafası üzerine yazılar kaleme alarak, efsanenin doğuşunda en mühim rolü oynamıştır. Mustafa Kemal Paşa, İngilizlere müracaat ederek “Adını tarihe altın kalemle yazmış bir muhibbim” dediği Fahreddin Paşa’nın esaretten kurtarılmasını temin etti. (Reşat Ekrem Koçu, Medîne Müdafii Fahreddin Paşa, Hayat Tarih Mecmuası, Aralık 1972, s.14). Paşa, Almanya, Moskova ve Batum üzerinden Ankara’ya geldi.
Bu arada Yenigün gazetesinde yazdığı yazılarda Ankara hareketini tenkit etmesi, memleketin harb ile değil, sulh ile kurtulacağını söylemesi, Ankara’da infial uyandırdı. Bunun üzerine Kâbil’e sefir tayin edildi. Burada Ankara hareketi için yardım topladı. Hatta bir defasında “Sen nasıl Osmanlı paşasısın? Nerede senin sakalın?” diyen birine, “Sakal sünnettir; cihad ise farzdır” diye cevap vermişti. Galibiyet üzerine, 21/X/1922’de buradan Gazi’ye bir mektup yazarak, zaferini kutladı. Bugün riyaseticumhur arşivindeki bu çok mahviyetli mektupta, yanıldığı için özür diledi ve bundan dolayı ne kadar hayıflandığını anlattı.
Fahri Paşa, İstanbul’da vefat etti. Vasiyeti üzerine Rumelihisarı'nda Nâfi Baba Bektaşî tekkesinin mezarlığına defnedildi. Bugün Aşiyan Mezarlığı olarak bilinir. Ortadan uzunca boy ve güçlü bir bedene sahipti. Buğday benizli, açık kumral saçlıydı. Sesi kalındı. Kırmızı rengi çok seven Paşa’nın bütün eşyası, fincanı, kalemi, battaniyesi, kravatı, mendili hep kırmızı idi.
Asla mutaassıp değildi. İstihbarat müdürü olarak Batum’da bulunan Feridun Kantemir, Fahri Paşa’nın Batum’da misafir olduğu aileye sofraya içki koymamalarını önceden tenbihlemişti. Sofraya oturduklarında bunu farkeden Paşa, “Çocuk, sen ben varım diye herkese su mu içirmek istiyorsun? Beni size nasıl tanıttılar bilemem. Ben bir zamanlar namazında niyazında bir adamdım. Medine’de öyle davranmak icab ediyordu. Ama son yıllarda çevreme uydum, eski yaşayışımı kaybettim. İş değişti. Zaman sana uymazsa, sen zamana uy demişler. Siz sofrayı eski haline koyun!” demiştir. (Kantemir, 309-311).
Son Sefer
Asırlarca Osmanlılar veya halk tarafından Ravza-i Mutahhara’ya hediye ve vakfedilen 82 parça çok kıymetli tarihî eşya ve mücevher ile Medine kütüphanelerindeki bazı yazma kitaplar, çinko kaplı sandıklara doldurulup; heyet huzurunda 9 sayfalık bir zabıt tutulup mühürlenerek İstanbul’a gönderildi. 17 Nisan 1917’de hareket eden bu tren, Hicaz Demiryolu’nun son seferi oldu.
İçlerinde bazı mushaf ve kitaplar, murassa kaplar ile altın şamdanlar ve kıymetli taşlarla dolu mühürlü sandıklar, doğrudan İstanbul’a gitmesi gerekirken, Şam’da Cemal Paşa tarafından açıldı. Bu esnada bazı kıymetli taşlar kayboldu. Cemal Paşa’nın İstanbul’a çektiği 23 Nisan 1917 tarihli telgraf ve Suriye Vâlisi Tahsin (Uzer) Bey’in 26 Nisan 1917 tarihli telgrafı bu hadiseyi beyan eder.
Sonradan 4 milletvekili meseleyi Meclis-i Mebusan’a getirmiş ve meclis de mevzuyu Divan-ı Harb’e intikal ettirmişse de, mütareke hengâmında bir netice alınamamıştır. Tarihçi Niyazi Ahmet Banoğlu bu meseleyi yazmıştır. Yıllar evvel Türkiye gazetesinde tanıştığımız Paşa’nın oğlu emekli general Orhan Bey, bu eşyanın 97 parça olduğunu söylemişti. Listede çeşitli kişilerden hediye edilen tam 404 kalem eşya; ayrıca 1 altın ve 27 gümüş külçe vardır. Bu farklılık, ya bazı eşyanın kaybolmasına ya da benzer birkaç eşyanın aynı kalemde gösterilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Şerif Hüseyn Paşa, bunların peşine düşmüş ve 18 Nisan 1919’da İngilizlerden eşyanın akıbetini sormuştu.
Fahreddin Paşa’nın hayranı olup, bu emanetleri getirmesini takdirle karşılayan Murat Bardakçı, 20/XII/2017 tarihli yazısında “Tahribattan kurtarılabilen eşyalardan güç-belâ İstanbul’a getirilenler bugün müzeler ve bazı aileler tarafından muhafaza edilmektedir ama giden gitmiştir!” demektedir. Bunlar, Topkapı Sarayı müzesi değil, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın müze ve müzayede salonlarıdır. Böylece Bardakçı, kendisi de bu eşyanın yağma edildiğini itiraf etmektedir. Zaten Paşa'nın yolladıkları arasında hatıra eşya sayısı çok azdır. Gerisi para ve mücevherdir ki hemen nakte çevrilmiştir.
Medine’den yollanan eşyalar:
Ceylan derisi üzerine Hazreti Osman’dan kalma el yazısı Mushaf;
Elyazması 5 mushaf;
Kıymetli taşlarla bezeli 5 kuran kabı;
Gümüş çerçeveli yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle yazılı hilye-i saadet;
Som altın plak üzerine kelime-i şahadet levhası;
Pırlanta, inci, mercan ve anberden 7 tesbih;
Gümüş kaplamalı ve işlemeli 2 rahle;
Sultan Aziz’in altın plak üzerine pırlantalı tuğrası;
Tarihi 3 kılıç;
4 altın sancak alemi;
Altın plak üzerine oturtulmuş ve çevresi yakutlarla bezenmiş Kevkeb-i Dürrî ismiyle meşhur 100, 80, 40 ve 20 kıratlık 4 elmas;
Pırlanta ve zümrütlerle bezenmiş 14 adet altın askı;
Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş 11 askı;
Murassa bir altın kandil;
Altın kahve askısı;
7 adet murassa altın gülabdan;
12 adet murassa altın buhurdan;
20 parçadan fazla çok pahalı mücevherat, çelenk, iğne, yüzük, gerdanlık, kemer, bilezik, küpe vs;
Pek çok murassa kutu ve çekmece;
84 kırat tutarında iri Hürmüz incisi;
95 parça pırlanta, elmas, zümrüt, yakut;
2 kilo 935 gram ağırlığında 20 ayar külçe altın;
908 kilo 250 gram ağırlığında külçe gümüş.
Önceki Yazılar
-
TİCARET YAPACAKTINIZ DA KİM MÂNİ OLDU?25.11.2024
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024