OSMANLI SARAYI’NDA ENGELLİLER VE DİLSİZ DİLİ
Osmanlı sarayında sağır-dilsizler vazife yapardı. Bilhassa padişahın, bürokratlarla olan görüşmelerinde mahremiyetinin muhafazası için istihdam olunurdu. Devlet işlerinin görüşülmesi esnasında hizmet eder; evrak getirip götürürdü. Her yere rahatça girip çıksalar bile, sağır-dilsiz oldukları için devlet sırlarının işitilip yayılması tehlikesi olmazdı. Bu usul sonradan Osmanlı kabinesinin toplandığı Bâbıâli’ye de intikal etmiş ve günümüze kadar devam etmiştir.
Sessizlik lütfen!
Dilsizlere, daha ziyade Farsça’da aynı manaya gelen “bîzebân” denirdi. Bunlar, Saray’ın Enderûn denilen ve padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısmında, Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren istihdam edilmeye başlandı. XVII. asır sonlarında Enderun’da on kadar sağır-dilsiz vardı. Bunlar yüksek rütbeye terfi edemezlerdi.
İçlerinde kültürlü ve hayırsever olanları vardır. Dilsizlerden Hadım Süleyman Ağa, İstanbul’a iki çeşme, ayrıca memleketi Yakova’da cami, kütüphane ve sıbyan mektebi yaptırmıştır.
Sadece Enderûn’da değil; Bîrûn’da, yani sarayın diğer kısımlarında çalışan kapıcılar ve infaz memurları arasında da sağır-dilsizler vardır. Bu da gösteriyor ki, sadece gizliliğin muhafazasında değil; üçüncü şahıslarla irtibat kurulmasını veya rüşveti engellemek için de bu yola müracaat edilmiştir. Nitekim sağır-dilsiz cellâd, vazifesini icra ederken, mahkûmun yalvarmalarına ve vaadlerine kulak verebilir mi?
Sessiz sinema
Sağır-dilsizlerin, birbirleri ve başkalarıyla anlaşmak üzere, kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı da bu işaret dilini öğrenmişti. Sarayda sessizlik esas olduğu ve eskiden büyüklerin, hele padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için, saraylılar bu işaret dili ile anlaşmaya alışıktı. Bu lisanı XVIII. asrın başlarına doğru İstanbul’da bulunan İngiliz sefirinin hanımı Lady Montagu keşfederek adını blumensprache (mecazi lisan) diye anmıştır.
Dilsiz dili, sarayda neredeyse moda olmuştu. Hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlar; adeta sessiz sinema oyunu oynarlardı. Sultan II. Osman (1618-1622), bu dili gayet iyi öğrenen muhtemelen ilk padişahtır. Bu devirde dilsizlerin sayısı yüzü bulmuştur. Enteresandır ki, mahremiyete bu kadar dikkat eder genç padişah, planlarını hanımına çıtlatınca, duymayan kalmamış, bu da tahtını ve canını kaybetmesine yol açmıştır.
Yeni devir
Hemen her padişah bu dili tercih etmiştir. Devlet işlerinin görüşüldüğü toplantılarda, padişah, oradakilerin anlamasını istemediği hassas bir şey söylemek isterse, bunu dilsizlere işaret diliyle anlatabilirdi.
Sultan II. Mahmud devrinde (1808-1839) Osmanlı siyasî teşkilatı yeniden tanzim edildi. Saray’daki sağır-dilsizler, yeni kurulan meclislerde ve bilhassa Heyet-i Vükelâ denilen Osmanlı kabinesinde de hizmet görmeye başladılar. Sadrazam ve nâzırlar ile maiyetlerindeki sivil ve askerî memurlar, bunlarla anlaşabilmek için, şifre dilini öğrenmek mecburiyetinde idiler.
Osmanlı Devleti’nin son günlerinde (1922) bile, Bâbıâli’de dört tane emektar dilsiz kalmıştı. Bunlar senelerden beri Osmanlı kabinesinde hizmet etmişti. Bugün de parlamentonun gizli celselerinde ve bakanlar kurulu toplantılarında sağır-dilsiz memurlar hizmet etmektedir.
Asırdan asıra nakledilen bu işaret dilinin detayları malumata maalesef sahip değiliz. Ancak Sultan II. Abdülhamid’in 120 sene evvel kurduğu sağır-dilsizler mektebi, muhtemelen bu işaret dili geleneğini sürdürüyordu. Şu halde şimdi kullanılan Türk İşaret Dili’nin, Osmanlı sarayındaki işaret dilinin devamı olduğu söylenebilir.
Semboller
“Allah, kulunun bir uzvunu alınca, diğerlerini güçlendirir” derler. Saraydaki sağır-dilsizler de, son derece hassas ve zeki kimselerdi. Hâfızaları çok güçlüydü. Hâdiseleri en ince teferruatına kadar hatırlarlardı. Tarihî hâdiseleri, meşhur şahsiyetleri, kendilerine mahsus işaretleriyle ve hoşsohbet adamları gölgede bırakacak ifadelerle hikâye ederlerdi.
Sadaret yaveri Tarık Mümtaz Göztepe’nin hatıratında anlattığına göre, yaşadıkları hâdiselere ait meşhur şahsiyetleri tek bir işaretle mükemmel surette karikatürize etmekte ve canlandırmakta emsalsiz birer sanatkârdılar. Mesela, sağ ellerini parmakları açık tuğ gibi başlarına götürdüklerinde padişahı, sağ ellerini yumup başparmağı “birinci” der gibi dimdik yukarı kaldırdıklarında sadrâzâmı kasdettikleri anlaşılırdı.
Şeyhülislâm demek isterlerse, sağ kollarının yenlerini tutup sol eli arşınlar gibi aşağı doğru indirirler ve şeyhülislâmların giydikleri cüppelerin diz kapaklarına kadar uzanan yenlerini tasvir ederlerdi. Ayrıca bu hareketten sonra sağ elin şahadet parmağını başlarının üzerine sarık sarar gibi birkaç kere dolaştırırlardı.
Harbiye Nâzırı sağ kolu silah omuza gibi şiddetle kaldırarak sol omuz üzerine koymak suretiyle tarif edilirdi. Sağ elin ayası yukarı gelmek üzere ufkî (yatay) olarak tutulup üzerine yelken gibi üflenirse bundan Bahriye Nâzırı’nın kasdedildiği anlaşılırdı. Dâhiliye Nâzırı’nın işareti, sağ eli, böğür üzerinde oğuşturur gibi dolaştırmak ve vücudun iç uzuvlarını hatırlatmaktan ibaretti.
Hâriciye Nâzırlığı, ecnebilerle ve Avrupa devletleriyle alâkadar bir makam olduğu için, iki elin şahadet parmaklarına birbirileri üzerine çaprazvâri konarak bir haç şekli verildikten sonra bu haç işaretini alnın ortasına getirmek suretiyle Hâriciye Nâzırı denmek istenirdi. Adliye Nâzırı’nın işareti bir terazi tutar gibi; polis müdürününki iki bilek yan yana getirilerek kelepçelenmiş vaziyette idi.
Sermed Muhtar der ki: “Sadaret dairesinde bulunan iki dilsiz hademe, hayretler verecek kadar fatin ve zeki idiler. Bunların vazifesi meclis-i vükelâda hademelik etmek, içeriye girip çıkmaktan ibaret gibiydi. Aynı zamanda sağır olduklarından bu işte senelerden beri istihdam edilmeleri âdet olmuştu. Kahveleri, suları bunlar getirir, götürür; tablaları bunlar temizler; sobaları bunlar yakar; gaz lambalarını bunlar aydınlattırırlardı. Maaşları ne kadardı şimdi hatırlamıyorum ama, paşalardan, elçilerden, gelip gidenlerden oldukça dolgun bahşiş alırlardı. Bayramlarda seyranlarda biz bile verirdik ve bu emektar hademe ile hiç sıkılmadan konuşurduk. Sözlerimizi dudaklarımızdan anlarlar, tekrar ettirmeksizin cevabını verirlerdi. (Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler)
Sağır-Dilsizlerin Statüsü
İslâm-Osmanlı hukukunda, bütün engelliler gibi, sağır-dilsizlerin de statüleri hukukî bir süje olarak tanzim olunmuştur. Hazret-i Peygamber, bir uzvunu kaybeden insanın, buna mukabil cennet ile mükâfatlandırılacağını buyurmuş ve sağırlara olup biteni duyurmaya çalışmanın, sadaka sevabı kazandıracağını söylemiştir. Fıkıh kitaplarında sağır ve dilsizler hakkında etraflı hükümler bulunmaktadır. Osmanlı medenî kanunu Mecelle’de bu bahse dair hükümler konulmuştur.
Sağır ve dilsizler, dinî hükümlerden anladığı ve güçleri yettiği kadar mesuldürler. Hukukî muamelelerde, bilinen işaretlerine itibar edilir. Bu işaretlerle her türlü akdi yapabilirler; evlenip boşanabilirler; alıp satabilirler. Şahitlikleri, muayyen şartlar altında hukuken muteberdir. Hâkim ve hükümdar olamazlar.
Hayati Bey
Engelli istihdamı
Cüceler çoğu kez zeki, hazır cevap kimseler oldukları için, tarih boyunca hükümdarlar bunları saraylarında barındırıp beslemişlerdir. Fransa kraliçesi Catherine de Medicis çok kısa boylu kimseleri evlendirip suni olarak cüce üretmeye çalışmışsa da muvaffak olamamıştır.
Polonya Kralı Stanislas’ın Nicolas Ferris adında pek meşhur bir cücesi vardı. “Bebek” adıyla anılan bu cüce doğduğunda 21 santim boyunda 270 gram ağırlığındaydı. Öldüğü zaman iskeleti Paris Müzesi’nde saklanmıştır.
Gene aynı çağda yaşamış cücelerden biri de Borulawski adında 72 santim boyunda bir cüceydi. Borulawski 98 yaşına kadar yaşamış, öldüğünde de ardında bir çocuk bırakmıştır.
Osmanlı saraylarında devamlı 5-10 kadar cüce bulunurdu. Bunlar enderun-i hümayun seferli koğuşunda tahsil ve terbiye görürlerdi. Yetiştikten sonra da padişah ile saraylıları türlü tuhaflıklar yaparak eğlendirirlerdi.
Sultan İbrahim’in pek küçük bir cücesi vardı. O kadar küçüktü ki Padişah’ın kürkünün içine sığabiliyordu. Bir keresinde kürkün arasından Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya dilini bile çıkarmıştı. Sadrazam buna öfkelenerek cüceyi Padişah’ın türkünün içinden çekip çıkardı; boğdurttu. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın idamına yol açan sebeplerden biri olarak da bu hadise gösterilir.
Bu zeki kişiler, daha ziyade bedenî mükemmeliyet gerektirmeyen işlere bakarlardı. Meselâ Enderûn’da kütüphâne memurluğu yaparlardı. Kabiliyetli olanları terfi ederek, ülkedeki hastahânelerin gelir ve masraflarına bakan pozisyona gelebilirlerdi. Hoş sohbeti, tatlı dili, hatta umumî kültürleri sayesinde, padişahın nedimi olanları da vardır.
Saray’da haremde ve Enderun Mektebi’nde disiplin memuru olarak hadımların da çalıştığı; vakıflar umum müdürlüğü gibi yüksek makamlara gelebildiği de bilinen bir keyfiyettir. Ne maksatla olursa olsun, asırlar öncesinde engelli istihdamındaki bu hassasiyet dikkat çekicidir.
Sultan II. Mahmud zamanında bir takım sınıflar saraydan büsbütün kaldırıldı. Bu arada saraylarda cüce bulundurulması ananesine de son verildi. Sarayda nizam haricinde tek tük cüceler bulunmuştur.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024