OSMANLI HÂNEDANI ve DİNDARLIK
Osmanlı hânedanı, bir medrese ciddiyeti ve tekke ağırbaşlılığı içinde din ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir hayat sürmüştür. Tarihte hiçbir Müslüman hânedan, bu cihetten Osmanlı sarayı ile mukayese edilemez.
Son asırda, saray teşkilat ve teşrifatında bazı değişiklikler olduğu gibi, saraylıların hayatlarında da mühim değişiklikler olmuştu. Günümüzde, bazı hânedan mensuplarının dış görünüşlerine bakarak, “Halife torunları nasıl böyle olabilir?” diyenler çıkıyor. Şurası bir hakikattir ki, Osmanlı padişahları, hânedan ve saraylılar dindardır. Tarih boyunca Osmanlı sarayı, skandalların yaşandığı bir yer olmamıştır. Bir medrese ciddiyeti ve tekke ağırbaşlılığı içinde din ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir hayat sürülmüştür. Tarihte hiçbir Müslüman devlet hânedanı, bu cihetten Osmanlı hânedanı ve sarayı ile mukayese edilemez.
Hakkımı helâl etmiyorum!
Sarayda erkek olsun, kadın olsun, namaz kılmayan, oruç tutmayan yoktur. Saray kadınları, câriye bile olsalar, tam tesettüre riayet ederler. Haremde nasıl giyinirlerse giyinsinler, dışarıya feracesiz çıkmazlar. Ferace, başörtüsü ve manto gibi bol ve uzun bir dış giysisi olmak üzere iki parçadır. Saraylıların tesettürsüz fotoğrafları, insanı yanıltmamalıdır. Bunlar saray içinde çekilmiş, hususi fotoğraflardır. O devirde câriyeler, şer‘an kaç-göç ile mükellef olmadığından, bunlardan istidatlı birisine fotoğraf çekmeyi öğretirler; o da ihtiyaç oldukça saray halkının resmini çekerdi. Kadınların, kendi aralarında örtünmek mecburiyetinde olmadığı malumdur. Sürgüne çıkan hânedan hanımlarının ve hizmetkârlarının pasaport resimlerinin tamamı çarşaf ve peçelidir.
Sultan Hamid’in zevcesi Behice İkbalefendi der ki, “Sarayda namaz kılmayan kimse yoktu. İstisnâsız herkes namaz kılardı. Dili bükülmeyen bazı yabancılar hizmete gelince, hiç olmazsa namaz kılacak kadar sûreleri, İslâm dininin esaslarını ezberlemek mecburiyetindeydiler.” Saray muallimesi Safiye Ünüvar hatıralarında, Meşrutiyet padişahı Sultan Reşad’ın, “Sarayda iki şey iyiydi: Namaz ve yemekler. Şimdi ikisi de bozuldu,” dediğini ve her bir saray odasının kapısına “Namaz kılmayana hakkımı helâl etmiyorum,” yazdırdığını naklediyor. Son padişah Vahîdeddin ve son halife Abdülmecid Efendi beş vakit namazını kılardı.
Bir gecede sürgün
Sultan Hamid’den sonra iktidarı ele geçiren İttihatçılar devrinde, sosyal hayat ciddi manada deformasyona uğradı. Kaç-göç ve tesettürün zayıfladı; dinî neşriyat azaldı; ulemanın cemiyetteki rolünün kısıldı; dindar memur ve zâbitler rağbetten düştü. Bu bozulma, elbette saraya da intikal etti. Buna rağmen bazısı tavizsiz yaşadı; bazısı da her iki hayat tarzını sürdürdü. Şarklılık ve Garblılık arasında gidip gelen bu düalite [ikilik], zaten o devirdeki Osmanlı sosyal hayatının hususiyetidir ve bugün de varlığını devam ettirmektedir. Meşrutiyet devrinden itibaren, yalnız sarayda değil, dışarıda, hatta din adamları arasında bile dinî hayatın zayıfladığı görülür.
Ömründe saraydan dışarı adım atmamış insanlar, bir gecede beş parasız hudut harici edilmiştir. Gurbette hayatını idame ettirebilmek için, seyyar satıcılık yapanlar, dilenenler, hatta açlıktan ölenler olmuştur. Dinî hayat, asayiş ve emniyet ister. Hânedan, gurbette öyle bir muhiti hiçbir zaman bulamamıştır. Gayrı müslimler arasında ancak hayatta kalabilmişlerdir. Şehzâde Mahmud Şevket Efendi’nin kızı Nermin Sultan’a Bagnoles’de avukat bir İngiliz asilzâdesi talip olmuş; fakat Nermin Sultan katiyetle reddetmişti. Halbuki bu esnada yiyecek ekmekleri bile yoktu.
Annesi gayrı müslim olan hânedan mensuplarının, hele babasından, dede ve ninesinden ayrı ise, dinî terbiye alması beklenemez. Hânedan efradı, hak etmedikleri bir sürgün yaşamış; çok acılar çekmiştir. Ama Türkiye’de yaşayan nice hacı hoca çocuklarının bile dinle alâkası kalmamışken, Avrupa’da ömür süren hânedan mensuplarının hâlini anlayışla karşılamak lazımdır. Bunun müsebbibi ve mes’ulü kendileri değil; onları bu hâle düşürenlerdir. Şu halde, kimsenin, hele bu insanları topyekûn sürgün edip, sefâlete mahkûm eden ve kendileri de dinî yaşayıştan kolayca vazgeçmeyi tercih edenlerin, hânedanın dinî yaşantısı hakkında söz söylemeye hakkı olmasa gerektir. Neticede amel, insanın iç âlemine ait bir keyfiyettir. Hesabını, Allah sorar. Belki de rejimin istediği buydu. Hânedan, halk için istikbalde bir ümit olmamalıydı. Hatice Sultan'ın torunu Kenize Murad,1987'de Londra'da görünüşünün Müslüman bir Türk'e benzemediğini soran, sonra da sorduğuna pişman olan bir gazeteci arkadaşa şu cevabı vermişti: "Ben anne ve babamı tanımadım. Rahibeler elinde yetimhanede büyüdüm. Bizi bu hale getirenler utansın Ama şunu söyleyebilirim ki Elhamdülillah Müslümanım ve ecdadımın yolundayım."
En mühimi, ben bir Müslümanım!
Çocukluğu Mısır’da geçmiş olan Betül Mardin anlattı, “Kâhire’de yaşarken, hânedan mensupları ile sık görüşürdük. Hiçbiri öyle iyi rahat bir hayat yaşamıyordu; şöyle böyle geçiniyorlardı. Ama çok vakur bir aile idi. Müptezel [bayağı] bir halleri hiç yoktu.” Evet, bugün hânedan mensupları arasında çok sofu olan azdır. Ama geri kalanlar inancı sağlam kimselerdir. Hiçbirinde dine karşı bir tavır ve sorgulama yoktur. Bilakis şerefli bir hânedana mensup olarak, dinî hüviyetlerine sahip çıkarlar. Bu bile, az değildir. Demek ki şartlar müsait olsaydı, bu insanların, ismini taşıdığı Osmanlılara layık bir manzara verecekleri aşikârdır.
Şehzâde Ali Vâsıb Efendi, saltanat devam etseydi, padişah ve halife olacaktı. Serbest yaşantısı ile halifelik sıfatının nasıl bağdaşacağı sorulduğunda, oğlu Osman Salâhaddin Efendi şu cevabı vermiştir, “Babam, eğer o makama gelseydi, bu makamın icabını yerine getireceğine hiç şüphe yoktu. Babam bana muntazaman Osmanlı tarihini ve İslâm dinini öğretti”. Nitekim Ali Vâsıb Efendi oğluna nasihatında şöyle diyor: “Vatanına, dinine, tarihine, ailesine, ebeveynine karşı hürmetkâr ve bağlı olmalı... İnşaallah her surette daima Allah’ına dayanarak her zaman bahtiyar olursun. Âmin.” Bu satırlar, sağlam bir imanın tezahürüdür.
Şâdiye Sultan, hatıralarında kızından bahsederken diyor ki, “Allah’a büyük bir imanla bağlanmasını temin etmek ve İslâm dininin ululuğunu ruhunun derinliklerine sindirmek, benim için büyük bir vazife oldu. Onu yabancı iklimlere kendi kaderi ile baş başa bırakmaya mecbur olduğum an, kalbine aşıladığım Allah sevgisi, Allah korkusu ve Allah’a güven, ona verebildiğim en kıymetli şey olmuştu.”
Ermeni müzayedeci Yervant Portakal’ın vârisi Raffi Portakal bir röportajında der ki (14.VIII.2023 Türkiye): “Dedem sayılan ve sevilen bir sanat tüccarıydı. Daha ziyade sürgüne gönderilen Osmanlı hanedanına ait yalıların, köşklerin müzayedesini yapıyordu. Babam buna devam etti. Ben de sultanlardan birçoğunu tanıdım. Ben 1968 kuşağıyım, hanedanları yüceltmem. Ancak Osmanlı hanedanının çoğunun yüzünde bir nur vardı. Çok zorluk yaşamışlar ama o zorlukları ne sözlerinde ne de yüzlerinde hissettim.”
Genç şehzâde Selim Süleyman Efendi’nin hislerini ifade ettiği şu cümle dikkate değerdir: “İngiltere’de doğup, büyüdüm; ama Türk’üm. Ayrıca Osmanlıyım; damarlarımda Osman Gâzi’nin kanı dolaşıyor. Ama en mühimi ben bir Müslümanım.”
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024