Popüler bazı yazarlar, zaman zaman Osmanlı cemiyetindeki bazı sapmaları diline dolamayı seviyor. Kaynaklarda bir sapmadan bahsedilmiş olması, onun yaygın bulunduğunu göstermez; tam aksini gösterir. Zira rağbet, nâdiredir. Yaygın olsaydı, zikre değer bulunmazdı. Her zaman her cemiyette günah işlenir, suç işlenir, aykırı işler olur. Bu gayet tabiidir. Ama cemiyeti bununla sembolleştirmek doğru değildir.
XI. asırda yaşamış Kuhistan Sultanı Keykâvus'un oğluna nasihat mahiyetinde kaleme aldığı ve Osmanlı Sultanı II. Murad’ın Mercimek Ahmed’e Farsça’dan tercüme ettirdiği Kâbusnâme’deki şu satırları okuyanlar önce çok şaşırır: "Yazın avretlere meylet ve kışın oğlanlara, tâ ki bedenin sağlam olsun. Zîrâ ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur; kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur". Yavuz Sultan Selim’in kızı Fatma Sultan’ın kocasını “Bana yüz vermiyor, oğlanlarla gününü geçiriyor” diye şikâyet için babasına yazdığı mektuptaki ifadeler de bunun gibidir. Bunlar, köleliğin mevcut bulunduğu; efendinin kendi câriyesiyle karı-koca hayatı yaşamasının mümkün ve meşru olduğu zamanlara ait ibarelerdir. Keykâvus, kişiye, kışın bâkire câriyesiyle beraber olmayı tavsiye etmektedir. Genç kız, ateşlidir; kadın ise bu işe alışık olduğu için biraz soğuktur, demek istiyor. Sultan da, kocasının genç câriyelere meylinden yakınmaktadır.
O devir Türkçesinde ‘oğlan’, başından evlilik tecrübesi geçmemiş kız ve erkekler için tercih edilen müşterek bir tabirdir. Kızoğlan kız tabiri hâlâ kullanılır. Dil, insanların meramını anlatma vâsıtası olduğuna göre; kelimelerin lokal veya tarihî kullanılışlarını bilmeden hüküm vermemek gerekiyor. İnsanların meşru dairede yaşadığı hususî hayatı kınamak, kimsenin hakkı değildir. Kur’an-ı kerim, bir erkeğin maddî imkânı varsa, dört hür kadına kadar evlenmesini ve kendi câriyeleri ile karı-koca hayatı yaşamasına izin verir. Hanımını seven, bu haklarından vazgeçerek, onu kıskandırmaz, üzmez; bu da ayrı mesele.
Nefse Esâret
Dr. Fahreddin Kerim Gökay’ın tabiriyle “gayr-ı tabiî aşkların”, Osmanlı cemiyetindeki varlığına ve yaygınlığına hep misal olarak getirilen bir şiir vardır. Bu, Fatih Sultan Mehmed’in Avnî mahlasıyla yazdığı ve Galatalı bir zimmî kâfire aşkı mevzu edinen bir gazeldir. Ancak gazelin manasını çözmek için, o devir Türkçesini bilmek yetmiyor; elbette tasavvuf edebiyatının dilinden de anlamak gerekiyor. Burada âşık olunan kişi ne erkektir, ne de gayrımüslim... Şark edebiyatında nasıl şarap, aşkı ifade ediyorsa; kâfire aşk da, nefse olan esâreti sembolize eder. Mümin, hep nefsinin, yani bu güzel kâfirin hilesinden şikâyetçidir. Demek ki tarihçi için, biraz edebiyattan, biraz da dinden anlamak lâzımdır.
Popüler bir yazar, tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin divânında "Zenne rağbet eder mi âkil olan/Tab’-ı âli civâne mâildir” beytini almış; buna “Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Âli'nin yaradılışında delikanlıya yöneliş vardır” diye mânâ vermiş. Divan sahibinin isminin Âli olduğuna aldanmış olsa gerek. Bir kere, Tab’-ı âli, “Âli’nin yaradılışı” değil, “yüksek yaradılış” demektir ki, zevk sahibi olmayı ifade eder. Civân, genç manasına gelir. Hem genç erkekler, hem de genç kızlar için kullanılır. Burada genç kıza şâmil olması daha önceliklidir. Zira bir kelimeye, kullanıldığı konsepte en uygun manası verilir. Yüksek zevk sahibi kimse, yaşını başını almış kadınlara değil, genç kızlara rağbet eder, demek istiyor. Gelibolulu Âli gibi birinin böylesine absürt bir tavsiyede bulunması olacak iş değildir. Zira Âli, görgü kaidelerine dair yazdığı Mevâid kitabında, homoseksüelliği kınar; tüysüz oğlanlara bakmayı bile ahlâksızlık olarak tavsif eder.
Sultan IV. Murad, tarihçi Dimitri Kantemir ve Eremya Çelebi tarafından, Emirgûneoğlu’nun konağında Musa Çelebi adında bir şair ile gayr-ı tabiî aşk yaşamakla itham edilmiştir. Padişah, Revan Kalesi kumandanı iken esir aldığı bu İranlı ile sık sık bir araya gelir; sohbet edip bilgi alırdı. Sert tabiatı sebebiyle, kimseye yaranamayan, hatta çok düşman edinen padişah, bu bakımdan da dedikodu malzemesi olmuştur. Görüşüp konuştuğu insanların bu tıynette olması, o kişinin de öyle olduğunu göstermez. Bir erkek, başka bir erkek ile dost olursa, hemen bir gayr-ı tabiî aşk yakıştırmak çok rastlanan bir şeydir. Türklere gayet normal gelen bir erkekle el ele gezmek, hele öpüşmek; Avrupa’da homoseksüellik alâmetidir. [Emirgân ismi bu kişiden gelir. Sonra tahta çıkan Sultan İbrahim, kendisini İran ajanlığı gerekçesiyle idam ettirmişti. Bu sebeple ‘Deli’ diye itham edilmiş; Emirgûneoğlu’nun kabri de Kesikbaş Türbesi adıyla bazı kesimlerce ziyaretgâh yapılmıştır.]
Kaç-Göç Kalkınca
Bizans’ın Selanik piskoposu Palamas gibi esirlerin, bir de seyyahların, milletlerini düşmana karşı yüreklendirmek için, Osmanlı’nın cemiyet hayatını ballandıra ballandıra kötülemeleri bilinen bir şeydir. Dayandıkları en büyük bilgi kaynağı, dedikodular ve hayal güçleridir. Bunların çoğu Osmanlı ülkesine gelmeden işittiklerini abartarak seyahatnameler yazmıştır. Osmanlı cemiyetinin sınırlı bir kısmını, ancak dar bir pencereden görebilen bu insanlar, ne kadar sağlıklı bilgi verebilir?
Osmanlı padişahlarının en dindarlarından biri olarak bilinen ve rahmet-i ilahiyyenin inişine engel olmaması için türbesinin üzerine delik bıraktıracak kadar manevî hayatı güçlü bulunan Sultan II. Murad’ın sarayında Romen Prensi Vlad Tepeş bir ara rehine olarak kalmıştı. Sonradan Drakula Kontu Kazıklı Voyvoda diye anılacak Tepeş’in Edirne sarayında uğradığı tacizler sebebiyle böyle psikopat olduğunu söyleyenler var. Halbuki Orta Avrupa tarihinde, hele vampir hikâyelerinin menşei Transilvanya’da Vlad Tepeş’e benzeyen çok kişi vardır.
Avrupa cemiyeti, eski Yunan’dan beri, oğlancılıkta, Şark’ı hayli geride bırakır. Eski Yunan ve Roma’da, genç erkeklerin cinsî hayatlarını regüle etmek için, homoseksüellik normal görülür; hatta teşvik edilirdi. Richard Lewinsohn’ın Cinsi Adetler Tarihi kitabı bunları pek güzel anlatır. Tepeş’in psikopatlığını, Edirne Sarayı’nda gördüğü muameleye bağlamak, doğrusu derin bir psikanaliz bilgisine sahip olmayı gerektiriyor. Hele, Yıldırım Sultan Bayezid’in Sırp asıllı zevcesi Olivera Despina’yı, sarayda bu işin yaygınlaşmasından mesul tutanlara ne demeli? Kocası kendisini çok seven kadınların her zaman maruz kaldığı gibi, bu kadın da çok ithamlara uğramış; o devirde başa gelen her felâket, hatta neredeyse Ankara hezimeti bile, onun boynuna yüklenmiştir.
Evliyâ Çelebi, her şeyden bahsettiği meşhur seyahatnâmesinde, o devirdeki ahlâkî dejenerasyonu, her zamanki mübâlağalı üslûbu ile tasvir eder. Gayr-ı tabiî aşkı iş edinmiş “Hizân-ı Dilberân” adında yersiz yurtsuz bir genç erkek tayfasından bahseder. Cevdet Paşa da, XIX. asırda erkek-kadın arasında kaç-göç geleneği zayıflayınca, “kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı” diyor. İki düşkünlük arasında ters bir nisbetin olması da enteresandır. Demek ki, kaç-göçün, yani harem-selâmlık tatbikatının zayıflaması, kadın düşkünlerini azdırıyor. Şu halde bu hesaba göre, delikanlı merakı, kadın bulamamaktan geliyor. Ekonomik problemlerin had safhaya geldiği zamanlarda, ahlâkî hayatın da buna paralel olarak zaafa uğraması, tarihte çok görülmüş şeylerdendir.
Güzellik Sembolü
Osmanlılarda gayr-ı tabiî aşk edebiyatına meraklı kimselerin çokça bahsettiği Deli Birâder, nâm-ı diğerle Piyâle Bey, açık saçık kitaplar yazıp elden ele dolaştırmakla itham olunan bir şahsiyettir. Hoş konuşur, nükteli söyler, ağzına baktırır, her mecliste aranırmış. Ancak adı üstünde, taşkın hareketleri sebebiyle medreseden ayrılmış; devam ettiği Şehzâde Korkut’un meclisinden de bilahare uzaklaştırılmış meczup bir şâirdir. Şiirleri, hatta menkıbelerde nakledilen sözleri hep sembolik ifadelerle doludur. Böyle birini, “gay edebiyatının üstadı” olarak lanse etmek ne kadar doğru olur, bilinmez.
XIX. asır şairlerinden Enderunî Fâzıl da benzeri bir şahsiyettir. Bunun yazdığı Hûbânnâme, Zenannâme, Çenginâme gibi kitaplar, bayağılığı sebebiyle doğrusu mutena çevrelerde revaç bulmuş değildir. Mamafih İslâm kültüründe, seksüalite, hayatın bir gerçeği olarak görülür. Din ve ahlâk kitaplarında, eşlerin sağlıklı ve meşru bir cinsî hayat yaşamaları istikametinde açık tavsiyeler yer alır. Ayrıca cinsî hayatı anlatan bâhnâme adlı kitaplar vardır.
Bu mevzuda en çok dikkati çeken, Lâle Devri şâiri Nedim’in: "İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden/Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden/Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan/Gidelim serv-i revânım yürü Sâdâbâde" beyitleridir. Kadınlara Cuma namazı farz olmadığına göre, burada “annesinden Cuma namazına gideceğiz diye izin alınan” sevgilinin erkek olduğu düşünülmüştür. İslâm cemiyetinde, kadın güzelliğinin ulu orta tasviri câiz görülmediği için, şâirler, güzellik tasvirinde “erkek model” kullanır. İnsanlar, güzel yüze rağbet eder. Şark’ta güzelliğin sembolü kadın değil, bir erkektir: Hazret-i Yusuf. Cinsî tercihleri bugün bile tartışılan Michelangelo’nun meşhur heykelinde Hazret-i Davud’u tasvir etmesi. Bununla aynı değildir. Zira Garb’da kadın tasviri kolay ve yaygındır.
Mevlevî Aşçı Dede’nin hatıralarında, yakışıklı bir erkeğin güzelliği tasvir edildikten sonra; insanların, erkek güzelliğine hayran olanları yanlış anladıklarından dert yanılır. Aklı başında ve dini bütün bir insanın, erkek güzelliğinde, ancak Rabbin cemal (güzellik) sıfatının tecellisini düşündüğü anlatılır. Bu, bir tasavvufî anlayıştır; kötüye çekmek, kötü niyetlilikten gelse gerektir. Bir erkeği güzel bulmak, homoseksüel olmayı gerektirmez.
Kadın oynatmak erkeğe dinen câiz olmayınca; düğünlerde, eğlencelerde erkek dansçıları köçek diye oynatmışlardır. Hafif bir iş olarak görülmekle beraber; köçekler, gayr-ı tabiî aşkların mef’ulleri değildir. İşinde gücünde sıradan insanlardır. Bunu, eşcinselliğin kamufle hâli olarak görmek, abartılı bir bakış açısıdır. Anlaşılıyor ki, günümüzde, homofobiyi kırmak için yürütülen faaliyetler çerçevesinde, İslâm-Osmanlı cemiyetinde homoseksüelliğin yaygın olduğu, hiç değilse hoş görüldüğü imajı verilmek istenmektedir.
Hüküm Ekseriyete Göredir
Bu mevzuların ulu-orta konuşulur olmasına, biraz da popüler tarihçiliği unutulmaz ismi merhum Reşat Ekrem Koçu’nun XVIII. asır İstanbul’undaki sefih tabakanın hayatını tasvir ettiği yazıları yol açmıştır. Zamanın ahlâkî telâkkilerine uymayan insanların Osmanlı cemiyetinde bulunmadığı elbette söylenemez. Her devirde; hatta peygamberler zamanında bile umumî ahlâk ve âdâb kaidelerinin dışında yaşayan insanlar vardır. Vardır ki, dinler bu hususta hükümler getirmiştir. Nitekim ulemâ, fitne zamanlarında parlak oğlanların yüzünün örtülmesini emretmiş; “gözün hıyânetinden” bile korkmayı tavsiye etmiştir.
Böyle olmakla beraber, İslâmiyet, insanların hususî hayatını araştırmayı men eder. Bu sebeple Osmanlılarda, cemiyete zarar vermediği müddetçe, devlet kimseyi takip etmez. Herkes kendi iç dünyasında, hesabını Allah’a vermek üzere, dilediğini yapar; ancak dine ve ahlâka aykırı sayılan işler, eğer alenî olursa, devlet, cemiyeti korumak endişesiyle bunu yasaklar ve cezalandırır.
Ama ta’mimde bulunmak (genelleme yapmak); bu gibi bir yaşantıyı, Müslüman hayatının merkezi diye tanıtmak; hele Osmanlıları (bazılarının çok tuttuğu kafası karışık sağcı bir yazarın dediği gibi) “elinde tesbih, evinde oğlan, dilinde dua” diye riyâkârlık ile itham etmek, insaf ve ciddiyetle bağdaşmıyor. Osmanlı cemiyetinin karakterini tasvir eden en doğru ifade şudur: “Osmanlı ahlâkı mazbuttur”. Hüküm, ekseriyete göre verilir. Kaynaklarda bir şeyden fena bahsedilmesi, o işin yaygın olduğunu göstermez; bilakis nâdirattan olduğunu gösterir. Oğlancılık, eğer âdiyattan bir iş olsaydı; bu kadar dikkati çekmezdi. Zira rağbet, nâdiredir.
Semâvî dinlerin ve ezcümle Kur’an-ı kerimin kötülediği bir işi, dindarların içine sindirmesi beklenmez. Livâta, hem büyük bir günah, hem de aleni yapılıp suçüstü yakalandıklarında fâillerinin öldürüldüğü bir suçtur. Lût peygamberin kavmi olduğu bildirilen Sodom ve Gomore halkı, bu alışkanlıktan vazgeçmediği için hazfedilmiş; yani ilahî azaba uğrayıp, yere batırılmıştır. Rivayete göre dünyanın en alçak yerlerinden olup ağır sodalı sularından dolayı hiçbir canlının yaşamadığı Ölü Deniz (Lût Gölü), bu iki şehrin üzerindedir. Bu işi yapanlar için Şark argosunda kullanılan “p..t” ve “i..e” tabirlerinin, aynı zamanda galiz birer hakaret sayılması da, homoseksüelliğe cemiyetin bakış açısını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kadın düşkünlerine, zenperest (zampara); oğlancılara, gulamperest (kulampara) denmiş; bunlar cemiyetin aykırı tipleri olarak bir yere oturtulmuştur. Bu işe en elverişli yer olan hamamlar ve hamam tellakları, sıkı kontrol altına alınmıştır.
İçoğlanı Ne Demektir?
Popüler yazarlar, XVI. asır suhte ayaklanmalarını da, medrese talebesinin kadın bulamadığı için yaşadığı cinsî buhrana bağlamaktadır. Bir defa, bu gibi isyanları, tek bir sebebe bağlamak doğru değildir. Hele medrese talebesinin buna gelesiye çok başka problemleri varken. Kışla, yatılı mektep gibi erkeklerin bir arada olduğu; kadın bulunmayan topluluklarda, gayr-ı tabiî aşklara rastlamak normaldir. Türkiye’de 1960’dan sonra askerî orta mekteplerin kapatılma sebebi de buna bağlanır. Hatta sınıf arkadaşı Pepe Şükrü ile Tunca Nehri kenarında yaşadığı gayr-ı tabiî aşk sebebiyle Talât Paşa’nın Edirne askerî rüşdiyesinden atıldığına dair bir dedikodu bile, o zaman muhalifleri tarafından dilden dilde dolaştırılmıştır.
Yeniçeri ocağında, askerlerin stajyeri mahiyetindeki “civelek’lere de, popüler tarihçiler, bu pozisyonu yakıştırmışlardır ki aslı yoktur. Sultan Genç Osman gibi bir padişahı tahttan indirip, boynuna ip takarak sokakta sürükledikten sonra zindanda hayalarını sıkarak öldürenlerin, oğlancılığı çok hafif kalır. Zaten ocak öyle bir hâle gelmiş idi ki, topyekûn ortadan kaldırılarak, mesele temize havâle edilmiştir.
İşte bu endişe iledir ki, sarayda hem genç kızların hizmet ettiği Harem’de, hem de genç erkeklerin tahsil gördüğü Enderun’da, çok sıkı bir ahlâkî disiplin tatbik edilirdi. Bunu sarayla az-çok alâkası olan herkes ittifakla söylüyor. Haremde, kalfalar; enderunda, akağalar, iki gencin arasında yatarak, böyle bir ihtimale bile izin vermezlerdi.
Sarayda, güçlü, yakışıklı, zeki ve istidadlı gençler devlet adamı olarak yetiştirilirdi. Bunlara, Enderun’da, yani sarayın iç kısmında tahsil gördüğü için içoğlanı denirdi. İçoğlanı tabiri, Hammer gibi meşhur bir tarihçiyi, bunların menfur hizmette kullanıldığı yanılgısına sevk etmiştir. Hammer Tarihi’ni Osmanlıcaya tercüme eden Atâ Bey, bu yanlışa dikkat çekmiş; hatta zamanın padişahı Sultan Aziz ve Sadrâzam Âli Paşa Hammer’i bu yazısından dolayı kınamışlardır. Oğlan kelimesinde rezil bir mânâ yoktur. Argoda sonradan böyle bir mânâ yüklenmiştir. Oğlan burada, henüz bıyığı bitmemiş delikanlı demektir. Mamafih Fransızların, homoseksüelliğe Le vice Allemand (Alman Kusuru) dediğine bakılırsa, Alman tarihçi Hammer’in vaziyeti böyle anlamasına şaşmamak lâzımdır.