OSMANLILAR DEVRİNDE BİR HALK KLÜBÜ: KAHVEHANELER
Osmanlı kasabası, mabedi merkez edinen bir meydan etrafındaki çeşme, mektep, hükümet binaları ve çarşıdan teşekkül eder. Şehirler de, bu tip kasaba benzeri mahallelerin bir araya gelmiş hâlidir. Bu merkezin bir kenarında önünde ağaçlı küçük bir mekânı bulunan kahvehaneler vardır. Yediden yetmişe herkesin istirahat maksadıyla toplandığı kahvehaneler, hem halka sosyalleşme imkânı sunan birer klüp, hem de kültürü arttırmaya yarayan meclislerdir.
Refik Halid der ki: “İstanbul’un asırlardan beri garp dünyasında şöhretini yapan yalnız camileri, minareleri, çeşmeleri ve şadırvanları değildir. Hamamları ve kahveleri de bu hususta büyük rol oynamış, Türk hamamı ve Türk kahvesi binlerce eserde yazı ve gravür olarak şehrimizin şöhretini yaymakta öbürlerinden geri kalmamıştır. Fakat bugün İstanbul her ikisinden de mahrum sayılabilir. Şüphe götürmeyen cihet İstanbul’da o eski kahveler kalmadığı gibi, Avrupa’dakilere benzeyen yenilerinin de yapılmamış olmasıdır. Paris’i, Viyana’yı, birçok şehirleri hem yerli, hem yabancı için sevimli, pratik, hoşça vakit geçirtici yapan biraz da kahveleridir. İçlerinde rahatça oturulup konuşulan, iş görülen, mektup yazılan kahveler… Kahve yokluğu yüzünden çoğumuz içkili yerlere, pastacılara gitmek zorunda kalıyoruz. Bizim kahvehanelerimiz içkiye ve israfa da karşı koyan faydalı müesseselerdi.” (Akşam, 10/XII/1945)
Şehir klübü
Tarihçi Peçevi’nin rivayetine göre İstanbul’da ilk defa 1554’de Halebli Hakem ve Şamlı Şems adında iki kişi, Tahtakale’de birer kahvehane açtılar. Yavaş yavaş burada ehl-i keyf, kâtipler, şairler ve zamanın ileri gelenleri toplanmaya başladı. Hem kahve içerler; hem de sohbet ederler, kitap okurlar, satranç oynarlardı. Kahve, kibar meclislerinin aranan içkisi olduğu gibi, kahvehaneler de entelektüellerin toplandığı birer klüp hüviyeti kazandı. İstanbul 1600’de de tütün ile tanıştı. Kahvehanelerde göz gözü görmez oldu.
Osmanlı hükümeti, siyasete ve cemiyet düzenine dokunmadığı müddetçe halkın ne yaptığına karışmazdı. Kahvehaneler, zamanla gizli toplantılara zemin hazırlamaya başlayınca, hükümetin şüphesini çekti. Halkın işinden geri kalmasına sebebiyet verdiği, kötü koktuğu, kafayı bulandırdığı gibi gerekçelerle önce tütün ve kahveye cephe aldı. Kahve ve tütün gibi keyif verici maddelerin kullanıldığı bahanesiyle de kahvehaneler takip edildi; sonra da bir bir kapatıldı. Ulema, kahve ve tütünün dinen caiz olmadığına fetva vererek hükümeti destekledi.
Anarşi devrinde tahta çıkan ve sert tedbirlerle asayişi sağlayan Sultan IV. Murad, kahve ve tütünü yasakladı. Üstelik 1633’de bir tütün tiryakisinin ihmali neticesi yangın çıkıp, 20 bin ev yanınca, kontrolü daha da arttırdı. Kahvehaneleri kapattı. Bu yasağa uymayanlara ağır cezalar getirdi. Geceleri kılık değiştirip şehirde gezerek bu yasağa uyulup uyulmadığını kontrol ederdi. Bu yasağı ihlal ettiği için 20 bin kişinin öldürüldüğü söylenir.
Avrupa’da ilk kahvehane 1640’larda Venedik’te görüldü. Fransa’ya kahve 1650’lerde girdi. Halep Ermenilerinden Kirkor’un (Gregoire) kahvehanesi ilklerdendir ve meşhurdur. Sonra Paris’ten taşraya yayıldı. İhtilalden evvel sadece Paris’te 900’den fazla kahvehane vardı. 1672’de Londra ve İngiliz şehirlerinde açıldı. İngiliz Kralı II. Charles bunları kapattı, ama önünü alamadı.Ama halk tütünden de, kahveden de vazgeçmedi. Zenginler, evlerinde birer kahve odası tanzim ettiler. Zamanla kahvenin de, tütünün de zannedilen gibi zararlı ve dinen mahzurlu olmadığı anlaşıldı. Kendisi de bir tütün tiryakisi olan Şeyhülislâm Bahaî Efendi’nin fetvâsıyla 1649’da tütün yasağı kalktı. Kahvehaneler birer birer yeniden açıldı. Üstelik Anadolu ve Rumeli’ye de yayıldı.
Kahvehaneler, kare bir mekânda, üç tarafı peyke denilen geniş kanepelerden teşekkül eder. Müşteriler ayakkabılarını çıkararak peykelere oturur. Mekânın bir köşesinde ocak vardır. Kahve ve nargileler burada hazırlanır. Kahvenin dışında, ekseriya bir söğüt ağacının gölgesinde yazlık mekân bulunur. Burada küçük peykelerden başka, üzeri hasır iskemlelere oturulur. Ortasında havuz, duvarlarında manzara resimleri vardır. Kahvehanenin bir köşesinde, seyyar berber sanatını icra eder.
Kahve, çubuk tütün ve nargile, kahvehanelerin baş ikramıdır. Çay, Osmanlı cemiyetine 19.asır sonlarında girmiştir. Fakat bunlar, aslında bir araya toplanmanın bahanesidir. Nitekim kahvehanelerin duvarında hep şu beyit yazılıdır: “Gönül ne kahve ister ne kahvehane/Gönül sohbet ister, kahve bahane”.
İlk zamanlar kahvehanelerde konuşmayla veya dominoyla vakit öldürülmez, hoş sohbet biri hikmetli ve eğlenceli şeyler anlatır, etrafında toplananlar can kulağı ile onu dinlerdi. Böyle ağzı laf yapan biri yoksa, raftaki küçük kütüphaneden bir kitap çekilir, iyi okuyan biri okur, diğerleri dinlerdi. Bu sebeple kahvehanelere, eskiden kıraathane (okuma evi) de denirdi. Kahveci, okuyandan kahve parası almazdı. “Mahalle kahvesi şarkın harim-i kâtilidir/Tamam o eski batakhaneler mukabilidir” diyen Akif, Berlin’e gidince kafeleri, “Bu kahve öyle mi? Lâkin hakikaten hayret/Feza içinde feza, bir harim-i nûranûr” diye övmüştür.
Kahveciler, kendilerine has karakterleri bulunan kişilerdi. Ciddi, az konuşur, çok gülmez, ara sıra yapmacık hiddetlenen, hatta müşteriyi tersleyen adamlardı. Yine de müşterilerini tanır, onları memnun etmeyi iyi bilir, ama kaprislerine yüz vermezdi. Pirlerinin, tekkesinde kahveye ilk rağbet eden Şeyh Şâzelî olduğuna inanılır. Herkes bir kahvenin müdavimi olduğundan, içeri girip oturdu mu, ne içeceği belliydi. Kahveci sormadan getirirdi. Garsonlar bellerinde önlükler, ellerindeki maşaları şakırdatarak, oraya buraya seğirtirdi. Onun için bunların genç, çevik ve bu işe yatkın olması aranırdı.
Herkesin kendisine göre kahvehanesi vardı. Gençlerin, yaşlıların, hocaların, memurların, esnafın ayrı kahveleri vardı. Bu mutlak değildi, birine giden, öbürüne de gidebilirdi. Ama ters bakışlara muhatap olma tehlikesini göze almak kaydıyla.
Akşam olup evin erkeği evine dönünce, yemeği yedikten ve yatsı namazını kıldıktan sonra kahveye çıkmak âdetti. Hanımlar ise da birbirlerinin evlerine gidip kendi aralarında eğlenirdi. Kadınların, yanlarında kocaları olsa bile kahvehanelere gitmesi mümkün değildi. İyi aileler, oğullarının bile kahveye çıkmasını istemez, kahve müdavimlerine pekiyi gözle bakılmazdı. Ama sevenin gözü kördür. Eski bir İstanbul türküsünde kız, sevdiğini, “Kadifeden kesesi, kahveden gelir sesi/Oturmuş tavla oynar, ciğerimin köşesi” diye tasvir eder. akif, kahvehaneleri
Bazı kahvelerde orta oyunu denilen ve iki kişinin oynadığı geleneksel mizahî türk tiyatrosu temsiller verirdi. Karagöz denilen perde oyunu oynanırdı. Meddah denilen talk-show üstadları, taklitler yaparak ve kılıktan kılığa girerek hikâyeler anlatırdı. Bunların hepsi, muhteva itibariyle az-çok siyasî hicve dayanan sanatlardı. Muhalefetin ve basının olmadığı yerde, bu ikisinin fonksiyonunu görürdü. Hükümetler, halkın tansiyonunu düşürmek adına buna müsamaha ederdi.
Bazı kahvelerde saz şairleri olur, şiirler söylerdi. Bazı kahvelerde ise saz artistleri bulunur, musiki konserleri verirdi. Bu bakımdan kahveler, bir yandan üstü kapalı siyasi toplantıların yapıldığı lokaller, öte yandan da tiyatro, sinemanın bulunmadığı bir devrin sanat merkezleriydi. Particiliğin başladığı 1908’den sonra kahvehaneler, siyasî düşüncelere göre ayrılmıştı.
Kahvelerin en canlı olduğu zaman, ramazan ayı idi. Gündüz oruç tutanlar, akşam oruçlarını açtıktan sonra kahvelere dolardı. İstanbul’da her mahallede kahve olduğu halde, bugün tarihî merkezdeki Şehzadebaşı’nın kahveleri bilhassa bu ayda dolup taşardı. Bu mahallenin ortasında Bizans zamanından kalma direkler bulunduğu için Direklerarası diye anılırdı. Öyle ki bu isim, Broadway gibi, son zamanlarda Osmanlı eğlence hayatının merkezi için kullanılmıştır.
Osmanlılardaki kahve geleneği, 1683 tarihli Viyana Kuşatması’ndan sonra kahve ile beraber Avrupa’ya yayıldı. Viyana kafeleri meşhur oldu. Türk kafeleri de cemiyet hayatı ne kadar değişirse değişsin, aynı kaldı. İnsanların sosyalleştiği ve deşarj olduğu yerler olma hüviyetini sürdürdü.
Mamafih bugün artık entelektüel havasını kaybetmiştir. Daha çok sıradan insanların toplanıp kâğıt oyunları oynadığı mekânlardır. Kahve, nargile ve çay, yine aslî ikramlardır. Okunan tek şey günlük gazetelerdir. Çoğunda bunun bile yerini televizyon almıştır. Siyasî ve sosyal mevzulardaki hararetli konuşmalara, hatta tartışmalara yine çokça rastlanır. Kahvehaneler hala ülkenin ve dünyanın ‘kurtarıldığı’, hatta halkın siyasi tansiyonunun ölçülebildiği mekânlardır.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024