AKİF’İN SULTAN HAMİD’E HUSUMETİ NEREDEN GELİYOR?
“İnkılâb istiyorum ben de!”
Arnavut müderris İpekli Tahir Efendi’nin oğlu olarak Fatih’te doğdu. Adını Ragîf koymuşlardı; ama Âkif kolay geldi; ismi öyle kaldı. Sultan Hamid’in yaptırdığı baytar mektebinde okudu. Memuriyete girdi. Cami derslerinden biraz dinî kültür elde etti. Edirne’de hükümet baytarı iken tanıyıp sevdiği Alliance Mektebi muallimi Talat Paşa vesilesiyle İttihatçılara karıştı. Ölene kadar da öyle kaldı. Ateşli nutukları ve şiirleri ile davalarını destekledi. Teşkilat-ı Mahsusa (istihbarat) ajanı olarak çalıştı; bu uğurda diyar diyar gezdi. Halifenin tahttan indirilmesinde rol oynayarak, İslâm dünyasında bugün bile sönmeyen yangını ateşleyenler arasında yer aldı.
1913’den sonra Ziya Gökalp’in Türkçülük fikri yörüngesine giren arkadaşlarını tenkit edince, bu sefer onların gazabına uğradı; işinden oldu ve mecmuası da kapatıldı. Hempâları, imparatorluk gemisini batırdıktan sonra, Anadolu’ya geçerek Yeni-İttihatçı hareketin içinde yer aldı. Hiç görmediği Burdur'un mebusu oldu. Taceddin Tekkesi şeyhi, evini kendisine tahsis etti. Burada Sebilürreşad’ı çıkarttı. Bir yandan İstanbul’u ağır dille zemmederken; öte yandan Ankara’yı destekleyen vaazlar verdi; destanlar yazdı. Bunlardan biri, dostu Hamdullah Suphi sayesinde millî marş kabul edildi. Sultan Hamid’e kükreyen şair, saltanatın ve hilâfetin kaldırılmasına sesini çıkarmadı.
İslâm dünyasında modernizmin lideri ve İngiliz siyasetinin destekçisi Cemâleddin Efgânî ve talebesi Mısır Müftüsü Abduh ile tanışması, Akif’in hayatını değiştirmiştir. Bu iki mason biradere medhiyeler yazmıştır:
Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer
Oradan âlem-i İslâma Cemaleddinler..
Asım adlı şiirinde de şöyle der:
Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh
Konuşurken neye dairse Cemâleddinle
Der ki Tilmizine Afganlı; Muhammed dinle
İnkılâb istiyorum hem çabucak
Öne bizler düşüp İslâm’ı da kaldırmazsak
Nazariye ile bir şeyler olur zannetme
O berâhini de artık yetişir dinletme
İnkılâb istiyorum ben de, fakat Abduh gibi.
Merhum Ahmed Davudoğlu, “Berâhini (burhanları, âyetleri) dinlemek istememek, doğrudan kelâm ilmine ve teselsülün butlanına [yaratılışın başı bulunduğuna, yani Allah’ın kadîm, başka her şeyin yaratılmış olduğuna] itirazdır ki, maazallah dine dokunur” der.
Yıldız’daki Baykuş!
Efgânî ve Abduh’un, Sultan Hamid’in gelenekçi siyasetine şuurlu düşmanlığı, kendisine de sirâyet etti. Londra’nın, sömürgeciliğin en parlak olduğu o zamanki dış politikası, Sultan Hamid’i ve onun otoriter halifelik siyasetini bertaraf etmek üzerine kuruluydu. O gitmedikçe, İslâm dünyasında modernizmin yerleşemeyeceğini iyi biliyordu. Yerli gafiller sayesinde, bu emeline kavuştu. Böylece Akif’in de, emsalleri gibi, hiç sevmez göründüğü İngilizlere büyük hizmeti geçti; İstanbul’un işgalinde tutuklanmayıp, Ankara’ya gidişine göz yumulması da, muhtemelen yeni ufuklara yelken açması içindi.
Sultan Hamid’i sık sık edebli! tabirlerle anar:
Ortalık şöyle fenâ, böyle müzebzeb [karışık] işler
Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer;
Çoktan beridir vardı benim bir derdim
Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid
Âl-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid;
Ah efendim o ne hayvan, o nasıl merkepti!;
Ah efendim o herif yok mu, kızıl kâfirdi;
Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad
Bıraktın milletin kalbine çıkmaz bir mülevves yâd
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e;
Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek
Otuz üç yıl bizi korkuttu şeriat diyerek!
Midesi bulanıyormuş
“Kardeşim” dediği Mithat Cemal (Kuntay) anlatıyor: Akif, üç padişahtan Reşad’a kızıyor, Hamid’den iğreniyor, Vahdettin’e hem kızıyor, hem iğreniyordu… Eşref’in
Besmele gûş eyleyen şeytan gibi
Korkuyorsun höt dese bir ecnebi
Padişahım öyle alçaksın ki sen
İzzet-i nefsin Arab İzzet gibi” kıtasına bayılırdı.
Abdülhamid’den yalnız mânen değil, maddeten de iğreniyordu. 1908 Meşrutiyeti’nde Meclis-i Meb’usan’ın açılacağı gündü. Akif’le Büyük Reşid Paşa türbesinin önünden geçiyorduk. Halk koşmaya başladı. İzdihamın koşması sâridir; biz de koştuk. Akif beni bıraktı, kalabalığı yardı; yarmasıyla beraber geri kaçtı; sapsarıydı. “Bir cinayet mi var?” dedim. “Aman dur, midem bulanıyor” dedi. Midesinin bulanması ifade tarzı değildi; bütün safrası yüzündeydi. “Hasta mısın yoksa?” dedim. Hasta filan değildi; ömründe ilk defa Abdülhamid’in yüzünü görmüştü. Padişah açık bir arabada Meclis-i Meb’usan’ın küşad resmine [açılış merasimine] gidiyordu. Akif: [Sakal boyamanın, hadis-i şerifle tavsiye edildiği bilmiyor olmalı ki] “Boyalı sakalı ile suratı birdenbire karşıma çıktı; fena oldum” dedi. Halk geçip giden arabayı hâlâ alkışlıyordu. Akif: “Aman yarabbi, otuz üç sene bu! Hâlâ alkışlıyorlar, kaçalım. Bir sokağa sapalım!” dedi. Bu alkışların duyulamayacağı bir yer arıyordu. Bir müddet sonra Sultan Hamid mebuslara Yıldız köşkünde bir akşam yemeği verdi. Yemekten sonra bazı meb’uslar Abdülhamid’in ellerini öptüler. Akif buna haftalarca kızdı… [Mehmet Akif, İst. 1939, s. 242-243]
Ha gayret!
İttihatçılar, Sultan Hamid’in “istibdadına”; hakikatte ise, onun sahip çıktığı Ehl-i sünnet vurgulu dindar hayata karşıydı. Hürriyetten kast ettikleri, dinî geleneklerden âzâde, alabildiğine serbest bir hayattı. Akif dindardı; ama fikriyat itibarıyla modernistti. Sultan Hamid’e düşmanlığı bundan ileri gelir; siyasî sebeplerden değil. Dolayısıyla, pişmanlık mevzubahis olmamıştır; olması da beklenmez. Bazıları Semerci şiirini bir pişmanlık eseri olarak görürse de, Âkif burada yeni gelenlerin, eskisini arattığını terennüm etmekten başka bir şey yapmış değildir.
Bazıları gayretkeşlik edip, Akif’in Semerci şiirini bir pişmanlık eseri olarak göstermeye çalışsa da, burada umumi olarak yeni gelenlerin, eskisinden de kötü olduğunu söylemekten başka bir şey yapmış değildir. Süleyman Nazif, Rıza Tevfik gibi pek dinle alâkası bulunmayan İttihatçılar bile hakikati anlayıp, pişmanlıklarını şiirleriyle dile getirmiş; ancak Akif ve bazı emsâli bundan kaçınmıştır.
Alenî kabahatin tövbesi de alenî olur, derler. Yüzlerce mısrada padişahı, ismini anarak kötüledikten sonra; isim vermeden yazdığı bir şiirle pişmanlığa hükmetmek abestir. Kaldı ki, müslümanların halifesini tahtından iteleyip, koca bir İslâm medeniyetini yerle bir edenler, tövbe etseler, makbul olur mu; helâllik dileseler, kimden dilenir; bu da ayrı bir meseledir. Evet, herkes hata yapar; ama büyük hata işleyenleri de kimse âlim, hele evliyâ görmez. Hele “Zamanının halifesini inkâr eden, câhiliye ölümüyle ölür” hadîsindeki tehdit dururken.
Medine-i Münevvere’de kalırken, ailesiyle burada yurt tutmuş ve Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey kütüphanesi müdürlüğü yapmış Ali Ulvi Kurucu ile ahbablık kurmuştum. Konyalı Hacıveyiszâdenin yeğeni idi. Çok fazla ilmi yoktu; ama saf ve temiz bir insandı. Hicaz’a giden Türklere yardımı çoktu. En bariz hususiyeti, inkılâpçılara reaksiyonun lideri sandığı Akif’e aşırı hayranlığı idi. Onunla oturur, onunla kalkardı. Onun gibi konuşur; onun üslûbuyla şiir yazma kudretine sahip idi.
Birgün evinde sohbet ederken, söz Akif ve Sultan Hamid’e geldi. Ben bilmez gibi, buna şaşırdığımı söyledim. Akif’in pişman olup olmadığınıçok araştırdığını, ama pişmanlık eserine rastlamadığını üzülerek itiraf etti. Sonra şunu anlattı: “Ben bu hadiseyi temize bağlamak için, Akif’in ağzından Sultan Hamid’i öven ve pişmanlık gösteren bir şiir yazmak istedim. Bunu Akif’in dostu Fuad Şemsi’ye verip, neşrettirecektim. Güya Akif vefat etmeden evvel bu şiiri yazıp, ona vermişti. Nitekim böyle yaptığı başka şiirleri vardı. Ancak kendisine danıştığım, Akif’in yakın dostlarından rahmetli Mahir İz mâni oldu. Sakın yapma, iş ortaya çıkar, daha da kötü olur, dedi.”
[Bu yazıyı yazdıktan sonra beni arayan Kadir Mısıroğlu, Medine-i Münevvere’de iken (1976), Ali Ulvi’nin aynı gerekçeyle böyle bir şiiri Sebil Mecmuası’nda neşretmek istediğini, ama kendisinin "Ben böyle bir sahtekârlığa âlet olamam" diyerek kabul etmediğini anlattı.]
Akif ve Şapka
Ankara hareketini yürekten destekleyen Akif’in yolu, kısa bir müddet sonra bunlardan ayrıldı. Bu ayrılığın sebebi olarak şapka gösterilmiştir. İşin aslı böyle midir?
Ankara hareketi muvaffak olup da, dinî-millî kimliğini üzerinden atınca, Akif’in modernist kişiliği bile kâfi gelmedi. 1923’te meclisten tasfiye edildi. Akif, parasız ve kırgın, 1926’da Mısır’a gitti. Üniversitede Türk edebiyatı dersi verdi. Prens Abbas Halim’in misafiri olarak yaşadı. İttihatçı ve Mason cemiyeti azası paşa, Akif'e çok hürmet ederdi.
Bu sefer yeni rejim tarafından şapka giymemek için Mısır’a kaçmakla itham edildi. Dostu Ruhi Naci anlatıyor: “Şapka, yalnız memurlar için resmi serpuş ittihaz edilmiş; halka henüz teşmil edilmemişti. Akif, ‘Umumu beklemeye hacet yok. Şapka için artık icmâ-i ümmet var. Tabii hep giyeceğiz’ dedi.”
Kemalist inkılâbın ileri gelenlerinden Yusuf Hikmet anlatıyor: “1928’de büyükelçi olarak Afganistan’a giderken, Kâhire’de kendisini gördüm. Çok duygulandı. Saatlerce konuştuk. Şapka kanunu yüzünden yurttan ayrıldığının sanıldığını söylemem üzerine, ‘Yok canım, öyle şey olur mu? Müslümanlık, fes veya şapkayla mıdır sanki?’ dedi.”
Mithat Cemal der ki, “Akif, muaşeret kaidelerine aldırmayarak başı açık otururdu. Sonradan öğrendim ki, festen rahatsız oluyordu.” Nitekim 1936’da başına şapkayı geçirerek yurda dönmekte tereddüt etmedi. Zira Akif, serbest düşünceli bir insandı. Herşeye rağmen Ankara’ya kırgın olmadığını; vefat ederken, “Gazi Hazretleri olmasa, zafer kazanılamazdı” sözüyle göstermiştir.
1935’de Abbas Halim Paşa vefat etti. Akif de hastalanıp İstanbul’a döndü. Prens’in kızının tahsis ettiği Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndaki odasında unutulmuşluk içinde sirozdan vefat etti. Resmî makamların alâkadar olmadığı cenazesi, üç-beş talebenin sırtında Edirnekapı’ya kaldırıldı.
Kızını evlendirdiği dostu Ömer Rıza Doğrul, 1925’te Mason olmuş; İngilizlerin Hindistan’da kurduğu Kâdıyânî fırkasının tahrif ettiği Kur’an’ı “Tanrı Buyruğu” adıyla tercüme etmiştir. Oğlu Mehmet, acıklı bir hayat yaşamış; alkol ve uyuşturucu tesiriyle, bir araba teknesinde ölü bulunmuştur.
Akif'in Gelgitli Dünyası
Hüzünlü bir tabiatı vardı. Midhat Cemal, “Hayatında nikbin (iyimser) olduğu günlerin yekûnu birkaç haftayı geçmez” der. . Bu tabiatı, eserlerine de aksetmiştir. Bir nebze bile gönüllere ferahlık verecek ifade bulunmayan şiirlerini okuyanları kasvet basar. Spora düşkündü.
Hem Şark, hem Garb musikisini sever ve anlardı. Ney üflerdi. Udî Şerif Muhiddin Targan’ı çok beğenir; sivri ve kumral sakalıyla “Tıpkı Hazret-i İsa” derdi. San’atkâr adlı şiirinde, udunun sesini, nidâ-yı Hakk’a benzeterek övmüştür. Mısır’da iken bile, plaklarını yanından eksik etmezdi.
Gelgitleri bol bir insandı. “Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin” diyenlerden rahatsız olur; ama bunlarla aynı cemiyette bulunmaktan gocunmazdı. Fikret’i “Bir gün Allah’a söver; sonra bir az bol para ver; hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder” diye hicveder; ama halifeye karşı beraber hareket etmekte mahzur görmezdi. “Alınız garbın ilmini, san’atını” der; ama garbın kültürü ile sanatının birbirine geçmiş olduğunu düşünmezdi. “Gidin saffet-i İslâmı Japonlarda görün” der; ama Japonların, ilim ve fen alacağız derken, nasıl garplılaştıklarından habersiz görünür. “Hele ilmiye, bayağıdan da aşağı bir turşu/Bâbı fetvâ denilen daire ümmî koğuşu” mısralarıyla ulemayı aşağılar.
“Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah,
Ey âlem-i İslâmı ezen, inleten Allah!
Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun, Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun,
Madem ki ey adl-i ilâhi, yakacaktın,
Yaksaydın ya mel’unları, tuttun bizi yaktın,
Yetmez mi musâb olduğumuz [uğradığımız] bunca devâhi [belâ]?
Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?
Yakmaz mı bu tufan bu duman gitgide Arş’ı,
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet [rahmet denizi] buna karşı?” diyerek sıfat-ı ilahîyi şüphe ile karşılar. Hatta,
“Cânileri, kâtilleri meydana süren sen
Cânideki, kâtildeki cür’et yine senden” diyerek şüphesini Cebrîliğe kaydırır.
Öte yandan
“Böyle bir şehidin mükâfatı ancak zaferdir,
Vermezsen ilahi dökülen hunu hederdir.” diyerek, zât-ı ilahîyi mecbur tutar.
Sözlerinde Vehhâbî tesiri sezilir:
“Bu hakkı ne taştan ne de leşten istemeli?”
“Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez.”
Modernizmin izi en çok şu iki meşhur mısraında görülür:
“Doğrudan doğruya Kur'andan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”;
“Bu Kur’an inmemiştir, ne fal bakmak için, Ne de kabirde okumak için”.
Çanakkale için yazdığı şiirdeki, “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısraı, Sahâbe’nin en faziletlilerini aşağıladığı için tenkit edilir.
Akif Efsanesi!
Mütevâzı, perhizkâr, sözünde inatla duran ve haksızlığa tahammülsüz mizacı sebebiyle çoklarında hürmet telkin ederdi. Şiiri müsabakaya sokulmadan millî marş olarak kabul edildiği için, verilen mükâfatı almamıştır. Öldüğü zaman geride bir kat elbise, bir şapka, bir mavzer, bir istiklâl madalyası, yastığı altında birkaç lira ve meşin kordonlu bir fakfon saat kaldı. İnsanlar, böyle yaşayanlara gayrı ihtiyarî hürmet duyarlar. Halbuki bazılarının nefsi, tevâzudan, fakirâne yaşamaktan beslenir.
Efgânî’nin ağına düşürdüğü yegâne saf müslüman elbette Akif değildi; ama cemiyette oynadığı rol fazla oldu. Büyük âlim, hatta (tasavvufa uzaklığına rağmen) evliyâ olarak tanındı. Kemalistlerle sonradan ters düşer göründüğü için, geniş bir muhalif kitle tarafından (tıpkı Fevzi Çakmak gibi) sembolleştirildi.
İnkılâp fırtınasından kaçanların sığınmaya çalıştığı bir liman olarak görüldü. Mekteplerde “Atatürk Köşesi”ne alternatif “Akif Köşesi”; “Nutuk”a karşı “Safahat”... Bilen bilmeyen herkesi saran, şuursuzca bir hamasete dayalı “Akif Efsânesi” doğdu. Buna, İbrahim Sabri, Ahmed Davudoğlu ve Kadir Mısıroğlu dışında hiç kimse itiraza cesaret edememiştir.
Kur’an tercümesi
Ankara’nın Kur’an’ı ücreti mukabilinde tercüme ve tefsir ettirip, halkı “aydınlatma” projesinde yer aldı. Tercüme işi Akif’e; tefsir ise, yine bir Sultan Hamid muhalifine, hal’ fetvâsını yazan Elmalılı Hamdi Yazır'a verildi. Tercümede çok zorlandı; hatta “Tercüme bitti; ama tashihi bitmedi. Beni tatmin etmiyor” derdi. Hamdi Efendi, müsveddeleri, “cezâlet (edebî güzellik) yok” deyip beğenmeyince, Akif, “artık sadelik arıyorum” cevabını vermişti. Bu sebeple, tercüme işi Akif’den alınarak, ücreti ile beraber Hamdi Efendi’ye verildi. Aldığı 1000 lira avansı, harcadığı için iade edemedi.
Akif, tercüme müsveddelerini, ölümünden sonra yakılmak üzere, Kahire’deki yakın dostu müderris Yozgatlı İhsan Efendi’ye bırakmıştı. Ölünce, İhsan Efendi, bir kopyasını alıp, bunları yaktı. Vicdanı rahatsız olmuş ki, o da ölürken, bu kopyaları yakmasını oğluna vasiyet etti. Oğlu Ekmeleddin Bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu müderris İbrahim Sabri Efendi’ye danışarak kopyaları yaktı.
Akif’in bu tercümeyi yaktırması, Türkçe ibâdet korkusuna bağlanır. Halbuki bu tarihte, artık Türkçe ibadet meselesi gündemden kalkmış idi. Zaten Âkif, bu mevzularda ilerici düşüncelere sahipti. Yakında “Akif’in Meâli” diye basılan, Türkiye’ye gönderilmiş birkaç parça müsveddeden ibarettir.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024