Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

TEFRİKA ROMANDAN TELEVİZYON DİZİSİNE

Şimdiki diziler gibi, eskiden de tefrika roman tutkusu vardı. Biri okur, diğerleri nefesini tutarak dinler. Heyecanla arkasını beklerdi. Bu romanlar, cemiyetin rengini değiştirmiş; bir ara propaganda vâsıtası olarak da kullanılmıştır
1 Ekim 2014 Çarşamba
1.10.2014

Şimdiki diziler gibi, eskiden de tefrika roman tutkusu vardı. Biri okur, diğerleri nefesini tutarak dinler. Heyecanla arkasını beklerdi. Bu romanlar, cemiyetin rengini değiştirmiş; bir ara propaganda vâsıtası olarak da kullanılmıştır.

Televizyonlarda bir dizi furyasıdır gidiyor. Herkesin takip ettiği hususi diziler var. Dizi saatlerinin listesi bile tutuluyor. Gazeteler, dizilere ve oyuncularına dair çarşaf çarşaf haber neşrediyor. Bazısı tutuyor, senelerce konuşuluyor; bazısı alaka çekmiyor; bir iki hafta sonra sessizce kaldırılıyor. O kadar masraf çöpe gidiyor. Eskiden de, tefrika roman tutkusu vardı. Ardını radyo tiyatroları ve arkası yarınlar izledi. Televizyonun gelişiyle, önce Amerikan, sonra Brezilya, şimdi de Türk dizileri...

Paris’e gitmiş gibi

Eskiden uzun kış gecelerinde, soba ile ısınan odalarda, evin beyi, işten gelir; üzerinde entarisi, sırtında hırkası, başında takkesi, elinde gazete, sobanın ve lambanın yakınına otururdu. O zamanlar, gazete, hanım ve çocukların eline verilmez; dışarıda olup bitenlerden haberdar olurlarsa üzülecekleri ve ahlâklarının bozulacağı düşünülürdü. Bu sebeple, baba, kendince sansürden geçirerek, lüzumlu kadarını aile efradına okurdu. En çok alâka çeken, tefrika romanlar olurdu. Herkes, nefesini tutarak, romanı dinlerdi. O devirde romanlar, gazetede tefrika edilirdi. Heyecan içinde, o günki tefrikanın sonu gelir; altında “mâbâdi(arkası)var” yazardı. Radyolardaki, “Arkası Yarın”, bu geleneğin devamıdır. Roman eğer rağbet görürse, tefrika bittikten sonra kitap olarak basılırdı. Cihan Harbi sırasında bile, roman tefrikaları çıkardı. Hasan Bedreddin (Beybaba) gibi bazıları, Fransızcadan tercüme ettiği avantür romanları, kendi ismiyle neşredip şöhret kazanmıştır.

Roman, eski bir Fransız edebiyat türüdür. Latince romanice kelimesinden gelir ve halk diliyle, ilkçağ şövalye hikâyelerini (romans) ifade eder. Avrupalılar novella diyor ki, yeni demektir. İlk romanlar Fransızcadan tercümedir. İlk tercüme roman, Zeyneb-Kâmil hastanesinin bânisi Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın, 1862’de Fénélon’dan tercüme ettiği Telemaque romanıdır. Sırayla Hugo, Voltaire, Defoe, Chateaubriand, Bernardin de St. Pierre, Dumas (baba-oğul), Swift, Lamartine, Zola, Daudet gibi ekserisi Fransız meşhur yazarların romanları tercüme edildi. İsimleri ise bir âlemdi: Sefiller, Mağdurîn Hikâyesi adını almıştı. Millet, Fransa ve Fransız hayatını, adı gibi öğrendi. Şair “Âleme gelmiş sayılmaz, gitmeyenler Paris’e” demiş ya; gidemeyenler, romanlar sayesinde gitmiş gibi oluyordu. Sultan Hamid’in de roman okumaya düşkün olduğu; bilhassa ecnebi polisiye romanları, tercüme ettirip, her gece uyumadan evvel musahibine okuttuğu söylenir.

Orijinal ilk Türk romanı, Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’tır (1872). İstemediği bir gençle evlendirilen genç kızın hikâyesi idi. Burada gelenekler tenkit ediliyordu. Romanların, sonra da dizi ve filmlerin misyonu, hep bu olmuştur: Cemiyete, kendince çeki düzen vermek. Sonra, züppeler (Araba Sevdası, Şık), bâtıl halk inanışları (Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç), aile buhranları (Şıpsevdi, Aşk-ı Memnu), cemiyet yaraları (Sergüzeşt), taşra hayatı (Yaban) romanlara mevzu edilmiştir. Çoğunda edebî kaygı ve ahlâkî endişeler ön plandaydı. Halk, dünyaya bu romanların gözüyle bakardı. Ahmed Midhat, Hüseyin Rahmi, en çok tutulan tefrika muharrirleri idi.

İnkılâp devrinde de roman, bir propaganda vâsıtası olarak kullanıldı: Âdetâ, Çalıkuşu, kadını çalışma hayatına alıştırmak; Sinekli Bakkal, Sultan Hamid devrini kötülemek; Nur Baba, tarikatları zararlı göstermek için yazılmıştı.

Refik Halid’in “Kolay Hazmedilmez” serlevhalı bir yazısı vardır. Orada diyor ki:

“Bizde bir zamanlar münhasıran maziyi çirkinleştiren eserler yazmak, piyesler oynatmak moda olmuştu. Dedelerimize yükletmediğimiz kusur, kabahat, günah, cinayet, yoktu: hemen hepsi mürtekip, mürteşi, şöhret düşkünü, riyakâr, her türlü ahlak ve insanlık hislerine kayıtsız, pek adi, pek süfli mahluklardı. Ayrıca eski adet ve kıyafetlerimizle de alay ediyorduk. Kavukla cübbeyi, yaşmakla feraceyi gülünç bulmağa çalışıyor, bunların zarif, ince, hoş taraflarını görmemezlikten gelerek sadece kaba şekillerini belirtiyor, soytarı rollerinde kullanıyorduk. Maziyi fazilete, zarifliğe yer veren bir devir olarak tanıtmak sanki kanunla yasak edilmiştir; sanki eskiyi tezyif için kurulmuş bir mükafat vardı; sanki ikbal ve şöhretin yolu ecdadımızı maskaraya çevirmekti. Haksızlık ederek, insafsızca mübalağaya kaçarak iğrenç tipler haline soktuğumuz o adamların dedelerimizin ve ninelerimizin bize, "Sizin yaptığınız nedir? Mecbur edilmemekle beraber zamaneye dalkavukluk, hoş görünmek, yani bize atfettiğiniz riyakarlık, tabasbus, kısaca ahlaksızlık değil mi? " dediklerinin farkına varmıyorduk.

Bereket bu salgın yavaş yavaş kendiliğinden hafifledi, öyle eserler seyrekleşti. Anladık ki her devirde insan karakterinin ezeli icaplarından olarak daima zararlı ve fena tip, daima ahlak bozukluğu, daima kalabalık ve soytarılık bulunur; bir inkılabı övmek için geçmiş zamanları kastı mahsusla kötülemek, olduğundan fazla yermek, sefihler ve sefillerle dolu bir rezalet alemi şeklinde göstermek lazım gelmez, Şehvet düşkününe, mürtekibe, dalkavuğa, sonradan görmüşe raslanmıyan bir tarih safhası tasavvur edilebilir mi? Her devri tezyif mümkündür; zira insan karakterlerinin edebi vehçelerini değiştirip sadece fazilete çevirmek kudreti hiçbir idare sisteminde yoktur. (Akşam, 28 Aralık 1946)

Ama tefrika roman, her zaman canlılığını devam ettirdi. Okumayı sevmeyenler için bir ara fotoromanlar bile neşredildi.

Bir Avrupa mecmuasında, Sultan Hamid'i gece roman dinlerken gösteren resim

Okumayı sevdiren adam

Ahmed Midhat Efendi, bizde okumayı sevdiren adam diye bilinir. Halkı okumaya alıştırmış; neşrettiği gazete, mecmua ve romanlarla, halk kültürünün neşrinde hizmetleri olmuştur. Aslında Midhat Paşa’nın yetiştirmesidir. Uzun zaman Jön Türkler arasında zaman kaybetmiş; sonra hatasını anlar gibi olup, nedamet getirmiş; padişahtan vazife istemiştir. Yazmadığı saha yoktur. Bazen boyundan büyük işlere kalkışmış; ihtisası olmayan işlerde ahkâm keserek, yanlışlara düşmüştür. Sathî, aceleci ve basittir.

Romanlarında hem maceralarla merak uyandırır; hem nüktelerle eğlendirir; hem de okuyucuya bir şeyler öğretmek isterdi. Bu sebeple romanları, sanki birer ansiklopedi; halk kültüründen, dünya coğrafyasına kadar bir kırk ambar gibidir. Monte Cristo Kontu gibi ecnebi romanlara nazireleri de vardır: Hasan Mellah. Millî-manevî değerlere bağlı olanlar iyidir; iyiler, hep kazanır.

Çok tutulan bir tefrikası, roman kahramanının ölümüyle bitmiş; okuyucular, gazete idarehanesinin önünde nümayiş yapıp, camları indirince, Ahmed Midhat Efendi, ertesi günü “Bizim dün öldü dediğimiz kahramanımız, meğer ölmemiş imiş; bayılmış imiş” diyerek ertesi günü tefrikaya devam etmiştir.

Derler ki, o zamanlar çalıştığı sıhhiye dairesinden köprüye gidene kadar iki dakikalık mesafede aklına bir roman mevzuu gelir, Beykoz vapurunda bininceye kadar kafasında kemale getirir; vapura binince yazmaya başlar; Beykoz’a geldiğinde roman bitermiş. Bastırdığı kitapları, depo kirası vermemek için, Beykoz’daki çiftliğinin ambarında muhafaza ederdi. Türkiye’de kimse, onun kitaplarından kazandığını kazanmamıştır. Neşrettiği kitapları, boyunu geçerdi.

Ahmed Midhat Efendi

Aşk Batağı

Hüseyin Rahmi, sonradan Aşk Batağı diye kitap hâlinde neşredilecek olan Bir Muâdele-i Sevda adlı romanını tefrika ettiği günlerden bir gün, son tefrikasını vermiş, Karaköy’de ada vapurunu bekliyor. Merhum, Heybeli’de otururdu malum. Yanına birisi yaklaşıp konuşmak istiyor. Adam, romandaki maceranın aynısını yaşadığını, roman nasıl biterse, öyle hareket edeceğini söylüyor. Romanda, koca, karısının kendisine hıyanet ettiğini öğrenip, onu öldürüyordu. Telaşa kapılan Hüseyin Rahmi, vapuru kaçırmak ve gece Karaköy’de bir otelde gecelemek pahasına, gazeteye dönüp, tefrikanın sonunu değiştiriyor; koca, karısını boşuyor. Bir cinayet, böylece önleniyor.

Hüseyin Rahmi Gürpınar