PADİŞAH KİMİNLE EVLENİR?
Hükümdar ailelerinin evliliği her zaman ve her yerde mühim bir mesele teşkil etmiştir. Mavi kanlılar ekseriya siyasî sebeplerle ve memleket menfaati için kendilerini feda ederek bazen mutsuzlukla bitecek evlilikler yapmışlardır. Avrupa’da asiller ancak kendi sınıflarından biri ile ve hükümdarın iznini alarak evlenebilirdi. Aksi takdirde bu evlilik hukuken muteber olmakla beraber morganatik sayılır; bu kimse ve çocukları taht üzerindeki haklarını kaybeder, karısı da kocasının unvanını alamazdı. Meselâ bir kralın oğlu, bir baronun kızıyla evlense, bu evlilik morganatik olurdu.
Osmanlı harem hayatını tasvir eden bir tablo.
BEREKETLİ GELİNLER
Padişahlar, Kanunî Sultan Süleyman’a kadar umumiyetle Anadolu beyliklerinden kız alıp vermiş; Hıristiyan komşu devlet prensesleriyle de siyasî evlilikler yapmıştır. Şer’î hukukta Müslüman bir erkek, Ehl-i kitap bir kadınla evlenebilir. Böyle evlenen ilk padişah Orhan Gâzi’dir. İki Bizans prensesi ve bir tekfur kızıyla evlenmiş; Murad Hüdâvendigâr, Müslüman olan tekfur kızı Nilüfer Hatun’dan doğmuştur. Murad Hüdâvendigâr Bulgar; Yıldırım Sultan Bayezid ve Sultan II. Murad Sırp kralının; Sultan Fatih Mora despotunun kızlarıyla evlenmiştir. Ayrıca Yıldırım Sultan Bayezid Germiyan ve Aydınoğlu, Çelebi Sultan Mehmed, Sultan Fatih ve Sultan II. Bayezid Dülkadir, Sultan II. Murad İsfendiyar prensesleriyle, Yavuz Sultan Selim ise Kırım Hanı’nın kızıyla evlenmiştir. Yıldırım Sultan Bayezid, Germiyanlı Devletşah Hatun ile evlenirken tantanalı bir düğün yapılmış; bütün beyler düğüne çağrılmıştı. Gelin hanım Kütahya, Tavşanlı, Emet ve Simav’ı çeyiz olarak getirmişti.
Zamanla Balkan ve Anadolu beylikleri ortadan kalktı. Osmanlı hânedanından başka bir aristokrasinin teşekkülüne imkân vermek istemeyen padişahlar, küçük yaşta saraya alınıp yetiştirilen câriyelerle evlenmeyi tercih etmeye başladı. Padişahlar böylece hem saray terbiyesiyle yetiştirilen güzel, zeki ve iyi huylu kızlarla evlenmiş; hem de bazılarının padişaha hısımlık yoluyla devlet içinde nüfuz kazanmalarının önüne geçmiş oluyorlardı. Klasik devirde hür kadınla evlenen iki padişah vardır: Sultan Genç Osman ile Sultan İbrahim. Talihin ne cilvesidir ki ikisi de taht ve canını kaybetmiştir.
Şer’î hukukta şartları hâiz bir erkek en fazla dört hür kadınla evlenebilir. Câriyelerle evlenmekte ise bir sınır yoktur. Bu câriyeler padişahın mülkü olduğu için, ayrıca nikâh da kıyılmazdı. Câriyeden çocuk doğduğu zaman statüsü değişir ve ümmü veled olurdu. Efendi ölünce hürriyetini kazanırdı. Çocuk ise hür doğardı. Padişah, hanımlarına Sultan Kanunî devrinden itibaren bir asır boyunca haseki denilmiştir. Bunların daha ziyade padişaha çocuk veren hanımlar olduğu anlaşılıyor. XVII. asır sonundan itibaren bu hanımların ilk dördüne padişah tarafından kadınefendi unvanı verilmiş; sonraki dördüne de ikbal denilmiştir. Bunların dışındaki padişah câriyelerine gözde veya odalık denirdi. Bu unvanları padişah dilediği hanımına verir ve geri alabilirdi. Birisi ölür veya boşanırsa bir başkası onun yerine geçerdi.
SOY BABADAN DEVAM EDER
İlk zamanlar saray câriyeleri Balkan asıllı idi. Sonra güzelliğiyle meşhur Ukraynalıların sayısı arttı. Bu kızlar harb ganimetlerinden padişahın hissesine düşer veya ecnebi hükümdarlarca hediye edilirdi. Bir kısmı haremde hizmet eder, bir kısmı padişah hanımı olmak üzere yetiştirilirdi. Fetihlerin azaldığı devirlerde Kırım Hanı’nın esir alıp İstanbul’a hediye gönderdiği câriyeler saraya alındı. Fetihler tamamen durunca da esir tüccarlarından istifade edildi. O devirde dünyanın her tarafında köle ve câriyeler Osmanlı ülkesindekilerle kıyaslanamayacak kadar kötü şartlarda yaşıyordu. 19. asırda sarayda artık Kafkasyalı câriyeler vardı. Bu devirde aslı hür olma ihtimaline karşı câriyelerle ihtiyaten nikâh-ı tenezzühî kıyılıyordu.
İslâmiyet, ırk yerine din kardeşliği esasını koyduğu için başka ırklardan kadınlarla evlenmekte beis görülmemiştir. Üstelik bu kadınların hepsi sarayda Müslüman-Türk terbiyesiyle yetişmiş; dindarlıkları ve hayır-hasenatları dillere destan olmuştur. Üstelik nesep ilminin umumî prensibine göre soy babadan devam eder. Sultan Abdülmecid zamanında köle ticaretinin yasaklanmasıyla câriye sayısı çok azaldı. Bunun üzerine Anadolu’ya hicret etmiş olan Kafkasyalı ailelerin kızları küçük yaşta saraya alınıp terbiye edildi. Ama bunlar hür olduğu için artık nikâhla alınıyor ve dört kadın sınırına dikkat ediliyordu. Padişah yeni bir hanımla evlenmek isterse, bunlardan birini boşardı. Ama bu kadın, hele çocuğu varsa, saraydan ayrılmayıp dairesinde oturur, rütbesini de kaybetmezdi. Şehzâde anneleri dul bile olsalar başkasıyla evlenemezlerdi. İleride padişah olacak birisinin üvey babası ve üvey kardeşleri olması düşünülemezdi.
SEÇİMİ VÂLİDE SULTAN YAPARDI
Padişahla evlenecek kız ve câriyelerin seçimi, haremin reisi olan vâlide sultana aitti. Kendi dairesinde hususî terbiye ettiği kızlardan uygun gördüğünü oğluna takdim ederdi. Sarayda çok çocuk doğması hânedanın devamı için arzu edilen bir şeydi. Padişahın harem câriyeleriyle alâkası büyük bir ciddiyet içinde cereyan ederdi. Bu kızlarla oturup zevk ve safa yapması vâki değildi. Hele câriyeleri yola dizip istediğinin önüne mendil atması, çırılçıplak soyup havuzda oynatması, sonra da seyrederek eğlenmesi gibi hâdiseler, Batılı roman yazarı ile ressamlarının uydurmasıdır. Gerçi câriyeler hür kadınlar gibi başlarını kollarını örtmeye mecbur değildir. Ama birbirlerine ve başkalarına karşı geri kalan yerlerini örtmeleri gerekir. Padişah hareme gelmeden haremağası haber verir, herkes dairesine çekilir, yol üzerinde kimse kalmazdı. Hatta Sultan III. Osman‘ın, yürürken ses çıkarsın da herkes padişahın geldiğini anlayıp çekilsin diye pabuçlarının altına demir ökçe çaktırdığı söylenir.
Nazar-ı hümâyuna kavuşup padişahla evlenen kız büyük bir talihe kavuşurdu. Çocuğu olur, hele oğlan doğurursa statüsü değişirdi. Kendisine tahsis edilen dairede hizmetkârlarıyla yaşardı. Ancak bunların padişah üzerinde vâlide sultan gibi nüfuzu yoktu. Sultan Kanuni’nin çok sevdiği hanımı Hürrem Sultan’ın tesirinde kaldığı mübâlağa edilmiştir. Padişahın gönlünü başka birinin çalması da muhtemeldi. Ancak câriyeler çok iyi yetiştirildiği için buna her zaman hazırlıklı idi. Kıskançlık tabiî olmakla beraber sarayda ayıp karşılanırdı. Padişah hanımları birbirine kardeş veya yoldaş diye hitap ederdi. Bazı padişahlar hanımlarından birine çok bağlanmışlardır. Meselâ Sultan İbrahim, Hadice Terhan’a ve Sultan II. Abdülhamid, Müşfika Kadınefendi’ye çok düşkündü. Padişahın haremde, bahçede veya başka bir yerde görüp beğenmesi de mümkündü.
Şehzâdenin kendi dairesinde câriyeleri vardı. Padişah olunca haremini bunlardan kurar; eski padişahın hareminden de isteyenleri alır, geri kalanları eski saraya taşınırdı. Âdile Sultan gibi bazı sultanların yetiştirdikleri câriyeler de Sultan Mecid ve Sultan Hamid gibi padişahlar tarafından tesadüfen görülüp hareme alınmıştır. Saraya geldiklerinde câriyelere Dilfirib, Nazikeda, Gülruh, Mihrişah, Perestû gibi Farsça ahenkli isimler verilirdi. Hepsi güzel okuyup yazar, dikiş-nakışta mahir, edebiyattan anlar, şiir yazar, çok nazik ve vakur, oturmasını kalkmasını iyi bilirdi. Ecnebi lisan öğrenenler de vardı. Padişah haremlerini tanıyanlar hayranlıklarını gizlememişlerdir.
HAYALLER VE HAKİKATLER
Haremde cereyan eden hâdiselerin mühim bir kısmı bilinmemektedir. Zira orada olanlar çok defa içerde kalır, hiçbir şekilde dışarı sızmazdı. Burada yaşayanlarda aranan en mühim vasıf ketum olmalarıydı. Bu sebeple değil gördüklerini kaleme almak, hatta çok defa anlatmaktan da çekinilirdi. (Sultan Vahideddin zamanında Topkapı Sarayı hazine katiplerinden İzzet Bey’in oğlu Sedat Kumbaracılar, babasından işittiklerini zaman zaman kaleme almış ve mecmualarda neşretmiştir. Mesela: Harem Hakkında Bilmediklerimiz, Hayat Tarih Mecmuası, Ocak 1972, s. 40-44)
Hareme dair bilinenlerin çoğu, saray baltacılarından birinin anlattıklarına dayanır. Haremi ilk defa yazan vakanüvis Abdurrahan Şeref Bey, bu baltacı refakatinde sarayı gezmiş, kendisinden izahat almıştır. Hareme odun ve eşya nakleden baltacılar, haremağası refakatinde, cariyeler kapısından girer, işleri bitince aynı yoldan geri çıkarlardı.
Sarayın son baltacılarından olan bu Abdullah Ağa, hareme odun getirdiği zaman, haremağaları ile yoldaşlık esnasında hareme dair bir şeyler öğrenmişti. Fakat bu devir, haremin ölü devriydi. Bir baltacı, odun taşıma müddetince haremağasından duyduklarıyla harem hakkında ne öğrenebilir? Köprülü Kütüphanesi’nde bulunan Risale-i Teberdariye fi Usul-i Aga-yı Darüssaade adlı yazma eser, saray baltacılarından Derviş Abdullah Ağa tarafından yazılmıştır. İçinde doğru olmak ihtimali bulunmayan rivayetler yer alır.
Harem ve haremağaları hakkındaki menfi kanaatin menbaı işte bu kitaptır. Bunun dışında gerek mahalli gerekse ecnebi yazarlar tarafından hareme dair yazılanlar, İstanbul halkı arasında dolaşan ve ekserisi eski saraylılardan işitilenlerin hayallerle tahrif edilmiş hâli olan dedikodulara dayanır.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024