Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

OSMANLILAR NEDEN MEAL YAZMADI?

Osmanlılar zamanında neredeyse hiç Kur’an-ı kerim meali yazılmadı. Peki, insanlar lisanı Arapça olan bu kitabı nasıl anladılar?
24 Mart 2025 Pazartesi
24.03.2025

Osmanlılar, Kur’an-ı kerimi okudular, en güzel şekilde yazdılar, içindekilerle de halisane amel etmeye çalıştılar. Peki lisanı Arapça olan bu kitabı nasıl anladılar? Neden Türklerden bugüne gelmiş bir tane bile meal/tercüme yoktur?

Protestanların İncil’e yaptığı gibi Kur’anı da tercüme edip, dinini sadece onu okuyarak öğrenmeyi tavsiye eden mealcilik cereyanı doğup yayılmıştır. Bu, 1500 senelik bir köklü ananenin ve zengin bir mirasın bir çırpıda reddi demektir.

Kur’anı anlamadan okumak faziletlidir. Ama anlayarak okumak elbette efdaldir. Bunun için evvela Arapça öğrenmek icap eder. Kaldı ki dini anlamak için yegâne kaynak Kur’an değildir. Ondan çok daha şümullü sünneti bilmeden din hakkında fikir sahibi olunamaz.

Bu ikisini anlayabilmek için de dini altyapı sahibi olmak, ilmihalini (ilahi emirlerle yasakları) ve peygamberinin hayatını bilmek icap eder. Yoksa ilkokul talebesinin eline üniversitede okutulan matematik kitabını vermekten beter netice doğar.

Ayetlerdeki ilahi murad bir tane olmayabilir. Bir âyet çeşitli cihetlerden başka başka manalara delâlet edebilir. “O’na kavuşmak için vesile arayın!” mealindeki âyette (Mâide: 35) geçen vesile, iman, sâlih ameller, Peygamber, Kur’an, mezhep, fakih, tasavvuf gibi çok çeşitli şekilde tefsir edilmiştir. Halbuki meallerde yazarın seçtiği bir tanesi yazar.

Vaktiyle (1989) benim de yakından tanıdığım Ankara ilahiyattan Salih Akdemir, Türkiye’deki meallerdeki hatalara dikkat çeken bir kitap kaleme almıştı. Bu hatalar sadece Arapça ve Türkçe’yi iyi bilmemek, modern ilme vakıf olmamak, diğer dini ilimlerde zayıf olmaktan değil, ticarî ve nefsî emellerden kaynaklanmaktadır.

En az hatalı?

Geçenlerde safdil sayfiye komşum emekli bir öğretmen, elif’i tanımadığı halde, şurdan burdan bakarak meal yazmış, bir nüsha da bana verdi. Ne diyeceğimi bilemedim. Bugün ehil olsun olmasın herkesin bir meal yazmaya kalkışmasının maksadı ne olabilir?

Mesele Kur’an’ı anlamaksa, piyasada neden bir tane değil, birbirini tutmayan yüze yakın Türkçe meal vardır? Peki bunları okuyup da dini öğrenen ve hükümlerine yapışan babayiğitler nerededir? Meal okumayanlarda dindarlık nispeti çok daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 30’larda Hamdi Yazır’a bir tefsir ve meal yazdırmışken, ne olmuştur da 1961’de ilk defa (kaderi imanın şartı saymamasıyla tanınan) Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay’a bir meal yazdırmıştır? Yoksa Türkçe ibadeti tekrar dile getiren 27 Mayıs darbecilerinin arzusu mudur?

Mamafih mealin önsözünde zamanın Diyanet İşleri reisi Hasan Hüsnü Erdem diyor ki:
“Kur’an-ı kerimin yalnız manasını ifade eden sözleri Kur’an hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkiyle vâkıf olmadan ahkâm çıkarmak caiz değildir. Hiçbir terceme aslının yerini tutamaz. Kur'anda, muhtelif manalara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli manalarını bire indirmek olur ki, verilen tek mananın, murad-ı ilahi olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’an tercümesi demeğe cesaret edilemez. Kur’anı tercüme etmek başka, tercümeyi Kur’an yerine koymağa kalkışmak başkadır.”

Reis yazısını şu ibretlik cümle ile bitiriyor: “Bu mealin, benzerleri arasında belki hatası en az olmak vasfını taşıdığını söylemek yerinde olur.” Nitekim kendi mealinin geride kalacağından endişelenen Hasan Basri Çantay, bu mealdeki hataları sıralayan bir yazı yazmıştır. Halbuki kendi mealinde Salih Akdemir’in tespit ettiği hatalar da bundan az değildir.

Orta mektepte Arapça

Her şeyi usulüyle yapmaya alışkın Osmanlılarda meal/tercümeye rastlanmamasının sebebi, ihtiyaç duyulmamış olmasıdır. Evet, tarihin en dindar cemiyeti, meal/tercümeye itibar etmemiştir. Kur’anın hitabına kıymet vermediğinden değil, meseleyi özünden kavradığı içindir.

Bir kere okumuş yazmış, bir başka deyişle mürekkep yalamış kitlenin buna ihtiyacı yoktur. Zira medresede birkaç sene okumuş her Osmanlı okuduğu ayetin manasını sathi de olsa anlar, lazım gelen manevi zevki hissederdi. Kur’andan hüküm çıkartmak zaten ayrı bir şeydir, bir ilmî ihtisastır.

Mesela Fatiha suresini okumuş her Türk kolayca anlardı. Suredeki 18 kelime, Türkçe’de de kullanılan kelimelerdir. Sadece “iyyake” Türkçede kullanılmaz.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, “Her müslümanın hiç değilse namazda okuduğunu anlayacak kadar Arapça öğrenmesi layıktır. Arapça bilenle bilmeyen arasındaki fark, insan ile iki kulaklı arasındaki fark gibidir” buyururdu. Ancak bir müslüman için namazda okuduğu ayetlerin manasını bilmemek ne kadar utanç verici ise, biraz Arapçasına güvenip bunlardan hüküm çıkartmaya çalışmak da o kadar tehlikelidir.

Eskiden sadece medresede değil, rüşdiye (orta) ve idadilerde (lise), hatta askeri mekteplerde bile ulum-i diniyeden başka, Fransızca yanında Arabi ve Farisi dersleri vardır. Burada iki lisanın grameri ananevi ve manzum şekillerde öğretilirdi. Rüştiye mezunları Latin harflerini de okur yazardı. Biz bu mekteplerin en düşkün zamanındaki sıradan mezunlarını gördük ve tanıdık. Şimdi ki üniversite mezunlarına on kat fark atarlardı.

Bu mektepleri şimdi bazı mezunlarının Kur’anı yüzünden bile doğru okuyamadığı imam-hatip mekteplerine veya 8-10 sene ecnebi lisan okuyup merhaba bile diyemeyen talebeler yetiştiren normal mekteplere benzetmemelidir.

Roman ve şiirde ayetler

Şiirlerde, romanlarda bile ayetlere telmihler vardır. Ancak Kur’anın manasını bilenler bunları anlayabilir. Namık Kemal’in İntibah romanında geçen şu cümle gibi: “Bahar erişince toprağın her tarafı serâpâ tarâvet kesilerek yuhyi’l-arda ba’de mevtihâ sırrı âşikâr olur.” “Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir” manasına gelen bu Arabi ibare, Hadid suresinin 17. ayet-i kerimesindedir.

Fuzuli’nin bir gazelindeki şu beyitte Araf suresinin 172. ayet-i kerimesine işaret vardır:
Vaslın bana hayat verir firkatin memât
Subhâne hâlıkî halaka’l-mevte ve’l-hayât
(Sana kavuşmak hayattır, ayrılığın ölümdür. Ölümü ve hayatı yaratan yaratanımı tesbih ederim!)

Bağdadlı Ruhi’nin şu beytinde Şuara suresi “Mal ve evladın fayda vermediği günde, senden doğru bir kalb isterler” mealindeki 88. ayeti zikredilir:
“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler"

Hayalî şu beyitinde Taha suresinin 76. ayetini hatırlatır:
El salıp âşıklara derler melek-manzarları
Hâzihî cennâtü adnin fedhulûhâ hâlidîn
(O melek görünüşlüler el sallar, burası ebedi cennettir, içeri giriniz, derler)

Bir işe girişeceği zaman hayırlı olup olmadığını Kur’andan tefeül ederek anlamaya çalışan, çocuğuna buradan isim koyan insanları hangi meal tatmin edebilir?

Kime göre?

Bazı kaynaklarda Petersburg’da Karahanlılar zamanından kalma ve İstanbul Türk-İslam Eserleri müzesinde Şirazlı Hacı Devletşahoğlu Mehmed tarafından 1333’te yapılmış birer tercümeden bahsolunur ise de bunlar kısa birer tefsirdir. Osmanlılarda Tıbyan ve Mevakib isimli Türkçe iki kısa tefsir çok tutulmuş ve okunmuştur. Bunun haricinde yazılmış Arapça nice tefsiri ehli okur, mukaddes kitabını anlamaya çalışırdı.

Peki ya avam? Muhtelif tefsirlere hakkıyla vakıf dersiamlar ve vaizler, camilerde, medreselerde, tekkelerde halka vaaz vererek Kur’an ayetlerini anlatırdı. Osmanlılar için Kur’anın en güzel tefsiri, fıkıh kitapları olmuştur. Nitekim farzı, haramı bilmeden tefsir okumanın zararına vakıf Sultan Hamid, Mızraklı İlmihal bastırıp en ücra köylere kadar yollamıştır. Gerek evde gerek mektepte herkese peygamberin hayatı ve ilmihal sağlam öğretilirdi.

Bazı zamane hocaları her fırsatta “Kur’anı okuyup anlayın, hayatınıza tatbik edin” diye nasihat ediyor, ama yolunu göstermiyorlar. Altyapısı bulunmayan birinden Kur’anı okuyup anlamasını istemek cinayettir. Bu mümini, Kur’ana değil, müterciminin kabiliyet ve zihniyetine mahkûm etmek demektir.