Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!

Hayat süratle ilerlemiş, şartlar değişmiştir. Binlerce yıl önce gelmiş din kaideleri bu sürate nasıl ayak uydurmuştur?
30 Eylül 2024 Pazartesi
30.09.2024

Fi tarihinde etraftan bazılarının dinî bir bahis geçtiğinde, “Zaman insana uymaz, insan zamana uymalı!” dediğini işitirdim. Bu sözün manasını merak eder; ancak kaçamak bir ifade olduğunu da sezerdim.

“Bilse bilse o bilir!” diyerek bir gün gidip mahallemizdeki caminin ihtiyar vaizi Necmi Şamlı hocaya sordum. “Bu söz Hazret-i Ali’ye aittir. Çocuk terbiyesi hakkındadır” dedi.

Hazret-i Ali, kendisine gelerek çocuklarını yetiştirmekte zorluk çektiğinden yakınanlara, “Onları hangi usule göre terbiye ediyorsunuz?” diye sormuş. “Elbette ki babalarımızdan gördüğümüz gibi” diye cevap vermişler.

Bunun üzerine “Çocuklarınızı babanızdan gördüğünüz usullere göre değil; zamanın icaplarına göre terbiye edin. Zaman size uymazsa, siz zamana uyun!” buyurmuş.

Her devrin hükmü başkadır

Sonradan aslının, “Likülli makâmin makâl ve likülli zemânın ricâl” olduğunu öğrendiğim bu söz, şüphesiz realitenin tam bir ifadesidir. “Her yer için söylenecek söz ve her devrin insanı başka başkadır” manasına gelir.

Bir başka versiyonu Şair Ziyâb bin Gânim’in bir kasidesinde geçer: “Likülli zemânin devletün ve ricâlün” der. “Her devrin hükmü ve insanı değişiktir” demektir. Bu sözün hadis-i şerif olduğunu söyleyenler de vardır.

Âli İmrân sûresinin “Öyle günler ki onları insanlar arasında bazen lehlerinde bazen aleyhlerinde nöbetleşe döndürür dururuz” mealindeki 140. âyet-i kerimesinin de şerhidir. “Devlet” değişmek, dönüşmek manasına gelir

Seydi Ali Reis, “Gördün zemâne uymadı, uy sen zemâneye!” demiştir. Bu, örfteki değişikliklere dairdir.

Garb ve Şark

XVIII. asırdan itibaren Hristiyan garb dünyası, askerî, iktisadî ve teknik cihetten İslâm dünyasını geçmiş, hatta onu tehdit etmeye başlamıştı. O tarihlerde yaşayan Müslümanlardan bunun farkına varanların sayısı hiç de az değildir.

Aradaki açıklığın giderek arttığı sonraki asırda, bu tehditlere mukavemet hususunda iki farklı temayül doğdu.

Birincisi, kendisini hiçbir kayıt altında hissetmeden, her hususta aynen Batılı gibi olmaya çalışmak lâzım geldiğini söyler. Bunun için de dünya görüşünden, dinî müesseselere kadar her şeyi modernize etmek gerekir.

Bunlardan bazısı garbın ileri gitmesini Hristiyanlıktan biliyor, şarkın geri kalışını da Müslümanlığa yüklüyordu.

Halbuki garbın bu hâlinde Hristiyanlığın nüfuzunun azalmasının çok tesiri vardı. Garb, Hristiyan olduğu için değil; aslında dünyayı kötüleyerek, hep ölümden sonraki hayatı yücelten dogmatik Hristiyanlık telâkkilerinden uzaklaştığı için muvaffak olmuştu.

Nitekim koyu Hristiyan olduğu halde, o zaman da şimdi de medeniyet cihetiyle çok geri ülkeler vardır. Başta Habeşistan olmak üzere Afrika hükümetlerinin ekserisi, ayrıca Latin Amerika devletlerinin hepsi Hristiyanlığa çok bağlıdır.

Zamana nasıl uyulur?

İslâm dünyasındaki ikinci temayül ise, İslâm dünyasının, Müslümanlar İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla riayet etmediği, bid’at ve hurafelere bağlandığı için bu hâle düştüğünü, öyleyse yeniden İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla sarılarak meselenin hallolacağını söyler.

Bu ikinci temayül sahipleri arasında da ciddi görüş ayrılıkları vardır. Bir grup, Kur’an ve Sünnet’in yeni bakış açılarıyla ve zamanın şartlarına göre yeniden tefsiri lâzım geldiğini müdafaa eder. Fâiz yasağı, çok kadınla evlilik, harem-selâmlık, kadının vârisliği, çalışması ve şahitliğinde olduğu gibi.

Ziya Gökalp gibi müellifler, Kur’an-ı kerimdeki “Örfü emret” mealindeki ayete, âdet manası vererek, her çeşit âdetin dinin önünde yer alacağını söylediler. Halbuki burada “örf”, dinin ve aklın kabul ettiği iyilikler demektir. Resulullah’ın o zamanki insanlara mevcut örfleri emretmediği, hatta çoğunu değiştirdiği belli bir şeydir.

Eskiye dönmek mi?

Buna mukabil diğer bir grup samimî bir takva ile ve sünnete sarılarak eski ihtişamlı günlere dönülebileceğini söyler. İşte bu temayül, Osmanlı ıslahatının da esas temasını teşkil eder: Kanun-ı kadîme ircâ. Yani önceki düzene dönüş. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı bunu açıkça beyan eder.

Ama bu o kadar kolay olmayacaktır. Şark, garbın örf ve âdetlerinden sarf-ı nazar ederek, yalnızca ilim ve tekniğini almaya talip olmuştu. Halbuki sosyal normları ve ananevî düşünceleri değiştirmeden teknik üstünlüğü sağlayabilmek, bir başka deyişle kalıp benzerken kalbin benzememesi zordur.

Bir yandan Garb müesseselerine benzer şekilde teşkilat ıslah edilirken, hayat tarzı ve zihniyette Şark tasavvuru muhafaza edildi. Bu düalite (ikili hayat), uzun zaman devam etti. Bugün bile kokteylden çıkıp işkembeciye gidenler; partilerde Avrupai danstan sonra, gecenin ilerleyen zamanında coşkuyla kasap havası oynayanlar çoktur.

İlahi sınırlar

Din donuk, statik değildir. Değişmenin sınırlarını yine bizzat kendi koyar. Kur’an-ı kerimde mealen, “Bunlar hududullahtır (Allah’ın koyduğu sınırlardır). Bunları aşmayın!” buyuruluyor.

Din, zamana adapte prensip ve usulünü bizzat kendi bünyesinde sıhhatli bir şekilde taşır. Dinin esasını nasslar (dogmalar) teşkil etse bile, bunların örfe göre tespit ve tefsiri, beşerî bir faaliyet olduğu için zamanla değişiklik gösterebilir.

İşte örfler değiştikçe, zaman bozuldukça değişmesine imkân veren prensip, İslâmiyetin dinamizmini temin eden en mühim âmil ve bunu gösteren en bâriz misaldir.

Mesela kâğıt para yayılınca, ulema “gavur icadı” deyip karşı çıkmamış, ama madem ki mübadele (alışveriş) vasıtasıdır, bunlarda zekat ve faiz cereyan eder, kıymeti de altına göre tayin edilir, demiştir. Bu dinde reform değil, dini hükümlerin ilahi sınırlar içinde zamana tatbikidir.

Ezmân ve Ahkâm

Osmanlı medeni kanunu Mecelle’nin 39’uncu maddesi der ki: Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz. Yani zamanın değişmesiyle, hükümlerin de değişmesi inkâr olunamaz.

İmam Ebû Hanîfe, haşarata kıyas ettiği ipek böceğinin alınıp satılmasına cevaz vermemişti. Sonradan Irak’ta ipekçilik başlayınca, ipek böceği iktisadî kıymeti haiz bir mal oldu. Böylece bunun örf hâline geldiğini gören talebeleri ipek böceğini mal kabul ederek alınıp satılmasına izin vermiştir.

Ama faiz, şarap içmek, gayrimüslim erkekle evlenme, taşıyıcı annelik, başkasının çocuğunu kendi çocuğu olarak ilan suretinde evlat edinme örf hâline gelse bile muteber olmaz.

İmam Ebu Yusuf bir sünnetin kaynağı örf ise, o örf değişirse, fakihin yeni örfe göre hüküm vereceğini söyler. Mesela altın ve gümüş tartı ile, hurma, buğday, arpa ve tuz hacim ile ölçülür ve satılır. Bu hükmün menşei örftür. Şimdi örf değiştiği için altın ve gümüşün basılı olarak, diğerlerinin de kilo ile satılması caiz olacaktır.

Tafsilat için benimİslâm’da Değişmenin Sınırıkitabıma bakınız.

Eskiden imamlara maaş verilmezdi!

İmam ve müezzinlerin maaş almasına cevaz verilmemişti. Zamanla bu işi devamlı gönüllü yapacak kimselerin kalmamasıyla cevaz verildi.

Cuma namazı sadece şehrin en büyük camiinde kılınır. Şehirler büyüyünce farklı camilerde de kılınmasına cevaz verilmiştir.

İmam Ebu Hanife’ye göre bir mescidin altı da üstü de mescid sayılır. İmam Muhammed şehirlerde arsaların kıymetli olması yüzünden bir binanın bir katında mescid olmasına cevaz vermiştir.

Camileri süslemeye cevaz verilmemiş, sonradan insanların mabedleri hafife almasını önlemek için cevaz verilmiştir.

Halifelere camide suikast yapılması üzerine, bunların ayrı bir mahfilde cemaate uymasına cevaz verilmiştir.

Herkesin sakallı olduğu bir cemiyette özürsüz sakalını kesenler, âdete muhalefet sebebiyle şahitlik yapamazdı. Sonra sakalsızlar çoğalınca, artık bu âdete muhalefet sayılmamış ve şahitlik manisi olmaktan çıkmıştır.

Dinden çıkan kadının nikâhı bozulur. Sırf nikâhtan kurtulmak için mürted olanların artması üzerine bozulmayacağına fetva verildi.

Menkul ve para vakfı zamanla örf hâlini alınca cevaz verildi.

Hak, tek başına akdin mevzusu değil iken, telif gibi hakların ortaya çıkışıyla, hakkın bedelli veya bedelsiz devredilebilmesine fetva verildi.