MAĞRUR OLMA PADİŞAHIM SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR!
Osmanlı padişahlarının her hafta Cuma namazı kılmak maksadıyla câmiye çıkışları, imparatorluk hayatının en debdebeli merasimlerindendi. Adına Cuma Selâmlığı veya Selâmlık Resm-i Âlisi denilen ve her safhası inceden inceye teşrifat kaidelerine bağlanmış olan bu merasimler siyasi cihetten de büyük bir ehemmiyeti haizdi.
Hem hükümdarın tebaasıyla samimi irtibatını temin eder, hem de halkın hükümdara talep ve şikayetlerini bildirmeye imkân tanırdı. Hükümdarın hayatta, şeriat ile nizamın da ayakta olduğuna alamet teşkil ederdi.
Padişah atı üzerinde veya arabasının içinde, sağlı sollu merasim bölüklerine mensup askerlerin arasından câmiye gider, bu arada halk sokaklara dökülmüş bir halde, “zamanın bu en haşmetli hükümdarını” dünya gözüyle görmeye çalışırdı. Sadece halk için değil, o anda ülkede bulunan ecnebiler için de görülmeye değer bir hâdise idi.
Sultan I. Mahmud, ata binemeyecek vaziyette hasta olduğu halde tabiplerin ikazını dinlemeyerek selâmlığa çıktı. “Halk, padişahı Cuma’da göremeyince huzursuz olur” dedi. Mensup olduğu hanedanının karakteristik vasfına uygun olarak hem dinî, hem de siyasî vazifesini yerine getirmek adına büyük bir fedakârlık yaptı. Namazdan sonra silahtar ağanın kolunda güçlükle yürüyerek ata bindirildi. Saray kapısından girişte maiyetinin kolları arasında vefat etti.
Hilafet dönüm noktası mı?
Teşrifat mecmuaları ve kronikler selamlık alayından çok bahseder. Sultan Hamid zamanındaki selamlıklar hakkında elde tafsilatlı malumat vardır.
Evvelki müslüman hükümdarlar hep Cuma namazında hazır bulunmuş, ama hiçbiri Osmanlı padişahlarınınki kadar ihtişamlı olmamıştır. Anadolu Selçuklularında emîr-i mahfil adındaki protokol şefi, sultanların Cuma merasimini ayarlardı.
Ali Seydi Bey, "Teşrifat ve Teşkilat-ı Kadîmemiz" kitabında, “Evvelce Cuma namazlarının resmi tarafı yoktu, padişah, vükeladan ve saray mensuplarından bazılarıyla beraber ekseriya saray camiinde veya selatin camilerinden birinde kılardı. Hilafetin Osmanlılara geçişinden sonra, Cuma namazı resmiyet kazandı” diyorsa da Sultan Selim’in Tebriz’de Cuma selamlığı yaptığına bakılırsa, bu anane daha eski olsa gerektir.
Padişahlar seferde iken, eğer karargâhları büyücek bir şehirde ise, Cuma selamlığı yapılırdı. Sultan Selim Tebriz’de, Sultan Kanuni Budin’de, Sultan IV. Murad Revan ve Bağdad’da parlak Cuma selamlıkları yapmışlardı. Padişah, Edirne'de ise Selimiye Camii'nde Cuma selamlığı yapılırdı.
İhtilal gibi keşmekeş zamanlarında selamlık merasimi yapılmamıştır. Mamafih bir darbenin ardından bir Cuma günü tahta oturan Sultan IV. Mustafa’nın ilk işi selamlığa çıkmak olmuştur.
İlk iş: Sarık alayı
İlk zamanlar Ayasofya, Fatih, Bayezid, Sultanahmed gibi büyük camilerde büyük bir tantana ile yapılan selamlık alayı, 7 yaşında tahta oturan Sultan IV. Mehmed’den itibaren, Padişah yaşça küçük olduğu ve İstanbul’da da darbenin izleri devam ettiği için sadece maiyet-i seniyedeki çavuş ve göz alıcı kıyafetler giyen peyklerin bulunmasıyla daha basit yapılır oldu.
Çavuşbaşı evvelden elinde padişahın sarığı ile camiye gider, sarık alayı denilen bu merasimle hangi camide namaz kılınacağı anlaşılırdı. Selamlık günü yollara kum serpilip düzeltilirdi. Yeniçeriler cami yolunun iki tarafına dizilir, padişah atla aralarından geçip camiye giderdi.
Padişah’ın atının iki yanında yeniçeri ocağından seçilmiş elit bir muhafız birliği olan solaklar yürürdü. Bunlar sol taraftan gelebilecek bir tehlikeyi bertaraf edebilecek şekilde sol ellerini maharetle kullanabilen muhafızlardı.
Padişahlar selamlığa at ile çıkarlardı. Sarayın orta kapısında silahtar, çuhadar ve kapı ağası atlanıp padişahı takip ederdi. Sadrazam kapının ardında atıyla bekler, padişahı sol taraftan selamlardı. Selamlık alayına zülüflü ağalar iştirak eder; padişahın sol üzengisi yanında rikâbdar, sol üzengisi yanında çuhadar ağa dururdu. Dış kapıdan çıkarken çavuşlar alkış verirdi. Padişah ata binerken ve inerken duacı çavuşun dua etmesi, diğerlerinin hu diye cevap vermesi de adetti.
Cami avlusunda padişahı yeniçeri ağası ve cami mütevellisi karşılardı. Ağa, padişahın çizmelerini çıkarıp terliklerini giydirirdi. Bu işi ilk defa yapıyorsa, kendisine elmaslı hançer hediye edilirdi. Sonra sadrazamla yeniçeri ağası, koluna girerek padişahı hünkâr mahfiline kadar götürürdü.
Cami mütevellisinin elinde güzel tütsü kokusu neşreden buhurdan olurdu. Padişah Cuma namazını camide kendisine mahsus yerde kılardı. Hazret-i Osman’ın şehit edilmesinden itibaren bütün müslüman hükümdarlar namazı böyle bir yerde kılmıştır. Mahfili yeniçeri ağası evvelden kontrol eder, padişahın seccadesini serer; cami çıkışı padişahın çizmelerini giydirir, atının önünde yürürdü.
Vezir rütbelilerin katıldığı selamlık alayı dönüşünde bazı yüksek bürokratlar bazı meseleleri padişahın atına yaklaşıp arzederdi.
Devr-i Hamidî’de selamlık
15 Aralık 1876 tarihinde, Sultan II. Abdülhamid diş ağrısı sebebiyle yüzü şiştiği için rüzgârdan muhafaza maksadıyla Ayasofya’daki selamlığa araba ile çıkmıştı. Sonra hep arabayla çıkıldı.
Bayram ve Cuma selamlığı gibi merasimlerde, padişah gibi bir büyük zat geçerken, hâzirûn devamlı temennâ eder. O da temennâlara mukabele eder.
Sultan Hamid her selamlığı farklı bir camide yapar, namazdan sonra karada veya denizde kısa veya uzun gezintiye çıkardı. Gittiği en uzak cami Eyüp Sultan idi.
Bayram alayı, selamlığın aynı idi; ama padişahın kılıç kuşandığı alay daha ihtişamlı olurdu. Cuma selamlığında dört, bayram ve kılıç alayında altı atlı saltanat arabası kullanılırdı.
Selamlıkta askerî, mülkî ve ilmî erkandan çokları bulunurdu. Her sınıf askerden birkaç alay, tabur iştirak ederdi. Namazdan sonra cami önünde ve padişahın huzurunda geçit resmi yapılırdı.
Bu askeri hareket, bir hafta uyuşuk duran şehirde o gün bir canlılık uyandırır ve askerin geçtiği sokaklar halkla dolar boşalırdı.
Selamlıkta bütün şehzadeler, bir kısım yaverler, tüfekçiler ve hünkâr çavuşları bulunurdu. Selamlığın hangi camide yapılacağı önceden bilinmediği için, bu merasimde bulunacaklar Yıldız’da Çit Kasrı’nda toplanıp nereye gidileceğine dair iradeyi orada beklerdi. İrade çıkınca padişahla birlikte hareket ederdi.
Mağrur olma padişahım
Merasimin başladığı, evvela saray kapısından (padişahın iştirak edeceği merasim ve gezintilerinden mesul) gidiş müdürünün tek başına çıkışından anlaşılırdı. Onun çıkışını müteakip saltanat arabası da görünürdü. İşte tam bu sırada alkışların âvâzesi ve mızıkanın çaldığı Hamidiye Marşı işitilirdi.
Alkışı 10 kadar hademe-i şahane en tiz perdeden söylemeye başlardı. Padişah hangi camiye giderse, orada arabadan inerken de yine bunlar aynı suretle tekrar ederlerdi. Alkış şudur: “Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola, saltanatına mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” Sultan Hamid devrinde “şevketinle, devletinde bin yaşa” da denirdi. Sultan Reşad devrinde bu cümle söylenmez oldu.
Padişah camiye girerken ve çıkarken bu merasim tekrar edilmek ve bu sesler işitmekle beraber, orada biriken halk da padişahım çok yaşa diye bağırırlar, hâsılı bir kızılca kıyamet kopardı. Şimdiki mukabili el çırpmak tarzında alkış, o zamanlarda bilinir ve yapılır şeylerden değildi.
Sultan Vahîdeddin, bir Cuma selâmlığında, mâbeynci Ömer Yaver Paşa’ya “Mağrur olacak taraf kalmadı. Şunları susturun. Acemâne tafralara lüzum yok” dediğinden, bu âdet bırakılmıştır.
Hususi cami
Sultan Hamid saraydan çıkarken 4 atlı bir saltanat arabasına biner, fakat namazdan sonra saraya 2 atlı bir arabayla dönerdi. Saltanat arabasını çeken atlar doru ve öteki arabadaki atlar beyazdı. Dönüşte arabayı kendisi kullanırdı. Yanında ve karşısında kimse bulunmadığı gibi, arabacı da yoktu.
Giderken arabada karşısına ilk zamanlar Eğinli Said Paşa’yı, daha sonra Namık Paşa’yı, daha sonra Gazi Osman Paşa’yı, nihayet Serasker Rıza Paşa’yı alırdı.
Cuma selamlığı günden güne ehemmiyeti bir şekil alıp dolayısıyla birçok merasim ve geçit resimleri de yapılmaya başlanınca, bunların her Cuma başka bir semtte yapılması zorlaştı. Her cami binası bu merasimi yapmaya müsait değildi. Bu sebeple Saray yakınında bütün bu merasimi kolayca yapmaya yarayacak yeni bir caminin yapılması lazım geldi. 1891’de Hamidiye Camii yaptırıldı. Padişahın korktuğu için böyle yaptığı doğru değildir.
Namaz kimse için bozulmaz
Sultan Hamid, bu camide 3 sıra cemaat alacak büyüklükteki hünkâr mahfilinde en geri safta duvar dibindeki köşede namazı kılardı. Kafesle örtülü olan ve camideki cemaati görmeye müsait bulunan cumbada namazdan evvel ara sıra biraz oturup, camiye gelenleri seyrederdi.
Sünnet namazlarda mahfildekiler Padişah’a uyardı. O namaza başlamadan kimse sünnete başlamazdı. Fakat sünnet namazı bitirmek hususunda ondan erken davrananlar olduğu gibi, geç kalanlar da olurdu. Bir defasında Padişah namazı bitirip birdenbire ayağa kalktı. Fakat cemaat arasında İzzet Paşa henüz bitirmemişti. Padişah’ın kalktığını görünce edeben hemen namazı bozup ayağa kalktı. Padişah, “Namaz hiç kimse için bozulmaz” diye kendisini ikaz etti.
Namazdan sonra Padişah bu mahfilde sobanın yanına ve pencere önüne konulmuş olan koltuğa otururdu. O sırada gidiş müdürü huzura girer, selamlık alayı dolayısıyla namaz için camiye ve seyir için tahsis olunan yerlere gelmiş olanlardan kalburüstü kişilerin isimlerini arz ederdi.
Padişah bunlardan bazısını mahfilde ayak üstü kabul ve taltif ederdi. Mustafa Kemal Paşa, memuren Anadolu’ya gitmeden evvel selamlık akabinde Sultan Vahîdeddin tarafından mahfilde kabul edilip uğurlanmıştı.
Sultan Hamid’in namazdan sonra en çok görüştüğü ve her zaman iltifat ettiği zat Şeyhülislam Cemaleddin Efendi idi. Hatta 21 Temmuz 1905 senesinde teröristler her anı hesaplı olan Padişah’ın arabasına saatli bomba koymuş; Padişah’ın namaz çıkışı şeyhülislam ve cami imamı ile (caminin akan su saçakları hakkında) ayak üzeri mutaddan fazla konuşması üzerine bomba infilak etmiş, Padişah kurtulmuştu. Daha evvel 17 Aralık 1791’de Mağribi bir meczup Ayasofya’da mahfile misket atarak Sultan III. Selim’e suikast teşebbüsünde bulunmuştu.
Gazeteye haber
Namazdan yarım saat evvel selamlığı seyretmek isteyen saray ve vekil hanımlarının kupa arabaları polis nezaretiyle avluya alınır, atların okları sökülüp caminin arkasına götürülürdü.
Hazırlıklar tamamlanınca gidiş müdürü padişahı haberdar ederdi. Padişah harem kapısına çıkar ve arabaya binerdi. Araba harem kapısından çıkınca, damatlar ve saraylılar padişahı selamlar ve arabayı takibe başlardı.
Büyük Mâbeyn Dairesi karşısında bütün yaverler dizilir; onlar da selamdan sonra heyete iltihak ederdi. Araba saltanat kapısından çıkarken hazırol borusu çalınır; kıtalar hazırol vaziyeti alırdı. Artık sinek bile kanadını kımıldatmazdı. Bu arada ezan okunurdu.
Namazdan sonra padişah askerlerin kıtalarına avdetini emrederek saraya dönerdi. Cuma selamlığı, cumartesi günü çıkan gazetelerin baş sütununda şatafatlı bir lisanla yazılırdı.
Dublör mü?
Sultan Hamid birkaç defa bronşit, zatürre ve böbrek sancısı gibi ağır rahatsızlıklar geçirdi. Rivayet olunur ki, bu zamanlarda selâmlığa çıkmamasının bazı mahzurlar doğuracağını ve yanlış fikirlere yol açacağını düşünerek, çok itimat ettiği sütkardeşi Esvapçıbaşı İsmet Bey'i yerine geçirerek merasimleri ifa ettirirmiş.
Sultan Reşad bir defa kızamık, iki defa da mesane ameliyatı sebebiyle selamlığa çıkamadı. O selamlık için İstanbul’un bu işe müsait bütün camilerini dolaşır. Mesela Sultan Selim, Fatih, Sultan Ahmed, Bayezid, Ortaköy-Mecidiye ve Beylerbeyi Camii gibi camiilere giderdi.
Selamlığı müteakip resmi elbiseler değiştirilir, arabalara binilir, hafif bir alay halinde seyrana çıkılırdı. Balmumcu Çiftliği’ne, bazen Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine, ara sıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi Sarayı’na gidilirdi.
Bir kere de gençliğinin birçok hatıralarına zemin olan Ayazağa ve Kağıthane köşklerine kadar gidilmişti. Bu ağır külfet, sarayın kapalı hayatından birkaç saat uzaklaşma imkânı için çekilirdi. Gerçi bu işte en çok yorulan gidiş müdürü olurdu.
Ah bir padişahı görsek
Selamlık alayında evkaf nazırı, zaptiye nazırı, hassa müşiri, Beşiktaş muhafızı ve kaymakama kadar yüksek rütbeli zabitler nöbetle behemehal bulundukları gibi, vükeladan serasker ile bahriye nazırının ve bütün yaver-i ekremlerin bulunmaları şarttı. Sadrazam ve diğer nazırların bulunmaları için bir mecburiyet yoktu. Yalnız şeyhülislam her zaman bulunurdu.
Cuma namazını kılmak için halkın camiye girmesine bir şey denilmez ise de Beşiktaş’tan Yıldız’a kadar gelebilmek için epey bir zahmete ve birçok sorguya katlanmak icap ederdi.
Sivil ve üniformalı yüzlerce zabıta memuru halk arasında fıldır fıldır dolaşır, onların ahvalini tecessüs ve tarassut ederdi. Bunların elinden geçip cami kapısına kadar gelenler de kapıdan girerken baştan aşağıya kadar muayene edilirdi.
Merasimi seyir için gelen halk uzaklarda dururdu. Dürbün vesaire kullanmak imkânı olmadığı için padişahı görmek bunlara nasip olmazdı. Hele hac münasebetiyle Rusya ve saireden gelenler buna muvaffak olmayı çok arzu ederler, polis bunlara mâni olmaya çalışsa da civardaki ağaçlara tırmanırlardı.
Vurulmaz mıymış?
Ecnebi sefirler için mâbeyn dairesi önünde set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunmuştu. Sefirlere burada izzet ikram olunur, sigara ve kahve verilirdi. Padişah bilhassa sefirleri hoş tutmaya dikkat ederdi.
Sefarethanelerin tavsiyesiyle gelen ecnebiler için saat kulesinin karşısında yine üstü kapalı anfitiyatro şeklinde genişçe bir yer tahsis olunmuştu. Bunların önünden geçerken Padişah selam ve iltifat eder, ayrıca misafirîn-i ecnebiye (ecnebi misafirler) teşrifatçısı Şeker Ahmet Paşa’yı göndererek selâm ve mahzûziyet-i şahaneyi (padişahın memnuniyetini) tebliğ ettirirdi.
Ecnebi seyirciler sıkı bir kontrole ve bir hayli suale maruz bulunurlardı. Yanlarında fotoğraf makinesi, el çantası, baston ve şemsiye gibi şeylerin bulunmasına asla müsaade edilmezdi.
Meşhur Fransız artisti Sarah Bernhardt İstanbul’da bulunduğu sırada bu tribünlerden Padişah’ın geçişini seyrederken yanındakilere “Abdülhamid vurulmaz diyorlar. Halbuki buradan pekâlâ tabancayla vurulabilir” demiş.
Bu söz ne şekilde ve ne suretle ise Padişah’ın kulağına giderek, memurların seyircileri daha iyi tarassut edebilmeleri için kapalı tribünleri açtırmış, ecnebiler açık tribünlerde bu merasimi seyretmişlerdir.
Bu devirde şahit oldukları selamlık alaylarını, İstanbul’daki ecnebiler yazdıkları hatıratlarda canlı bir şekilde tasvir etmiştir. 1893’te İngiliz sefaretindeki oğullarını ziyarete gelen İngiliz milletvekili Max Müller’in eşi bunlardan biridir.
Bunlar cellat mı?
Selamlığa iştirak edecek hassa ordusu birlikleri, Bayezid meydanında toplanırdı. Sonra hazır ol borusu çalar, silah şakırtıları ve at kişnemeleri arasında hareket emri verilirdi. 1. fırka 1. nişancı alayının efradı uzun boylu 1. Plevne taburu, 1. fırkanın diğer taburu, itfaiye taburu, Süvari Ertuğrul Alayı, süvari mızıka alayı, hafif süvari alayı sırayla hareket ederdi.
Bu askerin geçişi cidden heybetli idi. Tabur önünde meşin elbiseli, tüfeği çapraz boyuna asılmış sebilci neferler, bunların ardından da bir dizi iri yarı baltacı neferleri geçerdi. Bunlar başlarına yüksekçe bir fes, göğüslerine de boyundan diz kapağına kadar uzanan ve demirci önlüğüne benzeyen meşin göğüslük giyerdi. Geniş sakallı, tüfekleri çaprazlama boyunlarına asılı, büyücek bir baltayı keskin ve parlak ağzı yukarı gelecek şekilde sağ omuzları üzerinde tutarlardı.
Rivayete göre Alman kayzerinin İstanbul’a ilk gelişinde imparatoriçe bunları görür görmez korkmuş, “Bunlar cellad mı?” demiş. Sultan Hamid bunu işitince, üzülmüş, ecnebilerin yanlış anlamasına mahal vermemek için bunları kaldırtmıştır.
Bando mızıka
Her alayın bir bandosu, her taburun tam teşkilatlı borazan ve trampet takımları vardı. Uzun zaman silah altında kaldıkları için bando ve borazan efradı pişkin ve işlek çalardı.
Bayezid meydanında şimdi üniversite girişi olan Bab-ı Seraskerî’nin Mercan kapısından çıkar, Mercan yokuşu, Sultanhamam, Yeni Cami, Köprü, Galata ve Tophane’den geçerek Beşiktaş’a gelirdi. Halk yol boyu caddelere dökülüp bunları seyrederdi. Kapıiçi karakolu önünde borular susar, bando marşlar çalardı. Tophane Müşirliği önünden çıkan bir topçu müfrezesi kıtaları selamlardı.
Bu arada Tersane-i Âmire’den çıkan bir bahriye silahendaz taburu ile bir bölük bahriye efradı da önlerinde bahriye bandosu olduğu halde Şişhane, Cadde-i Kebir tarikiyle Maçka’dan Beşiktaş’a inerdi. Avam arasında bu bandonun pek şöhreti vardı.
Beşiktaş’ta Sinanpaşa Camii önünde içtima eden asker, silah çatıp hareket emri beklerdi. Soğuk ve sıcak zamanlarda askere eziyet olmasın diye merasim çabuk tamamlanırdı.
Saraya çıkan dik yokuşun başına ve saltanat kapısı hizasına maiyet-i seniye tüfekçi bölüğünden bir müfreze, Söğütlü (Ertuğrul ) bölüğü ve ayrıca Yıldız taburundan iki bölük dizilirdi.
Saltanat kapısından aşağıda Plevne taburu, sonra sarıklı Arap zuhaf alayından bir tabur, cami karşısından Beşiktaş Caddesi kenarında fesli Arnavut zuhaf alayından bir tabur dizilirdi. Nihayet topçu, istihkam ve levazım bölükleri dizilirdi.
Son merci
Cuma Selâmlığı Osmanlı tarihinin gölgede kalmış en mühim sahnelerinden biridir. Padişah Cuma namazını kılıp da dışarı çıktığında halkın ellerindeki istidalar, sır kâtibi adındaki hususi memur tarafından toplanarak padişaha takdim edilirdi.
Verilen istidalar padişah tarafından tetkik edildikten sonra gereği yapılmak ve neticesi kendisine arzedilmek üzere alâkalı mercilere havale olunurdu. Umumiyetle bu istidalar veziriazama gönderilir ve ardı takip edilirdi. Osmanlı arşivleri, böyle arzıhaller ve bunlara dair yazılan fermanlarla doludur.
Her şeyden haberdar olmaya verdiği ehemmiyetten olsa gerek, Sultan II. Abdülhamid, bu ananeyi çok ciddiye alırdı. Cuma Selamlığı’nda halk elindeki istidayı gösterirdi. Üniformalı ve çantalı bir memur bunları toplayıp padişaha arzederdi. Padişah, bu istidaların tetkiki için Gazi Osman Paşa’yı vazifelendirmişti. Ayrıca kendisine sarayda geniş bir daire tahsis etmişti.
Padişaha istida verme usulü, halifeliğin kaldırıldığı tarihe kadar devam etti. Sonra tarihe karıştı. Bugün halkın cumhurbaşkanlığı ve meclise dilekçe vermesi de bu ananenin bir uzantısı sayılabilir.
Ölüm sessizliği
Bir padişahın katıldığı son selamlık resmi 10 Kasım 1922’de ölüm sessizliği altında ve mızıka olmayarak icra edildi. 17 Kasım’da selamlık yapılmadı. Çünki Padişah, sürgüne çıkmıştı. Halife Abdülmecid Efendi’nin ilk selamlığı Fatih’te oldu. Güzergâh, refakatçiler, kıyafet hep Ankara tarafından tespit edilmiş, arabada yanına Ankara’nın İstanbul’daki komiseri Refet Bele oturmuştu. Son halife, İstiklal Marşı ile karşılanıp uğurlanmıştı.
Son selamlık merasimi ise 29 Şubat 1924 tarihinde oldu. Münevver Ayaşlı anlatıyor: “Son Halife Abdülmecid Efendi’nin Dolmabahçe Câmii’ne gidişini gördüm. Birkaç şehzâde, birkaç gazeteci ve meraklı aşağı yukarı 30 kişi kadar bir kalabalık toplanmıştı. Bu sahnenin faciasını hiçbir klasik edip, hatta meşhur Şekspir bile yazamaz ve sahneye koyamaz.
Halifenin yüz ifadesini unutamam. Hazin, metin ve küskün... Herkes şaşkın ve işin vahametini daha anlamış değiller… Herkeste bu, hiçbir zaman hakikat olmayacak gibi garip bir kanaat var. Fakat bu dramın zirvesi ve en patetik tarafı, hiçbir şeyden habersiz halktan yaşlı bir hanımın, âdet olduğu üzere Halife’nin arabasına arzuhal atması oldu. Yani bugünki tabirle milletten bir kadın, Halife’ye bir dilekçe verdi. O Halife’ye ki, bütün hakları elinden alınmıştı. Hatta vatandaşlık hakkı bile!”
3 gün sonra Halife ve bütün Osmanlı hanedanı, Ankara hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürgün edildi.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024