OSMANLI HANEDANINA SÜRGÜNDE BİLE TAKİP!
Osmanlı hanedanı mensupları nerede yaşadıklarını ve devrin icaplarını gayet iyi anlamışlar. Ne yapıp ne söyleyeceklerini iyi bilmişler.
Cumhuriyet Hakkındaki Görüşünüz?
Osmanlı hanedanından olanlara her zaman ve zeminde sorulan klişe sualdir: “Cumhuriyet hakkındaki düşünceniz nedir?” Ailesini yetmişlik ihtiyarından beşikteki bebeğine kadar topyekûn vatandaşlıktan çıkarıp yurdundan süren, mallarını iç edip sefalete mahkûm kılan bir sistem ve onun mensupları hakkında ne desin?
İç dünyasında neyin ne olduğunu gayet iyi bilen bu insanlar, samimi hislerini ancak hususi muhitlerinde dile getirir. Aklıselim ve nezaketleri bunları ulu orta ifşa etmeye manidir. Tanıdığımız hanedan ferdlerinin hemen hepsinde bunu bizzat müşahede etmişizdir. Yazdıklarını ve söylediklerinin satır aralarını okuyabilenlere bunlar gizli değildir.
Hanedan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi, “Hanedan memlekette kalsaydı, Ankara, yapmak istediklerini yapamazdı” sözüyle mevzuyu zekice bağlamıştır. Adeta itiraf almak maksadıyla sorulan bu tip suallere karşı cevapları ustaca birer rüşvet-i kelâmdan ibarettir.
Aman dikkat?
Bazıları sürgünde iken bile temkinli davranıp inkılapçılara sempatik görünerek vatanlarına dönebilmeyi umardı. Faruk Efendi, şehzadelere, “Aman fes giymeyin! Bizi fesli gördükçe Ankara’nın hıncı artar” derdi.
Zeki ve asil oldukları için, başlarına gelenlerin kazandırdığı realistlikten ötürü, hiçbir zaman politika ile meşgul olmamış, kendilerini müşkül vaziyete sokacak söz ve hareketlerden azami surette kaçınmışlardır. Zira sürgün bittikten sonra bile mimli insanlardır.
Dönüş izni verildikten sonra bazı ferdleri sürgün korkusunu iliklerinde hissetmiştir. İki sürgün yaşayan Neslişah Sultan’ın, amcazadesi Mihrişah Sultan’ı, “Aman hilâfetçilerle görüşme! Sonra bizi tekrar kovduracaksın” diye ikaz etmiştir. Mamafih “Güzel olan ne varsa dedelerim yapmış” diyecek kadar temyizde mahirdir.
Bunların halihazırdaki garplı görüntüsüne aldanmamalıdır. Olup bitenlerin bir gardırop inkılabı olduğunun farkındadırlar. Hemen hepsi demokrasiye ve insan haklarına bağlı, estetik cihetleri güçlü, zevki selim sahibi samimi insanlardır.
Ne yazık!
Sultan Vahîdeddin’in kızı ve sırdaşı Sabiha Sultan, babasının cenazesi münasebetiyle Suriye’de bulunan zevci Ömer Faruk Efendi’ye yazdığı mektuplardan 1 Haziran 1926 tarihli birinde İzmir suikastini telmihen diyor ki:
“Bu kadar mükemmel hazırlanan bir işin adem-i muvaffakiyete uğraması cidden şayan-ı teessüf! Memleketin şüphesiz en güzide kısmını teşkil eden bir kısım muhalifîn bu fırsatla ortadan kaldırılırsa ne yazık, ne yazık!”
Hanzade Sultan, annesi Sabiha Sultan'a hatıralarını yazmasını teklif ettiğinde, “Hayır, bir mesele çıkarmak istemem. Bizim devrimiz bitti. Türkiye’deki insanların kavga etmesini istemem. Bırakalım her şey olduğu gibi kalsın” demişti.
İçerdeki casus
Sultan Vahîdeddin sürgüne çıktıkları zaman, Ankara hükümetinin yaptığı muamelenin haksızlığına dikkat çeken beyannameler neşretmiştir. Kısa bir zaman sonra ortalığın yatışacağı ve tekrar memleketine döneceği ümidini taşıyordu.
Malta ve Hicaz’daki hayatı sırasında İngilizlerin saltanat ve yeni Türkiye hakkındaki hakikî niyetlerini anlayınca, hele halifelik kaldırılıp hanedan hudut harici edilince, bu ümidini tamamen kaybetti.
Buna rağmen Ankara, hiç ihtiyaç yokken, padişahın yaşadığı San Remo şehri yakınındaki Cenova’da istihbarat faaliyetinde bulunmak üzere konsolosluk açmıştır. Padişah’ın maiyetindeki Sertabip Reşad Paşa, Tütüncübaşı Şükrü, hatta Zeki Bey Ankara tarafından elde edilmişti. Ankara’ya rapor verirlerdi. Reşat Paşa ve bilahare Zeki Bey utançlarından intihar ettiler. Tütüncübaşı Şükrü, Sultan’ın vefatını müteakip sefalete düştü. Şam’a giderek Şehzade Abdülkerim Efendi’ye kapılandı. Şam’daki Türk konsolos, para mukabilinde Şehzade ve etrafındakiler hakkında rapor vermeye ikna etti. Şükrü bir müddet Ankara’ya rapor verdi.
Yaşa ey şanlı ordu binler yaşa!
Hanedan, kendisine yapılan haksızlığı açıkça dile getirdi. Ama hiçbiri sürgünde iktidarı tekrar ele alabilmek hususunda bir siyasî faaliyette bulunmadılar. Zaten vatanda iken bile zengin ve politik şahsiyetler değillerdi. Bu sebeple böyle bir faaliyet yürütme imkânından mahrumdular.
Saltanat ve hilâfetin kaldırılması, hanedanın sürgünü, zaten müttefiklerin arzusu olduğu için, onlar istemedikçe böyle bir teşebbüse kimse geçemeyeceğinden dolayı, Ankara’nın bu hususta endişe taşıması yersizdi.
Sultan Vahîdeddin’in torunu Hümeyra Hanımsultan, San Remo’da iken, Ankara kahramanları hakkındaki bir marşa dair dedesi Sultan Vahîdeddin ile arasında geçen hadiseyi, bu korkudan ötürü, tersine çevirerek anlatırdı.
Halbuki bir tarih mecmuasına verdiği mülâkatında “Saltanata karşı duygularınız?” sualini şöyle cevaplamıştır, “Şimdi ‘sen nesin?’ diyorlar. ‘Ben royalistim’ diyorum. Ama çok geniş manada, bir restorasyon hevesim olduğundan değil. Benim sempatim kraliyet an‘anelerinedir. (Gülerek) Futbol takımlarını bile öyle tutarım. Hollanda’yı, İngiltere’yi tutuyorum, sırf kraliyet takımı diye. Bunu kimse benim içimden alamaz ki... Ama bugün Türkiye’de cumhuriyetten başka bir şey olacak deseler aklım ermez.”
Siyaset yasağı
Halife Abdülmecid Efendi’nin beyannamesinden fevkalâde rahatsız olan Ankara hükûmeti, İsviçre’ye nota vererek halifenin siyasî faaliyetlerine ve beyanat vermesine engel olunmasını istedi. Halife, İsviçre’de yaşayamayacağını anlayınca, yine siyasî faaliyette bulunmamak şartıyla kendisini kabul eden Fransa’ya geçti.
Ankara, sabık halifeyi kontrol etmesi için, yakında Marsilya konsolosluğu olmasına rağmen, Nice’e bir konsolosluk açtı. Devlet arşivi, buradan gönderilen ve Halife’nin, hakikatte sefalet içinde yaşayan hanedan mensuplarıyla siyasî işler çevirdiği, halifeliği satmak istediği gibi saçma sapan muhtevalı raporlarla doludur.
Halife’nin bir câmi açılışı vesilesiyle Londra’ya gitme ve kralla da görüşme ihtimali işitilince, Ankara, İngiltere hükûmetinin vize vermemesini resmen temin etti. Halife’nin Kudüs seyahati de böyle engellendi.
Korkutan evlilikler
1925 tarihinde şark vilâyetlerini saran Şeyh Said hâdisesi esnasında, Şam’da kendi hâlinde yaşayan Şehzade Mehmed Selim Efendi’nin sınıra uzak bir yere naklini Ankara Fransa’dan istedi. Şehzade, ikinci bir sürgün yiyerek, Şam’dan Beyrut’a nakledildi. Yine Haleb’de yaşayan Şehzade Ahmed Nihad Efendi de Beyrut’a nakledildi.
Cumhuriyet hükûmetinin İskenderiye’deki konsolosluğuna ve Kahire’deki sefaretine, İskenderiye’de yaşayan Şehzâde Ömer Faruk Efendi hakkında “müteyakkız” [uyanık] bulunmaları hususunda Ankara’dan talimat gelirdi. Ömer Faruk Efendi, cumhuriyet hükûmetinin en çok çekindiği şehzâdelerdendi.
Hanedan efradının, bazı Müslüman hanedanlarla yaptığı evlilikler de Ankara’yı her zaman endişeye sevk etmiştir. Zira bu evlilikler, hanedanı, hem siyasî, hem sosyal, hem de ekonomik cihetten güçlendirme ihtimali taşıyordu ki, bu, Ankara’nın en korktuğu şeydi.
Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı Dürrişehvar Sultan’ın, İngiltere’ye tâbi Hindistan hükümdarlarından Haydarâbâd Nizâmı’nın oğlu ile 1931’de yaptığı evliliği Ankara protesto etmiş; Londra, evliliğin siyasî ciheti olmadığı hususunda teminat vererek ortalığı yatıştırmıştı.
Sultan Hamid’in oğlu Âbid Efendi’nin, Arnavutluk Kralı Ahmed Zogu’nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlenmesi, Ankara ile Tiran arasında diplomatik kriz doğurmuştu. Zira Kral’ın çocuğu yoktu ve kız kardeşi, dolayısıyla Âbid Efendi, tahtın vârisi idi. Tiran, bu evlilik sebebiyle, Ankara’ya teminat vermek zorunda kalmıştır.
Mediha Sultan’ın torunu Bahaddin Sami Bey, tercüman olarak İngiliz askeriyesinde memuriyet talep etti. “İngiliz hükûmetinin, Osmanlı saltanatına dönüş ümidi taşıyan bir aileye destek vermesi mahzurludur” gerekçesiyle reddedildi. Çünki Türkiye başvekili Şükrü Saraçoğlu, buna dair İngiliz hükûmetine 1940 tarihinde gayri resmî bir nota göndermiştir.
Sultanları boğdular
Resmî ideolojin hanedana menfi bakışı senelerce değişmemiştir. Sürgün kararının kaldırılmasından sonra bile Türkiye’de yaşayan hanedan ferdleri bu mensubiyetlerini yıllarca saklamak mecburiyetinde kalmışlardır. Mekteplerde, atalarının aleyhinde söylenenler, edilen hakaretler, bu çocukların zihniyetinde sarsıntı meydana getirmiştir.
Cemile Sultan’ın torunu Vildan Hanım, 1930’larda Kızıltoprak Enver Paşa ilk mektebinde iken dillerde dolaşan bir şarkının ‘Düşmanları koğdular, sultanları boğdular’ mısraını duyunca, ağlamaya başlıyor. Sürgün edilen büyükanne ve dedesi gözünde canlanıyor.
Neyse ki hocası insaflı biriymiş ki, bu sınıfta o şarkıyı söyletmiyor. (Memet Fuat, Gölgede Kalan Yıllar) Benzer hâdiseleri Fatma Sultan’ın torunu Resan ve Zekiye Sultan’ın torunu Yasemin Hanım da anlattı; ama onların hocaları insaflı davranmamıştı.
Önceki Yazılar
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024
-
HANEDANIN MALI POLİS NEZARETİNDE YAĞMALANDI!9.09.2024
-
DİKKAT, DÜŞMAN DİNLİYOR!2.09.2024
-
HEYKEL ve İDEOLOJİNİN SESİ26.08.2024