Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

ŞEHZÂDELERİ HAYATA ‘LALA’ HAZIRLARDI

Mum dibine ışık vermez kâidesince, Selçuklu ve Osmanlılarda şehzadelerin terbiyesi, kendinden yaşça büyük, usul-erkân bilir, kültürlü kimselere tevdi edilirdi
29 Temmuz 2009 Çarşamba
29.07.2009

Mum dibine ışık vermez sözü meşhurdur. Bunun içindir ki eskiden âlimler çocuklarını okuması için başka bir âlime göndermiş; hükümdarlar çocukları için lalalar vazifelendirmiştir. Çocuğun ev hâliyle gördüğü babasından istifade edememesi bir yana, vaktiyle büyüklerle çocuklar arasında devamlı muhafaza edilen mesâfe ve edeb kâideleri de babanın çocuğuna faydalı olmasına imkân vermezdi.

Bunun istisnası belki esnaf ve çiftçi çocuklarıdır. Herkesin baba mesleğini yapmak zorunda olduğu bir devirde, bunlar biraz da mecburen usta-çırak münasebeti çerçevesinde babasından hem iş, hem de edeb öğrenirdi. Mamafih esnaf arasında da çocuğunu başka bir usta arkadaşına çırak veren babalar da az değildi.

Şehzâde ve yanında lalasını tasvir eden bir minyatür.

Edep, herşeyden evvel gelir

Orta Asya’daki Türk devletlerinde, hakanların oğulları, devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanlarında yetişirler; sonra devletin sağ veya sol kanadına vâli olurlardı. Bu geleneğe uygun olarak Selçuklu Sultanları da şehzâdelerini terbiye edip yetiştirmesi için yüksek rütbeli memurlar vazifelendirirdi. Buna atabey denirdi. Ata, baba demektir.

Atabey çocuğa hem din, hem askerlik, hem de siyaset öğretir; edeb kazandırırdı. Ayrıca olgun şahsiyeti ile şehzâdelerin hırsını teskin ederdi. Şehzâde eğer bir vilâyete vâli tayin edilmişse, atabey niyâbeten (şehzâdeye vekil olarak) vilâyeti de idare ederdi.

Şehzâde büyüdüğünde de atabey onun müşâviri, veziri, kumandanı olurdu. Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın lalası meşhur âlim ve vezir Nizâmülmülk idi. Tuğtigin, İldeniz, İmâdeddin Zengi, Muzafferüddin Salgur, Gümüş Tigin Candar, Kara Sungur, Aksungur, Anuş Tigin meşhur Selçuklu atabeyleri idi. Selçuklu Devleti zayıflayıp yıkılmaya yüz tutunca, bu atabeyler bulundukları vilâyetlerde müstakil hükümdar hâlini alıp faydalı hizmetler yapmışlardır. Zengîler, İldenizliler, Salgurlular, Eyyübîler esasında hep birer atabeylik idi.


Mümtaz kimseler

Atabeylik müessesesi Osmanlılarda devam etti. Artık atabeylere lala deniyordu. Lala (lâlâ) Farsça’da mürebbi manasına gelen bir kelimedir ve çocuk söyleyişidir. İşini gücünü bırakıp karşısındakinin gönlünü hoş etmeye lala paşa eğlendirmek tabiri kullanılırdı. Bir çocuk, büyüklerine itaatsiz ve küstah davranırsa, lala paşa oyununa çıktı derlerdi.

 Padişahlar şehzâdelerine muktedir kumandanlardan lala tayin ederdi. Yeni doğan şehzâdenin hizmetine usta denilen mürebbîler verilirdi. Bir-iki yaşında sütten kesildiğinde, Enderun’un padişahın hususî kalem müdürlüğünü yapan Hasoda mensuplarından üç ağa vazifelendirilirdi. Subay rütbesindeki bu ağalar, güzel giyinen, güzel konuşan, oturup kalkmasını bilen, edeb ve tecrübe bakımından itimada şâyân mümtaz kişilerdi.

Şehzâde sancakbeyliğine çıkınca, lalası da beraber giderdi. Lalanın, şehzâde üzerinde büyük tesiri vardı. Şehzâdeler, lalasını seçme hususunda mahdut da olsa söz sahibi olabiliyordu. Nitekim Yavuz Sultan Selim, şehzâdeliği sırasında, Trabzon sancakbeyi iken lala olarak gönderilen bazı şahısları, ilim ve edeb bakımından kâfi görmeyip, bir bahane ile geri göndermişti.

Şehzâdenin dairesi, padişah dairesinin küçük bir modeli idi. Şehzâdenin laladan başka, hizmetine bakan ağaları, harem ağaları, câriyeleri vardı. Şehzâdeler, küçükken Enderûn Mektebi’nde okuyanlardan seçilmiş yaşıtları ile oyun oynardı.

Sarayda küçük şehzâdelerin ders gördükleri bir Şehzâdegân Mektebi vardı. Buraya dışarıdan hocalar gelirdi. Haremağalarının kontrolünde idi. Bu mektebin salon ve koridorları çok güzeldir. Duvarları altın yaldızlı nakışlarla ve müzeyyen çinilerle kaplıdır. Yetişkin şehzâdelere, hocaları dâirelerine giderek hususî ders verirdi.

Sultan III. Selim ve Şehzade Mahmud'u tasvir eden bir resim

Sadrazam bile oldular

Osmanlılarda lalalığı ile meşhur olmuş ve sonraları bile bu isimle anılmış çok tarihî şahsiyet vardır. Rumeli’nin ilk fâtihlerinden Lala Şahin Paşa, Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın; Kıbrıs fâtihi Lala Mustafa Paşa, Sultan II. Selim’in; Macaristan serdarı sadrâzam Lala Mehmed Paşa da Sultan III. Mehmed’in lalası idi.

Son asırda hususî lala tayin etmek yerine saray ağaları şehzâdenin terbiyesiyle meşgul olmuş; ayrıca dışarıdan çeşitli hocalar getirtilerek ilim tahsiline itinâ edilmiştir.

Devlet adamlarının yetiştirildiği Enderûn Mektebi’ndeki acemî talebelerin terbiyesiyle meşgul olmak üzere de üst sınıflardan lala tayin edilirdi. Bazen akağalardan da lala tayin edildiği olurdu. Üç-dört acemînin bir lalası olurdu. Aynı lalaya verilen acemîler birbirlerine laladaş derdi.

Acemî dışarı çıkmak, hastalığını haber vermek gibi hallerde bile lalasına müracaat ederdi. Lala, acemînin bilmediği şeyi öğretir, buna “lala divan etti” denirdi. Lala, acemîde gördüğü kusuru ikaz ederdi. Buna da “lala nizam etti” denirdi. Enderunlular, dar yerlerde karşılaştıkları zaman, geçmek için birbirlerinden müsaade isterken “lala destur” derlerdi.

 

Son devirde şehzâde Selim (sağda) ve Şevket Efendiler ve lalaları Şeker Ahmed Paşa

Lalaya müdahale yok

Lala, terbiyesine memur edildiği çocuğun âmiri vaziyetinde idi. Çocuğun tahsil ve terbiyesiyle meşgul olurken, ailesi aslâ müdahale etmezdi. Aksi takdirde lalanın otoritesi sarsılır, çocuğa faydalı olamazdı. Çocuk, lalasının tedbirlerine karşı ailesinden bir yüz bulamadığı için, mecburen lalasını dinleyip iyi yetişmeye bakardı.

Lalalık sadece saraya mahsus değildi. Zenginlerle büyük memurlar, çocuklarının terbiyesi için lala mesâbesinde, bilgisine, edebine, tecrübesine itimad ettikleri kişileri istihdam ederdi. Medreselerde de ileri sınıftaki talebe (danişmend), acemî talebeye (çömez) tahsil ve terbiyesinde yardımcı olur; çömez de usta talebenin hizmetini görür, meselâ çamaşırını yıkar, yemeğini ısıtırdı. Benzer usul bugün Anglo-Saksonlarda da mevcuttur.

Kız çocuklarına lala tayin etmek elbette mümkün değildi. Bunlar tahsile verilmeyip “iyi bir ev kızı” olarak annelerinin gözü önünden pek ayırılmamakla beraber, zaman zaman mahallelerdeki “hoca hanım”lara gönderilerek usul ve erkân öğrenmeleri temin olunurdu.

Şehazdeler lalalarının refakatinde sünnete götürülüyor - Surname-i Vehbi

Ziya Paşa’nın lalası

Ziya Paşa’nın kendi çocukluğu üzerine 1881’de yazdığı bir makalesi vardır. Orada der ki:

“Bizde en mühim iki memurluk yahut insanlık vazifesi vardır ki nedendir bilinmez güya mahsus en kabiliyetsizlere verilir. Onlardan biri çocuk lalalığı, öbürü de kaza müdürlüğüdür. Büyüklerden bir zatın dairesinde biri ihtiyar ve işe yaramaz olunca, büsbütün kovulup uzaklaşmasına gönül razı olmadığından sırasıyla kahveci ve kapıcı yapılır. İkisini de beceremeyince, mahduma lala lazımdı denir, çocuk ihtiyara teslim edilir.

Galata gümrüğünde işini gücünü bilir bir katip olan babam, benimle beraber mektebe gidip gelmek, hem de evin sokak işlerini görmek için 17-18 yaşlarında Ömer adında bir Çerkes köle aldı. Köle, memleketinde hırsızlıkla terbiye olunduğundan, meyve mevsimlerinde beni bahçelere bağlara götürür, kendisi eli yetiştiği meyvelerden çalar beraber yerdik. 6-7 yaşlarındaydım eski kaptan-ı derya Damat Halil Paşa’nın Kandilli üzerindeki Havuzlu Bağı’na gittik. Bağın etrafı dikenli çalılarla çevrildiği için köle delik bulup giremedi. Elindeki sopayla çalıları aralayarak güçlükle bir küçük delik açabildi. Beni soktu. İçeri daldım, üzüm devşirmeye başladım. Meğer Halil Paşa o esnada nişan atmak için oraya gelmiş. Uzaktan beni görmüş. Kavası Ahmet Bey’i göndermiş. Ben dünyadan habersiz üzüm salkımları koparıp, çalı arasından köleye vermekle meşgul iken, ansızın beni kucakladı ve paşaya götürdü. Birkaç tabak üzümü benim önüme sürdü. Onun bu yumuşak davranışı korkuyu utanmayı büsbütün kaldırdı. Hiç aldırmadan yemeye başladım. Kimin çocuğu olduğumu, evimizi sordu. söyledim. Niçin üzüm çaldığımı sordu. Hiç saklamadan anlattım. Benim sadakat ve saflığım besbelli hoşuna gitti. Elime bir hayli para verdi ve Ahmet Bey’e teslim ederek evimize gönderdi. Bu köleyi biraz vakit sonra peder azat edip memleketine gönderdi. Beni de o esnada mektebe verdi, terbiyeme bakmak için de İsmail adında 55-60 yaşlarında bir lala tuttu.

Kayserili yeni lalam, vezirlere iç ağalığı yapmış, çok şey görmüş, dünyayı anlamış, hakikatte pişkin, edip ve evlat düşkünü bir adam idi. Şu kadar ki gece gündüz derdi fikri 5 10 kuruş kazanıp bir gün önce memleketine gitmek ve ömrünün sonunu çoluk çocuğuyla beraber geçirmekten ibaretti para bahsi açılınca her türlü insanlık hissini unuturdu Mesela babamın lalaya ve bana birinci tavsiyesi cami avlusuna gidip çapkınlarla oynamamak iken, her gün mektepten çıkınca arkadaşlarımızla beraber soluğu Süleymaniye Camii avlusunda alırdık. Eğer lala biraz titizlik edecek olursa, babamdan aldığım gündelikten cebimde kalan 20 parayı eline sıkıştırdım. Derhal yüzü gülüp, haydi ben de ikindi namazını kılmadım, sen biraz oyna, ben de namazı kılayım, derdi. Namazdan sonra ekseriya son cemaat yerinde uykuya varıp 1-2 saat beni kendi halime bırakırdı. Sonra döneceğimiz sırada niçin geciktiğimizi şayet babam sorarsa, ikimizin cevabı bir olmak için birlikte bir yalan hazırlardık. 

Lakin bu hal ile beraber lalam beni daima dersime devam ve sınıfındaki çocukların önüne geçirmek için elinden gelen teşvikleri yapmakta kusur etmezdi. Hatta şiir yazmaya başlayışım o adamın hususi gayreti iledir. Bizim lala şiiri pek severdi. Hatta kendinin yazısı güç okunur olduğu halde, Aşık Ömer ve Gevheri’den hatırında kalan beyitleri yerli yersiz sıra getirip okur, ara sıra kendi de kıta ve gazel gibi şeyler düzer ve vezinli olanları da bulunurdu. Mektebe İsa Efendi adında bir Farsça muallimi tayin edilmişti. Lakin benim mektebe gönderileceğim vakit babam merhumdan, sakın olmaya Farsça okuyasın, zira her kim okur Farisi, gider dinin yarısı, diye almış olduğum nasihat kulağımda küpe olduğundan, Farsçaya heves şöyle dursun, okuyanlara dinsiz gözüyle bakardım.  Lalam bu hali biliyordu. Gizlice bana Farsçanın her şeye lazım olduğunu, dine dokunmaksızın okunması mümkün idüğünü ve her Farisi okuyanın dinsiz olmayıp, hatta İsa Efendi pek dindar bir adam olduğunu ve kendisi bile vaktiyle okuyamadığına nadim olup şimdi elinden gelse ak sakalıyla okuyacağını, eğer ben okumaz isem, imtihan vaktinde arkadaşlarından geri kalacağımı. babamın bana böyle demesi, kendinin Farisi anlamadığından olmakla, eğer ben şimdi ondan gizli öğrenecek olursam, hem babamı geçmiş, hem de imtihanda birinci çıkıp onu memnun etmiş olacağımı, öyle bir dil ile anlattı ki, artık Farisi okumayı iyice zihnimde kararlaştırdım. O hafta derse başladım

Bir gece lala beraber karşılıklı oturup el değirmeni ile bulgur öğütmekle meşgul idik. Değirmeni çevirirken sıra bana geldi. Ben çevirirken gördüm ki lala gözlerinden yaş döküp durmadan ağlıyor. Sebebini sordum. Sen daha çocuksun, anlamazsın, dedi. Israr ettim. Nihayet aciz kalıp, bu değirmen kendi diliyle ne diyor, biliyor musun, dedi. Ben değirmenin lakırdı söylediğini o vakte kadar hiç işitmediğimden hayretle lalanın yüzüne baktım. Aman değirmenin ne lakırdı ettiğini bana söyle diye tutturdum. Lala derinden bir ah çekip, evet, değirmen söyler ve bizden daha açık ve makul söyler, fakat onları işitmeye kulak ister. İşte bu değirmen kendi diliyle diyor ki, ey gafiller, gözlerinizi iyice açın, bana iyi bakın. Zira ben bu dünyanın bir misaliyim. Bana koyduğunuz buğdaylar da dünyaya gelen insanların aynıdır. Konulan taneleri ben iki taşın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufalarım. İstenilen hale geldiklerinde ki bulgur olurlar, onları dışarı atarım. Yeni gelenlerle meşgul olurum. Nihayet dünya dahi kendine gelen insanları yerle gök arasında türlü belalar ve imtihanlar ile ezip geçirip kemale, yani her şahıs kendine mukadder olan hale geldikte mezara gönderir. Diğerleriyle meşgul olur. Hatta bu mana üzerine şöyle de bir şiir aklıma geldi, dedi. Âsiyâbı devreden ahenge nazar kılmışım mısraı ile başlayan birkaç beyit okudu.

Ben bu sözün manasını anlayacak yaşta olmadığından, değirmenin böyle güzel söylemesinden ziyade, lalanın olgunluğuna hayran oldum. Farisi okumaya zevk ve hevesim bir kat daha arttı. Bana şiir öğretmesini rica ettim. Şiir dedikleri bazı kullara mahsus bir Allah vergisidir, uğraşmakla, okumakla olmaz. Eğer Allah sana da mukadder etmiş ise şair olursun ve illa hiçbir vesileyle bu şerefe kavuşamazsın, dedi. Bunu işitir işime işitmez güya içinde küllenmiş bir ateş kümesi varmış da körüklenmiş gibi kendimde bir galeyan hissettim. Ayakta duracak gücüm kalmadı. Değirmeni bıraktım. Ağlayarak lalanın boynuna sarıldım ve şiir nasıl söylendiğini mutlaka bana öğretmesi için yalvardım. Lala aşk adamı ve bağrıyanık bir kimseydi. Bana acıyan bir bakışla ve gönlünü okşayarak, sen de bu aşk ve heves oldukça, umarım ki şair olursun, dedi. Şiir denilenin adeta söz olmayıp, fakat vezin ve aruz dedikleri ölçülere uygun olmasını, mısraların sonu birbirine uymak lazım geleceğini bildiği kadar tarif etti. Sonra, madem ki şiire hevesin var, ilk manzumenin mübarek olsun diye bir na’t-ı nebeviye (peygambere medhiye) olsun. Hadi bu gece çalış, o yolda bir şey yazıp yarın bana göster. Uymayan yerleri düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun, dedi ve şiirin mısraları sonunda ya resulallah kelimelerinin tekrarlanmasını tavsiye etti.

Ben o sevinçle merdivenleri dört el ile çıkarak odama koştum. Kapıyı kapadım. Önüme bir tabaka kağıt koydum. Hemen kalemi elime aldım. Güya zihnimde yığılmış kalmış birçok şeyler yazacaktım. Düşün bire düşün, aklıma bir şey gelmez. Vezin nerede, aruz nerede, adi kelimeler bile güya bizi tutup da zorla vezne sokacak korkusuyla sanki zihnimden kaçardı. Velhasıl hatırıma hiçbir söz getiremedim. Böylelikle sabah oldu. Gözüme bir an uyku girmedi. Nasıl olursa olsun dedim, kağıda birkaç satır saçma sapan şeyler yazdım. Fakat satırların sonlarına ya resulallah redifini ilavede kusur etmedim. Bunları birkaç yüz kere tekrar tekrar okudum ve zihnimde hepsini vezinli ve pek ala buldum. Lakin mana hiç hatırıma gelmedi. Ortalık ağarır ağarmaz sevinerek lalanın odasına koştum. Henüz yatağından kalkmış, abdest alırken yakaladım ve işi başarmışcasına kağıdı eline tutuşturdum. Lala bir kere gözden geçirdi. Kağıdı yine bana verdi ve gülümseyerek, bu da fena değil, ama şiirde vezin, her satırın ölçüleri birbirine uygun olmak demektir. Bunun ise kimisi failatün kimi müstef’ilün olduğundan başka, hiçbirinden bir mana çıkmıyor. Kelimeler birbirine dargın öküz gibi bakıyorlar. Halbuki şiirde vezin ile beraber mana da şarttır. Sen yine bunu sakla. fakat bu gece dediğim yolda söylemeye çalış, yarın göreyim, dedi. O zaman ben de şiirimi tekrar okudum. Lalamın dediği kusurların hepsini gördüm. Ertesi gün yine sabahlara kadar uğraşarak bir şeyler yazdım. Lala kağıda göz gezdirirken benim yüreğim oynadı. Her nasılsa bu defa beni kucakladı. Aferin artık şair olacağına şüphem kalmadı dedi. Bu sözler benim içimdeki heves ateşini yelpazeledi.

İşte eğer Çerkes köle bizde kalıp da ben onunla daima düşüp kalkmış olsaydım, başı açık bir hırsız olmasam da, mutlaka dürüst görünüşte hırsızlardan biri bulunurdum. Eğer lalanın iyiliği üstün gelmeyip de yalnız para koparmaya bakıp beni kendi halime bıraksaydı, ben şair olmadıktan başka, baldırı çıplak bir tulumbacı olurdum. Ah eğer İstanbul’daki lalaların hepsi bizim İsmail Ağa’ya benzeseler, yine çocuklara ne mutlu. Eğer olgun bir insan olmazlarsa da, bari şair olurlar.”

Bütün bunlara rağmen Ziya Paşa “Ah ne olurdu vaktiyle bir iyi terbiye görmüş ve dünya hallerini zamanıyla bilmiş olsaydım. Ah ne olurdu Rousseau gibi bir lala elinde büyüseydim” demekten kendini alamaz. (Hayat Tarih Mecmuası, Haziran-Temmuz 1975)