Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

SÜPÜRGE EKMEĞİ, FRANCALA ve İTTİHATÇILAR

Harb esnasında halk kalitesiz resmi savaş ekmeğini sürekli artan fiyatlarla yerken, hususi bir fırın, iktidardakiler için pişirdiği hususi francalayı aynı fiyata satar; aradaki farkı devlet öderdi.
19 Şubat 2024 Pazartesi
19.02.2024

Meşrutiyet devrinde İttihatçılara bir şekilde bulaşıp da makam ve servet sahibi olmayan kimse yok gibidir. Talat Paşa gibi şahsî servet peşinde gözükmeyenler bile, çevresindekilerin yolsuzluğuna göz yummuş, hatta yol açmıştır.

İstanbul şehremini Cemil Topuzlu Paşa, hatıralarında harb-i umumi esnasında Talat Paşa’nın, kendi adamlarından pahalıya un alınmasını istediğini, belediye zarara uğramasın diye de ekmeğe zam yapılmasını istediğini anlatır.

Böyle birini Ziya Gökalp, “Türk tarihi gibi namus heykeli/Hiçbir zaman sarsılmayan bir kalbsin/Sen olmasan öksüz kalır bu millet” diye övmüş; öldürüldüğünde ayakkabısı delik diye namus timsali olarak tarihe geçirilmiştir.

Halbuki Talat da dahil olmak üzere İttihatçılar, Alman bankalarına büyük meblağlar yatırmıştı. Harbden sonra markın kıymeti binlerce defa düşünce, bu servet erimiştir. Buna rağmen yurt dışında yaşayacak, hatta siyasi faaliyet yürütecek sermayeleri hep olmuştur.

Sadrazam Talat Paşa, İaşe Nazırı Kara Kemal, Halil Menteşe ve Enver Paşa
Sadrazam Talat Paşa, İaşe Nazırı Kara Kemal, Halil Menteşe ve Enver Paşa

En becerikli spekülatör

İttihatçı gazeteci Ahmet Emin Yalman, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye kitabında anlatır: “Harb sırasında hükümet, kendilerini destekleyen kişilere piyasa fiyatının çok altında çeşitli gıda maddeleri temin etme müsaadesi verdi. Halk açlıktan ölürken, İttihatçılar müsrif ve şaşaalı hayata devam ettiler.

Harb sırasında hükümete yakın kişilerin vagon ticareti ile yaptığı vurgunlar dile düşünce, İttihat ve Terakki Fırkası toplandı. Bu servetin İttihatçı taraftarlarının meşru şekilde kazanılmış şahsi gelirleri olduğunu beyan etti. 

Halk mısırdan yapılmış kalitesiz resmi savaş ekmeğini devamlı artan fiyatlarla yerken, hususi bir fırın, harb müddetince nâzırlar, üst düzey bürokratlar ve nüfuzlu siyasiler için kaliteli ekmek imal etti. Bu ekmek, maliyetinin çok altında resmi savaş ekmeği fiyatına satıldı. Aradaki farkı devlet ödedi. Buna rağmen, Talat’ın sofrasında halk ekmeği yediğini propaganda etmişlerdir.

Hilal-i Ahmer (Kızılay) reisi Celal Muhtar, harbin uzun süreceğini tahmin etti. Tüm kaynaklarını yiyecek ve ihtiyaç maddelerinin depolanmasına sarfetti. Bunların fiyatları birkaç yüz misli arttığı için Hilal-i Ahmer en becerikli harb spekülatörü oldu.

1915’te Çanakkale’den her an düşmanların geçmesinden korkulduğu bir zamanda, İttihatçı bürokrat ve nazırların, istiflerini bile bozmadan şık kulüplerde günlük poker ve bilardo partilerine devam ettiklerini Amerikan sefaretinden Lewis Einstein anlatıyor (Inside Constantinople).

1918’de insanlar açlıktan kırılırken, İstanbul’dan Batum’a tek bir seyahat için Enver Paşa ve maiyetinin yemek masrafı 32.000 dolar tutuyordu. Harb sırasında yüksek rütbeli kumandanlar, cepheleri hususi lüks trenlerle büyük bir ihtişam içinde ziyaret ediyor; bu da ayağı yalın, sırtı çıplak, karnı aç askerlerin içinde bulundukları perişan vaziyetle büyük bir tezat teşkil ediyordu.” 

Cephede ekmek
Cephede ekmek

Benim vatanım cebimdir!

Samiha Ayverdi anlatır: “İstanbul öylesine açtı ki vesika ile halka verilen ekmek, öğütülmüş mısır koçanı ve süpürge tohumu içine karıştırılmış terkibi belirsiz bir undan yapılmakta idi. Kabuk tutmadığı için doğrudan fırına salınamayan bu halîta [karışım], tepsilerde pişiriliyordu.

Sofralara adeta ıslak bir hamur olarak konan bu ekmek, ertesi güne, hatta akşama kaldığı zaman darı gibi tanelenip dökülüyordu. Mamafih halk öylesine açtı ki, açıktan bir vesika kuponu tedarik ederek bir miktar daha bulabilmek için muhtarlara başvurmasına ya da kapı kapı dolaşarak kupon aramasına rağmen eli boş dönenler çoklukta idi.

Enver Paşa’nın Hasene isminde güzel bir ablası vardı. Halazadem ile de ahbaplık ederdi. Babam da kocasını [Miralay Nâzım] tanırdı. Bu adam, ortada har vurulup harman savrularak yağmalanan milli servet ve milletin hakkından kendisine büyük paylar çıkaran bir kimse idi.

Bir gün babam dayanamamış, ‘Nâzım Bey, memleket her bakımdan inim inim inlerken biraz da vatanını düşünsen ya!’ demişti. ‘Aman Hakkı Bey ne diyorsun sen, vatan benim cebim’ diyerek telaşla elini cebine vurmuştur.” (Bağ Bozumu, 52, 56, 59)

Enver Paşa Yalısı
Enver Paşa Yalısı

Servet = Güç

Basit bir yol ustası olan babasını evvela bey, sonra paşa yapan Enver’in zenginleşmesi ayrı bir hikayedir. İktidar değişikliğinde baş rolü oynadıktan sonra, servetin ehemmiyetini iyi bildiği için, zengin bir kızla evlenme derdine düştü. Arkadaşı Ahmed Rıza Bey’e yazdığı mektupta bunu açıkça ifade etti. (Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa)

1911’de Naciye Sultan ile evlenmeyi becerdi. Yeni evliler kışın Nişantaşı’ndaki Ferid Paşa Konağı’nda, yazın Kuruçeşme’deki yalıda oturdular. Mediha Sultan’a ait iken Enver buraya el koydu ve kompleksini tatmin için, Naciye Sultan Yalısı değil de Enver Paşa Yalısı denilmesini istedi. Burası bir ara imparatorluğun idare edildiği yer olmuştur.

Çeyizi amcasına yaptırıldığı için, Naciye Sultan’ın elinde 6 bin lirası vardı. Enver, bunun ve ayrıca Viyana’da Hilmi Paşa vasıtasıyla sattırdığı Sultan’ın mücevherlerinden elde edilen paranın üzerine ekleyerek Sarıyer’de Abraham Paşa Korusu diye maruf araziden Bilezikçi Çiftliği’ni Cihan Harbi başlarında 15 bin liraya satın aldı. Bu hâdise çok dedikodu doğurdu.

Bilezikçi Çiftliği
Bilezikçi Çiftliği

Bir ada düğünü

Samiha Ayverdi anlatır: “Muharebelerin en kanlı ve hezîmetlerin artık saklanamaz hale geldiği günlerden bir gün, İstanbul muhteşem bir düğün sefasının haberiyle çalkalanır oldu.

Almanların sahte putu ve Cermen menfaatlerinin gafil kuklası Enver Paşa, kız kardeşlerinden Mediha Hanım’ı, Kâzım Bey isminde genç bir zabit ile evlendiriyordu [Cumhuriyet devrinin genelkurmay başkanı Kâzım Orbay].

Düğün Büyükada’nın Yat Kulübü’nde yapılacaktı. İktidarın ve İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenleri ile Merkez-i Umumî’nin taçsız sultanları, Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya şirin görünmek için hediye yarışında rekabet ederek düğüne hazırlanmışlardı. Hazırlıkları da gerçekten boşa çıkmamıştı. Zira düğün tahminlerinden de muhteşem oldu.

Tatlısı ile tuzlusu ile, şerbetleri, dondurmaları ile, Tokatlıyan’da hazırlanan düğün yemekleri, sallarla [motorların çektiği dubalarla] Ada’ya taşınmış ve eğlencelerin dedikodusu yalnız Büyükada’yı değil, İstanbul’u yerinden oynatmıştı. Aç, fakat kibar İstanbul, kendisine revâ görülen bu hakareti de hazmetti. Ama konuşmadı değil, konuştu. Hem öylesine konuştu ki, çizgilerini adeta tarihin hafızasına kazıyıp nakşetti.” (Bir Dünyadan Bir Dünyaya, 124-125)

[Ailenin sonu ibretliktir. Oğulları Haşmet, babasından aldığı bilgileri bir doktor vasıtasıyla Ruslara satardı. Rusların verdiği parayı paylaşmada anlaşamayınca, doktoru öldürdü (1945) Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, suçu üstlenmesi için birini tuttu. İş ortaya çıktı. Vali intihar etti, Kazım Orbay vazifesinden ayrıldı.]

Kazım Orbay ve muhterem kayınbiraderi
Kazım Orbay ve muhterem kayınbiraderi

Hürriyet kahramanının çiftliği

Arnavutköy’ün Şahintepe, Kayabaşı, Şamlar, Güvercinlik ve Altınşehir’i içine alan kısmına eskiden Azatlık denirdi. Üzerinde Şamlar Baruthanesi bulunur, burada çalışan Ermeniler yaşardı. “Hürriyet Kahramanı” Resneli Niyazi burasını hazine-i hassadan ele geçirip halkını sürdü. Toprağı sahiplendi. 1950’ye kadar Resneliler Çiftliği diye bilindi. Son sahibi 1952’de ölünce varisler arasında taksim edilip parsellenerek satıldı. Yerine modern siteler inşa edildi.

Samiha Ayverdi anlatır: “Komşumuz Evrenoszade Şehime hanımefendinin konağı asker işgalinde idi. Evimizin karşısına düşen müştemilatında ise gene ordunun beylik atları bulunuyordu. Ama şahıs malı cins atlar vardı ki bunların sahibi olan bir binbaşı hemen her gün hayvanlarını görmeye gelirdi.

Binbaşının atlarını dolaşmaya gelişinde bir fevkaladelik yoksa da bizim için günün meraklı hadiselerinden sayılırdı. Bizi dışarıdan göstermeyen pencere kafeslerinin mahremiyeti arkasından, binbaşının eliyle atlarına kesme şeker yedirdiğini seyrederdik.

Annemin hasta büyük annemiz için okkasına 5 altın vererek bir harp zengininden satın aldığı şekeri bu adamın atlarına ikram edişi, biz çocuklar ve gençler için gerçekten görülmeye değer bir hazin manzara idi.” (Ne İdik Ne Olduk, 132)

Resneli Niyazi
Resneli Niyazi

Trajikomik bir anekdot

1932-1948 arası deniz hastanesinde vazife yapan Dr. Salah Sun anlatıyor: “Cihan Harbi’nden evvel o zamanki sıhhiye reisi paşa, Almanya’ya bahriye hastanesi için 8 bin altın liralık ilaç ve malzeme ısmarlamıştı. Bu tahsisattan, kendi şahsı için de sofra takımları gibi kıymetli eşyalar sipariş etmişti.

Ancak sandıklar gümrük kontrolünden muaf olduğu halde, her nasılsa yanlışlıkla açılmış ve birçoğunun içinden bu lüks eşyalar çıkınca, işten haberdar olan reis paşa, eşyaları mecburen hastanenin demirbaşına kaydettirmek mecburiyetinde kalmıştı.” (Samiha Ayverdi, Hâtıralarla Başbaşa, 59) O zaman hastanede vazifeli bulunan ve hadiseye şahit olan Dr. Sami Mortan Bey, bu hadiseye dair bir de hicviye yazmıştır.

Haberim yoktu

Harb esnasında Padişah’ın ağzından yazılmış ve halk arasında gizlice yayılmış bir şiir vardı. İttihatçıların yolsuzluklarından bahseden şiirde, Hayri dessâs (Entrikacı Hayri) sözü ile vakıfları tarumar eden Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri kastedilir (İsmail Hami Danişmend: Tarihî Hakikatler, I/180).

Milletin emdi kanını döndü o Enver domuza,
Şevket ü kudret-i şâhânemi çekti omuza
Çıkası gözlerini dikti bizim postumuza

Dönmeler Talât’ı da yendi kumar bezminde
Bitti haysiyet-i mâliye cihan nezdinde
Millet ekmek diye toprak yedi, lâkin zinde

Hele ol Hayri dessâs mefâsid-i girdâr
Etti evkâf-ı hümâyunumu paymâl-i hasar
Eyledi Bâb-ı Meşîhat’te de bir hayli mazar

Kanlarına işlemiştir

Hüseyin Rahmi alayla anlatır: “İttihat ve Terakki idaresinin inkâr olunamaz bir gayreti, bir kadirşinaslığı, hazeleperverliği (kalleş severliği), efendiliği vardır. Çevirdiği tezvirat dolabının koluna yapışanları korur, gözetir, çapulculara gark ve bazen tövbe yoksulu olmak derecesinde ihya eder. Hiçbir idare bendelerini, gözdelerini taltifte bu mertebe-i iğnâya (derece aşırılığa) varamamıştır.

İşte bu sebepledir ki mensupları onun uğruna kul kurban olurlar. Hatta bugün cemiyet çürüyüp dağıldıktan sonra, onun kurmuş olduğu menfaat ağının kördüğümleri içinde kalmış olanlar, ne tarafa dönmek isteseler, bütün bu rabıtalarını kırmak mümkün olmaz. O büyük velinimetlerine söz söyletmezler.

Çünkü damarlarında dolaşan kanları, kuvvetini, hayatını oradan almıştır. Her biri bir suretle onun ebedi minnettarı ve şükürgüzârıdır. O sayede ne tulumbacılar, efendi, bey, paşa, nazır, mebus oldular. Ne hiçler adam sırasına geçtiler. Ne kanlı katiller cezadan muafiyet imtiyazıyla serefrâz (baştacı) oldular.

Masumları ezmek, haydutları yükseltmek, kabahatsizlere ceza etmek, kabahatlileri mükafatlandırmak cemiyetin baş düsturuydu. Hasan Sabbah’ın haşişi gibi, onun mayasında, mahiyetleri değiştiren bir iksir vardı. Bedhah (kötü niyetli) bir manyetizmacı gibi gözleri, vicdanları, basiretini bağlardı. En insaniyetperver, namuskâr, afif (iffetli) adamları, ahlak uçurumlarına sürüklerdi ve nasıl ki sürükledi.

İttihatçıların hepsi insaniyetten bî-nasip, vicdansız kimseler değildir. Buna şüphe yok. Fakat nasıl oldu da bu erbab-ı fazl ve irfan, bilâ-itiraz ve lâ-muhakeme dört beş katilin peşlerine takılarak izlerinden gitmek günah-ı kebâirini işlediler? Bu kanlı yolun varacağı neticeyi göremediler?” (Hakka Sığındık)

Huylu huyundan vazgeçmez

Bu ekip sonradan Ankara hareketine sızmış, eski alışkanlıklarını orada da devam ettirerek bunu bir cumhuriyet ananesine dönüştürmüşlerdir. Falih Rıfkı, Çankaya’da der ki: “Atatürk’ün basit itaatçılar dışında, iki türlü takımı olmuştur: İnkılâpçı idealistler, insanî ve siyasî zaaflarını haksızlık veya menfaati için sömürmekten başka bir şey düşünmeyen türediler!” (s. 386) Bunların bilhassa Ankara’nın kuruluşu esnasında yaptıkları arsa spekülasyonlarını Bir Şehir Yapmak adında müstakil bir bahiste anlatır.

Lord Kinross, Gazi’nin yarı resmi biyografisinde der ki: “Atatürk’ün çevresindeki bazı sefahat düşkünü ve çoğunlukla ahlaksız adamlar sadece iki şey peşinde koşarlardı: Para ve mevki. O da ağızlarını kapatmak için, kendilerini inşaat işlerinde serbest bırakır, sanayi girişimlerinde biraz çalıp çırpmalarına göz yumar ve ortada bir skandal tehlikesi belirmedikçe, varlıklarını hangi yoldan edindiklerini inceden inceye araştırmazdı.” (Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s.730-731)