TÜRKLER, ARAP BELDELERİNİ NASIL KAYBETTİ?
Her şey hükümeti eline alan İttihatçıların Tetrîk (Türkleştirme) ve gayrı Türk unsurlara baskı politikasıyla başladı. İktidardaki sacayağının biri Cemal Paşa, Mayıs 1915’te fevkalâde salahiyetlerle Suriye Vâlisi oldu.
Kendisi de bir İttihatçı olan Arap milliyetçisi Şekib Arslan der ki, “Hükümet, müstebid Cemal Paşa’yı vali yapmakla hem ona, hem Araplara, hem de Türklere yazık etmiştir. İktidar gözünü döndürdü. Dalkavuklar kibrini azdırdı. Bu da gözünü kamaştırdı. Zulmünün sınırı yoktu.” (Sürgünde Üç Ölüm)
Milliyetçi yaftası vurduğu kişileri idam ederek halka gözdağı vermek istemesi, Arap halkı üzerinde tatbik ettiği siyasi ve sosyal baskı yanında, harbin doğurduğu ekonomik zorluklar, kıtlık ve açlık, halkı Türklerden nefret ettirdi.
Araplardan kavmiyetçi olanlarla Modernist İslâmcılar zaten Osmanlı hilafetine soğuktu. Ama bunların sayısı azdı. Jön Türk icraatları, çok Arabı buraya itti. Sıradan insanlar, ülkeler ve halklarla, bunların başındaki muhteris diktatörleri birbirinden ayıramaz.
Halkın bir kısmı ve onların hissiyatına tercüman olan muhtariyet veya istiklal taraftarı cemiyetler Türklerden ümidini kesti, başının çaresine bakmanın yollarını aramaya başladı. Halkın bir kısmı, bu işlere karışmayıp beklemeyi münasip gördü. Hristiyanlar ise harbi müttefiklerin kazanıp kendilerini Jön Türk zulmünden kurtarması için dua etmeye başladılar.
Bu tarihte zaten epeydir neredeyse müstakil hâle gelmiş olan Afrika’daki Arap beldeleri, Cezayir, Tunus ve Mısır sömürgecilerin eline düşmüştü. Hindistan yolundaki Aden’e çöreklenen İngilizlerin desteklediği Yemen’deki Şii isyanlarına hükümet mukavemet ediyordu. Sultan Hamid’in diğerleri gibi olmasın diye merkeze sıkı sıkı bağladığı Libya, İttihatçı gafletiyle elden çıktı. Yine de Türklerin elinde Arabistan, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin kalmıştı.
Dinleyecek kulak
Son Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları, yüksek dereceli Osmanlı bürokratlarından idi. Bilhassa Şam Vâlisi Cemal Paşa’nın hukuka, dine, insan haklarına aykırı, keyfî icraatlarından dolayı hükümeti ikaz etti.
Kulak asan olmayınca iki beyanname ile vaziyeti dünyaya duyurdu. İttihatçı hükümet, bundan uyanacak yerde, Şerif’i asi ilan ederek, üzerine asker sevketti. Kanal harekâtına iştirak ederek asker gönderdiği bir esnada isyancı pozisyonuna düşürüldü.
Araplar arasında bir istiklal mücadelesine liderlik edebilecek karizmaya sahip tek kişi olan Şerif, Arap toprakları üzerinde Hâşimî İslâm İmparatorluğu kurmaya teşebbüsten başka çare olmadığını anladı. 10 Haziran 1916’da üç oğlu ile beraber istiklal bayrağını kaldırdı.
Böylece halkı hem İttihatçıların zulmünden hem de harb kaybedilirse başka felaketlerden kurtarmış olacaktı. Mamafih Arapların hepsi onun davetine müspet cevap vermedi/veremedi. Cihan Harbi’ndeki Türk ordusu mevcudunun % 30’u Araptı.
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, İttihatçı sempatizanı olduğu halde, ihtilalin İngilizler yüzünden değil, Türklerin Araplara kaba davranışları yüzünden çıktığını söyler. Araplar, Türkleri arkadan vurmadı. Kimse kimseyi arkadan vuramaz. Vurduysa, kabahat vurulandadır: 1-Gafletinden, 2-Vuranı o hâle getirdiği için.
Denize düşen
Her çeşit siyasi faaliyet için İngilizlerle ters düşmemek lazımdı. Onlar da bu bulunmaz fırsatı kaçırmadılar. Mısır’daki mümessilleri McMahon vasıtasıyla Şerif’in projesine sıcak baktıklarını söylediler, hatta başta biraz da yardım ettiler.
Denize düşen yılana sarılır. Ama İngiltere, bu toprakları bir yandan da başkalarına söz vermişti. Filistin, borç para ve patlayıcı madde için lazım olan aseton imali mukabili Siyonistlere vadedilmişti. Suriye müttefik Fransızlara, Arabistan ise İbnüssuud’a peşkeş çekilmişti. Londra’nın bu riyakarlığı, İngilizlerle bedeviler arasındaki irtibatı yürüten meşhur sanat tarihçisi/istihbarat subayı Lawrence’ı bile iğrendirmiştir.
Şerif muvaffak oldu. Hicaz, Irak ve Ürdün adında birer devlet kuruldu. Başına da Şerif’in üç oğlu geçti. Filistin’de İngiliz, Suriye’de Fransız manda rejimi kuruldu. İngilizler Ürdün ve Irak’tan da tam manasıyla çekilmedi. Bugünki Ürdün hanedanı Şerif’in soyundandır.
Bir hiç veya çok şey! için Almanlarla ittifak yapıp adına cihad-ı ekber diyenler, İngilizlerle ittifak yaptı diye Şerif’i suçlarlar. Hürriyet ve istiklal mücadelesini kendileri için şerefli bir hak olarak görür, başkalarından esirger, hatta onları hainlikle itham ederler. Hainlik, nereden bakıldığına göre mana kazanan bir yaftadır.
Meşru padişah/halifeye isyan edip tahttan indiren, ailesini sokağa atan, mallarına konan, böylece Türkleri arkadan vuran nice Jön Türk, yeni devirde kahraman sayılmışken, kendince meşru bir dava için ayaklanan Şerif’e hain demek trajikomiktir.
Mekke Şerifi yapan kim?
16 senedir İstanbul’da yaşayan Şura-ı Devlet azası Şerif Hüseyin’i Mekke Şerifliği’ne Sultan Hamid tayin etti. İttihatçı zihniyetli bazı yazarlar, Padişah’ın Şerif’e itimat etmediğini, hatta bu sebeple İstanbul’da tutmaya itina ettiğini söyleyerek onu bu cihetten gözden düşürmeye çalışırlarsa da doğru değildir.
Bu dedikoduyu, Şerif’in rakibi ve İttihatçıların adamı olan Şerif Ali Haydar çıkarmıştır. Halbuki Şerif Hüseyin ailenin en yaşlısı sıfatıyla hakkı olan bu makama getirilmiştir. Şerif’in Kıbrıs’ta sürgünde iken, güya Raif Denktaş’a yaptıklarına nedamet getirdiğini söylemesi de doğru değildir.
Şerif İngilizlerin adamı olsaydı, İngilizler onu sürmezdi. Sultan Vahideddin ve Şerif Hüseyin, benzer kaderi paylaşmış; Ortadoğu’daki İngiliz politikasının önünde engel teşkil ettikleri için tasfiye olunmuşlardır.
Sükse adına tahrif
Gerek Şerif Hüseyin’in beyannamelerinde, gerekse 1908 Osmanlı meclisinde Mekke mebusu ve bilahare Ürdün Meliki olan oğlu Abdullah’ın Türkçe’ye de tercüme edilen hatıralarında, Şerif ve ailesinin, Sultan Hamid’e ve Osmanlı hanedanına samimi bağlılığını anlamak mümkündür.
Kitabın adı Müzekkirâtî, yani Hatıralarım iken, yayınevinin sükse yapmak için emanete hıyanetle, Osmanlıya Neden İsyan Ettik diye neşretmesi herkesi yanıltmaktadır.
Müzekkirâtî’den başka, Ali Allawi’nin Irak Kralı I. Faysal kitabını okumalıdır. Hatta Naci Kıcıman ile Feridun Kantemir’in Medine Müdafaası adıyla basılan iki Türkçe kitabını insafla okuyanlar, Şerif’in niyetini ve olup bitenleri gayet iyi anlarlar.
Lawrence’ın Seven Pillars of Wisdom adıyla 1926’da neşredilen hatıraları ibretliktir. Mamafih Willy Bourgeois, Türkçe'ye de tercüme edilip 1967'de basılan Lawrence kitabında, kendisini bu işlerdeki rolünü mübalağa eden bir şarlatan olarak vasıflandırır.
Arap ihtilali hakkındaki vesikaları, Mahmud Yunus el-Abbâdî, Evrâku’l-Mağfurin Leh eş-Şerîf Hüseyn bin Ali adıyla 2020 senesinde Amman'da neşretmiştir. Türkiye’de bu mevzuya dair yazılan kitapların hemen hepsi - Hasan Kayalı’nın Jön Türkler ve Araplar kitabı gibi birkaçı hariç- resmî ideoloji istikametinde, taraflı ve tahrifkâr olarak kaleme alınmıştır.
Son perde
1917’de Türklerin elinde sadece Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak kalmıştı. Çanakkale’den sonra Türkleri bir müddet rahat bırakan İngilizler, bu tarihte şarktan ve garptan sıkı bir hücuma giriştiler. Irak ve Suriye cephesi kısa zamanda çöktü. İttihatçılar artık Bakü’yü Bağdat’tan daha mühimsiyordu. Arap beldelerini çoktan gözden çıkartmıştı.
Bir tarafta Bağdat ve Musul; beri tarafta Gazze, Kudüs ve Şam düştü. M. Kemal Paşa’nın kumandanı olduğu Suriye cephesinde on binlerce asker silah atmadan İngilizlere esir düştü. Bütün Arap beldeleri, düşman tarafından işgal edildi. Şerif Hüseyin olmasaydı, vaziyetleri Anadolu’dan kötü olurdu.
Mağlubiyetin ardından İttihatçılar iktidardan düşünce, Osmanlı hükümeti, işgal altındaki Arap topraklarına, eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki Macaristan’ın statüsü gibi halife/sultanın hâkimiyeti altında geniş bir muhtariyet verilmesini; Hicaz ve Yemen’e ise hilâfete merbut istiklâl tanınmasını teklif etti.
Bunlarda mahdut miktarda muhafız kıtası bulundurulacaktı. Osmanlı bayrağı dalgalanacak, adalet sultan namına icra edilecek, paralarda sultanın isminin bulunacak, vakıfların eskiden olduğu gibi devam edecekti.
Böylece, işgal edilen toprakları kurtarmak ve imparatorluğu toparlamak mümkün olabilirdi. Osmanlı hükümeti, hilafet vasıtasıyla İslâm âleminin birliğini muhafaza etmek istiyordu. Sultan Vahîdeddin, Mondros’a giden heyete de bu istikamette talimat verdi. Damat Ferid Paşa, Paris sulh konferansında yine bu teklifi tekrarladı.
Bu proje, başta İngiltere olmak üzere müttefik hükümetlerin hoşuna gitmedi. Artık müttefiklerin Osmanlı Devleti’nin istikbali hakkındaki planları değişmişti. Mustafa Kemal Paşa, harb esnasında İngiliz mümessilleriyle yaptığı görüşmelerden bunu anlamış, çok sayıda Türk yaşadığı halde, Arap vilayetlerinin muhafazasını hiçbir zaman düşünmemiştir.
Kırmızı-siyah-yeşil-beyaz
1918 ve sonrası eski Osmanlı topraklarında kurulan Arap devletlerinin bayraklarında 1916 Arap istiklal mücadelesinin sembolü olan siyah, kırmızı, beyaz ve yeşil renkler bulunur.
Siyah, Abbasileri, kırmızı, Araplığı, yeşil Müslümanlığı ve beyaz da istiklali sembolize eder. Bunun dışında ülkelere göre ufak tefek sembollerle birbirinden ayrılır. Mesela Ürdün bayrağındaki yıldız, yedi tepeli Amman’ı sembolize eder.
Bu bayrak ilk olarak 1916 ihtilali esnasında Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in bayrağında kullanılmış; sonra diğerlerine numune teşkil etmiştir. İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından tasmim edildiği söylenir.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024