TÜRKİYE, OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN DEVAMI MIDIR?
Geçenlerde Suudi Arabistan hükümeti, devletin kuruluş tarihini (belki İngiltere’nin rolünü unutturmak adına) 1932’den daha gerilere, 1727’ye çeken bir kararname neşretti. Bu tarih, kralın büyük dedesi Muhammed bin Suud’un, Arabistan’ın şarkında küçük bir kasaba olan Der’iyye’nin emiri olduğu tarihtir. Buna göre, Suudi Arabistan Krallığı, bu emirliğin devamı olmuş oluyor.
Evvelce bu histeriyi yaşayan başkaları da olmuştu. 1970’lerde İran, Pers; Tunus, Kartaca ve Irak da Babil İmparatorluğu’nun devamı olduğu iddiasındaydı. XIX. asırdan itibaren Fransız cumhuriyeti, Şarki Akdeniz’de Haçlı seferlerinden kalma hakkı olduğunu iddia etmiş; İtalya, kendisini Roma’nın varisi sayarak Afrika’yı istilaya kalkışmıştı.
Devletin halefiyeti
Devletin, ülke, halk ve hâkimiyet olmak üzere üç unsuru vardır. Ülkenin bir tabii afetle yok olması veya halkın tamamının ölmesi gibi bunlardan birini kaybetmesi ile devlet ortadan kalkar.
Hâkimiyet unsuru ise, fesh, bölünme, birleşme, ilhak ve iltihak gibi yollarla ortadan kalkabilir. Bu takdirde, yani devletin milletlerarası hukuki şahsiyeti ortadan kalkınca, devletin intikali veya devletin halefiyeti (varisliği) meselesi ortaya çıkar. Anayasa ve milletler hukukunda çeşitli cihetlerden ele alınmıştır.
Çekoslovakya, kendini feshedip; yerinde Çekya ve Slovakya diye iki devlet kuruldu (1992). Yugoslavya, 6 devlete ayrıldı (1990). Tanganika ile Zengibar, Tanzanya adıyla birleşti (1964). 1965’te Singapur, Malezya’dan; 1971'de Bangladeş, Pakistan’dan ayrıldı. 1910’da Japonya, Kore’yi; 1938’de Almanya, Avusturya’yı ilhak etti. 1990'da Doğu Almanya, Batı Almanya’ya iltihak etti.
Devlet benim!
Peki ilk ikisi mevcut iken, 3. unsur olan hâkimiyetin şekli ve ruhu değişirse ne olur? Hâkimiyetin şekli değişse bile, devlet devam eder.
Anayasa hukukunda, devletin devamlılığı prensibi, (continuity of statehood) devletin şahıslardan ayrı bir hükmi şahsiyeti bulunmasının neticesidir. İdareciler değişse de devlet değişmez. Yani devlet adına yapılan tasarruflar, antlaşmalar, kanunlar, tayinler, rütbe ve madalyalar yerinde kalır.
“L’Etat, c’est moi” (Devlet, benim!) diyen Fransa Kralı XIV. Louis, ölüm döşeğinde “Je m’en vais, mais l’État demeurera toujours” (Ben gidiyorum, ama devlet bâki kalacak!) demişti. Eski Türkler “il gider, töre kalır” derdi. Yani hükümet değişir, hukuk aynı kalır.
Bazılarına göre devlet, zihnin eseri olan hayali bir şeydir. Esas olan onun ete kemiğe bürünmüş hâlini teşkil eden otorite (hâkimiyet), yani hükümettir. Şu halde hükümet ile devlet farklı şeyler değildir.
Bazıları devlet ile hükümeti ayırır. Mesela cumhuriyet, devlet; demokrasi ise hükümet şeklidir. Monarşik demokrasi olabileceği gibi; otoriter cumhuriyet de olabilir. Böyle bile olsa, rejim değişikliği, sıradan hükümet değişikliği gibi görülebilir mi?
Ah Wilson Ah!
Bir devlete ait toprakların tamamı veya bir kısmı, başka bir devletin eline geçince, burada bir devamlılık değil; bir halefiyet mevzubahistir. Aynı şekilde bir devlet (Yugoslavya, Sovyet Rusya, Çekoslovakya) gibi parçalanırsa, her bir parça, önceki devletin devamı değil; ama halefi (varisi) sayılır.
I. Cihan Harbi’nden sonra Wilson’un self-determinasyon prensibinin de katkısıyla eski imparatorlukların üzerinde pek çok yeni ulus-devlet kurulmuştur. II. Cihan Harbi sonrasında da klasik sömürgeciliğin sona ermesiyle benzeri bir vaziyet ortaya çıktı. Roma, Cengiz, Timur imparatorlukları gibi, Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da dağıldı. Üzerinde irili ufaklı devletler kuruldu.
Avusturya-Macaristan yıkıldığı zaman, Avusturya Cumhuriyeti anayasası, imparatorluğun devamı olduğunu deklare etmişti. Yugoslavya dağıldığında, Sırbistan ve Karadağ’ın eski Yugoslavya’nın devamı olduğu iddiası, BM tarafından reddedildi; ama Sovyetler dağıldığında, Rusya’nın bu devletin devamı olduğu kabul gördü.
Yeni kurulan devletlerin, evvelce imzalanan anlaşmaların devamını kabul etmesinde hep problem çıkmıştır. 1978 tarihli milletlerarası Viyana Mukavelesi, yeni devletin halefiyeti prensibini kabul eder.
Milletlerarası hukuktaki tanıma başka şeydir. Yeni ortaya çıkmış bir devletin, diğer bir devlet veya devletlerce hukuki ve siyasi muhatap alınması demektir. Bu bir kabul meselesidir; aksi, realiteye, yani o devletin varlığına ve faaliyetine pek tesir etmez. Mesela Lozan Muahedesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı bloğu tarafından tanınmasına dair bir senettir.
Tek başına görmek?
Değişen hükümdar değil de rejim ise? Bu halde hâkimiyetin ruhu değişmiş demektir. İlim adamlarının bir kısmı bunu mühimsemez, bu üç unsuru mevcut olduğuna göre, devletin devam ettiğini söyler. Öyleyse Robespierre Fransa’sı, Krallık Fransa’sının; Sovyet Rusya, Çarlık Rusya’nın; Avusturya, Habsburg İmparatorluğu’nun; Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır.
Abbasi İmparatorluğu evvela dağıldı; sonra merkezi Moğolların eline geçti. İlhanlılar, Abbasilerin devamı sayılır mı? Endülüs, İspanyollar tarafından işgal edildi. Üstelik mahalli müesseseler, Arapça ve kadılar dahil, yerinde bırakıldı. İspanya Krallığı, Endülüs Sultanlığı’nın devamı mıdır?
Fransız ihtilalcileri, kendilerini Bourbonların devamı olarak mı görüyordu? Ya Bolşevikler? Kendilerini Çarlığın devamı olarak görmedikleri çok açıktır. Hitler, yanı başında sürgünde yaşayan Kayzer’i iplememiştir. Öte yandan Franco, 40 sene diktatörü olduğu İspanya'da krallık rejimini kaldırmamış; giderken de hanedana teslim etmişti.
Burada en mühim kriter, dışardakilerin ve içerdekilerin nasıl gördüğünden çok, otoriteyi kullananların kendisini nasıl gördüğüdür? Tabii ki tek başına “görmek” bir şey ifade etmez. Esas olan, idareciler ve halktaki siyasi şuurdur, devletin misyonudur, ruhudur.
Hayırsız vâris
1920 Ankara meclisi, Osmanlı meclisi olarak faaliyet göstermek; Ankara hükümeti de padişah/halife düşman esaretinden kurtuluncaya kadar onun namına hakimiyeti kullanmak iddiasında idi. Bunu her fırsatta deklare ederdi. Hatta ilk görüştüğü mesele, Osmanlı meclis-i mebusanında görüşülmeye başlanan ağnam vergisi kanunu idi.
Hakikat farklıydı. Bunun bir geçiş devresi için dışarıya verilmesi gereken pragmatik bir imaj olduğu az zaman sonra ortaya çıkmıştır. Gerçekte Sivas Kongresi’nden (Eylül 1919) saltanatın ilgasına (Kasım 1922) kadar İstanbul ve Ankara merkezli iki ayrı devlet vardı. Fakat bunu açıkça söylemek o zamanın şartlarında mümkün değildi.
Cumhuriyeti kuran kadrolar, Osmanlı bürokratlarıydı; ama zihniyetleri Osmanlı değildi. Buna aykırı görülmeyen müesseseler, zarureten yeni devletin müesseselerine dönüştü. Ordudan temyiz mahkemesine, tapu dairesinden üniversitesine kadar, hepsi imparatorluktan mirastır. Tuğralı pullar yıllarca mektuplara yapıştırılmış; Osmanlı paraları piyasada dolaşmıştır.
Bunun dışında kalan her şey, kişiler, prensipler, müesseseler tarihten silinmiş; karakteristik unsurlarının hemen tamamı kaldırılmıştır. İkisi arasındaki kopuş çok açıktır. Devamlılık değil, zaruri bir mirasçılıktan öteye geçemez. 15 Haziran 1927 tarih ve 1057 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Dâhilinde Bulunan Bilumum Mebânii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Medhiyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun ile binalarda tuğra, arma ve kitabelerin hoyratça sökülmesi bu mevzu cihetiyle çok manidardır.
Ulus-devlet ile imparatorluğun çok ayrı dünyalara ait iki mefhum olduğunu unutmamalıdır. Ulus-devlet uzun zaman imparatorluğa karşı, mirasını yiyip de ruhuna okumak yerine söven hayırsız vâris gibi davranmıştır.
Görmek mi? Görünmek mi?
Lozan’da Türkiye’nin, Mısır ve Kıbrıs’taki hak iddiasından vazgeçmesi, sanki bir devamlılığa işaret eder. Nitekim Osmanlı borçları meselesinin havale edildiği hakem Prof. Borel, Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerarası hukuka göre Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğunu; borçları üstlenmek cihetinden Suriye, Irak gibi sayılamayacağını söylemişti.
Bunun gerekçesinin borçları teminat altına almak olduğunu anlamak zor değildir. Borel’e, toprak kayıpları ve radikal siyasi dönüşüm gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Bu dönüşüm farkı, Fransa Cumhuriyeti, III. Reich ve Sovyetler Birliği’ndekinden daha esaslıdır. Üstelik o zaman Ankara da Osmanlı’nın devamı olduğunu şiddetle reddediyordu.
Hükümet ve rejim değişikliği başkadır; halefiyet ve devamlılık başkadır. Hükümet, rejim, hatta devlet değişse bile, karşılıklı feshedilmedikçe milletlerarası antlaşmalar ve borçlar; usulüne göre kaldırılmadıkça kanunlar ve mülkiyet gibi hukuki statüler devam eder. Devlet malları, yeni devlete ait olur. Halk, yeni devletin vatandaşı sayılır. Bu devamlılık değildir; halefiyettir, vârisliktir.
İngiltere’de Cromwell devrinin icraatları, krallık tekrar kurulduğunda reddedilmediği gibi; ihtilalciler de Krallık Fransa’sının antlaşmalarına sadık kaldılar. Cumhuriyet hükümeti, imparatorluk zamanından kalan dış borçları kabul etti.
Öte yandan Sovyetler, Çarlık Rusya’sının bırakın devamı olmayı, halefiyeti bile kabul etmemiştir. Mamafih komünizm çökünce, ilk iş Çarlık borçlarını kabul etmek oldu.
En büyük fenalık
Cumhuriyeti kuran kadro, başta Gazi olmak üzere her fırsatta Osmanlı Devleti’nin münkariz olduğunu (yıkıldığını), Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir devlet olduğunu deklare etmiş; cumhuriyetin, imparatorluğun devamı olmadığını her fırsatta dile getirmişlerdir. Devletin bu vasfını değiştirmeyi istemek, bugün bile anayasal bir suçtur.
Falih Rıfkı, saltanatın ilgasıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun inkıraz bulduğunu ve bunun kalıntısı üzerinde yeni bir Türk devletinin doğduğunu söyler (Çankaya). Asım Us, “Türkiye Cumhuriyeti’ne eski Osmanlı İmparatorluğu’nun bir temadisi (devamı) nazarı ile bakmamalıdır” der (Gördüklerim Duyduklarım Duygularım).
20 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan eden kanunun kabulünün ardından, kanuni esasi encümeni üyesi Yunus Nadi Bey “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, teşkilatı esasiye ile şarkta yeni ve mühim bir devlet kurmuştur” demiştir (Mazhar Müfid, Atatürkle Beraber, II/597).
Nitekim inkılaplar, bir maziden kopuş hamlesidir. Selçuklu ve Osmanlı köklerinin kati darbelerle kesilmesidir.
Nutuk’ta, “Osmanlı hanedan ve saltanatının idamesine çalışmak, elbette, Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemekti. Osmanlı Hükümetine, Osmanlı padişahına ve müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu” der (I/14). İnkılap tarihi jargonunda buna İstiklal Harbi denir ki, istiklal, Anadolu sömürge olmadığına göre, yeni bir devlet manasına gelir. Bu sebeple Nutuk’ta, Ankara meclisi bir parlamento değil; kurucu meclis olarak görülür (I/421).
Türkiye reisicumhuru Kenan Evren'in Temmuz 1988'de İngiltere'ye yaptığı resmi ziyafet münasebetiyle sarayda verilen yemekte Kraliçe Elizabeth Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini aldığını açıkça söylemişti.
“Osmanlı tarihe gömülmüştür!”
Bu husus Gazi tarafından müteaddit defalar beyan edilmiştir:
“Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur.” (Nutuk, Ankara Muahedesi bahsi, II/622)
“Yeni Türkiye, eski Osmanlı imparatorluğu değildir.” (Le Journal muhabiri Paul Herriot’ya 25/XII/1922’de verilen beyanat. Hâkimiyet-i Milliye, 2/I/1923)
“Bütün cihan görmüş ve anlaşılmıştır ki, Osmanlı imparatorluğu tarihe karışmıştır. Devletimiz yeniden bir devlet vücude getirmiştir ki adına Türk devleti derler. Osmanlı devleti maatteessüf ölmüştür.” (İzmir, 31/I/1923)
“Osmanlı devleti artık tarihe karışmıştır. Türk milleti, milli azmi ile yeni bir devlet kurmuştur.” (Akhisar, 5/II/1923)
“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından sonra bir Türkiye devleti teşekkül etmiştir.” (Balıkesir, 7/II/1923)
“Osmanlı devleti tamamen münkariz olmuştur (yıkılmıştır). Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (anayasa) da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı devletinin öldüğünü idrak ve ifade ve onun yerine yeni Türkiye devletinin kaim olduğunu ilân eyleyen bir kanundur.” (İzmir İktisat Kongresi, 17/II/1923)
“Bugün Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun yavaş yavaş parçalanmasının ve nihayet tarihe gömülmesinin tarihî neticesidir.” (Balkan Konferansı, 25/X/1931)
Cumhuriyetin kurucusu böyle dedikten sonra; kim ne diyebilir?
Osmanlı romantizmi
“Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” argümanı, Amerikan yanlısı 12 Eylül darbesinden sonra resmî ideoloji olarak lanse edilen Türk-İslam sentezinin tabii bir neticesidir. Soğuk Harb’in son zamanlarında Sovyetler’e karşı kurulmak istenen Yeşil Kuşak projesinin bir unsurudur. Tıpkı 1850’lerden itibaren aynı maksatla İngilizlerin harladığı Turancılık ideolojisi gibi.
Zamanla içerde cumhuriyet prensiplerine reaksiyonu sindirmek ve Osmanlı’nın tarihi karizmasından istifade ile siyasi icraatları ve bazı askeri operasyonları meşrulaştırmak için kullanılan bir argümana dönüşmüş; geçen asırdaki Alman romantizmi gibi, bir Osmanlı romantizmi meydana gelmiştir.
Buna göre Türkler tarihin hiçbir asrında devletsiz kalmamışlardır. Bunlardan bir tanesi ise Büyük Türk Hakanlığı adıyla, milli hüviyetin sembolü olmuştur. Hun, Göktürk, Kutluk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye, devlet-i ebed-müddet adı verilen bu idealin tezahürüdür. Osmanlı neyse, Türkiye odur.
Bu mantığa göre, İtalya, Roma Cumhuriyeti’nin; Moğolistan, Moğol İmparatorluğu’nun; Mısır, Antik Mısır’ın; Meksika, Aztek İmparatorluğu’nun devamıdır. Hatta Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, hatta İsrail de Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı bürokratları memleketi idare etmiş; Osmanlı müessese ve kanunları burada yakın zamana kadar cari olmuştur. Ama takriben 127. Türk hükümdarı sayılan Sultan Vahîdeddin ile halefi arasındaki şahsiyet ve zihniyet tezadı nazara alınırsa, bu fikir daha bir mana kazanır.
Her devlet, uzun bir ömür yaşama temennisiyle kurulur. Osmanlılar bu tabiri, Osman Gazi zamanında mevcut olan misyon ve vizyonuyla devletin devam etmesi ümidiyle kullanmıştır. Aksini söylemek, imparatorluğu, etnosantrik bir telakkiye indirmek olur. Bu söz bir ebediyen yaşama kehaneti değildir. Bunu kimse bilemez. Aklen de mümkün değildir. Devletlerin de bir ömrü olduğunu söyleyen İbn Haldun’u muhtemelen okumuşlardı. Arapça’da devlet kelimesi “elden ele dolaşan (güç)” demektir.
Tehlikeli hamaset
Bazıları, “Cumhuriyet, Türklerin cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu da Türklerin İmparatorluğu olduğuna göre ikisinin arasındaki kültürel, siyasi, idari ve hukuki devamlılık açıktır” diyor. Kimi daha da ileri giderek bir aynılıktan söz eder; 1000 yıllık bir devletin vatandaşı olmanın psikolojik cihetten insanları daha emin, daha mutlu, daha hür hissettireceğini söyler. Kucaklayıcı bir poz takınarak, “Necip Fazıl da bizim, Nazım Hikmet de bizim” dediği gibi, “Atatürk de bizim, Abdülhamid de bizim” diyerek bu aynılığı terennüm etmek ister.
Öyleyse Ankara hareketi kime karşı yapıldı? Binlerce yıllık saltanat ve dört asırdır Osmanlıların elinde bulunan hilafet niye lağvedildi? Türk olduğu en kati aile olan Osmanlılar niye yurt dışına sürgün edildi? Türklerin bin yıllık hukuku, alfabesi niye kaldırıldı? Binalardan tuğra ve kitabeler niye kazındı? Eskiyi hatırlatan her şeye niye alerji duyuldu? Niye -sanki yeni kurulmuş gibi- Mahkeme-i Temyiz, Yargıtay; Şura-i Devlet, Danıştay; Divan-ı Muhasebat da Sayıştay oldu? Ankara hükümeti, padişaha sadakat gösteren memurları istihdamını neden caiz görmeyip tasfiye etti?
Cumhuriyet, imparatorluğun siyasi, hukuki ve kültürel devamı sayılabilir mi? Devlet, cismani müesseselerden ibaret bir inşaat kompleksi midir? Ona hâkim ruh, çok daha ehemmiyetli değil midir? “Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” demek, Gazi’yi ve Anadolu hareketini, iktidar için mücadele eden sıradan bir darbeci gibi göstermek olmaz mı?
Misyon ve müesseseleri aynı bulunduğu halde, Osmanlı bile teknik olarak Selçuklu’nun devamı değildir. Üstelik Moğollara esir düşen son Selçuklu sultanına hain diye sövmek şurada dursun, her mehter konserinde onun hatırasına hürmeten padişah ayağa kalkardı. Tehlikeli maksatlara hizmet için kullanılan bu hayal; Osmanlı tasavvurunu da basit bir hamasetin üzerine oturtarak tahrif eder.
Artakalan malzeme
Halil İnalcık’a göre muayyen sahalarda bir kerteye kadar devamlılıktan söz edilebilir. Nitekim bir cemiyetin, esas bünyesi, inanç ve değerler sistemi, örf ve âdetleri, davranış şekilleri bir devir devamlılık gösterir. İnsanın yaşlı iken bile, çocukluk ve gençliğindeki terbiye, tecrübe ve alışkanlıklarından kurtulamaması gibidir.
Bu, tarihî mirası inkâr etmek manasına gelmez. Eski ile yeninin yersiz çatışmasına yol vermek hiç değildir. Dedesi Osmanlı vatandaşı olan bir kimsenin, Osmanlı’ya aidiyet hissetmesi çok tabiidir; ama bu başka bir şeydir. Ama aktifler kadar, pasifler de ister istemez varislere miras kalır. Dededen bir küp altın yanında, diyabet veya miyopi, şirret bir akraba da miras kalabilir.
Türkiye, Osmanlı Devleti’nin devamı değil, aynısı hiç değil; ancak Ortadoğu ve Balkan memleketleri gibi, tabii bir varisidir. İmparatorluğun külleri üzerinde, Murat Belge’nin tabiriyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndan artakalan malzemeyle kurulmuş irili ufaklı ulus-devletlerden biridir. Diğerlerinden farkı, hâkim unsurun, imparatorlukta da hâkim unsur olan Türkler olması ve eski payitahtın, sınırları içinde bulunmasından ibarettir.
Bunlar arasında Osmanlı’ya hukuki, siyasi ve kültürel devamlılık cihetiyle en çok benzeyen de Türkiye değil, belki Ürdün’dür; belki 1952’den evvelki Mısır’dır; 1970’ten evvelki Suriye ve Irak’tır. Nitekim yıkılan Osmanlı’nın kokusunu, Anadolu’dan çok, Şam, Kahire, Yafa, Bosna, Üsküp, Köstence ve Gümülcine’de bulmak mümkündü.
Kaldı ki Osmanlı Devleti, aslında ruhu itibariyle 1908’de fiilen yıkılmıştır. Bundan sonra memleketin rejimi ciddi manada değişmiştir.
Faydasız bir şeyi sırf eski diye tutmak münasip olmadığı gibi, faydalı bir şeyi de sırf eski diye atmak ahmaklıktır. Hayal âleminde gezmek yerine, ayağı yere basan realist bir telakkiyi kabullenmek; imparatorluğun mirasına rasyonel bir şekilde sahip çıkmak münasip olacaktır.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024