OSMANLI MEDRESELERİNDE FEN DERSLERİ OKUTULMAZ MIYDI?

Preveze Deniz Muharebesi, üç misli güçlü düşmana karşı, Osmanlı toplarının menzilinin, düşman toplarının menzilinden daha fazla olması sebebiyle kazanılmıştı.
13 Aralık 2021 Pazartesi
13.12.2021

 

Kâtip Çelebi, Evliya Çelebi, Cevdet Paşa, Koçi Bey gibi öyle bazı isimler vardır ki, çeşitli mevzularda ortaya attıkları görüşler, popüler karizmaları sayesinde olsa gerek, münakaşa edilemez bir kanun maddesi kabul edilir; bundan sonra o mevzuya dair fikriyat, hep bu kabulün üzerine bina olunur. Osmanlı inhitat ve inhilali (duraklayıp çözülmesi) de bu çerçevede izah edilmeye çalışılır.

Meşhur Osmanlı bürokrat ve bibliyografı Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak kitabında, Fatih Sultan Mehmed’in, kurduğu medreselerde okutulmasını emrettiği Hâşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf gibi kelâm derslerinin, sonra gelenler tarafından “felsefiyyattır” diye kaldırıldığını; yerine Ekmel ve Hidâye gibi fıkıh derslerinin konulduğunu söyler. Sanki fıkıh geometri ve mantıkla alakasızmış gibi…

Sonra da “yalnız bunlarla iktifa etmek mümkün olmayacağı için, ne felsefiyyat kaldı, ne fıkıh!” der. Osmanlı memleketinde ilim pazarına kesat geldiğini ve bunları okutacak kimsenin kalmadığını iddia eder. Ardından da hendese bilen müftü ve kadı ile bilmeyen müftü ve kadı’nın ibretlik hikâyesini anlatır. Benzeri iddiaları Taşköprüzâde de tekrar eder; 1540’larda skolastik ilâhiyat ve matematiğin medrese ulemâsı arasındaki eski itibarını kaybettiğinden ve ilim seviyesinin düştüğünden dert yanar.

Felsefiyyat nedir?

Uzunçarşılı’nın da içlerinde bulunduğu çoğu yazar, Kâtip Çelebi’nin hakikati aksettirmeyen bu iddialarını -tarih felsefesi ve metodolojisi miyarlarına hiç vurmaksızın- sorgusuz sualsiz kabullenir ve bir paradigmanın temeline oturtur: Osmanlı medreselerinde aklî (pozitif) ilimler kaldırıldı. Yerine sadece naklî (dini) ilimler geçirildi. Bu sebeple medreseler geri kaldı!”

Mektep ve Medrese müellifi Muallim Cevdet gibi meşhur bir maarifçi, tarihçi ve arşivci mütefekkir buna karşı çıkar. Osmanlı Türklerinde İlim kitabı müellifi Abdülhak Adnan Adıvar da aynı fikirdedir. Son zamanlarda Cevat İzgi, Yaşar Sarıkaya, Osman Kafadar, Ali Bakkal, Şükran Fazlıoğlu gibi akademisyenlerin buna dair neşriyatı vardır.

Düşme veya artma gibi klişe ifadeler, nispi bir değer taşır. Yani kişiye göre değişen subjektif sözlerdir. Elde matematikî değerler ve istatistikî veriler olmadığı müddetçe bunlar iddiadan öte geçemez. Her devirde ilim seviyesinden veya talebenin gevşekliğinden yakınmayan bir ilim adamı yok gibidir.

Hani fetva?

Yazdıklarından anlaşıldığına göre, Kâtip Çelebi, aslında naklî ilimlerin içine giren kelâm ilmini felsefiyyat olarak gördüğü gibi, matematik, astronomi gibi ilimleri de felsefiyyata dâhil kabul eder. Kâtip Çelebi, bu ilimlere rağbetin azaldığını, daha da ileri giderek şeyhülislâmın bunların okutulmasını yasakladığını söyler. Ama her nedense yasakçı şeyhülislâmın adını vermez.

Buna dair bir fetva şimdiye kadar bulunamamıştır. Ulemayı ve dini itham için nedense hep fetvadan bahsedilir. Rasathane fetvayla yıkılmıştır! Matbaa fetvayla yasaklanmıştır” Ama nedense bu fetvalar ortada yoktur. Olsaydı, 50 kere bulunmuştu.

Halbuki aynı Kâtip Çelebi, yine aynı kitabında, XVII. asırda kendisinin okuduğu dersler arasında fen derslerini de sayar. Bu derslerin revaçtan kalktığını iddia ettiği devirde cereyan eden Preveze Deniz Muharebesi, üç misli güçlü düşmana karşı, Osmanlı toplarının menzilinin, düşman toplarının menzilinden daha fazla olması sebebiyle kazanılmıştır.

Evet, İslâm ulemasının, dinî ananeyi bir tarafa bırakarak ilahiyatı aklıyla çözmeye çalışan ve çok zaman da materyalizme varan bir fikir yapısını kabul etmemeleri, hatta ona muhalif olmaları gayet anlaşılacak bir hâldir. Sadece Müslüman âlimler değil, diğer semavi dinlerde de aynısı mevzubahistir. Muallim Cevdet, buna rağmen medreselerde felsefenin okutulmasından çekinilmediğini söyler. Zira muhalif olduğu fikriyatı bilmek elzemdir.

Yedi yıldız

Cumhuriyet devrinde kaldırılışına kadar medreselerde hem kelâm, mantık ve felsefe, hem de fen dersleri okutulmuştur. Fransız hükümetinin talebi üzerine 1741 senesinde hazırlanan Kevâkib-i Seb’a adlı eserde, medreselerdeki tedris usulleri, maarif mantığı ve burada okutulan ders kitapları sayılmıştır. Yeni harflerle neşredilen bu eserde, hikmet, mantık, astronomi, matematik ve geometri derslerinin okutulduğu görülür.

Kâtip Çelebi’den 122 sene sonra (1679) İstanbul’da 1 sene yaşamış olan İtalyan asilzadesi Comte de Marsigli, Stato Militare dell’Imperio Ottomano adlı eserinde, medrese talebelerinin dinî tedrisattan sonra, nesir ve nazım şeklinde yazı yazma kabiliyeti kazandıklarını, ardından tarih, mantık, felsefe ve tıp ilmini iyice öğrendiklerini anlatır.

1781-1786 seneleri arasında İstanbul'da bulunan İtalyan rahip ve edip Giambattista Toderini (1728-1799), 1787 senesinde Osmanlı literatürü hakkında 3 ciltlik Letteratura Turchesca isimli eseri neşretmiştir. Burada Osmanlı medreselerinde okutulan fen derslerinden tafsilatla ve hayranlıkla bahseder.

Comte de Marsigli'nin Stato Militare dell’Imperio Ottomano adlı eseri
Comte de Marsigli'nin Stato Militare dell’Imperio Ottomano adlı eseri

Mektep-Medrese

Kâtip Çelebi’den cumhuriyet devrine kadar yaşamış âlimlerin çoğunun icazetnameleri, yani diplomaları, ayrıca talebe listeleri tedkik edildiğinde, din dersleri dışında kelâm, mantık ve hikmet derslerinin okutulduğu görülür. Osmanlılardaki ilmiye hayatının tasvir edildiği otobiyografik eserlerden anlaşıldığına göre, Kâtip Çelebi’den çok sonra dahi, medreselerde fen dersleri okutulmaktadır.

Evet, XIX. asırda medreselerde fen derslerini tercih eden talebe fazla değildir. Bu, Tanzimat devrinin maarif politikasının tabii neticesidir. Çünki Avrupa ile arayı kapatmaya çalışan Osmanlı hükümeti, ıslahat hareketleri çerçevesinde kendisine lazım olan (diplomat, bürokrat, hâkim, asker, mühendis, tabip, baytar, muallim gibi) teknik elemanları yetiştirmek üzere yeni mektepler açmıştı.

Böyle olunca medreseler gayet tabii olarak şer’î ilimlere inhisar etti. Medreseyi bitiren talebe, çıktığı sınıfa göre imamlık ve sıbyan mektebi hocalığından, müderrislik, kadılık, müftülüğe kadar uzanan geniş bir meslek sahasında vazife alıyordu. Medrese mezunlarının fen bilgisini kâfi görmeyen pozitivistler de, bunu din aleyhtarlığı için malzeme olarak kullanmıştır.

Osmanlı roketleri

Bugünki manada ilmin teknolojiye sistematik olarak aktarılması XIX. asrın başlarındadır. Aslında Osmanlılar, zannedilenin aksine dünyadaki teknolojik ilerlemeleri takip etmenin yanında katkılar da yapıyordu. Mesela Emin Paşa tarafından Fransızca olarak 1840 senesinde neşredilen roket teknolojine dair kitaptan günümüzde çoğu kişinin haberi yoktur: Mémoire sur un nouveau système de confection des fusées de guerre.

Kısa bir zaman içinde logaritma şerhi kaleme alan ve buna hayran olan Fransız sefirinin “Bizde olsa ağırlığınca altın ederdi” dediği İsmail Gelenbevî'nin (vefatı: 1791) bilhassa mantık üzerine yazdığı kitap ve risalelerin, asrındakilerin fevkinde olduğu yakın zamanda yapılan çalışmalarda ortaya konulmuştur.

Sultan III. Mustafa zamanında kurulan ve sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan Mühendishane’nin matematik hocası meşhur Başhoca İshak Efendi, çok sayıda Garp lisanı bilirdi. Astronomiden mekaniğe, kimyadan arazi ölçümüne kadar hayli kıymetli eseri vardır. 1836’da hac dönüşü Süveyş’te vefat edince, talebeleri Halıcıoğlu’ndaki [Şimdi FSMÜ] mektep bahçesine temsilî bir mezar taşı dikmişlerdi. Bu taş, Tek Parti devrinde kaldırılmıştır.

IRCICA tarafından cilt cilt neşredilmiş, Osmanlı ilimler tarihine dair bibliyografik eserlerde, çok sayıda ilim adamı ve eserinin tanıtımı yapılmaktadır. Bu kitaplarda XIV. asırdan XX. asır başlarına kadar astronomi, matematik, tıp ve coğrafya sahasında Osmanlı memleketinde kaleme alınmış 13.242 tane ilmî ve orijinal eser ismi sayılmıştır. Aynı devirde yazılan dinî eserler bu kadar fazla değildir.

Osmanlılar, en yeni fenni buluşlardan haberdardır. Ama demografik ve ekonomik imkânsızlıklar bunlara talebi engellemektedir. Yani elde nüfus ve para yoktur. Nitekim, “Marifet iltifata tâbidir. Müşterisiz meta zayidir” sözü meşhurdur. Talep ol(a)mayınca, tatbikat mahdut kalır; yayılamaz; geriye bakınca da yok gibi görünür.

Gelenbevi İsmail Efendi - Yağlıboya tablodan karakalem kopya
Gelenbevi İsmail Efendi - Yağlıboya tablodan karakalem kopya

Teknoloji her şey mi?

Bu miras neden günümüz Türkiye’sine aktarıl(a)madı? Avrupa'yı gezmiş insanlar, yüzlerce sene evvel kurulmuş ve bazısının isimleri Katolik üniversitesi olarak geçen maarif müesseselerini görmüşlerdir. Avrupa, ciddî bir reform hareketi yaşamış olmasına rağmen, müesseselerini ayakta tutmuştur. Bu da ilim an’anesindeki devamlılığı temin etmiştir. Peki, menşei X. asra dayanan Osmanlı medreseleri şimdi nerededir?

Osmanlı'nın son zamanlarında kurulan yeni mekteplerin kadrolarının mühim bir kısmı, yine medreselerden temin edilmiştir. 1924’te medreselerin kapatılmasıyla binlerce yıllık bir ilim an’anesi silinivermiştir. 1933’e geldiğinde, üniversite reformu adıyla, Türkiye'de geçmiş miras ile irtibatı bir nebze kurabilecek ilim adamları da üniversitelerden atılmıştır.

IX. asırdan beri Şark’ta ilim lisanı Arapça idi. Kütüphanelerde mevcut yüzbinlerce yazma eser, daha yeni yeni gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Şu halde klişe beyanlarda bulunmak veya bunları sorgusuz sualsiz tekrar etmek yerine, ilim ve kültür tarihi üzerine derinleşmek icap etmektedir.

Aslında şimdilerde bilim ve teknoloji, insan hayatını tamamen işgal ettiğinden, neredeyse her şey bu ikisine indirgenerek izah ediliyor. Halbuki insanı insan yapan, konuşup düşünmesidir. İhtiyaç duyulduğu zaman, bir alet veya silah hızlı bir şekilde yapılabilir. Ancak sosyal bir meselenin analizi hemen yapılamaz veya ciddi hukuk problemi kolayca çözülemez. Çünki bunlar çok ciddi oturmuş ilmî bir altyapı ister.

Bundan dolayıdır ki Osmanlı ilim hayatında, lisan, hikmet ve hukuk üzerinde kesif çalışmalar yapılmıştır. Günümüz dünyasının en büyük ihtiyacı, meselelere derinlemesine nüfuz edecek mütefekkirlerdir. Mevcut ilim mirası devam edebilseydi, memleket hem hukuk, hem de hikmet sahasında belki parmakla gösterilen ve dünyaya ışık tutan bir mevkide olacaktı. Çünki hukuk ve hikmet, güçlü bir an’aneye dayanmaksızın inkişaf edemez.