“Milleti korumak için paratoner vazifesi gördük!” SALTANATIN KALDIRILMASI ve SON PADİŞAH
“Ben tahtın kuştüyü minderine değil; ateşten külün üzerine oturdum” diyordu Sultan VI. Mehmed Vahîdeddin. Başta tahtı kabul etmemiş; düşünmek için müddet istemişti. Tahta çıktığında, harbin neticesi belli olmuş; birkaç ay sonra İstanbul işgal edilmişti.
Bu hâlin mesulü olan İttihatçılardan nefret eden Padişah, savaşa karşıydı. Müttefikleri hoş tutup, elverişli bir sulh yaparak belalardan kurtulmayı gaye edinmişti. Taşraya çekilen İttihatçıların iktidarı tekrar ellerine alacağından ve bunun sulha zarar vereceğinden endişe ederek, yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderdi.
O ise, bambaşka bir yol tutarak, karizmasıyla mukavemetçilerin başına geçti ve alternatif bir hükümet kurdu. İstanbul hükümeti, ne yaptıysa halifeye isyan olarak gördüğü bu hareketi engelleyemedi. Üstelik müttefikler de, İstanbul yerine, artık Ankara’yı muhatap almaya başladı.
Oldu bitti
Başta halkın desteğini alabilmek uğruna her zaman Padişah’a hürmetkâr davranan, tek vazifesinin saltanat ve hilafeti kurtarmak olduğunu deklare eden Ankara hükümeti, İzmir’in işgalinden 3 sene sonra nihai zaferin kazanılması üzerine, politikasını değiştirdi. Saltanat ve padişah aleyhine neşriyat vesilesiyle amme efkârı hazırlandı.
Mesela bu devrede Ankara hükümetinin yanında yer alan Said Nursi, Sultan Vahîdeddin’i, etraftan merkeze bakmak yerine, merkezden etrafa bakarak, İslâm âlemini, devlete; devleti Anadolu’ya; Anadolu’yu İstanbul’a; İstanbul’u da hanedana feda etmekle suçluyor; “Ona itaat, adem-i itaattir” diyordu. (Hutuvât-ı Sitte)
Zaferden sonra Padişah’ın yerinde kalması, Ankara’nın otoritesinin sönmesi demekti. Bu ise, kabul edilebilecek şey değildi. İngilizlerin sulh konferansına iki hükümeti de davet etmesi, Ankara’ya beklediği fırsatı verdi. Rıza Nur’un saltanatın kaldırılması hakkında Ankara’daki meclise verdiği kanun teklifi reddedildi.
Bunun üzerine 1 Kasım 1922 günü meclis reisi sıraların üzerine çıkarak, “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” meâlindeki tarihî konuşmasını yapınca muhalif mebuslar “Biz hâdiseyi başka açıdan değerlendiriyorduk. Şimdi aydınlandık” dediler. Kanun sadece (1926’da asılan) Lâzistan Mebusu Ziya Hurşid’in muhalefetiyle kabul edildi.
Kara Sultan!
Böylece üstünde sadece halife sıfatı kalan Padişah’ın pozisyonu belirsiz hâl aldı. İçeriden ve dışarıdan baskılar dayanılmaz dereceye geldi. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu.
Ziya Gökalp, Padişah’a Kara Sultan adını takmıştı. Mecliste alenen aleyhinde ağır hakaretler sarf ediliyor: Diyarbekir Mebusu Şükrü, “Başta Vahideddin olduğu halde besmele ile bunları bilumum İslâmların taşlamasını teklif ederim” diyordu. Ankara Meclisi, padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Halbuki Kanun-ı Esasî gereğince padişah hükûmet icraatından mes’ul değildir.
Nureddin Paşa, gazete yazılarında Ankara’yı tenkit eden Mekteb-i Mülkiye profesörü ve sâbık Dâhiliye Nâzırı Ali Kemal Bey’i 5 Kasım’da askere linç ettirdi. Padişah’a da böyle yapacağını ilan ettiğini hâdisenin bizzat şahidi olan Yahya Kemal, ‘Siyasi ve Edebi Portreler’de anlatır.
Yeni bir sayfa
Saltanata sadık kişilerin hepsi tehlike altındaydı. Ferid Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Sadık Bey, Refik Halid gibi eski devir ricali, canlarını emniyette görmedikleri için İstanbul’u terkettiler. Artık Ankara ile yeni bir sayfa açmaya hazırlanan İngiltere, Padişah’ın İstanbul’dan ayrılmasını istiyor; fakat onu kaçırmış rolüne düşmekten korkuyordu. Rumbold, “Bizim muhatabımız artık Ankara’dır” dedi ve şehri terk etmesi hususunda Padişah’ı tehdit etti. (Riccardo Mandelli, Son Sultan, 70)
Sultan Vahideddin ile alakalı İngiliz vesikalarını elden geçiren Prof. Metin Hülagü diyor ki: “Öyle anlaşılmaktadır ki, İngiliz hükümeti Sultan Vahideddin’in daha baştan itibaren İstanbul’u terk etmesini arzu etmiştir. Ancak bu arzusunu açığa vurmamış, Sultan’ın kendisine uygun gördükleri rolü hakkıyla tamamladıktan sonra, adeta bir paçavra gibi kaldırıp bir tarafa atılmak üzere, ülkesini terk etmiş görmek istemiştir. İngiliz hükümeti ve yetkilileri, bu yöndeki niyetlerini gizli tutmanın ötesinde, İstanbul’dan ayrılma hadisesinde sanki hiçbir rolleri yokmuş gibi bir tavır takınmışlardır.” (Yurtsuz İmparator, s. 96)
Ömer Kürkçüoğlu der ki: “Tevfik Paşa’nın 5 Kasım’da istifa edip, görev mührünü [Ankara komiseri] Refet Paşa’ya teslim etmesinden sonra, Sultan Vahideddin’in korunma isteğine karşı ihtiyatlı bir tutum izleyen İngiltere, nihayet 17 Kasım’da Vahideddin’i Türkiye’den kaçırdı. Vahideddin, İngiltere’ye ‘tahttan feragat etmediğini’ özellikle bildirdiği halde, İngiltere, Mustafa Kemal’in endişe duyduğu bir hilafet oyununa girişmeyecektir. Kaldı ki, Sultan’ı sahneden uzaklaştırmakla, İngiltere, Ankara hükümeti’nin Türkiye’nin tek hükümeti olarak Lozan’daki durumunu daha baştan güçlendirmesi için, farkında olmadan bile olsa, hizmette bulunmuş demektir.” (Türk-İngiliz İlişkileri, s.256-257)
Emniyette olmadığını anlayan Padişah, siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Hatıralarında, “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” demiştir. Korkmuş muydu? Torunu Hümeyra Hanımsultan’ın da dediği gibi, muhtemelen hayır. Zaten yaşlı ve hasta idi; tek ciğerle yaşıyordu.
Ayrılışını, kendisi için hiçbir kıymet ifade etmeyen hayatını kurtarmak için değil; sadece şeref ve haysiyetini korumak için yaptığını, yüksek komiser vekili Nevile Henderson’a açıkça söylemiştir. Saltanat kaldırılmadan evvel Ankara’nın Refet Bele vasıtasıyla yaptığı, saltanatsız halifeliği kabul ederek yerinde kalma teklifini geri çevirmişti. Yurt dışında faaliyette bulunup, her şeyi değiştirmek ihtimali vardı.
Başka gemi var mı?
15 Kasım’da hususi doktoru Reşad Paşa ve Hademe-i Hassa müdürü Zeki Bey, İngiliz kuvvetleri kumandanı Charles Harington ile temasa geçti. İstanbul’u terk etmeleri mukadder gözüken İngilizler, padişahı da koz olarak yanlarında götürmek istiyorlardı. Fakat yeni dost Ankara’ya karşı Padişah’ın kendilerine iltica ettiği imajını vermemek; sömürgelerindeki milyonlarca Müslümana da Padişah’ı tahttan ayrılmaya mecbur etmiş gibi görünmemek lazımdı. Bunun için, talep kendisinden gelmiş gibi yapmaları icap ediyordu.
Harington hatıralarında der ki (Tim Harington Looks Back, s.129): “Bir Sultan’ı kaçırdığım için suçlu vaziyetine düşmeye hiç niyetim yoktu. Talebin Padişah’ın el yazısı ile ve mühürlü olmasını istedim.” Hünkâr, çaresiz buna dair mektubu yazmıştır. Ancak mektup ne Padişah’ın el yazısıyladır; ne de üstünde mühür vardır. Yakınları, İngilizlerin Padişah’ı kaçırdığını söyler.
Sultan Vahideddin, I. Cihan Harbi’nin kaybedenlerinin başında gelir. Onunla bin yıllık bir an’ane maziye gömülmüştür. Anadolu hareketi kaybetseydi, Padişah için söylenenlerin misli Ankara kahramanları için söylenecekti. Lord Curzon der ki: “Sultan’ı İstanbul’da bıraksaydık, yeniden İslâm kahramanlığı rolü üstlenmesine; Fas’tan Afganistan’a kadar Suriye’ye kadar müslümanları teşkilatlandırmasına kim engel olacaktı?” (Hülagü, 124)
Hayret ve Üzüntü
Sultan, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı yanında 10 yaşındaki oğlu Ertuğrul Efendi ve 9 kişilik sadık bendegânı bulunduğu halde, Malaya adındaki İngiliz zırhlısına binerek ertesi günü İstanbul’u terk etti. Asırlardan beri ilk defa selâmlık alayı yapılmadı. Haber, sonradan her yere yayıldı.
Harington, bir beyanname neşrederek, “Hürriyet ve hayatını tehlike gördüğü için himaye ve başka mahalle naklini talep eden Padişah’ın arzusunu yerine getirdiklerini” bildirmiş; böylece hem Ankara’ya, hem de İslâm âlemine bir “masum alicenaplık” mesajı vermişti.
Padişah’ın gideceğini çoktan öğrenen Ankara, bu habere sevindi. Böylece artık atacağı radikal adımlarda kendisini daha rahat ve emin hissedecekti. Bu işe en çok sevinen, başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletlerdi.
Bazı Ankara gazeteleri Padişah’ı “suçlu, korkak ve hain” olarak vasıflandırmıştır. (Sanki başka imkân varmış gibi) İngiliz gemisiyle gitmesi bunun en büyük deliliydi! Halbuki Refet Bele bir yandan, Tevfik Paşa bir yandan, ayrılması için Padişah’a az dil dökmemişti.
Paratoner
İngiltere, Hicaz, Mısır, Filistin gibi müslüman memleketlerde yaşamak isteyen Padişah’ın taleplerini reddetti. Üstelik Padişah’ın 22 bin liralık banka hesabını bloke etti. Bu da kendisinden hâlâ çekindiğini gösterir.
Hâdise, dünya müslümanları tarafından hayret ve üzüntüyle karşılandı. Arap ulema ve basını, Padişah’ın İstanbul’u terk etmekte haklı olduğunu söyleyip yazdı. Hind Müslümanları, halifeliğin Şerif Hüseyn Paşa’ya devrine zemin hazırlamak üzere Padişah’ı İngilizlerin kaçırdığını açıkça dile getirdiler.
Padişah, halkın sadakatten vazgeçmeyeceğine, ortalık yatışınca, geri dönebileceğine yürekten inanıyordu. 1924 yılına kadar tahtını tekrar ele geçirmek için ümitsizce teşebbüs etti. Hilafetin kaldırılması ve hanedanın topyekûn sürgün edilmesi üzerine sukut-ı hayale uğradı ve tamamen inzivaya çekilerek 1926 senesinde yokluk içinde vefat etti.
Yastığının altından parasızlıktan alınamamış ilaç reçeteleri çıktı. Esnafa borç yüzünden tabutuna haciz konuldu; cenaze günlerce kaldırılamadı. Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları ile Mısır Prensi Ömer Tosun’un –İngilizlerin müsaadesi çerçevesinde- yardımları ve kızlarının mücevherlerini satması sayesinde, borç ödenebildi. Cenaze Şam’a götürülüp defnedildi.
4 senelik saltanatını şöyle tasvir etmiştir: “Milleti sıyânet [korumak] için paratoner vazifesi gördük. Mukadderat böyleymiş!” Son sadrazam Tevfik Paşa’nın baldızının torunu olan Başbakan Bülent Ecevit, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda (17 Temmuz 2005 şöyle demişti: “Ben Vahdettin için hiçbir zaman hain demedim. Çünkü ne kadar zor koşullar altında padişahlık yaptığını biliyorum. Ülke işgal altındaydı. Ordusu kalmamış. Bu koşullar altında bile birçok önemli iş yaptı.” Bu sözleri hayret ve bazı kesimlerce reaksiyon ile karşılanmıştır. Gazeteci Mehmet Ali Birand bir yazısında (5 Mart 2005 Posta) şöyle dedi: “Bizim kuşağımız Osmanlı imparatorluğunu öğrenmedi, dolayısıyla anlayamadı. Koskoca bir imparatorluğun başarılarını hissedemedik. Sadece çöküşünü bilir olduk. Sadece kötü yanları konuştuk. Hele son Padişah Vahideddin kadar yerden yere vurulanı olmamıştır. Ne kızıllığı kalmış ne hainliği. Kendi kendime hep sormuşumdur: Neden? Neden resmî politikaya inanıyoruz? Beni resmî rüyadan uyandırıp gerçeklerle tanıştıran insan, Vahideddin’in torunu Hümeyra Özbaş oldu. Aldatıldığımızı, toplum olarak yanlış yöne götürüldüğümüzü anladığımda çok geçti.” Birand, 11 Ocak 2005 tarihinde MEB Hüseyin Çelik’i misafir ettiği Manşet programında bakanın Atatürk’ü öven sözlerine karşı şöyle söylemiştir: “Osmanlıyı bir düşman olarak bildik. Bize bunu öğrettiler vatanı sattı diye. Oysa öyle değilmiş. Bir dönem kendisine düşman arıyormuş. Bize Osmanlı'yı düşman ilan ettiler.”
Yaparsa o yapar!
Sultan Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid’in oğullarının en küçüğüdür. 4 aylıkken babasını, 4 yaşında da annesini kaybetti. Şehzâde iken, yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu. İttihatçılar şehzâdeyi devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara ortadan kaldırmaya teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine tahta çıktı.
Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid en çok bu kardeşini severdi. Tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşad olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi.
Babası gibi Nakşî idi. Eşi az görülebilecek kadar namuslu idi. Vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmemiş: hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade etmişti. Şehzadeliğini geçirdiği Çengelköy Köşkü, hükümete intikal etti.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024