ŞERİAT NEDİR? NE DEĞİLDİR?
Tâliban’ın iktidarı tekrar ele alması, piyasadaki şeriat münakaşalarını tazeledi. Gerçi Afganistan’da evvelden de kısmen de olsa şer’î hukuk tatbik ediliyordu. Değişen, iktidardır. Şeriat olarak lanse edilen şey veya insanların kafasındaki şeriat tasavvuru, sakal ve peçe mecburiyeti, kesilen kafalar, kollar; baskı altına alınan kadınlara dair birkaç slogandan öteye geçmiyor. “Şeriat, kadın düşmanıdır; acımasız cezalar tatbik eder!”
Nitekim İngiliz tarihçi James E. Baldwin diyor ki: “Şeriat hakiki manada tatbik edilmiş olsa, bunların hiç birisi söylenemez. Her hukuk sisteminin âdil olma ölçüsü kendi konseptinde tayin edilir. Hâkimler, hukuk kaidelerini tatbik ediyor mu, yoksa taraf tutuyor veya rüşvetle mi karar veriyor? Buna bakılır.” Osmanlı gibi zaten şeriatın cari olduğu yerlerde, zaman zaman asilerin kullandığı “şeriat isteriz” sloganı, aslında “adalet isteriz” demektir.
“Şeriata karşı değilim!”
Bundan 40 küsur sene evvel bir CHP milletvekili konuşmasında, “Ben şeriata karşıyım” sözünü sarf etmişti. O zaman Gümüşhane milletvekili olan eski diyanet reisi Lütfü Doğan hoca da buna cevap verirken, “Burada bir zuhul [hata] olsa gerek. Zira şeriat, din demektir. İnanmasa bile bir insan dine nasıl karşı olabilir? Allaha, peygambere ve ahirete inanmak şeriattır. Namaz kılmak, zekât vermek şeriattır. Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak şeriattır” deyince, o milletvekili “Yok yok, ben şeriata karşı değilim” demek mecburiyetinde hissetmişti.
Şeriat (procede), Arapça’da insanı su kaynağına götüren yol demektir. Din ile şeriat aynı manadadır. Bununla beraber din mefhumu biraz daha geniştir. Kur’an-ı kerimde bu kelime sık geçer. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüsselâmın şeriatlara sahip olduğu beyan edilir.
Tabir olarak şeriat, bir peygambere tâbi olanların, inanması, yapması ve kaçınması lazım gelen hususların tamamını ifade eder. Bugün pek kullanılmayan teşri (yasama) ve şâri (kanun koyucu); buna mukabil sık kullanılan meşru kelimeleri hep aynı köktendir. Yani meşru, “şeriata uygun” demektir.
Demek ki Musevi şeriatı vardır, İsevi şeriatı vardır, Müslüman şeriatı vardır. Ağırlığı sebebiyle Garpta tenkit edilen İslâm şeriatındaki hükümlerin fazlası, bugün Hristiyanların okuduğu mukaddes kitapta da mevcuttur.
İman-Amel-Ahlâk
Şeriat, iman, amel ve ahlak olmak üzere üç kısma ayrılır. Şeriatın bazı hükümleri insan ile Allah; bazıları ise insan ile cemiyet arasındaki münasebetleri tanzim eder. Birincisine iman ve ibadet; ikincisine hukuk ve ahlak girer. İnsanların bugün şeriattan anladıkları, İslâm dininin hukukî hükümleridir. Bütün dinler insanın her anını tanzim eder. Dolayısıyla hepsi hukuki hükümler getirir. Bunlara uymak, inanmak, ibadet etmek gibi dinidir.
Şeriat, Allah ve peygamberinin koyduğu hükümlere dayanır. Ama bunları tespit ve tefsir edip, stilize kaide haline dönüştüren âlimlerdir. Bu da, şeriatın her zaman ve zemine adapte olabilmesine imkân veren bir elastikiyet demektir. Şeriatın kaynağı olan âyet ve hadisler değişmez; ama bunların beşerî tefsirleri değişebilir. Müctehid, yeni bir ictihad yapabilir. Hukuku tatbik makamındaki kişi, bu müçtehitlerden zamana ve zemine en elverişli olanını seçebilir ve böylece şeriata uyulmuş olur.
Şeriatın hukuki hükümleri, hem uhrevi, hem de dünyevi müeyyide ihtiva eder. Şeriata uyan, hem hukuka uymuş; hem sevap kazanmış olur. Buna mukabil, şeriata uymayan hem günahkârdır; hem de ceza, geçersizlik gibi dünyevi müeyyide ile karşı karşıya gelir. İşte aslında şeriata karşı çıkanların kast ettiği bu kısımdır. Ama din, bir bütündür. İman, parçalanma kabul etmez.
Kestiği parmak
Bu dini hava, insanların hukuk kaidelerine daha bir titizlikle ve gönül rızasıyla uymalarında kuvvetli rol oynar. Halk arasında ilahî kanunlar için “Şeriatin kestiği parmak acımaz!” sözüne mukabil, beşerî kanunlar için “Hükümet yasağı üç gün sürer” sözleri meşhurdur.
Ulema ve tüccarın, her zaman şeriatın yanında yer almasının akılcı bir sebebi vardır. Şeriat, idarecilerin güçlerini kötüye kullanmalarının önüne geçmek üzere gönderilmiştir. Onların otoritesini tahdit eder. Bunları hiç bir merci kaldıramaz, değiştiremez. Hak ve hürriyetler, bizzat teminat altına alınmış; ferdi münasebetler net bir şekilde tanzim edilmiştir.
Modern demokrasilerde, seçimle gelen hükümetler, şeriatla idare olunan memleketlerdeki hükümdarlardan çok daha geniş salahiyetlere sahiptir. Dilediği kanunu çıkarabilir. An’anelerle eli kolu bağlı olan, hele etrafı şeriatla kuşatılmış müslüman hükümdarların böyle bir imkânı yoktur. Her çeşit kanunları, yüksek din ve hukuk bilginleri (ulema) hazırlar; aynı zamanda onlar tatbik eder. Ancak bunlar, idarecilerden ayrı bir ruhban sınıfı değildir. Bu da şeriata bir otonomi kazandırır.
Hazret-i Ebu Bekr’den, Osmanlı saltanatının yıkılışına kadar, her meselede, şeriatın referansları araştırılmış ve mesele fetvaya bağlanmadıkça icraata geçilmemiştir. Osmanlı Devleti, bütün aksamıyla hukuk sistemi olarak şeriatın tatbikinin son numunesi sayılır.
Nimet, külfet mukabilidir
Devletler hukuku, çevre hukuku, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları gibi hususlarda dünyada ilk defa derli toplu hükümler koyan şeriat olmuştur.
Kadılar, tam müstakildir; hükümdar bunlara emir veremez. “Kral hata yapmaz” prensibini şeriat kabul etmez; hükümdar, icraatlarından hukuken mesuldür. Fetih ve ganimet için savaşmayı, anlaşmaları bozmayı yasaklar; esirlere iyi muameleyi emreder. Halktan alınacak vergiler ve nispetleri bellidir. Zenginlerin, servetlerinin muayyen bir kısmını fakirlere vermesi mecburidir. Kanun önünde, hür ile kölenin, müslüman ile gayrı müslimin, erkek ile kadının, idareci ile halkın farkı yoktur.
İslâm ülkesi vatandaşı gayrı müslimler, şahıs, aile ve miras gibi ahval-i şahsiye davalarını kendi mahkemelerine götürebilir; burada kendi şeriatları tatbik edilir. İslâm şeriatı, gayrı müslimlere inanç ve ibadet hürriyeti yanında, bu imkânı da vermiştir ki, bugün modern devletlerde bile bu nadirdir.
Gayrı müslimler, şer’î düzeninde kendi hayatlarını hür bir şekilde yaşar. Müslümana yasak olduğu halde, bunlar içki içebilir; domuz eti yiyebilir; imal edebilir, alıp satabilir. Ama şeriat, müslüman olduğunu deklare eden kişiden şahsiyetli davranmasını bekler. Dinin emir ve yasaklarının alenen ihlaline göz yummaz. Ama bütün hukuk sistemleri gibi, dışa vuran hareketleri mevzu edindiği için, insanların evinde ne yaptığını da araştırmaz.
Şer’î hükümler “Nimet, külfet mukabilidir” prensibine göre konulmuştur. Bir takım sosyal sebeplerden dolayı bir erkeğin dört kadınla evlenmesine müsaade edilmiştir; ama bunun için ağır şartlar aranmış ve tek kadınla evlilik tavsiye edilmiştir. Bu sebeple müslüman memleketlerde birden fazla kadınla evlenen erkek sayısı fevkalade azdır.
Şeriat, kadını hukuki ehliyet cihetinden erkek ile aynı statüde görür. Kadın kendi servetini dilediği gibi sarf etme hakkına sahiptir. Kadına hiçbir maddi ve sosyal mükellefiyet yüklenmediği halde, miras olarak erkek kardeşinin yarısı kadar hisse verilmiştir. Bunun dışında mirasta erkeğin gerisinde değildir. Zengin bile olsa evlendiği zaman kendisine kocası sosyal statüsüne göre bakmak zorundadır. Aynı suçu işleyen erkek veya kadın aynı cezayı alır.
Şeriat ve Örfî Hukuk
Şeriat, ibadetler, aile hukuku, muameleler ve cezalar olmak üzere dört kısımdır. Ferdî ciheti ağır basan aile, miras, haklar ve akitlerde etraflı hükümler getirmiştir. Ancak sosyal ciheti ağır basan anayasa, idare, maliye, ceza hukuku gibi sahalarda çok az hüküm getirmiştir. Bilerek bıraktığı boşlukları, zamana ve zemine göre beşeri iradenin doldurmasını istemiştir. Bu da Osmanlılarda örfi hukuk denilen sahayı doğurmuştur.
Dolayısıyla bir İslâm devletinde hukukun bir kısmı şeriat, büyük bir kısmı da şeriata aykırı olmamak kaydıyla beşerî iradenin koyduğu kanunlardan meydana gelir. Mesela şeriat, 9 tane suç tespit etmiştir. Bu suçlara da nispeten ağır cezalar getirmiştir. Ama bunların gerçekleşmesi için de çok teferruatlı şartlar aramıştır. Öyle ki bu cezaların tatbiki adeta imkânsızdır. Bu sebeple tarih boyunca bu cezalar neredeyse hiç tatbik edilmemiştir.
Mesela zina suçundan dolayı ceza verebilmek için, 4 hür, müslüman ve âdil erkeğin, suçluları sürmedandaki kalem veya kınındaki kılıç gibi görmesi, bunu mahkemede beyan etmesi ve suçun infazında da hazır bulunması lazımdır. Bu ise suçun herkesin önünde yapıldığını gösterir ki muhaldir.
Peki öyleyse cezalar neden konulmuştur? Şeriatın maksadı cezalandırmak değil, suçun işlenmesini önlemektir. Korkutucu cezalar cemiyeti korumak için vardır. Şeriatın aradığı şartlar gerçekleşmemişse, bu suça mahkeme beşerî kanuna göre ceza verir.
Şeriat, ölüm cezasını çok nadir hallere inhisar ettirmiş ve tatbikini fevkalade zorlaştırmıştır. En ehemmiyetsiz suça bile ölüm cezası tatbik eden İngilizler, Hindistan’ı işgal ettiğinde, şeriatın ceza hükümlerini hafif bulmuştu. Bugün Müslümanların yaşadığı bazı beldelerdeki Selefi (Vehhabi) tarzı dayak ve taşlama gibi cezalar, göz boyamaya matuftur ve hakikatte şeriata hiç de uygun değildir.
Önceki Yazılar
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024
-
TÜRKLERİN BİNLERCE YILLIK HUKUK ve ADALET MACERASI23.09.2024
-
93 HARBİ FACİASINA BÜROKRASİ SEBEP OLDU16.09.2024