Gelişmiş Arama İçin Tıklayınız!

İPTEKİ CAMBAZ, TÜRKİYE - II. DÜNYA HARBİ’NE NİYE GİRMEDİ?

Minarelere yerleştirilmiş tüfeklerin uçaksavar vazifesi gördüğü bir ordunun harbe girmesi mümkün müydü?
9 Eylül 2019 Pazartesi
9.09.2019

80 sene evvel bugünlerde Almanya’nın Polonya’ya tecavüzü ile başlayan ve Türk halkının “Alaman Harbi” dediği II. Dünya Harbi’ne Türkiye’nin girmemesi İnönü’nün büyük bir muvaffakiyeti olarak görülür. Gerçekten harb kaybetmenin ne demek olduğunu iyi bilen zamanın reisicumhuru, Türkiye’yi harbden uzak tutmuş; ama harbin bütün menfi tesirleri memlekette hissedilmiştir.


Ayasofya minaresinde MG08 makineli tüfeği - Eylül 1944

İpteki cambaz

Türkiye için nasıl 20’li yıllar Rusya ve İngiltere yılları ise, 30’lu yıllar da Almanya yılları olmuştur. Nazi Almanyası ile ticari münasebetler 4 kat artmıştır. Bundan rahatsız olan İngiltere, 1936’da Montrö Mukavelesi ile Boğazlar üzerindeki Lozan hükümlerini gevşetmiş; ayrıca Fransa, Antakya’dan vazgeçerek, Türkiye’yi kendi yanlarına çekmiştir.

Bu yıllarda İtalya, Türkiye için bir tehdit kaynağı idi. Almanya’nın Ankara’ya tayin ettiği 1.sınıf bir diplomat olan eski şansölye Franz von Papen, Türkiye’yi kendi saflarına çekilmesi için Berlin’e 12 Ada’nın verilmesini teklif etti; Berlin kulak asmadı. 1939’daki Almanya-Rusya saldırmazlık paktı Ankara’yı şoke etti.

7 Nisan 1939’da İtalyan ordusu Arnavutluk’u işgal edince, paçaları tutuşan Ankara, İngiltere ve Fransa ile masaya oturdu. II. Cihan Harbi kopunca, müzakereler hızlandırıldı ve üç devlet 19 Ekim’de bir pakt imzaladı. Türkiye, bir Avrupa devleti tarafından tecavüze uğrarsa, bunlar yardım edecek; bunlara Akdeniz’de bir tecavüz olursa, Türkiye yardım edecekti.

İtalya ve Almanya, Balkanları istilaya başlayınca, Türkiye kritik vaziyette kaldı. Trakya ve İstanbul tahliyeye başlandı. Churchill, ardından Hitler Ankara’ya mesaj gönderip harbe girmesini istedi; Hitler, 12 Ada ve Batı Trakya’yı teklif etti. Ankara, 18 Haziran 1941’de Almanya ile bir dostluk anlaşması imzalayarak tarafsızlık taahhüdünde bulundu. Bu sayede Türkiye harbin dışında kaldı. ABD çok kızdı ve Ankara’ya yardımı durdurdu. Realist Churchill, ABD’den aldığının yarısını Türkiye’ye verdi.

“Nankör Türkler”

Türkiye’nin dış ticaretinin yarısını yaptığı Almanya, Türkiye’den o zaman için stratejik bir madde olan krom alıyordu. İngiltere ve ABD’nin notaları üzerine, Türkiye’nin Almanya’ya yaptığı krom sevkiyatı 21 Nisan 1941’de durduruldu.

Alman gazeteleri “Nankör Türkler” başlıkları ile çıkadursun, Amerikalılar, Almanlar almasın diye kromu satın alıp, okyanusa dökmeye başladı. Hep bir Rus istilası korkusu taşıyan Ankara, aynı yıl 24 Mart 1941’de Rusya ile de dostluk paktı imzaladı. Nazilerin Bulgaristan’ı işgali, Rusları telaşlandırmıştı.

Almanlar Ruslara saldırınca, Ankara’nın bayram ettiği söylenir. Türkiye’nin harbe girmemesi, başta Almanya’nın menfaatine idi. Rusya’ya saldırırken, sağ kanadından emindi. Öte yandan da Nazilerin petrol mıntıkasına kolayca geçmesini önlediler ve Rusya’nın güneyi tehlikeden kurtuldu. Böylece Türkiye, ipteki cambaz gibi hep ikili oynamayı tercih etti.

Türkiye’nin harbe girmemesi, tarafsızlık politikasından dolayı değildir. Eğer öyle olsaydı, tarafsızlıkta herkesten samimi ve titiz olan Hollanda’nın da Almanlar tarafından işgal edilmemesi lazım gelirdi. Halbuki öyle olmamıştır. İsviçre, Almanya’nın dibinde ve nüfusun da çoğu Almanca konuştuğu halde, burası da tarafsız olduğu için değil, başka sebeplerle işgal edilmemiştir.


Adana Mülâkatı

Niye girsin?

Çokları Almanya’nın mutlak kazanacağını umuyordu. Nitekim Polonya 4, Fransa 6 haftada, Norveç ve Danimarka 2 ayda, Hollanda 5 günde, Belçika 7 günde, Yugoslavya 11 günde, Yunanistan ise 3 haftada yere serilmişti. Ama aslında Almanya’nın ekonomik vaziyeti, Alman yenilmezliğini temin etmekten uzaktı. Nitekim 2-3 sene içinde bu inanç çökmüştü. Hitler’in maksadı, Rusya’nın sonsuz kaynaklarına oturarak harbi kazanmaktı. Bunun mümkün olmadığı kısa zamanda anlaşıldı.

Harbin başında İngiliz hariciye vekili, hükümetin ağzını yoklamak üzere Türkiye’ye gelmişti. Memlekete döndüğünde hükümetine şu mealde bir rapor takdim etti: “Türkiye’nin taarruz gücü olmadığı için, harbin dışında kalması müşterek davamız cihetiyle daha faydalıdır. Görüştümüz kişiler, Almanya’ya değil, Rusya’ya düşmandır.” Churchill de Türkiye’ye yardım edebilecek vaziyette olmadıklarını itiraf eder. (Churchill, WWII, III/85-86)

Amerika ise Türkiye’deki rejimi Franco İspanyası ile bir tutuyor; yardım etmek şöyle dursun, Türkiye’ye yardımın israf olduğu gerekçesiyle İngiltere’yi de engelliyordu. Türkiye, harbe hazır hâle geldiğinde, harb bitmiş olacaktı.

Rusya da Türkiye’nin harbe girmesine taraftar değildi. Çünki Türkiye'deki diplomatik ve militer temayüllerin Rusya ile müttefik olarak harbe girmek yerine, Rusya’ya karşı harbetmek istikametinde olduğunun farkındaydı. Üstelik Türkiye’nin Balkanlara doğru ilerlemesi, Rusya’nın aleyhine idi.

Harbin başında zaten yıldırım hızıyla Girit, Rodos ve Ege Denizi’ne inen Naziler, Türkiye’nin harbe girmesini neden istesinlerdi? Türkiye bir çember içine alınmıştı. Boğazlar, Nazi tehdidi altındaydı. Türkiye-İngiltere-Fransa paktının bir manası kalmamıştı. Türkiye’de ise ne hükümet, ne de matbuat Nazilere karşı harbe taraftardı.

Tren diplomasisi

24 Şubat 1942’de Almanya’nın Ankara sefiri Franz von Papen’e yapılan suikast, milletin korkudan yüreğini ağzına getirdi. Bu, acaba bir provokasyon muydu? İnönü, 1942’de İzmir’de yaptığı konuşmada “Harbin dışında kalacağız, kalamazsak da şerefle vazifemizi yerine getireceğiz” demişti. Suikast işe yaramadı. Sağ kurtulan von Papen, Berlin’e gidip döndükten sonra, “Türkiye harb istememektedir, tarafsızlığını koruyacaktır” demişti. Yani Hitler; şimdilik “merhamet” göstermişti.

İngiltere ve ABD, 1941’e kadar, bu tarafsızlığın, Mihverin petrol havzasına ulaşmasını engellediği için, Müttefiklerin menfaatine hizmet ettiğini düşünüyordu. Ancak Alman zaferleri, Churchill ve Roosevelt’in fikrini değiştirdi. Türkiye’nin büyük ordusuyla harbe girmesi, Balkanlarda yeni bir cephe demekti ve Müttefikleri rahatlatacaktı.

İngiltere başvekili Churchill 30 Ocak 1943’te Adana’da bir tren vagonunda gizlice İnönü ile görüştü. Tarafsızlığı takdir etti; ama her şeye rağmen harbe girilmesini istedi. Türkiye’nin jeopolitik pozisyonu bunu icab ettiriyordu. İnönü, ordunun teçhizat noksanlığını bahane ederek ayak sürüdü. ABD reisi Roosevelt ise, Türklerin muhtemel mağlubiyetini kendileri için riskli görüyordu. Türkler yenilirse, bu Müttefikler için bir felâket olurdu.


Kâhire Konferansı. İnönü, Churchill ve Roosevelt

Uçaksavar tüfek

Minarelere yerleştirilmiş tüfeklerin uçaksavar vazifesi gördüğü bir ordunun harbe girmesi zaten mümkün değildi. Hükümete yakın yazarlar bile, harbde makinenin ehemmiyetini inkâr eden ve piyadeyi üstün tutan Çakmak devrinde, I. Cihan Harbi’nden kalma silahlarla harbe girmenin felâket olacağını telaffuz etmekten çekinmemişlerdir. Sadece doğu cephesindeki Alman askerleri, Türk ordusunun tamamının üç katıdır.

Harb esnasında Türkiye’nin müttefiklere destek verecek ne malî, ne de manevî kudreti vardı. Naziler, Alman milletini; Bolşevikler de Rus milletini sloganlarla cepheye dökmeye muvaffak olmuştur. Halkın tarihî kahramanlığının para etmeyeceği bir harbde, Tek Parti hükümetinin böyle bir manevî gücü hiç yoktu. Daha ilk cephede ordunun çökeceği muhakkaktı. Bunu her iki taraf da biliyordu. Türkiye harbe girseydi, bir de bunu müdafaa etmek mecburiyetinde kalacaklardı.

Ya Boğazlar?

26 Kasım 1943’te Churchill, Roosevelt ve İnönü’nün iştirak ettiği Kâhire Konferansı’nda mesele yeniden dile getirilmiş;  İnönü ise icab eden yardım yapılırsa ve harb sonrası Boğazlar’ın Ruslara karşı emniyeti temin edilirse, harbe girme sözü vermiştir. Churchill, sukut-ı hayale uğramış; ancak vaad edilen yardım gelmediği gibi, geleni de azalmıştır.

Harbin daha başlarında, İngiltere ve İspanya haricinde Avrupa’nın hemen tamamı Mihver Devletler (Almanya ve müttefikleri) tarafından istila edilmişti. Almanlar, Trakya sınırına dayanmıştı. Fransa işgal olunmuş; İngiltere bitkin düşmüş; Rusya mahvolmuştu.

Her iki tarafın da kayıpları akıl almaz nispetteydi. Şehirler bombardımanla yerle bir olmuştu. Stalingrad’daki pahalı Rus mukavemeti, harbin seyrini değiştirdi. Amerika’nın bilfiil harbe girişi, neticeyi getirdi. Tarafsız olmasına rağmen, Ankara, fiilen harbin başından beri Müttefiklere açık destek veriyordu.

Dolaylı katkı

Harbin sonuna doğru, Almanlar geri çekilmeye başlamışken, Müttefikler, Almanya ile her türlü münasebetlerin kesilmesini istedi. Yeni kurulacak dünyada bir yeri olmasını isteyen Ankara, harb sonrasında müttefik muamelesi görme teminatı mukabilinde 2 Ağustos 1944’te bu talebe uydu. Ankara, Müttefiklere malzeme temin; Mihvere de politik ve ekonomik müeyyideler tatbik ederek harbin kazanılmasına dolaylı katkıda bulunmuş sayıldı.

1 Mart 1945’ten evvel Almanya’ya harb ilan ederse, Birleşmiş Milletler beyannamesine iştirak edebileceği söylenince, 23 Şubat 1945’te de Almanya ve Japonya’ya harb ilan etti. Böylece 27 Şubat’ta BM beyannamesini imzaladı; 5 Mart’ta konferansa resmen davet edilerek BM’nin kurucu âzâları arasına katıldı. Yine de yalnızdı. Öyle ki 12 Ada’nın statüsünün konuşulduğu Paris Konferansı’na katılmaya yüzü olmadı.

Türkiye, II. Cihan Harbi’ne girse ne olurdu, onu da başka bir yazıda ele alırız inşallah.