DARBELERLE GEÇEN ÖMRÜ DERBEDERİMİZ

İktidar her zaman çoklarının gözünü kamaştıran bir hayal ve erişmek için icabında her yola başvuracakları bir emel olmuştur. Tarih, bu emele kavuşmak için icabında her vasıtanın kullanıldığı darbe teşebbüsleriyle doludur.
17 Temmuz 2016 Pazar
17.07.2016

İktidar her zaman çoklarının gözünü kamaştıran bir hayal ve erişmek için icabında her yola başvuracakları bir emel olmuştur. Tarih, bu emele kavuşmak için icabında her vasıtanın kullanıldığı darbe teşebbüsleriyle doludur.

Sacayağı

Osmanlı Devleti’nin idaresinde söz sahibi olan üç nüfuz grubu vardı: Ulemânın teşkil ettiği ilmiye, merkez ve taşradaki bürokratların teşkil ettiği kalemiye ve askerlerin teşkil ettiği seyfiye sınıfları. Sacayağını andıran bu üç sınıf arasındaki ahenk ve dengeyi saray temin etmeye çalışırdı. Bu denge, sınıflardan birisi lehine bozulursa, sacayağı sarayın üzerine devrilirdi. Saray, yeni bir nüfuz grubunun meydana gelmesini engellerdi. Sultan IV. Murad gibi kuvvetli padişahlar zamanında otorite saraya geçti. Ancak ekseriyetle üç sınıf da sarayın yanında varlığını ve padişah otoritesine karşı potansiyel güçlerini muhafaza etti.

Sultan II. Mahmud, yeniçeri ocağını kaldırıp, ulemâ ve vezirlerin salâhiyetlerini kısarak merkezî otoriteyi güçlendirdi. Tanzimat Fermanı, bürokratların hâkimiyeti tekrar ellerine almalarına vesile oldu. Bu otoriteyi kırmak isteyen Sultan Aziz, bir asker-bürokrat darbesiyle tahttan indirilerek tesirsiz hâle getirildi. Sultan II. Abdülhamid, tahta çıktıktan iki sene sonra dedesi gibi otoriteyi sarayda topladı. 1908 darbesinden sonra güç, bürokratlarla anlaşan askerlere geçti. O gün bu gündür hükümetler gelir gider, ama sivil ve askerî bürokrasi hep hükmünü yürütür.

Osmanlı tarihinde çok sayıda isyan teşebbüsü olmuş; padişah, bunlardan 11’ünde tahtını, üçünde ise canını kaybetmiştir. Hiçbir darbe öncekinden daha iyi şartlar getirmemiş; memleket gerilemiş; kazanan başkaları olmuştur. Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi, ‘Bir Darbenin Anatomisi’ ismiyle kitaplaşacak kadar enteresan bir darbedir. Darbeciler, askerleri, ‘Padişahı Ruslar kaçıracak; korumaya gidiyoruz’ diye kandırmıştı. Son yaşanan darbe teşebbüsünde de askerleri tatbikata diye götürdükleri anlaşılıyor.
             
Solda 31 Mart darbesi esnasında köprüyü tutan askerler. Sağda 31 Mart darbesi esnasında Yıldız Sarayı basılıyor      
Sultan Hamid’in otoritesini kıran Jön Türklere karşı, 31 Mart 1325 (1909) tarihinde bir karşı darbe tertiplendi. Muvaffak olamayan bu darbe vesilesiyle Sultan Hamid tahttan uzaklaştırıldı. Darbenin arkasında Alman nüfuzuna karşı kendi hâkimiyetini düşleyen İngiltere’nin veya bizzat kendi otoritelerini arttırmak isteyen İttihatçıların bulunduğu söylenir. Nice muhalifler bu sayede temizlenmiştir.
  
31 Mart darbesi ardından asılanlar
Buna rağmen siyasî otoritenin yine bürokratlar elinde kaldığını görünce, ‘Biz bu ihtilâli neden yaptık öyleyse?’ derecesine hayıflandılar. 1913 senesinde içlerinde ‘gözü kara bir genç’, Enver Bey, o zaman imparatorluk hükümetinin merkezi olan Bâbıâli’yi basarak harbiye nazırını vurup, sadrazamın istifasını aldı. Böylece Selanik birahanelerinde Namık Kemal şiirleri okumaktan başka meziyetleri bulunmayan toy subaylar, memleketin yegâne hâkimi olmuşlar; 5 sene içinde de imparatorluğu batırmayı becermişlerdir.
   
                               Solda ecnebi matbuatında Bâbıâli baskını. Sağda Meşrutiyetin ilanına dair Yunanca kartpostal
NATO’ya CENTO’ya Bağlıyız!
Ankara hareketinin, aslında İstanbul’daki saltanata karşı bir darbe olduğu bir yana bırakılırsa, cumhuriyet tarihi de aslında nice muvaffak olmuş veya olmamış darbeler tarihinden ibarettir. Bunun sebebi, Tek Parti ideolojisinin, arkasını sağlama almak üzere orduyu alabildiğine güçlendirme siyaseti olmuştur. Elinde silahı olan, her zaman güçlüdür ve söz sahibidir. Ancak haklının sözü geçmelidir, güçlünün değil. Hakkı olmayan bir şeyi zor kullanarak ele geçirmeye kalkması, ne fenâ, ne âdi şeydir.
1945 yılında ABD baskısıyla demokrasiye geçiş, Tek Parti’ye karşı bir modern darbe sayılır mı? Aynı kadroların idare ettiği meşrutiyet devri de sayılırsa, memleketi neredeyse 40 senedir demir yumrukla idare eden Tek Parti, iktidarı kolay kolay devreder miydi? Nitekim çokları demokrasi ve çok partili hayatı, Tek Parti’nin muhaliflerini ortaya çıkarmak üzere kurduğu bir komplo olarak gördü. Yanılmadıkları 27 Mayıs 1960 darbesi ile ortaya çıktı. Ne hata yaparsa yapsın, bunun karşılığını siyasî olarak görmesi gereken Demokrat Parti, liberalizm ve demokrasi yanlısı olduğu halde ezildi. Cumhuriyete ince ayar, iktidarını kaybeden tek parti tarafından, zamanın askerleri vasıtasıyla verildi. Bununla beraber darbenin arkasında, Türkiye’deki CIA operasyonlarına safça karşı çıkmak ve Irakla ittifak yapmak cesaretini gösteren Adnan Menderes’i bertaraf etmek arzusundaki Anglo-Amerikan bloğunun olduğu söylendi.
İttihatçılar, kendisini idealist zanneden bazılarında istediği zaman darbe yapıp iktidarı ele geçirme ihtirasını, yani komitacılık ruhunu yerleştirmişti. Şurası bir hakikattir ki, ne kadar  silah gücü bulunursa bulunsun, dışarıdan desteklenmeyen bir darbenin muvaffak olması mümkün değildir. Malaparte’ın ‘Hükümet Devirme Taktiği’ kitabını okumak insana hayli fikir verebilir.
1962 senesinde Harbiye Kumandanı Talat Aydemir’in harbiye talebesini sürüklediği romantik karşı darbe teşebbüsü, hüsranla neticelendi. İnönü, dindar harbiye talebelerini mektepten atarak fikriyatını ispatlayan Aydemir’i emekliye sevk etmekle iktifa etti. Ancak hevesi kursağında kalan emekli albay, ertesi sene kendisine inananlarla tekrar darbeye kalkışınca darağacını boyladı.
Rus yanlısı subayların tertiplediği bir darbeye karşı yapıldığı söylenen 12 Mart 1971 darbesi de, Demirel’in uyumluluğu sayesinde kansız geçti. Yine Sovyetlere karşı ‘Yeşil Kuşak’ projesi çerçevesinde ABD’nin arkasında olduğu, hatta bunun için önce ortalığın anarşiyle kana boyanarak elverişli vasatın hazırlandığı çok dile getirilen 12 Eylül 1980 darbesi ardından heryer süt liman olmuş; her muvaffak darbede olduğu gibi, halk, kendisini can korkusu belâsından kurtaranları alkışlamıştır.
Amerikan aleyhtarı hükümete karşı yapılan 28 Şubat 1997 darbesi, kansız/tanksız gerçekleştiği için post-modern darbe olarak bilinir. Ama tesirleri önceki iki darbeden de fazla olmuştur. Zamanın global politik/ekonomik güçlerinin desteklemediği/arkasında olmadığı hiçbir darbe/ihtilâl muvaffak olamamıştır. Bu, Fransız ihtilâli için de, Bolşevik ihtilâli için de, Jön Türk ihtilâli için de böyledir.
Dünyanın her yerinde, tek tip insan yetiştirmeye matuf maarif sistemi, bir yandan anında dolduruşa gelip sokağa dökülebilen bir topluluk meydana getirdi. Yine bütün dünyadaki askerî mekteplerde, buna paralel olarak geleceğin subaylarında, kendilerinin sivillerden daha vatansever olduğu, her birinin birer Napolyon, birer Enver Paşa potansiyelinde bulunduğu fikri şuur altına yerleşti. Demokrasinin bir hayat tarzı olduğu, insanların vaziyetten vazife çıkarmaya kalkışmadığı, sadece kendi işine baktığı gelişmiş cemiyetlerde artık böyle teşebbüslere rastlanmamakla beraber, tam işleyen liberal demokrat sistemin, zaten beynelmilel sermayenin akışına bir mâni teşkil etmediği de düşünülebilir.
Enver Paşa Bâbıâli’yi basıyor