ÖLÜMDEN BAŞKA HER DERDİN DEVÂSI VAR!

Şark dünyasında eskiden beri tıb ileri; tabiblik mesleği de revaçtaydı. Müslüman doktorlar, VII. Asırda göz ameliyatları yapardı.
9 Mayıs 2016 Pazartesi
9.05.2016

Şark dünyasında eskiden beri tıb ileri; tabiblik mesleği de revaçtaydı. Müslüman doktorlar, VII. asırda göz ameliyatları yapardı.


 

14 Mart 1827 yılında Sultan II. Mahmud Osmanlı ülkesinde Avrupaî usuldeki ilk tıp fakültesini kurdu. Kuruluşu, her sene Türkiye’de tıp bayramı olarak kutlanır. Peki daha önce şark dünyasında ve Osmanlı ülkesinde tıp fakültesi yok muydu?

Usta-çırak

Dinin, tedavi olmak istikametindeki emir ve tavsiyeleri, müslüman âleminde tıb ilminin oldukça gelişmesine yol açmıştır. Hazret-i Peygamber, Allah’ın ölümden başka her derdin devasını yarattığını; insanların bunu aramaları gerektiğini söyler. İlim, beden ve din bilgisi olmak üzere iki tanedir” sözü da hadis-i şeriftir. İlimler içinde en lüzumlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir, manasına gelen bu sözle, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiği söyler. Beden bilgisinin, din bilgisinden önce öğrenilmesini emreder. Çünki bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.

Bugün de modern tıbbın, hijyen ve terapi olmak üzere iki kısmı vardır. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı temin etmek, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, arızalı kalır. İşte İslamiyet, tababetin birinci vazifesi olan hijyene, yani hasta olmamaya öncelik vermiştir.

Roma İmparatoru Heraklius’un Medine’ye Hazret-i Muhammed’e gönderdiği hediyeler arasında bir de tabib vardı. Tabib, günler geçip de kendisine kimse gelmeyince, peygambere müracaat etti. Hazret-i Peygamber, temizliğe ve az yemeye dikkat edenin, kolay kolay hastalanmayacağına dikkat çekti. Hiç kimse ölümden kurtulamaz. Fakat o zamana kadar sıhhatini koruması şarttır. Peygamberin bu istikametteki tatbikatı, tıbb-i nebevî adıyla bilinir. Buna dair nice kitaplar yazılmıştır.


Tıbbın öncüleri

Müslüman Şark dünyası, modern tıbbın öncülerini de yetiştirmiştir. Avrupa’da Razes diye bilinen müslüman tabib Ebu Bekr er-Râzî (864-925), bugün Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde doğdu. Bağdad’da tıb tahsil etti. İlaçlar ve kimya üzerine çalıştı. Tıb ilminde yüze yakın eseri vardır.  Göz ameliyatlarında mütehassıs idi. Hazret-i Peygamber’in kız torunu Sükeyne’ye katarakt ameliyatı yapmıştır.

Aynalarda ışıkların yansıması kanunlarını bulan ve Avrupalıların Alhazem dediği İbn Heysem (965-1039), Basra’da doğmuş; Mısır’da vefat etmiştir. Matematik, fizik ve tıb ilminde yüze yakın kitabı vardır. Bunların çoğu Avrupa dillerine tercüme edilmiştir.

Batı’da Avecenna diye tanınan İbn Sina’nın (980-1037), el-Kanun adlı eseri asırlarca tıb fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. 1066’da ölen Müslüman cerrah Amr bin Abdurrahman el-Kirmânî, Endülüs hastanelerinde ameliyat yapardı.

Türkistanlı din âlimi İbnü’n-Nefs (1210-1288), aynı zamanda doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitapları, bu ilimde kıymetli birer kaynaktır. Akciğerlerdeki kan dolaşımının şemasını ilk çizen budur. Orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız Müslümanlardı; Avrupalılar Endülüs’e tıb tahsiline gelirlerdi. İspanya Kralı VI. Alfonso’nun Toledo’da kurduğu tercüme mektebi, Arap âlimlerin tıbba dair nice kitabının Latince ve Avrupa lisanlarına tercümesini temin etti. Müslüman tıbbı, bu sayede Avrupa’ya yayıldı.


Popüler meslek

Anadolu’da Selçuklular devrinden beri ciddî tıp müesseseleri vardı. Kayseri, Edirne, Amasya ve İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastaneler, aynı zamanda mühim birer tıp fakültesi idi. Medresede belli bir dereceye kadar okuyan talebe, eğer tıp tahsili görmek isterse bir hastaneye intisap eder; burada bir tabibin yanında, usta-çırak münasebeti çerçevesinde tabip, cerrah ve kehhal (göz hekimi) olarak yetişirdi. Bunların kaleme aldığı nice kıymetli eserler kütüphaneleri süslemektedir.  Ortaçağ ve Yeniçağ’da dünyanın her yanında tabiblik mesleği, bu şekilde ve hastanelerde öğrenilmektedir. Gustave le Bon “Arap hastaneleri, bugünki hastanelerden daha ileri sıhhî şartlara sahipti. Su ve hava, her yana kolaylıkla dağıtılıyordu” der ve Salerno Hastanesini örnek gösterir.

Tedavi edilen hastanın sonra geçireceği nekahat devresi de çok mühimdir. Bu devrede hasta hem istirahat etmeli, hem tıbbî müşahade altında tutulmalı, hem de kuvvetli ve perhize uygun yemekler yemelidir. Bunu da her hastanın yerine getiremeyeceği tabiidir. Bu sebeple Osmanlı ülkesindeki her hastanede, hastaların nekahat devresini geçirdiği tâbhaneler bulunurdu. Hastaneler, zengin Müslümanlar tarafından yaptırılır; her çeşit masrafları da zengin vakıflar tarafından karşılanırdı. Burada halka bedava bakılır; fakirlerin ilaçları da bedava verilirdi.


Sultan II. Bayezid Dârüşşifası-Edirne Sağlık Müzesi

İçine şeytan girmiş

Akıl hastaları, tarihin ilk devrelerinde bazı cemiyetlerde içine şeytan girmiş tehlikeli kimseler olarak görülür; çoğu zaman yakılarak öldürülür veya zincire bağlanarak tecrid edilirdi. Dünyada akıl hastalarına ilk defa hasta muamelesi yapan Türkler olmuş ve onları bimaristan denilen hususi hastanelerde tedavi altına almışlardır. Burada hem beyin ameliyatları ve şok tedavileri yapılmış; hem de telkin, meşguliyet, musiki, su ve kuş sesleri vasıtasıyla akıl hastaları iyileştirilmeye çalışılmıştır. Bîmâr, Farsça ‘hasta’ demektir. Daha çok akıl hastaları için kullanılır.

Psikolojik rahatsızlıkların, umumiyetle insanın meşguliyeti ve gayesinin bulunmamasından kaynaklandığına inanıldığı için; hastanın bir işle meşgul edilmesi önde gelen bir tedavi metodu idi. Ayrıca insanın kaybettiği muhakemeyi, matematikten çıkma bir ilim olan musikideki ahenk vasıtasıyla yeniden kazanacağı düşünülmüştür. Psikolojik rahatsızlıkların çeşidine göre, Türk musikisinin çeşitli makamlarıyla tedavi edilmesi eski bir gelenektir. Nitekim kullanılması mahzurlu nice şeylere, tedavi için cevaz verilmektedir.

Haleb’de Arguniyye Bimarhanesi ve Edirne’de Sultan II. Bayezid Dârüşşifası bugün hâlâ bir müze olarak ayaktadır. Burada akıl hastalarına tatbik edilen tedavi usulleri üzerine materyaller görmek mümkündür. Sultan III. Murad’ın annesi Nurbanu Vâlide Sultan’ın 1582’de Üsküdar’da yaptırdığı Toptaşı Bimarhanesi, yıllarca hizmet verdikten sonra 1924 senesinde psikiyatr Mazhar Osman Bey’in gayretleriyle Bakırköy’e taşınarak Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi adını almıştır.


Toptaşı Bimarhanesi. Kadınlar ve erkekler kısmı

Saray ve tıb

Osmanlı âlimleri de bu vâdide çok çalışmışlardır. Herkesin tasavvufî hikmetleriyle tanıdığı Akşemseddin, tabib idi. Fatih Câmii Medresesi’ne bağlı tıbbiye mektebi tabib yetişiyordu. Çiçek aşısını bulanlar, Türklerdir. Jenner, bunu Türklerden öğrenerek 1796’da Avrupa’da tatbik etti ve haksız olarak ‘Çiçek aşısını bulan kimse’ ünvanını aldı. Halbuki o zamanlar Avrupa’da insanlar çiçek hastalığından kırılıyordu. Fransa kralı XV. Louis 1774’de çiçekten ölmüştü. Napoléon, 1798’de Filistin’deki Akkâ’yı muhasara ettiği zaman, ordusunda veba zuhur etti. Çaresiz kalınca, düşmanı olan Osmanlılardan yardım istedi. Türk tabibler hastaları tedavi ettiler.

Saray tıbba yakın alâka duyardı. Topkapı Sarayı’nda üç ayrı hastane vardı. Birincisi birun denilen, sarayın dış kısmında, ikincisi haremde ve üçüncüsü de enderunda idi. Sarayda tabibler, kehhaller (göz tabibi), cerrahlar ve eczacılar vazife yapardı. Hatta hekime kadın adıyla kadın doktor bile vardı. (Avrupa’da kadınlar için ilk tıb mektebi 1874’de İngiltere’de açılmıştır: London School of Medicine for Women.)

Hepsinin âmiri hekimbaşı idi ki, bugünki sağlık bakanı mesabesindedir. Aynı zamanda padişahın da hususi tabibi idi. Bütün imparatorluktaki tıbbî işlere ve tabiblere nezareti altında tutarak icabında teftiş, imtihan ve meslekten men edebilirdi. Ayrıca saraydaki tabiblerin tayini ve azli, bunun salahiyetinde idi. Ömür boyu vazife yapar; ama padişah ölünce vazifesi sona ererdi. Memlûkler de böyleydi. Eski Mısır’da hükümdar ölünce, tabibi de idam edilirdi.

Sarayda Müslüman tabibler yanında, gayrımüslim tabibler de vardı. Zaten Osmanlı sosyal hayatında tabiblik bir zenaat olarak görüldüğü için, o zamanin şartlarında daha ziyade gayrımüslimlerin tercih ettiği bir meslek olmuştur. O zamanlar bir tabib, hastası öldüğü takdirde cza görmemek için bir muafiyet beratı alıyordu ki, tebabet ruhsatnamesi hükmündedir.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kurucusu Sultan III. Mustafa tıbba meraklı olduğu için, bu devir tıbbın altın çağı olmuştur, denilebilir. Tabib Subhi Efendi ile Avusturya sefaret tercümanı Herbet, zamanın meşhur tabiblerinden Leidenli Boerhave’in tıb nazariyatına dair kitabını Türkçe’ye tercüme ettiler.

Padişahın hususi tabibi Emin Efendi, kızlarağasını tedavi edemeyip ölünce, padişah şüphelenip kendisini imtihan ettirdi ve bir şarlatan olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine şehirde ne kadar şarlatan tabib varsa hepsini toplatıp, meslekten men ettirdiği gibi, kimini idam ve kimini sürgün ettirdi. Tababeti ıslah için Avrupa’dan tabibler getirtti. Napolili Dr. Caro ve Alman Dr. Ghobis şöhret ve itibar kazanmıştır. Saraya bile girebildiği söylenir.

Dünya seviyesinde fakülte

Sultan II. Mahmud, tahta çıkınca, Paris’e ekserisi Rum ve Ermeni gençleri tıb tahsiline yolladı. Onlar, Osmanlı ülkesine Fransız tıbbını getirdi ki, asrın sonunda Alman sıisteminin kabulüne kadar Türk tebabetine hâkim olacaktır. Sultan II. Mahmud’un 1827’de kurduğu modern tıb fakültesi Mekteb-i Tıbbiye’de, askerî ve sivil tabibler beraberce tedrisat görür; eczacılar, baytarlar ve diş tabibleri de buradan yetişirdi.

Başta 2 müderris (profesör) ve otuz talebesi bulunan Fatih’teki mektebde Fransızca yanında Arapça ve Farsça ile dinî ilimler de okutulurdu. Devrin namlı âlimlerinden tarihçi Şânizâde Ataullah Efendi, aslında bir tabibdi ve bu mektebde anatomi dersi verirdi. Hatta resimli bir de anatomi kitabı yazmıştı. Dersler nazarî görülürdü.

Birkaç sene içinde İstanbul’un kibar ailelerinden Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi yüz kadar talebe okumyor; mezun olunca orduda vazifeye başlıyorlardı. Sultan Mahmud Yahudilerin tabibliğini beğenirdi.

Galatasaray Tıbbiyesi

Sultan Abdülmecid tıbba babasından da fazla düşkündü. Galatasaray’da faaliyet gösteren Mekteb-i Tıbbiye ile yakından alâkalanır; sene sonundaki imtihanları bizzat takip ederdi. Avrupa’dan yeni hocalar getirtmişti. Çok kıymetli bir tabib olan Behçet Efendi’nin 1831’de kolerayla mücadele hakkında yazdığı kitap, çok tutulmuş; Almanca’ya da tercüme edilmiştir. Botaniğe meraklı olan Behçet Efendi, ilaç yaptığı nebatları da kendisi yetiştirirdi. 1838’de hastanelerde ölen kimsesiz gayrımüslim kadavralarında teşrih dersi görülmesine irade çıktı.

İlk günlerde burada bir Musevî talebenin okuduğunu öğrenince, bu çocuk için kendi dininin koşer kâidelerine göre yemek pişiren bir mutfak kurulmasını emretmişti. Koşer, Musevîliğe göre yenilmesi câiz olan et, süt, peynir gibi hayvan mahsullerinin, ayrıca dine uygun şekilde haham kontrolünde kesildiğini, sağıldığını veya mayalandığını ifade eder. Böyle olmayan yiyeceklerin yenilmesi günah sayılır. Dahası var: Nezâketi ile tarihe geçmiş Sultan Mecid, Musevîlerin mukaddes Şabat günü, yani cumartesileri o talebenin tatil yapması talimatını vermişti. Osmanlı donanması da, Noel, Paskalya gibi dinî günlerde gayrımüslim zâbit ve erler evlerine gidebilsin diye demir atardı. İnsan hakları ve müsamaha hususunda eskilerin bizden daha ileri olduğu anlaşılıyor.

Viyanalı Dr. Bernard müdür olunca, mektebi 3 sene ihzarî (hazırlık) ve 4 sene yüksek olmak üzere iki kısma ayırdı. Lise gibi faaliyet gösteren ihzarîde, yazı, resim, tarih, coğrafya, geometri, jeoloji ve Fransızca okutulurdu. Yüksek kısımda fakülte seviyesinde tıb tahsili verilirdi. 1843’de 38’i gayrı müslim 841 talebe vardı. 10 yaşından itibaren talebe kabul ediliyordu. Hepsi leyli meccani parasız yatılı) idiler; kıyafetleri de mektepçe karşılanıyordu. Sivil talebeler askerlik kurasından da muaf tutulurdu.

Yüksek kısmı bitiren tabib namzedi, anatomi, fizyoloji, umumi patoloji, kimya, botanik, mineraloji ve klinikten yapılan üç sıkı imtihanı geçerse diploma alabilirdi. Muvaffakiyetle bitirenler binbaşı rütbesiyle İstanbul hastanelerinde bir sene asistanlık yapardı. Dört sene okuduğu halde notları düşük olan talebe, hastabakıcı olarak askerî hastanelere gönderilirdi. Her cerrahi talebesi en az iki ameliyat yaparak mezun olurdu.

Dr.Bernard, 1300 cildlik kıymetli bir kütüphane, ayrıca anatomi odası ve mineral koleksiyonu meydana getirdi. 5 koğuşluk bir hastanesi, bir de polikliniği vardı. Bedava aşı yapılıyor; ebelere yeni usullere dair konferanslar veriliyordu. 1843’te 1 kişi mezun oldu. Türk tıbbına çok hizmeti olan ve Alman usulünü yerleştiren Dr.Bernard 1844’te İstanbul’da ölünce, yerine Padişah, Viyana’dan Dr. Spitzer’i getirtti. Dr.Spitzer, otopsi ananesini başlattı.

Viyana’dan da diploma

Avrupa’da bu mektebin tedrisatı hafife alınınca, 1847’de en iyi 4 talebe Viyana’ya gönderildi. Burada sıkı bir imtihanı gayet muvaffakiyetle geçip Viyana Tıb Fakültesi’nden de diploma aldılar. Böylece Galatasaray Mekteb-i Tıbbiye’nin ehliyetini dünya çapında ispatladılar. Ancak padişah’ın takdir ve taltif ettiği Dr.Spitzer, hasede uğrayıp mektebden ayrıldı ise de, Padişah kendisini yanına aldı. İcabında tedavi için hareme bile girmesine izin verildi. Kendisine 30 bin altın mukabilinde Padişah’ı zehirlemesi teklif edilince, bunu Padişah’a bildirdi ve hayatını tehlikede gördüğü için müsaade alıp Avrupa’ya döndü.

Sultan Abdülmecid bu sefer genç Dr. Rigler’i getirtti. Askerî hastaneleri ıslah etti. Öyle ki burada ölüm nisbeti yüzde 3’e indi.  Yeni hastane daha kurdu. Padişah’ı saraya ameliyat etti. İstanbul’da yaptıklarını anlatan iki cild eser kaleme almıştır. Bu devirde 17 profesörün vazife yaptığı Mekteb-i Tıbbiye’deki tahsil müddeti de arttırıldı. İhzarî 4, yüksek kısım 6 seneye çıkarıldı.

Aman doktor!

Mekteb-i Tıbbiye giderek inkişaf etti. Sultan Hamid zamanında sivil ve askerî tıbbiye birbirinden ayrılmıştı. Sadece sivil tıbbiyede 33 profesör ve 500’den fazla talebe bulunuyordu. Rum asıllı meşhur tabip Marko Paşa, tıbbiye mektebi müdürlerinden idi.

Babasının izinden yürümek isteyen Sultan II. Abdülhamid zamanında dünyanın en ileri tıp fakültelerinden biri hâline geldi. Her milletten talebenin tahsil gördüğü mektepte, hocaların çoğu Avrupa’dan gelmiş veya burada yetişmiş; sahasında otorite şahıslar idi. Her talebeye bir mikroskop düştüğünü, burada okuyanlar hatıralarında anlatırlar. Mektebi gezen yabancı seyyah, diplomat ve ilim adamları hayranlıklarını ifade etmekten kendilerini alamamıştır.

Doktorluk böylece, kâtiplik ve zâbitlikle beraber zamanın en popüler mesleklerden biri hâline geldi. Öyle ki kızlar arasında, bir doktorla evlenmeyi hayal edenlerin sayısı arttı. Bu hususta şarkılar bile yazıldı. “Aman doktor canım doktor derdime bir çare” ve “Nabzımı bırak a doktor, kalbime bak!” diye başlayan şarkılar, bu furyanın eseridir. Tabip veya hekim yerine, doktor gibi frenkçe bir tabirin tercih edilmesi de bu devre rastlar.

Muhalefet mektebi

Kendisi de tıbbiyeden mezun bir doktor olan Rıza Nur bey’in hatıraları, o zamanki günlerin canlı bir tasviridir. Rıza Nur, tebabetimizdeki Fransız ve Alman ekollerini mukayese eder ve Almanları beğenir. Hocası ve meslektaşı tabibler hakkında bazen takdirkâr, ekseriya acımasız beyanlarda bulunur; kiminin Besim Ömer Paşa gibi iyi tabib olup, cerrahiden anlamadığını veya Cemil Paşa gibi iyi bir cerrah olup, tedaviyi bilmediğini söyler.

Enteresandır, Sultan Hamid’e ilk muhalefet de bu mektepte doğmuştur. Her hafta tatil merasiminde talebenin ‘Padişahım çok yaşa!’ diye bağırması âdet iken, burada ‘Padişahım baş aşağı!’ diye bağırmaya cesaret etmişler; buna rağmen “Ses yankı yapmıştır” bahanesiyle kendilerine bir cezai muamele yapılmamıştı. İttihat ve Terakki’nin nüvesi bu mektepte teşekkül etmiştir. Komitanın 4 kurucusu Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, İshak Sükûti ve Mehmed Reşid doktordur.

Mekteb-i Tıbbiye çeşitli binalarda tedrisat yaptıktan sonra, Haydarpaşa’da Sultan Abdülhamid’in kendi parasıyla satın aldığı 2700 hektar arazi üzerinde yaptırdığı bugün de ayaktaki ihtişamlı binaya taşındı. 1908 yılında Dârülfünun Tıp Fakültesi adını aldı.

Cumhuriyet devrinde doktorların, karşıya gidip gelmenin zorluğundan yakınması üzerine 1933’te Çapa’ya nakledince, bu bina Haydarpaşa Lisesi’ne, daha sonra da Marmara Üniversitesi’ne tahsis edilmiştir.