TARİHTE İKTİDARLAR VE YAKIN ÇEVRE

Tarihî şahsiyetlerin etrafında, gözden ırak kimselerin kurduğu aşılması güç bir çember vardır. Bu yakın çevre, hâdiselerin arkasındaki hakiki aktördür.
8 Haziran 2015 Pazartesi
8.06.2015

Meşhurların biyografilerini kaleme alan Emil Ludwig, ne kadar tafsilatlı anlatılırsa anlatılsın, tarihî şahsiyetlerin çevresindeki çember ortaya konulmadıkça, tarihin açık ve doğru yazılamayacağını söyler. Tarihî hâdiselerde, nice isimsiz kahramanın, sisler ardına gizlenmiş kişilerin parmağı vardır. Bu çevre, sükûnet, istikrar, fısıltı imkânı, dedikodu zemini, aşk ve kadın, aile bağları, minnet borçları ile örülmüş bir ağdır.

Şu halde, büyük adamların yanında bulunanlar, isimleri bilinmese de, en az onlar kadar ehemmiyetli aktörlerdir. Aklı başında iseler, yanında bulunduğu insanı doğru yönlendirebilirler. Gerçi akl-ı selim her zaman az ve zor bulunan şeydir. Bu sebeple umumiyetle büyük adamların etrafını menfaatçi bir şebeke çevirir.

Dalkavukluk her devirde itibarlı bir meslektir. Nabza göre şerbet verir; olmadık huluskârlıklar yaparlar. Zeki iseler, her devrin adamı olarak ortaya çıkarlar. Abdülaziz Dehlevî der ki: “Münâfıkların tatlı dillerine, güler yüzlerine peygamberler bile aldanmıştı. Şu kadar ki, onlara melek gelip, çoğunun yüzkarasını meydana çıkarırdı”. Ya meleğin yüzüne hasret sıradan insanlar?

 
Sultan Hamid'i etekleyenleri gösteren temsilî resim.
Yakıcı ateş
Anneleri, lalaları, hocaları, kız kardeş ve zevceleri, etrafında aşılması güç bir çember kuran bazı padişahların, bu çevrenin tesirinde kaldığı söylenir. Bazen hakikaten itimada şayan insanların teşkil ettiği bu çevre, hasedçilerin kurbanı olmuş; bu yola tahtını, hatta canını veren padişahlar bile çıkmıştır.
Sultan Yıldırım Bayezid ve Kanuni Sultan Süleyman, zevceleri; Sultan III. Murad ve III. Mehmed annelerinin; Sultan II. Mustafa hocasının tesirinde kalmakla itham olunmuştur. Tarih boyunca iktidardakilerin icraatında doğrudan kendisini suçlamak mümkün olmadığı zaman, çevresinden bir günah keçisi seçilmiş; sitem okları buna yönelmiştir. Son devrin bahtsız siyasetçilerinden Ali Kemal Bey, hatıralarında, Sultan Aziz ve Hamid devrinin namlı balmumcu esnafından olan babasını tasvir ederken der ki: “Babam siyasetçe hissiyatına tabiydi, sade düşünürdü. Hükümetçe, idarece her türlü fenalıkları daima vükelaya atfeylerdi. Padişahı mutlak masum addederdi. Bazen umur-i devlette seyyiata kani olsa, yalnız etraftakilerin, baştakilerin gözü kör olsun, der, sine zat-ı şahaneyi her muahezenin fevkinde, her mesuliyetten beri tutardı.” (Ömrüm, 15).
Annesi, hanımları, çocukları, vezirleri bile müsaadesiz görüşemezken, padişahların etrafında, hususî hizmetiyle meşgul olan enderun ve harem ağalarından bir grup, hatta hazinedar isimli câriyeler her zaman huzura girebilir. Bunlar aynı zamanda icabında derhal padişaha ulaşmanın ve derdini anlatmanın da bir yoludur.
Yakın çevresi hakkında en çok konuşulan padişah, Sultan Hamid’dir. Şeyhleri Zâfir ve bilhassa Ebulhüdâ Efendi’lerin tesirinde kaldığı söylenir. Hatta hasımların büyücü dediği Ebulhüdâ Efendi, aslında Halebli bir Şâfiî âlimi idi. Asıl vazifesi gümrük müfettişi olan Nişli Mahmud Efendi, padişahın itimadını kazandığından, her istediği zaman huzura kabul edilirdi. Bununla beraber sarayda nâdir görülürdü, olur olmaz yerlerde bulunmazdı. 7 defa sadrazamlık yapan Said Paşa bile kendisini bir defa arkasından gördüğünü söyler.
Sultan Hamid sarayında en itibarlı çevre, Çerkeslerdi. Harem halkı ve maiyet, bu sadık milletten seçilirdi. Ama bu statülerini istismar ettiklerinde, padişah kayınpederinin bile gözünün yaşına bakmamıştır. Yakın çevrenin en büyük riski budur. En ufak bir hata, mahva sebeptir. Haremde çok nüfuzu bulunan hazinedar Mihrimend Hanım, ailesine de ikbal kapılarını açmıştı. Ama ufak bir hatası neticesinde, kendisi de, ailesi de gözlerini sürgünde açtılar. Ne demişler, kurb-i sultan âteş-i sûzân est. (Sultana yakınlık, yakıcı ateştir.)
Esvapçıbaşı İsmet Bey, Enderun’dan yetişmiş, Harbiye’de okumuştu. Babası da esvabçı idiAynı zamanda Sultan Hamid’in sütkardeşi olan bu zât, yıllarca sarayın gerçek hâkimi olarak bilinmiştir. Saray müşiri Gazi Osman Paşa, saraya kâtip olarak giren yeğeni Sermed Muhtar’a demiş ki, “Oğlum saraylarda göze görünmez kuvvetler vardır. Asıl idare onların elindedir. Mevkileri mütevâzıdır; isimleri pek duyulmaz; hatta ortalıkta pek dolaşmazlar. Ama asıl kudret sahibinin üstündeki tesirleri mutlaktır. Başkâtip Tahsin Paşa’yı kızdırırsan nihayet işinden olursun. Fakat maazallah esvapçıbaşı İsmet Bey’in gadabına uğrarsan, evinden barkından olursun”.
Mamafih o devir yazarların hemen hepsi İsmet Beyi dürüst, iyi kalbli biri olarak tasvir eder. Çok kişiyi iftiralardan kurtarmış, hayırlı işlere vesile olmuştur. Denebilir ki padişahın etrafındaki en iyi adamlardan biriydi. Diğerleri etliye sütlüye karışmazdı; karışanların da İsmet Bey kadar nüfuzları yoktu. Zaten padişah herkese itimat eder gözükür, idare ederdi. Sadakat ve sükûneti sebebiyle ölene kadar yanından ayırmadığı bu zata ‘birader’ diye hitap ederdi. Yatarken padişaha perde ardından kitap okurdu.
Bu nüfuzunu bir defa bile suiistimal etmemiş; sarayın velveleli havasında, sakin yaşamıştır. Padişaha çok benzediğinden, bazı merasimlere padişah kendi yerine onu gönderirdi. Vefatında padişah o kadar üzülmüştür ki, mızıka günlerce marş çalmamıştır. Sultan Reşad’ın esvapçıbaşısı Hakkı Bey de böyle idi. İttihatçıların üç direğinden Cemal Paşa İstanbul muhafızı olunca, Hakkı Bey’i uzaklaştırmaya kalktı. İttihatçıların her arzusu önünde daima boyun eğen padişahın cevabı kati bir hayır oldu.

İsmet Bey
Mutad zevat
Atatürk’ün de Samsun’a çıkışından ölümüne kadar değişen bir çevresi oldu. Bazısı uzaklaştı; bazısını da kendisi uzaklaştırdı. Reisicumhur olduktan sonra çevresi de kemikleşti. Devlet protokolünde ‘mutad zevat’ denen bu kişiler, her akşam devlet işlerinin görüşüldüğü reisicumhur sofrasında toplanır; onu eğlendirir; bir yandan da fikirlerini empozeye çalışırdı. Falih Rıfkı der ki: "Mustafa Kemal'in basit itaatçılar dışında, üç türlü takımı olmuştur: İnkılâpçı idealistler, insanî ve siyasî zaaflarını haksızlık veya menfaati için sömürmekten başka bir şey düşünmeyen türediler! Bu üç takım, Mustafa Kemal'in sofrasında daima yan yana gelmişler, fakat hiçbir zaman birleşmemişlerdir."
Karabekir, bu yeni devri şöyle tasvir eder: “Bir taraftan meclise girebilmek için, bilgi, emek ve seciyesiyle tanınmış olmaktan ziyade, sadakat ve yumuşak başlıkla tanınmış olmak ve türlü vasıtalarla Gazi’ye hulul edebilmek işe yaramıştı. Sözle ve kalemle dalkavuklar, almış yürümüştü. Mektuplarla, şiirlerle, Mustafa Kemal Paşa’ya bir düziye tekrarlanan sözler muayyendi: ‘Bizi sen kurtardın, ne emir buyurulursa ayn-ı keramettir’ ve bir sürü methiyeler. İstiklal Harbi nasıl başladı, nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum nedir? İstikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce, Gazi’nin teveccühünü kazanmak, mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmek idi. İstiklal Harbi’nin neticesini görünceye kadar, İstanbul hükümetinin ve padişahın dalkavukluğunu yapanlar bile günahlarını affettirebiliyorlar ve yeni devlet kuruluşunun ön saflarında yer alabiliyorlardı. Saadet avcılığı, dehşetli bir yarış halinde başlamıştı. Tehlike büyüktü; İstiklal Harbi’nin fedakar ve feragatli arkadaşlarıyla Gazi’nin arasına her gün yeni yeni insanlar giriyor ve yerleşiyordu. Ve artık İstiklal Harbi'ndeki gibi fikir sahipleriyle iş birliğinden ziyade, mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye rolleri verilmeye hazırlık var gibi görünüyordu.” (Paşaların Kavgası, 136) Rauf Orbay da hatıralarında çok gadrine uğradığı bu çevreden yakınır; sanki bunları yanında tutan o değilmişcesine Atatürk'ü bunlardan ayrı tutmaya gayret eder (II/244 vd.)

İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, her zaman sadakatleriyle bu çevrenin başında gelir. Mutad zevat arasında Nuri Conker, Cevat Abbas, Salih Bozok, Recep Zühtü, Kılıç Ali gibi silahşörler yanında; Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Yunus Nadi gibi kalemşörler de vardı.
Bir müddet sonra ‘devlet işleri içki sofralarında idare ediliyor’ dedikodusu kulaktan kulağa yayıldı. Sofrada, huluskârlığa aykırı bir şekilde fikrini müdafaa edenler, barınamazdı. Bu çevreden Reşid Galib’in fikrinde ısrarı sebebiyle sofradan kovulduğu; üstelik ‘burası milletin sofrasıdır, beni buradan kovamazsınız’ diye dikleşince, ‘o zaman biz gideriz’ cevabını aldığı meşhurdur.
Falih Rıfkı anlatır: “Gazi bir akşam yanındaki hanıma sofrasındaki bir davetliyi göstererek: Bu adamın ne bayağı olduğunu bilemezsiniz, demişti. Sonra fikrine daha da kuvvet vermek için: Hani çöp tenekesi vardır. İçine her türlü süprüntüler konur. Ne kadar boşaltsanız, dibinde yapışık bir şeyler kalır. İşte bu o şeylerdendir, sözlerini ilâve etmişti. Hanım, şaşırarak: Aman paşacığım öyle ise ne diye sofranıza alıyorsunuz? demesi üzerine: Ha... İşte onu da sen bilemezsin kızım, cevabını vermişti.” (Çankaya, 401)
Bu çevre her zaman dalkavuk, zaman zaman yanlış kararlara sevkeden insanlar olmakla suçlandı; bazen de alay mevzuu oldu. Osman Yüksel Serdengeçti anlatıyor: "Bir gün Atatürk yine bu sofra erkânına, ‘Söyleyin bakalım, bu millet ben öldükten sonra hakkımda ne diyecek?’ diye sormuş. Onlar da sırayla kimi kurtarıcı, kimi dâhi, kimi bu milleti ve bu vatanı yoktan var eden insan demişler. Hatta tanrıya, peygambere kadar yol alan olmuş. Atatürk gülmüş, ‘Hayır, hiçbiriniz bilemediniz. Bakın ne diyecek bu millet benim hakkımda: Etrafını böyle pu.. pe.. takımı sarmasaydı, memlekete hizmet yapacaktı.’ Bu söz üzerine öyle bir alkış kopmuş ki Ata'nın elindeki kadeh düşmüş! Hastalandığında, mutad zevattan bir kısmı ziyarete giderler. Gözünü açıp bunları görünce, ‘Eşek herifler, siz mi geldiniz?’ der. Birbirlerinin yüzüne bakıp ‘Bizi tanıdı, bizi tanıdı’ diye sevinirler." (Gülünç Hakikatler)

   Sarsılmaz bir sadakat; Mustafa Kemal, İnönü, Bayar, Çakmak sohbet ediyor.

Mustafa Kemal'in ilk yakın çevresi; Adnan, Ali Fuad, Kazım, Rauf, Refet Beyler. Hepsi tasfiye edildi.

   Mustafa Kemal Dil Kurumu idarecileri ile