VAKTİYLE HÜKÜMET ADAMLARI EN ÇOK KİMDEN ÇEKİNİRDİ?

Siyasî muhalefetin ve basının bulunmadığı eski zamanlarda, ulema, yeri geldikçe hükümeti ikaz ettiği gibi; şairler, Karagöz, meddah ve ortaoyuncuları da, siyasî muhalefet vazifesi yapardı.
17 Kasım 2014 Pazartesi
17.11.2014

Siyasî muhalefetin ve basının bulunmadığı eski zamanlarda, ulema, yeri geldikçe hükümeti ikaz ettiği gibi; şairler, Karagöz, meddah ve ortaoyuncuları da, siyasî muhalefet vazifesi yapardı.

Önceki hukukumuz, insanların fikirlerini serbestçe açıklamalarına izin vermiştir. Herkes siyasî otoritenin icraatları hakkındaki kanaatlerini, dedikodu, iftira, tezvir gibi gayrımeşru yollara varmadan, serbestçe beyan edebilir. Hazret-i Peygamber, idarecilere karşı doğruyu söylemeyi cihâdın en faziletlisi olarak över; Kur’an-ı kerîm de, işlerinde meşvereti emreder. Kötülük yapanları eliyle engellemek; gücü yetmezse diliyle ikaz etmek; buna da kâdir olmazsa, kalben o işi beğenmemek mükellefiyeti herkese yüklenmiştir. El ile engellemek hükûmet adamlarının; dil ile ikaz etmek de ulemânın işi olarak görülmüştür. Ulemâ, siyasete karışmamış; ancak idarecilerin yanlışını gördükleri zaman ikazdan da geri durmamıştır. Yavuz Sultan Selim gibi celâlli padişahlara bile şeyhülislâmların serbestçe fikir beyan ettikleri; padişahın buna karşı çıkmak şöyle dursun, hüsni kabul gösterdiği meşhurdur.

Hazret-i Ebûbekr, halife seçildiğinde, “Allah’a itaat ettikçe, bana itaat edin. Aksi halde böyle bir borcunuz yoktur” buyurmuştu. Kûfe mescidinde oturan bir grubun, idaresini açıkça tenkit ettiği Hazret-i Ali’ye bildirildiği zaman, “fiilî tecavüze geçmedikçe kendilerine bir şey yapmayız” buyurmuştu. Bir kimse, Hazret-i Muaviye’nin huzuruna gelerek ağır tenkitlerde bulunduğunda, bir şey dememiş; “Buna müsamaha mı göstereceksin? diyenlere, “Saltanatımıza saldırmayanların sözüne ilişmeyiz” buyurmuştu. Osmanlı ulemâsı, gerek doğrudan idarecilere karşı, gerekse umumî yerlerde vaaz yoluyla siyasî icraatlar hakkındaki fikirlerini söylemiş; bundan dolayı bir takibata uğramamışlardır. Mesela Kanunî Sultan Süleyman zamanında, bir Ayasofya vâizi, Cuma vaazında, Malta şövalyelerinin hacıları taşıyan gemileri taciz ettiklerinden bahisle, korsanları takipte ihmal gösterildiği gerekçesiyle hükûmeti tenkit etmişti.

Müsamaha

Osmanlı cemiyetinde, henüz siyasî muhalefet ve basın gibi mefhumların mevcut bulunmadığı zamanlarda, çok enteresan kimselerin bu işin yerini tuttuğu görülür. Şairler, meddahlar, ortaoyuncuları, hayalîler (Karagözcüler), bulundukları kahve, çarşı veya ev meclislerinde, mizahî bir dille politik ve sosyal hayattaki aksaklıkları dile getirirlerdi. Hükümet bunu müsamaha ile karşılar; zira halkın nabzını tutmakta ve gazını almakta faydalı görürdü. Fransız yazar Castellan, 1812’de der ki: “Osmanlı halkı, hükümeti alaylı bir şekilde tenkit edebilir; hatta onları gülünç düşürecek kıyafetlerle taklit edebilir. Zabıta memurları, halkın eğlence esnasında yaptığı tenkitlere müdahale etmez.”

1823’de Osmanlı Devleti’ni ziyaret etmiş olan İngiliz Charles MacFarlane, “Meddahlar, bizdeki gazetelerin yerini tutar” diyor. Seyahat notlarını 1855’de neşreden Ubicini der ki, “Türkiye’de amme efkârı tahmin edilmeyecek kadar kuvvetlidir. Hiç kimse, Karagöz’ün elinden kurtulamaz. Paşalar, ulema, dervişler, bankerler, tacirler, yüksek zümre ve bütün meslek erbabı, hayal perdesinde dikkatle gözden geçirilir ve her birinin hususiyeti ortaya konur. Hatta devlet erkânı Karagöz sansüründen mahrum olmadığı için, bazen tebdil-i kıyafetle bu gibi temsilleri seyretmeye giden sadrazam, birçok acı hakikatleri dinlemek mecburiyetinde kalır.”

Sultan Mecid zamanında İstanbul’a gelen Fransız edib Gerard de Nerval anlatıyor: “Yeni oyunlarda Karagöz muhalefet cephesindedir. Ya alaycı bir burjuva, veya aklıselimle devlet adamlarını tenkit eden bir halk adamı pozisyonundadır. Polis nizamnamesi, ortalık karardıktan sonra, fenersiz sokağa çıkma yasağı getirmişti. Karagöz, mumsuz bir fenerle perdeye çıktı. Fenerlerde mum bulunmasına dair nizamnamede hüküm bulunmamasını tenkit etti. Kavaslar yakalayıp, sözünde haklı olduğu için serbest bırakılınca, bu defa yanmayan mumlu bir fenerle perdeye çıktı. Karagöz her zaman açık sözlüdür. Kazığa, kılıca ve ipe karşı gelmiştir”

                                          Küçüksu'da bir orta oyunu (1900'ler)

Kantarın topuzu

1876 tarihli Osmanlı anayasası Kanun-ı Esasî’nin 12. maddesi, matbuatın kanun dairesinde serbest olduğunu söyler. Sansürle anılan Sultan Hamid zamanında bile, dine ve ahlâka aykırı, isyana teşvik edici olmadıkça, siyasî yazılara müdahale edilmemiştir. O devirde, kişi başına düşen gazete, mecmua ve kitap nisbeti, şimdikinden az değildir. 1909 tarihinde bu maddede yapılan bir tâdilatla, gazetelerin basılmadan evvel teftiş edilemeyeceği hususu eklenmişti. Daha önceleri bilhassa dinî mevzulardaki kitaplar, zamanın meşhur bilginlerinin katıldığı Maarif Encümeni’nce tedkik olunur; ilmî esaslara aykırı düşmeyenlerin basılmasına ruhsat verilirdi. 24 Temmuz 1908’den sonra bu usul lağvedilmiştir. Bugün Basın Bayramı olarak kutlanır. Mamafih bu tarihten itibaren bilhassa dinî neşriyatta bir kaos yaşanmış; öte yandan gazeteler; tenkit sınırlarını aşarak, bilhassa padişaha o zamana kadar akla gelmeyen hakaretlerde bulunmuşlardır.

                     Karagöz, Meşrutiyet devri mizah gazetelerinden birine adını vermişti.

Ayrılıkta rahmet

İslâm dininin kâideleri, Kur’an ve sünnetten ictihad yoluyla çıkarılır. Bu salâhiyet, müctehid ulemâya verilmiştir. Bu ictihadlar birbirinden farklı olabilir. Ama hiç biri yekdiğerini hataya nisbet edemez. Çünki Hazret-i Peygamber "Ümmetimin âlimlerinin dinî hükümlerdeki ayrılığı, rahmettir"  buyurarak; her âlimin, ictihadında isabet etmese bile, doğruyu bulmak hususundaki iyi niyetinden dolayı sevap kazanacağını bildirir. Halîfe Harun er-Reşîd, Muvatta isimli eserini Kâbe’ye asıp, herkesin onunla amel etmesini emredeceğini söylediği zaman, İmam Mâlik bunu fikir hürriyetine aykırı bularak reddetmişti. İslâm halîfeleri, ulemânın ilmî faaliyetlerine müdahale etmemiş; memleketin her köşesinde farklı ictihadlar doğup gelişmişti.

                                        Bir kahvehanede meddah

Bu âhiret işidir!

Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim’i Edirne’ye uğurlarken, yolda bir elleri bağlı bir grup görüp; bunların İran’a ipek ticareti yasağına uymadığı için idam edilecek tacirler olduğunu öğrendi. Derhal padişahın huzuruna çıkıp, itiraz etti. “Bunlar emrinize karşı gelmiş sayılmaz. Zira sizin ipek emîni tayin etmeniz, ipeğin alınıp satılmasına cevaz bulunduğunu gösterir” dedi. Padişah, “Saltanat işlerinde söz söylemek, sizin vazifeniz değildir!” deyince, “Bu, âhiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir.” diyerek huzurdan ayrıldı; ama padişahı teskine muvaffak oldu. Padişah, meseleyi düşünüp, tacirlerin serbest bırakılmasını emretti. Zenbilli’ye, müftülük yanında, başkadılık makamını verdiyse de, kabul etmedi.

Zenbilli Ali Efendi meşhur zenbili ile fetva verirken

Hâkimler, Habeşi'ye borçlu

Yıldırım Sultan Bayezid, taraflardan hediye aldıkları gerekçesiyle, Bursa kadılarını azletmişti. Veziriazam Çandarlı Ali Paşa’nın tedbiriyle, o gece Padişah’ın nedimlerinden bir Habeşi, yol elbisesi giyerek huzura çıktı. Padişah nereye gideceğini sorunca, İstanbul’a gideceğini, imparatordan kadıların yenine tayin edilmek üzere papaz isteyeceğini söyledi.
O gece padişah huzurunda oynanan hayal oyununda, Hacivat, Bizans’a yolculuk hazırlığındaki Karagöz’e gidiş sebebini sordu. O da “İmparatordan kırk tane papaz isteyeceğim” dedi. Hacivat şaşırınca, “Duymadın mı, padişahımız bütün kadıları azletti. Bari papaz getireyim de, şeriatı onlar tatbik etsin” cevabını verdi. Padişah, mesajı aldı; kadıları affetti. Bunların maaşları olmadığı için hediye almak zorunda kaldığını anlayınca, mahkeme harçlarını, kadılara maaş olarak takdir etti.