SULTAN HAMİD’İN MEMLEKETİ SARAN İSTİHBARAT AĞI

“Evvelâ tedbir, sonra emniyet” diyen Sultan Hamid, Yıldız’da modern bir istihbarat teşkilatı kurmuştur.
26 Şubat 2014 Çarşamba
26.02.2014

Sultan II. Abdülhamid, 1876’da tahta çıktı. Aynı yıl, amcası Sultan Abdülaziz bir “paşalar darbesi” ile tahttan indirilip katledilmişti. Ardından tahta çıkan ağabeyi Sultan V. Murad ise, bu hâdiseler üzerine cinnet geçirince tahttan indirilip Çırağan Sarayı’nda yaşamaya başlamıştı. Sultan Hamid, ağabeyinin yerine tahta çıktıktan sonra, sabık padişahı saraydan çıkarıp tahta geçirmek için bilinen üç darbe teşebbüsü oldu. Kendisi de neticesiz birkaç suikaste uğradı.
Bu hâdiselerin, zaten zekâ ve temkin sahibi olan padişahı, bazı sıkı tedbirler almaya sevketmesi tabiidir. Şartlar, padişahı içe kapanmaya mecbur etmiştir. Yoksa şehzâdeliğinde dışa dönük, sosyal bir yaşantısı vardı. “Basiret (uyanıklık), emniyetin babasıdır. Evvelâ tedbir, sonra emniyet” derdi. Bundan dolayıdır ki, lâzım gelen bütün tedbirleri almadan, hiçbir şey ve kimseye itibar etmezdi.
İşte halk arasında hafiyelik diye bilinen Yıldız İstihbarat Dairesi bu şartlarda doğmuştur. Sultan Hamid, 1880 yılında bu daireyi kurarak ilk defa modern mânâda istihbarat ve espiyonaj faaliyetini başlatan hükümdardır.
Yıldız Sarayı büroları
Açılmamış jurnaller
Onu bulamazsınız! Cenab-ı Peygamber, harbde ve sulhda, düşmandan haber alabilmek için casuslar gönderir, onlara karşı tarafta emniyet hasıl edebilmek için icabında kendisinin aleyhinde konuşmaları müsaadesi bile verirdi.
Mekke’de casusları vardı. Mekke müşriklerinin tavırlarından hoşlanmayan tacirler, Müslümanlara istihbarat veriyordu. 624 senesinde Şam’dan Mekke’ye giden bir kervan hakkında bilgi geldi. Öncüler, kervandan bir köleyi Müslümanlar ele geçirdiler ve konuşturmak için dövmeye başladılar. Resulullah buna mâni oldu. Bu, istihbarat faaliyetinin belli ahlaki sınırlar içinde yapılmasını temin eden dünyada ilk hadisedir. Ayrıca sorgularken eziyet ve işkence etmek, yanlış bilgi edinmeye sebep olur.
Emeviler, gururdan kaynaklanan istihbarat zaafı sebebiyle iktidarlarını kaybettiler. Bu sebeple Abbasiler istihbaratı çok mühimsedi. Dünyada kriptanaliz (şifre çözme) metodunun kurucusu Abbasiler zamanında yaşamış matematikçi el-Kindî’dir. Her alfabede bazı harflerin diğerlerinden daha sık kullanıldığı hakikatini keşfederek mevcut bir mesajın şifresinin anlaşılması ve hakiki mesajın öğrenilmesini matematiki bir yolla bulunmuş oldu.
Osmanlı Türkleri'nde casusluk devletin kuruluşu ile başladı. Fatih Sultan Mehmet de İstanbul kuşatılmasında Bizans'ta bulunan casusları vasıtasıyla şehrin askeri sırlarından birçoklarını öğrenmişti. Osmanlıların istihbarat kaynağı bilhassa denizci ve tacirlerdi. Dubrovnik, istihbarat merkeziydi.
Macar tarihçi Takats Sandor’un naklettiği XVI. asırda İstolni-Belgrad sancakbeyi Hamza Bey'in, Avusturya elçisine söylediği sözler enteresandır: “Hiçbir yerde askeriniz olmadığını biliyorum. 6 senedir Viyana'da casusum var. Dilinizi iyi bilir. Ailesiyle beraber yaşar. Bazen papaz olur, bazen başka şey olur. Siz onu bulamazsınız.”
Osmanlılar zamanında ordunun öncü kuvveti olan akıncılardan başka seyyahlar, tacirler ve yerli halktan istihbarat toplanırdı. Meselâ açık ticaret şehri Dubrovnik, bir istihbarat merkeziydi.
Komşu ülkelerde, Fransa, Venedik, Lehistan ve Rusya’da mahalli ve profesyonel ajanları vardı. Yerli halktan menfaatleri zedelenenler veya kendi hükümetlerinden sıkıntı yaşayanlar Osmanlılar için casusluk yapardı.
Ancak bu istihbarat, bir teşkilata bağlanmış değildi. Bilgi ihtiyaç duyulduğunda elde ediliyordu, devamlı bir bilgi akışından söz edilemezdi. Ayrıca gelen bilgilerin teyidi, kullanılan casusların çift taraflı çalışıp çalışmadığının kontrolü mümkün olmuyordu. O gün için dünyanın en ihtişamlı devleti olmanın hasıl ettiği gurur, bir istihbarat zaafı meydana getirmiştir. XVIII. asırda yaşanan mağlubiyetlerin bir sebebi de budur. Hatta 1799’da Fransızlar Mısır’a hücum ettiğinde, Paris’te bulunan Osmanlı sefirinin, Fransızların Mısır’ı işgal etmek niyetinin olmadığına dair rapor İstanbul’a gelince, zamanın padişahı “Ne eşek herifmiş!” diye raporun altına not düşmüştür.
Osmanlılar XVIII. asırda başlarından itibaren Avrupa’ya daimi elçiler göndermeye ve diplomatik istihbarata emniyet vermeye başladılar.
İç emniyet işlerini yürüten yeniçeri ocağı zâbitlerinden asesbaşı polis müdürüydü. Fâili mechul vak’aların suçlularını takip ve yakalama işlerine böcekbaşı bakardı. Emrinde kadın memurlar da bulunurdu. Maiyetindeki çuhadarlar iç istihbarat işine bakardı.
Mahalle bekçisi mevkiindeki asesler de iç istihbarata yardımcı olurdu. Mahallelerde herkes komşusunun kefili ve anormal bir şey gördüğünde asese ihbar etmesi mecburi idi. Casus kelimesinin, Kur’an-ı kerimde de zikrolunan menfi manasından dolayı, hırsız ve katiller arasında gezen zabıta memurlarına tebdil denirdi.
Sultan II. Mahmud zamanında (1834), istihbarat işleri, bugünki emniyet müdürlüğünün yerini tutan Zabtiye Müşirliği’ne verildi. Taşralara, olup bitenleri muntazaman merkeze rapor etmekle vazifeli jurnal kâtipleri tayin olundu. Gizli polis teşkilatı da Fransız örneğine uygun olarak Reşid Paşa zamanında kurulmuş; başına da Civinis adlı bir Rum getirilmiştir.
Sultan Hamid, siyasetini yürütebilmek için, saraydan başlayarak bütün memleketi çember gibi saran bir şebeke kurmaya ihtiyaç duydu. Bu teşkilatın saraya bağlanmasını padişaha Said Paşa’nın teklif ettiği ve nizamnamesini de bizzat kaleme aldığı malumdur. Said Paşa, Meşrutiyet’ten sonra da İttihatçıların sadrazamı sıfatıyla sahnededir.
Padişaha jurnal takdimini gösteren karikatür
Burada çalışacak olanları da ihsanları ile kendisine bağlamayı lüzumlu gördü. O, yaşadığı devri, insanların ahlâk ve istidadını, hâlet-i ruhiyesini, zayıf noktalarını iyi anlamıştı. Sinekler, bal ile avlandığı gibi; bunları da para, nişan ve rütbelerle kendisine bağlamayı düşündü. Böylece rivayete nazaran 30 bin kişilik bir teşkilat toplandı.
Hafiyye, “gizli” manasına gelen ve ajanlar için kullanılan Arapça bir tabirdir. Bunlar arasında resmî memurlardan başka; Kaşgarlı derviş, Dağıstanlı molla, Hindli dilenci, Sudanlı seyyah, Libyalı şeyh, Kürt, Afganlı, Buharalı hacı, Tatar hoca, oyuncu, hokkabaz, sihirbaz gibi her cins ve milletten insan vardı. Vilâyet, hatta sefâret memurları bile buraya dâhildi. Hatta bazen yüksek memurlara saraydan hediye edilen câriye veya ağalar, aynı zamanda istihbarat işi de yapardı.
Başhafiye Ahmed Celaleddin Paşa
Hafiyeler, topladıkları bilgileri yazılı ve mühürlü olarak saraya takdim ederdi. Padişah bu jurnalleri bizzat okur; ciddiye alınmaya değer olanları, imza kısmını keserek, araştırılmak üzere mabeyne havale ederdi. Çoğunu da okumaz; ama saklardı.
Tahttan indirildiğinde, hiç açılmamış nice jurnaller bulunduğu gibi; Jön Türklere, hatta İttihatçılara ait jurnaller ele geçmesi çoklarını şaşırtmış; bunların yakılarak imhası günlerce sürmüştür.
Padişah, bürosunda yokken, banyoda bile olsa, âciliyeti bulunabilir endişesiyle gelen jurnaller arzolunurdu. Bu vasıta ile padişah memleketin en ücra köşesinde ne olup bittiğinden hemen haberdar oluyordu.
Basit bir jurnalin tahkikini emrettiği Serhafiye Kadri Bey, bıyık altından gülünce, “Şimdi seni koğsam, gider Yeni Câmi’ne tezgâh kurar; dava vekilliği yaparsın. Ben bu işlere ehemmiyet vermezsem, gideceğim yer mezardır” demiştir. Mamafih yapılan araştırmalarda çoğu jurnalin boşa çıktığı görülürdü.
 
Sultan Hamid ve meşrutiyet LIFE mecmuasındaki bir gravür
Kader hükmünü icra edince…
Zaman içinde bu jurnallerin ciddiyeti azaldı. Herkes birbirini jurnal etmeye başladı. Saçma havadislerin, hatta iftiraların bini bir paraya düştü. Padişah bunu bildiği halde, haber alma kaynağı kesilmesin diye göz yummak mecburiyetinde kaldı. Memurlar kendi aralarında sıkı fıkı olamaz; nâzırlar birbirine misafirliğe gidemezdi. Kimse, kimseden emin değildi. Kurunun yanında yaş da yanmaya başlamıştı.
Kızıl fesleriyle hemen tanınan hafiyeler, herkesin ürktüğü ve nefret ettiği şahıslar hâline gelmişti. Bunlar için Mabeyn Kâtibi Ali Ekrem Bolayır, “Ey kırmızı fesler, bakalım sizi kim besler" diye başlayan bir şiir yazmıştır.
İttihatçılar, bundan istifade etmesini bildiler ve padişah aleyhindeki propagandayı bunun üzerine kurdular. 33 senenin ağır yükünden yorgun padişahı, bu sıkı istihbarat ağı da kurtaramadı. Sultan Hamid’i gerçekten sevdiği halde, hafiyelerin tasallutuna uğrayanlar kendisinden yüz çevirdi. Saraydaki şifre kalemine kâtip olarak, İttihatçıların has adamlarının sızması ve bunun farkedilmemesi, dikkate değerdir. “Kader hükmünü icra edince, gözler görmez olur!”
Meşrutiyet'ten sonra sokaklarda el ilanı seklinde dağıtılan karikatür: Hafiyelerin hâli. Direğin tepesindeki gaz tenekesi üzerinde 4 dilde (Türkçe, Rumca, Ermenice, İbranice) "yuha" yazıyor
Hafiye teşkilatı II. Meşrutiyet ile beraber lağvedilerek yerine hükûmete bağlı Teşkilât-ı Mahsusa kuruldu. Hafiyelerin kimi linç edildi; kimi sürüldü; kimi de yeni rejimde vazife aldı. Teşkilatçılar, Yıldız İstihbarat Dairesi’ne rahmet okuttular.
Bu tür teşkilatlar, sadece istihbarat ile kalmaz; yurt içi ve dışında bazı operasyonlara da girişebilirler. Yıldız İstihbarat Dairesi’nin böyle bir faaliyeti kat’i olarak bilinmemekle beraber; Teşkilât-ı Mahsusa’nın bu sahadaki faaliyetleri pek meşhurdur.
1918’de Teşkilat-ı Mahsusa ismen ortadan kalktı. Yerine kurulan Karakol Cemiyeti, İttihatçıların Anadolu’da tekrar iktidarı ele alması için faaliyet gösterdi. Bu ve buna paralel gruplar, işgal kuvvetlerinin gözü önünde Anadolu’ya insan, malzeme, cephane ve istihbarat akışını temin ettiler. Ankara hükümeti kurulunca, istihbaratı kendi kontrolü altında yürütmeyi tercih etti. 1926’da kurulmasında Almanların rol oynadığı MAH (Millî Amele Hizmet-Milli Emniyet Teşkilatı) istihbarat ile vazifelendirildi. Türkiye’nin Alman nüfuzundan çıkıp Amerikan nüfuzuna girdiği tarihlerde, 1953’den sonra CIA’nın mahallî birimi gibi çalışmaya başladı. Dış istihbarat CIA; iç istihbarat MAH tarafından yürütüldü.
O zamanki dedikodulara göre MAH’a, CIA ayda yüz bin, İngilizler 30 bin, Fransızlar 8 bin, İtalyanlar 4 bin lira ödüyordu. MAH başkanı Behçet Türkmen, Coca Cola’nın Türkiye’deki ortaklarından biliniyordu ki, büyükelçilik ve dışişleri bakanlığı yapmış olan İlter Türkmen’in babasıdır. Adnan Menderes’in bu irtibatı öğrenip engellemeye çalışması sonunu getirdi.
İhsan Sabri Cağlayangil hatıralarında der ki: “Milli emniyet hizmetine, eski harflerle yazılışına kinaye olarak mah derlerdi. İstihbaratçıların çoğu o teşkilata bağlıydı. Mahi balık demektir. İsim benzerliği vardı. Şehir halkı günde bir kere Ulus Meydanı’ndan geçer, birbirini görür, tanırdı. Ajanları ve sivil memurları kısa zamanda herkes öğrendi. Pastanede kimlerin yanında otursalar ziyaretçiler ceplerinden mukavvadan yapılmış bir balık resmi çıkarır, masanın üstüne koyar, işin farkında olduğunu anlatmak isterlerdi. İlgililer sonradan tedbirler alarak ajanların tanınmasını sağlamaya çalıştılar. Ama bu gayretin başarıya ulaştığı iddia olunamaz.”
Kanunu olmadığı için bazılarında gayrı meşru görülen MAH, 27 Mayıs darbesinden sonra 1965'te Millî İstihbârât Teşkilâtı’na (MİT) dönüştürüldü. Şimdi başbakanlığa bağlı bir müsteşarlıktır. Turgut Özal devrinden itibaren de sivilleştirilmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa’dan beri ekseri Çerkez asıllıların vazife yaptığı da bilinmektedir.
 
Zamanın meşhur hafiyelerini tasvir eden Meşrutiyet devri karikatürleri: Fehim Paşa
 
Zamanın meşhur hafiyelerini tasvir eden Meşrutiyet devri karikatürleri: Mehmet Derviş Paşa
 
 Zamanın meşhur hafiyelerini tasvir eden Meşrutiyet devri karikatürleri: Selim Melhame Paşa