Osmanlı Devleti’nde Şehirliler, Köylüler, Göçebeler
GÖÇEBE MİLLETİZ VESSELÂM

Osmanlı halkının bir kısmı şehirlerde; çoğu ise köylerde yaşar. Bir kısmı ise konar-göçer bir hayat sürdürür. Bunların statüsü aynı değildir.
13 Şubat 2013 Çarşamba
13.02.2013

Osmanlı halkının bir kısmı şehirlerde; çoğu ise köylerde yaşar. Bir kısmı ise konar-göçer bir hayat sürdürür. Bunların statüsü aynı değildir.

Şehirliler, ya askerî sınıftandır, yani memurdur; yahud esnaftır. Şehir, kendine has kâidelerle idare olunan iskân merkezleridir. Mülkî âmiri, büyüklüğüne göre beylerbeyi, sancakbeyi veya kâdıdır. Bunların yardımcısı mesâbesinde belediye ve inzibat işleriyle uğraşan vazifeliler de vardır. Şehirler, ilk zamanlar emniyet için bir hisarla çevrilirdi. Sonra nüfus arttıkça, kalenin dibine de evler yapıldı. Banliyöler meydan geldi.

                   Şehir pazar ve ticaret demektir. Osmanlı Antakya'sında buğday pazarı.

Yahudi’nin köylüsü yoktur

Emniyet ve iâşenin istikrarlı biçimde temini için, şehirlerin nüfusu sâbit tutulur. Her isteyenin elini kolunu sallayarak şehre gelip yerleşmesi istenmez. Köylü, ekip biçmeyi taahhüd ettiği toprağı yıl kolay kolay terkedemez. XVI. asır sonlarından itibaren, Celâlî Isyanları ve İran Harbleri sebebiyle köylüler yakın şehirlere yerleşti. Böylece şehirlerde işsiz, fakir ve ümitsiz bir kitle teşekkül etti. Emniyet ve iâşe düzeni bozuldu.

Köylerdeki halk, ziraatle meşguldür. Tımarlı sipâhiden devlete ait araziyi kiralayarak çiftçilik yapar. Merkezden Cuma kıldırmak üzere beratla imam-hatip tayin edilmiş köylerde hükûmet temsilcisi bu imam-hatibdir. Mahallelerde de böyledir. Zira halkın en kültürlüsü odur. Resmî emirler halka tebliğ olunmak üzere köy imamlarına gelir. Mahkemede şâhidlik yapanların vasıfları da imamlardan sorulur. Sultan II. Mahmud, köy ve mahallelerde muhtarlık teşkilâtı kurdu. İmamlar, ihtiyar heyetinin içinde yer aldı.

Osmanlı Ermenileri sanatkâr olduğu için, yeni kurulan her şehre, ihtiyaç nisbetinde Ermeni gelip yerleşir. Rumlar da ticaretle uğraşır. Ermeni ve Rumların yaşadığı köyler de vardır. Ama Yahudiler hep şehirlidir.

                                           Bir Osmanlı Yahudi ailesi

Göçebe milletiz vesselâm

Osmanlı halkının bir kısmı öteden beri göçebe bir hayat yaşardı. Koyun beslemek; hayatını buna göre tanzim etmek; kısacası kolayca göçmek Eski bir Türk geleneğidir. Arap ve Kürtlerde de bu hayat yaygındır. Arap göçebelerine a’rabî dendiği gibi; Türk göçebelerine de yürümek fiilinden yürük adı verilmiştir. Köylülere Türk, yarı göçebe hayat yaşayanlara Türkmen denir.

Göçebeler; kışın sıcak yerlerde yaşar; kışın ise serin ve otu bol beldelere göçer. Muayyen köyleri ve evleri bulunmaz; çadırlarda yaşar. Umumiyetle koyun besler; deve ve atlarla konup göçer. Kıl çadır (kara çadır), aleyçik (kamış ve sazdan küçük çadır) veya topak evlerde yaşar. Topak ev, çamdan iskelet üzerine kubbe şeklinde kurulan, üzerine keçe örtülen bir çadır tipidir. Detaylı ve haşmetlidir; ama kurup sökmesi pratiktir. Kışın soğuğa, yazın sıcağa geçit vermez. 

Suriye, Irak, hatta Filistin’de çok sayıda göçebe Türk yaşar. Bunlar baharın kara çadırlarını, aleyçiklerini, topak evlerini söker; deve veya atalar yükler; önlerinde koyunları, keçileri, yanlarında köpekleri, kuzeye doğru yolculuğa başlar. Yüzlerce kilometreyi yaya aşarak Orta Anadolu’nun serin otlaklarına gelir. Yazı burada geçirir. Güzün tekrar geri dönüşe geçilir. Bu hâdise her sene tekrarlanır. Türklerin göçebe karakteri, bugün bile kendisini göstermektedir.

                                          Bir Avşar topak evi

Vergisiz hayat

Osmanlı Devleti, yeni fethedilen topraklara göçebe Türkmenleri yerleştirmeyi tercih etmiştir. Hükümetler, göçebeliğe sıcak bakmaz. Binlerce insanın göçü, hâliyle göç yolunda yaşayanlara zarar verir; asayişi bozar. Göçebeler vergi vermez, askerlik yapmaz. Medenî hayattan mahrumdur. Üstelik bilgisizlik sebebiyle dinî yaşantı zayıftır.

Göçebeler, XV. asırdan itibaren bir nizama bağlandı. Kendilerine vergi ve bazı mükellefiyetler kondu. Hükûmet, bunlardan okur-yazar birisini kethüdâ (kahyâ) olarak tayin eder; resmî işlerde bunu muhatap alırdı. Hükümet, XVI. asır sonlarından itibaren muntazam asker ve vergi alabilmek; ziraati geliştirmek; boşalan köyleri şenlendirmek;  göç yolları üzerinde verdikleri zararın önüne geçebilmek maksadıyla göçebeleri Anadolu’da boş köylere yerleştirmeye teşebbüs etti.

Bilhassa Lale Devri’nde Anadolu’da yaygın bir iskân faaliyetine rastlanır. Alışageldikleri hayattan vazgeçmek istemeyen göçebeler, buna sertçe direndi. Ama ellerinden bir şey gelmedi. XVIII. asır sonlarından itibaren büyük ölçüde muvaffakiyetle neticelendi. Bilhassa Orta Anadolu, bu göçebelerle iskân edildi. Bunlar da kışın köy ve kasabalarda oturup; yazın yakın yaylalara çıkmak suretiyle göçebe hayatını sürdürdü.

                                                                    İzmir Tahtacı Yörükleri

Şehircilikte kim öncü?

Anadolu’da Büyük İskender ile başlayan bir şehircilik cereyanı vardır. İkinci cereyan Selçukluların Anadolu’ya gelişiyle başlamıştır. Burada şehir ve kasaba namına ne varsa, imar namına ne yapılmışsa, hep bu devirden kalmadır. İbn Battuta Seyahatnamesi’nden de anlaşılacağı üzere XIII ve XIV. asırlar şehirciliğin zirvesidir. Bu asırlarda yazılan ve tecüme edilen kitaplardan anlaşılan entelektüel seviye de, şehirciliğin alameti ve mahsulüdür. Kitaplar hep rafine bir şehir ve şehirli kültürünü anlatır.

Bu devirde Anadolu’daki şehir ve kasabalarda inşa edilen binlerce cami, medrese, köprü, han, hamam, kale, kervansaray, imaret, darüşşifa gibi binaların hepsi muazzam abidevi eserlerdir. Bu ince sanatlı eserler, yüksek bir şehircilik nişanesidir. Halbuki o devirde Bizans hakimiyetindeki topraklarda –İznik ve Trabzon ve saire müstesna- bu gibi abidevi eserlere rastlanmaz.  Şu halde Anadolu’nun Türkler tarafından iskânı ve Müslümanlaşması, aynı zamanda da şehirleşme demektir. Selçuklu ve onu takip eden Beylikler devri, Anadolu’nun bu cihetle altın çağıdır. Burada yaşayan insanların çoğu şehirlidir. Köylü, hele göçebe değildir.

Kaldı ki Anadolu’ya gelen ilk Türkler, göçebe değil; idareci ve askeri elit sınıftı. Bu fetih, yani açma ile Anadolu’ya şehirli bir nüfus yerleşti. Sonraki asırlarda bilhassa XIII. asır ortalarında çoğu Moğolların önünden kaçan Oğuz Türklerinin Anadolu'ya gelişi, bu kaideyi bozmaz; ama yerli halk tarafından hiç de memnuniyetle karşılanmamış; sosyal seviyenin zarar gördüğü düşünülmüştür. İşte yerli halkın Türk ve Yörük diye aşağıladığı topluluklar, bunlardır.

Bu devrin şehirciliği ile, XX.asır şehircilik telakkisini karıştırmamalıdır. Türk şehirciliği suya yakın yerlerde, mabed merkezli, canlı ve konforlu bir ticaret ve kültür hayatının yaşandığı emniyetli merkezleri esas alır. Cami, medrese gibi kalıcı eserleri taştan ve asırlarca dayanacak şekilde, en mühimi zarif ve sanatlı yapar. Ev gibi hususi eserleri, sade, ama konforlu yapmayı tercih eder.

Bugün küçük bir kasaba olan Selçuk, beylikler devrinin mühim bir şehri olarak emsalsiz abidevi eserlerin merkezidir. Sadece Konya değil; Afyon, Beyşehir, Birgi tipik mamurelerdir. Horasan, İran, Mısır ve Şam’dan gelmiş/getirilmiş sanatkârlar eliyle kesif bir imar faaliyeti vardır. Medreseler, entelektüel hayatın seviyesini yükseltmiştir.

Sadece Anadolu değil, Türk şehirciliğinin en tipik misallerini Rumeli’de görmek mümkündür. Burada da öncülük Türklerin elindedir. Bulgaristan’da, Makedonya’da, Sırbistan’da, hâsılı Rumeli’nin neresi gezilirse gezilsin, şehirler hep Türk imzası taşır ve Türkler hep şehirlidir. Rumeli şehirlerinin tamamına yakını Türkler tarafından kurulmuştur. Çarşı Türklerin elindedir. Güzel konaklar Türklere aittir. Şehirli olan Türklerdir; Rumlar değildir. Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar, Ulahlar değildir.