CÂMİ SATILIR MI DEMEYİN!

1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı, yıktırıldı, satıldı veya din dışı işlerde kullanıldı. Moğol istilâsını aratmayacak bu devirleri gayet iyi hatırlayanlar az değil.
2 Mayıs 2012 Çarşamba
2.05.2012

1950’den evvel İstanbul suriçinde sadece üç câmi açıktı: Süleymaniye, Bayezid ve Fatih. Diğerleri başka maksatlarla kullanılırdı. Sultanahmed Câmii, başka yer kalmamış gibi, asker yollama merkezi idi. Askere buradan sevkedilen Beylerbeyi Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi, yoklama için bekleyen bazı askerlerin, dışarı çıkmalarına izin verilmediği için câmi köşelerine siğdiğini anlatırdı.

Yeni Câmi’ye katanalar bağlanırdı. Nusretiye Câmii kütük deposuydu. Hatta, kütüğün biri uzun geldiği için câmiin son cemaat yerinin yıktırıldığını, bizzat Refi Cevat Ulunay yazdı. Bütün şehirler böyle idi. Mesela Konya’da sadece Kapı Câmii, Ankara’da Hacıbayram Câmii açıktı. Açık olanlara da iki ayağı çukurda ihtiyarlardan başka giden yoktu. Çünki namaz kılanlara iyi gözle bakılmayan bir devirde, câmiye gitmek cesaret işiydi.

Münevver Ayaşlı 1946’da Erzurum’a gittiğinde büyük kayınpederi Esad Muhlis Paşa’nın valiliği sırasında yaptırdığı caminin askeri depo olduğunu görüyor. İçinde eski saç sobalar, kangal halinde dikenli teller, boş tenekelerden başka bir eskicinin bile satın alamayacağı hurda eşyadan başka şey yoktur. Kolordu kumandanı İzzet Aksalur’a “Ne olur paşam, bu camiyi cemaate açsanız! Zaten caminin içinde bir şey yoktur” diye rica ediyor. Şöyle devam ediyor: “Paşa beni çok sevdiği ve hatırımı kırmadığı halde camisinin cemaati açılmasına yok olmaz, dedi. Ne yapalım, karanlık bir devirde yaşıyorduk.” (Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru, 249-250)

Askerî mektepte câmi mi olur?

1927’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. 1928’de bunun için bir nizamname bile çıkarıldı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden birden fazlası ile cemaati bulunmadığı tesbit edilenler tasnif dışı bırakılacaktı. Sadece câmiler değil, kilise ve havralar da bu akibete maruz kaldı. Mesela Adana’daki Ermeni kilisesi Turan sineması olmuş, mihrabına da hela yapılmıştı.

Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satılarak Halkevlerine verildi. Memurlar ikindi vaktinin sonu gibi cemaatin bulunmadığı zamanlarda câmileri teftişe gelir; cemaati olmadığı gerekçesiyle câmiyi mühürleyip kapatırdı. Akşam gelen cemaat, câmilerini kapanmış bulurdu.

Bu kıyımdan Ayasofya bile kurtulamadı. Câmi bakanlar kurulu kararıyla 1935’te müze hâline getirildi.

Vakıflar Kanunu’nun “mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı” hükmüne aldıran olmadı. Bunun için o zaman kültür bakanlığının işini gören Maarif Vekâleti’nden alınması gereken raporların, istenilen şekilde tanzim edildiği görüldü. Muş’taki tarihî Murad Paşa Câmii’nin minaresinin dinamitle havaya uçurulduğunu oralı olan eski müftülerden Mehmed Çağlayan gözyaşları içinde anlatırdı.

1935’te “Askerî mektepte câmi olur mu?” denerek Heybeliada Câmii yıktırıldı. Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. Böylece 1937’ye gelindiğinde Türkiye’deki câmilerin takriben % 60’ının kadro dışı kaldığı görüldü. Mesela Bursa’da 64 câmiden 40, Anteb’de 39 câmiden 22 tanesi bırakıldı. Bunların hepsi resmî arşivlerdeki malumata dayanır.

Her keseye göre câmimiz var!

1927’den itibaren tasnif dışı bırakılan yüzlerce câmi, ihale ile belediyeye veya hususî şahıslara satıldı. İstim sonradan geldi. 1935 senesinde çıkarılan vakıflar kanunu bu işi tanzim ediyordu.

İlk satılan câmi 623 lira 90 kuruş ile Sivas’da Hacı İzzet Paşa Câmii ve 4996 lira 45 kuruş ile Fatih’de Hadice Sultan Câmii oldu.

En ucuza satılan câmi 2,5 lirayla Eskişehir Servihisar semtindeki Melikşah mescidi (1940); en yüksek fiyata satılanı ise Kayseri’de 57 bin liraya Hacet Mescidi (1968) oldu.

Satış muameleleri 1972’ye kadar sürdü. Satılan 3900 câminin % 84’ü 1927-1949 arasında satıldı. Bazı hayırseverler sırf muhafaza etmek maksadıyla bunları satın aldı; işler düzelince tekrar câmiye çevrilmek imkânı hâsıl oldu.

1950’den sonra yıkılan câmiler, daha ziyade yola, köprüye kurban gitti. Vatan Caddesi ve Boğaz Köprüsü çok tarihî câmiyi yuttu. Hatta bazıları Adnan Menderes’in bunun narına yandığını söyler.

Depo yapılan da var, gazino da!

Eminönü’nde Sultan II. Mahmud yapısı Hidayet Câmii, deri deposu; Küçüksu Mescidi, CHP ocak merkezi; Balıkesir Yıldırım Câmii, Halkevi; İzmit Sâdık Mescidi, meteoroloji binası; Şehzadebaşı Câmii’ne yakın olduğu halde, emsalsiz burmalı minaresi sayesinde kazmadan kurtulan Burmalı Mescid marangozhane olarak kullanıldı.

Müze yapılmayan câmilerin ekserisi CHP, askeriye ve toprak mahsulleri ofisi tarafından işgal edildi. Bazıları belediyeden satın alan hususî şahıslar tarafından dükkân, ev, hatta yazlık sinema olarak kullanıldı. Selânik’te sinema salonu yapılan câmiye ağıt düzenlerin, bundan nedense hiç haberi olmadı.

Tek Parti hışmına uğrayan camilerden hikayesi en enteresan olanlarından biri Taksim’deki Ayazpaşa Camii’dir. Kadı Mescidi diye de bilinir. Sadrazam Tevfik Paşa’nın torunu ve Park Otel sahibi Şefik Oktay anlatıyor: “Gazi arkadaşlarıyla sık sık Park Otele yemeğe gelir, rakısını yudumlar, dans edenleri seyretmekten hoşlanırdı. Otel’in çok yakınındaki tarihi Ayazpaşa Camii’nde ezan okununca, orkestra susar, ezan bitince tekrar çalmaya başlardı.

[1933 senesinde] Gazi’nin otelde bulunduğu bir sırada tam dans edilirken Carmen Pady Orkestrası aniden durdu. Gazi müziğin birdenbire neden sustuğunu sordu. Sebebi anlatıldı. Bunun üzerine caminin minaresi yıktırıldı; cami de ibadete kapatıldı.” (Büyükbabam Tevfik Paşa, s. 102)

Cami, Demokrat Parti zamanında ibadete açılmış, minaresi ise tekrar yaptırılmıştır. Ama 1936’da Gazi’nin ziyareti esnasında askeri mektep yanında cami olması hoş görülmediği için yıktırılan Heybeliada Bahriye Mescidi’nin yeri hala boştur.

Kapalı câmilerden kalan haylisi Demokrat Parti devrinde ibadete açıldı. Çok eski değil, ben doktora yaparken bile meselâ Sirkeci Garı arkasındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Câmii, Anadolu Saz Gazinosu idi. Cağaloğlu’ndaki Cezerî Kasım Paşa Câmii, defterdarlık deposu idi. 1980’lerin sonunda mahkeme yoluyla geri alınıp ihya edildi.

Bayezid’de üniversite yanındaki Kaptan-ı Derya Câmii, kütüphane deposu idi. Su bastı. Kitapları taşıdılar. Hayırseverler de câmiyi ihya etti. O günlerde reisicumhur Kenan Evren, mektepten çok câmi olmasından yakınıyor; “vazifeşinas” gazeteler “câmi furyası”na dikkat çekiyordu.

Hâfızayı güçlendiren ilaç var mı?

Tek parti devrinde sadece câmiler değil; medreseler, sıbyan mektepleri, kabristanlar, hatta türbeler bile satış mevzuu oldu. Din hizmetlilerinin vazifesine son verildi. Kalanların maaşları düşürüldü.  Bunlar başka bir yazıda inşallah ele alınır. Şimdi bazılarının hâfızası zayıflamış olabilir. Ama bu o günleri görenler hâlâ yaşıyor. Gördüklerini de net bir şekilde hatırlıyorlar. Şair ne demiş: Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

1918’de ağababası İttihat ve Terakki’nin yaptığı gibi, Halk Partisi de 1950’de kendi kendini feshetmek büyüklüğünü gösterebilseydi; hem demokrasi muhalifliği, darbe bezirgânlığı, insan hakları ihlalciliği, faşistlik, din düşmanlığı gibi ithamlarla karşı karşıya gelmekten kurtulur; hem de memlekette hakiki bir sosyal demokrat teşekküle imkân verilerek demokrasinin önü açılmış olurdu.