FRANSA DOSTLUĞU TÜRKLERE UĞUR GETİRMEDİ

Kadim dost ve müttefik Fransa, iki asırdır yapılan reformlara da ilham kaynağı olmuştur. Gerçi ne kadar iyi müttefik, ne kadar doğru bir ilham kaynağı olduğu söz götürür.
11 Ocak 2012 Çarşamba
11.01.2012

  Kadim dost ve müttefik Fransa, Türkiye'de iki asırdır yapılan reformlara da ilham kaynağı olmuştur. Gerçi ne kadar iyi müttefik, ne kadar doğru bir ilham kaynağı olduğu söz götürür.

Osmanlı Devleti asırlardır sürdürdüğü dışa kapalı hayat tarzını XIX. yüzyılın başlarında değiştirmek zorunda kaldı. Avrupalı tüccarlar Osmanlı ülkesine yayılıyordu. Peşpeşe mağlubiyetler, askerî hususlarda üstünlük gösteren Avrupa ile temasa zorluyordu.

 

Osmanlı-Fransız ittifakınınbir bakıma mimarı sayılan Kral I. François ile Kanuni Sultan Süleyman

Neden Avrupa? Niçin Fransa?

Müesseselerin ıslahı için her zaman bir ilham kaynağına ihtiyaç vardır. Daha üstün olduğu düşünülen bir sistem örnek alınır. Osmanlılarda da böyle olmuştur. Avrupa daha iyi olduğu için değil, güçlü olduğu için örnek alınmıştır. Hayranlıktan değil, mecburiyetten taklit edilmiştir. Kaptan-ı Deryâ Halil Paşa’nın “Eğer Avrupa’yı taklitte acele etmezsek, Asya’ya çekilmeğe mecbur olacağız!” sözü bunu ifade eder.

       Fransız sefiri Osmanlı kıyafetinde

Tanzimatçılarının önünde numune olarak Avrupa’nın en güçlü dört devleti vardı: İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya. Bunlardan Fransa tercih edildi. Her şey tepeden tırnağa bu örneğe göre yeniden yapılandırıldı. Neden acaba farklı halkları bünyesinde barındıran imparatorluklar olmak itibariyle Osmanlı Devleti’ne daha çok benzeyen Avusturya, Rusya veya İngiltere değil de millî bir devlet olan Fransa tercih edildi?

                     Sultan III. Ahmed'in Fransız sefirini kabulü

Fransa ile dostâne münasebetler çok eskiye dayanır. Osmanlı Devleti’nin de düşmanı olan Almanya’ya düşmandı. “Düşmanımın düşmanı dostumdur!” prensibi, iki ülke arasında yakınlık meydana getirdi. Sultan III. Selim, Fransa’nın askerî zaferlerine hayrandı. Daha şehzâdeliğinde Fransa Kralı ile mektuplaştığı söylenir. Hatta Avrupa’nın parçalanmış hâli işine geldiği için, ihtilâl hükümetini ilk tanıyan İstanbul oldu. Yeni kurulmaya çalışan Osmanlı ordusunu Avrupa usullerine göre yetiştirmek üzere Fransız subayları getirtildi. Hattâ o zamanlar sıradan bir topçu subayı olan istikbalin imparatoru Napoléon, bu askerî müşâvirler arasında yer almak için başvurmuş, ancak son anda kralcı isyanını bastırmak üzere geri kalmıştır.

  

                            Sultan III. Selim

Fransa’nın Mısır’a asker çıkarması, yıllar sonra Mısır Vâlisini isyana teşvik etmesi bile bu dostluğu bozamadı. Napoléon’un otoriter merkeziyetçi reformlarıyla Fransa’yı dünyanın en güçlü devleti hâline getirmesi, İstanbul’un gözünü kamaştırdı. Bu hâliyle Fransa, ıslahatçıların gözünde en iyi örnekti. Fransızca lingua-franca (diplomasi dili) olup her yere yayılmış; Fransızca konuşmak, hele Paris’i görmek yüksek bir irfan sayılarak evlere Fransız mürebbiyeler alınmıştır.

Hoca Tahsin Efendi’nin “Paris’e git bir gün evvel, akl-ü fikrin var ise/Âleme gelmiş sayılmaz, gitmeyenler Paris’e!” beyiti meşhurdur. Aklı başındalar, bu “Frengi illetine” dikkat çekmiş, ama söz dinletememiştir. Fransa, Jön Türklere kucak açmış,  rejim aleyhdarı neşriyat Paris’i yurt tutmuştur. Fransa, Bâbıâli’ye karşı hep ikiyüzlü bir politika takip etmiştir. Ortadoğu’ya yerleşip tutunmak emeli için her şeyi göze almıştır. Bugün de böyledir.

 

Napoléon Bonaparte

Kötü bir kopya

Sultan II. Mahmud, dışarıdan hoca getirmektense, Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşa’nın yaptığı gibi, Fransa’ya talebe göndermeyi tercih etti. 1827’den itibaren gönderilen talebeler, Fransız dilini, kültürünü iyice öğrendi, siyasî ve sosyal müesseselerini tanıdılar. Dönünce de tabiî olarak bu örneğe göre hareket ettiler. Fransız hükümeti de bunlara kolayca hulûl edebildi. Âli ve Fuad Paşaların Fransız hayranlığı dillere destandır. Reşid Paşa bile İngiliz hayranı olmakla beraber, icraatında Fransa’yı örnek almıştır. Kendi memleketinde laikliği kuran Fransa, Osmanlı Hıristiyanlarının hâmisi pozu takınmış; bu yolda Bâbıâli’ye baskılar yapmıştır. Böylece Osmanlı adliye, idare ve maarifi, Fransa’nın kötü bir kopyası hâline gelmiştir. Cumhuriyetçiler de bu yolda daha da ileri gitmiştir.

  

Kapitülasyon beratlarından iki nüsha (Üstteki 1536, alttaki 1569 tarihli)

İngilizler kültürlerini kimseye lâyık görmedikleri için, başkasına empoze etmek gibi bir derdleri de yoktur. Fransa, böyle değildir. Kendisini Batı medeniyetinin beşiği olarak lanse etmeye bayılır. Üstelik İngiltere, bizde fazla tanınmaz. İngiliz demokrasisi, memlekette kendi baskıcı idarelerini kuran bu bürokratların işine gelmemiştir. Merkeziyetçi bir imparatorluk olması bakımından belki en uygun örnek olan Avusturya’ya, biraz da eski düşmanlığın tesiri ile, uzak durulmuştur. Zaten Avusturya başbakanı Metternich, Bâbıâli’ye kimseyi örnek almadan, kendi millî bünyesine göre hareket etmesini tavsiye ediyordu. Modernleşmeye 150 sene evvel başlayan Rusya ise, Osmanlılar için kaba-saba bir doğuluydu.

Seçim isabetli miydi?

Fransız sistemi, kendi içinde pek mükemmel işlemekteydi. Ama Osmanlı Devleti, Fransa değildi. Fransa örnek alınarak yapılan reformlar bu sebeple hep problem doğurmuştur. Bizde siyaset, adliye, maliye, maarif hâlâ kötü birer Fransız taklididir.  Şimdi bile yaşanan sıkıntıların arkasında bu yatar. Sadrâzam Prens Said Halim Paşa 1919 yılında diyor ki: “Sistemimizi ıslâh etmek için Fransa’yı esas aldık. Halbuki Fransız cemiyeti, bizimkine aslâ benzemeyen, aslı ve menşei, ruh hâli, âdetleri ve gelenekleri, irfânı ve medeniyet seviyesi ile bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok ve çeşitli bulunan bir cemiyetti. Fransız sistemi mükemmel oluşu ile bizi cezbetti. Bu da, bizce kabul olunması için kâfi görüldü. Halbuki kimse, Fransa’ya hiçbir şekilde benzemeyen bizimki gibi bir memleket için bu sistemin uygun olup olmadığını düşünmedi. Bu ıslâhatın bunca seneler çalıştıktan sonra hiç derecesinde neticeler vermesi şaşılacak bir şey değildir.”

Fransa, zaman içinde bu sistemi ıslâha tâbi tutarak yenilenen bünyesine uydurabilmişti. Bizde bu yapılamadı. Fransa, laiklik prensibini bile iyice yumuşatmıştır. Sarkozy, laikliğin insanlığa fayda getirmediğini, dinden ise zarar gelmeyeceğini açıkça söyleyebilmiştir. Bugün Katolik mekteplerinde binlerce talebe okur; rahipler cüppelerini savura savura gezer. Fransa’yı örnek alanlar ise, demode olmuş prensiplere hâlâ sarılmaktadır. Madem ıslâhat kaçınılmazdı, bir sistem örnek alınacaktı, Osmanlı sistemine yakınlığı sebebiyle, İngiltere modelinin tercih edilmesi, belki uzun vadeli bir fayda temin edebilirdi.