5 ASIRDIR MİNARELERDE YANAN IŞIK

Ramazan ayının hususiyetlerinden birisi de minareler arasına kurulan mahyalardır. Elektriğin olmadığı zamanlarda mahya kurmanın ne zor iş olduğunu tasavvur etmelidir.
31 Ağustos 2011 Çarşamba
31.08.2011

Ramazan ayının hususiyetlerinden birisi de minareler arasına kurulan mahyalardır. Elektriğin olmadığı zamanlarda mahya kurmanın ne zor iş olduğunu tasavvur etmelidir.

Ramazanda, selâtin camilerinin iki minaresi arasına mahyalar kurulurdu. Mübarek  zamanlarda mescidlerin kandillerle süslenmesi çok eski bir âdettir. Hicretin III. asrında Ramazan ayında ve hac zamanı Mescid-i Haram’ın 455 kandilinin hepsi yakılırdı. Burada kandiller direkler arasına gerilmiş iplere asılıydı ve istenilen yere taşınabilirdi. Osmanlılar, bundan ilham alarak minarelere mahya germe âdetini çıkarmıştır. Sadece Ramazan’da değil, kandillerde ve iki bayramda da mahya gerilirdi.Bazı kitaplarda mahya için bid’at tabirinin kullanıldığı görülür. Bu, dinde değil, âdette bid’ati ifade eder. Câminin vakfı masraflarına ancak yetiyorsa, mahya kurmak israf olacağından izin verilmez.

Mah, farsça ay demektir. Mahya (mâhiye), aylık, aya mahsus demektir. Receb, Şaban ve Ramazan ayına isim zikretmeden Üç Aylar dendiği gibi, mahya da ilk zamanlar Ramazan ayına mahsus olarak kurulduğu için bu adı almıştır. Mahya, Arapçada da ihya etmek manasına gelir. Mübarek gecelere leyletü’l-mahya denirdi. Bununla da alakası olsa gerektir.
Medine-i Münevvere’deki Mescid-i Nebevî’yi aydınlatmak için önceleri hurma yaprakları yakılırdı. Eshab-ı Kirâm'dan Temîm Dârî, Şam’dan Medine’ye gelirken yanında kandil, ip ve yağ getirmişti. Medine’ye vardığı Cuma günüydü. Hizmetçisi Ebû Berrâd’a emretti. O da kalkıp ipi bağladı, kandilleri mescide astı. İçine su ve yağ koyup fitil taktı. Güneş batınca da onları tutuşturdu. Hazret-i Peygamber gelince mescidi aydınlık gördü. “Mescidimizi kim aydınlattı?” diye sorunca, “Temîm yaptı ya Resûlallah” dediler. Resûlullah Aleyhisselâm da “İslâm'ı aydınlattın; Allah da seni dünya ve âhirette nurlandırsın. Bir kızım olsaydı onu seninle evlendirirdim” buyurdu. Bunun üzerine Nevfel bin Hâris bin Abdülmuttalib, “Ey Allah’ın Resulü, benim Ümmü’l-Muğîre adında bir kızım var, dilediğini yap” deyince, Resulullah onu Temîm ile nikâhladı. Sonra bu kandili kimin astığını sual buyurdu. Temîm, “Şu hizmetçim” dedi. Adını sorunca “Feth” dedi. Fakat Resûlullah kendisine Sirâc diye hitap etti. Sirâc, kandil demektir.
Ondan evvel yalnızca mum ve çıra vardı. Kandil böylece yayılmıştır. Hazret-i Peygamber, Enes bin Mâlik’e, “Kim bir mescidde bir kandil yakarsa, ışığı bulunduğu müddetçe melekler ve hamale-i arş onun için istiğfarda bulunurlar” buyurmuştur. Âlimler mescidi aydınlatmanın ve ona hasır sermenin, mescide hürmet olduğunu söyler.
Hicretin III. asrından itibaren Ramazan ayında ve hac zamanı Mescid-i Haram’ın 455 kandilinin hepsi yakılırdı. Burada kandiller direkler arasına gerilmiş iplere asılıydı ve istenilen yere taşınabilirdi. Osmanlılar, bundan ilham alarak minarelere mahya germe âdetini çıkarmıştır. Sadece Ramazan’da değil, kandillerde ve iki bayramda da mahya gerilirdi.

         "Ya Hazret-i Fahr-i Âlem"

Anadolu’ya mahsustu

Mahya, 1500’lerin sonlarından beri kurulmaktadır. Sultan II. Selim, mübarek gecelerde minarelerde kandil yaktırırdı. Mevlid geceleri minarelerde kandil yakmak, 1610’de vefat eden Merkez Efendi’nin âdeti idi. Koca Mustafa Paşa dergâhı şeyhi Hasan Necmeddin Efendi de böyle yapardı. Sultan I. Ahmed’in beğenip, bütün câmilere teşmil ettiği söylenir. Halbuki bu padişahın dedesi Sultan III. Murad, 1588’de berat ve Regaip geceleri olduğu gibi, mevlid kandilinde de minarelerin kandillerle donatılmasını ferman buyurmuştu. Sultan Ahmed Câmii yapılınca, Fatih Câmii müezzini hattat Hafız Kefeli Ahmed Efendi, minareler arasına ilk mahyayı germişti. Bunu çok beğenen padişah, mahya için de vakıf kurmuştu. 1722’de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da selâtin câmilerinin minarelerinde mahya kurulması emrini teyit etmiştir. Hatta Eyüp Câmii minareleri kısa olduğundan bu iş için uzatılmıştır.

Mahya, Anadolu’ya mahsustur. İstanbul’dan başka Edirne, Bursa, Konya ve Serez’de de kurulmuştur. 1911’de Mısır’da da kurulması için talep üzerine İstanbul’dan ustalar gönderilmişse de, minare araları açık olduğundan iyi kurulamamıştır.

Bazen minareler baştan ayağa kandillerle süslenir, buna kaftan giydirme denirdi. İstanbul’un 7. Tepesi üzerinde iki minareli câmi olmadığından, Davud Paşa ve Koca Mustafa Paşa Câmilerine kaftan giydirilir; Hekimoğlu Ali Paşa Câmi’nin şerefesi ile kubbesi arasına mahya gerilirdi.

Ramazan’ın ilk yarısı mahyalarda ayeti kerimeler, hadisi şerifler, dinî ve ahlakî nasihatler yazılır; yarısından sonra kayık, gemi, boru çiçeği, Kızkulesi, köşk, fıskiye, cami, top arabası, ay-yıldız gibi resimler yapılırdı. Son gece bir şey yazılmaz, veda kabilinden bir sıra kandil çekilirdi. Tek Parti zamanında, ancak hükümeti öven yazılar yazılabilirdi.

Yüz gece de kursam…

Mahya âdeti yayılınca, ortaya mahyacı esnafı çıkmıştır. Mahyacılık ince bir sanattı.  Usta, mahyayı önceden saraydan gönderilen incilerle yeşil veya kırmızı atlas üzerine yazar, saraya arzeder, tasvip edilirse kareli kâğıda yazıp, modeli hazırlardı. Kandillerin asılacağı yerleri tesbit ederdi. Taşıyıcı ipi minareler arasına gerer. Birbirine olan mesafeleri önceden tayin edilen ve bir ucuna makara, diğer ucuna kandil bağlanan düşey ipleri, uzun bir ipe dizerek taşıyıcıya bindirir. Uzun ipin ucunu, diğer minaredeki makaradan geçirip çekerek gerginleştirir. Böyle hareket ettirerek her gece kandilin yağını tazeler. Bir mahyaya 5 okka yağ gider.

Sultan Hamid devrinde Nuruosmaniye Câmii müezzini Abdüllatif Efendi bu işin piri idi. Kendine mahsus bu zât, hem pehlivan idi, hem de aşçılıktan anlardı. Pek çok modeli Hocapaşa yangınında yanmıştır. Mısır Hıdîvi İstanbul’a geldiğinde, Emirgân’daki yalısı önünde demirli iki mavnanın direği arasına hoş geldin mahyası kurmuştur. İran Şahı geldiğinde de Vâlide Hanı önünde kurmuş ve pek beğenilmiştir. Sultan Aziz, Avrupa’dan döndüğünde, Harbiye’nin arkasına Beşiktaş Sarayından görülecek şekilde iki direk dikip “padişahım çok yaşa” yazısını germiş; hatta merkez kumandanı “İkinci gece ne kuracaksın?” deyince, “Yüz gece de kursam, Padişahım çok yaşa” cevabını vermiştir.

Abdüllatif Efendi, Ramazan’ın 15’inden sonra hareketli mahya da kurardı. Bunun için en müsait Süleymaniye Câmii minareleri arasına üç halat çeker; ortadaki halata Unkapanı Köprüsü ile Azapkapı Câmiini, üst halata araba, alt halata da kayık ve balıklar resmederdi. Mahya bitince, arabayı ip üzerinde harekete getirir ve yavaş yavaş sağ minareye götürüp geri getirirdi. Köprü sabit, ama direkleri hareketli idi. Kayık ve balıklar da hareket ederdi. Latif Efendi öyle ustaydı ki, yaktığı kandiller vaktinden önce sönmezdi. Bu hareketli mahya bitince, minarelerden kandiller uçurtulurdu. Kandil ipi kaç yere bağlandı ise oralara giderdi. Bu iplerden biri minare şerefesine, diğer ucu cami avlusunun şerefeye paralel yerinde 1,5 m. yüksekliğe bağlanırdı. Uçurtmacı denilen vazifeli teravihten sonra uçurtmaya başlar, cemaat avluda birikip seyrederdi. Uçurtmacı kandil ipini bağlı olduğu yere kadar salıverir; seyirciler de kandil kutusunun bir tarafında şeker, kurabiye koyup uçurtmacıya hediye gönderirdi. Bu kandillerde balmumu yanardı. Kutu etrafına çabuk insin diye 5-6 kiloluk kurşun konurdu. Uçurtmacı eli yanmasın diye eldiven giyerdi. Eğer kandiller orta yere konuverilecekse, hepsi birden koyuverin der, herkes uçurur, bir kandil nereye bağlı ise oraya giderdi. Kandildeki ip kumanda edenin elindedir. Çocuklar da bu kandil uçurtmasını taklit eder; komşu penceresine ip gerip, makaralar üzerinde hareketli mumlu fener uçururlardı.