SON PADİŞAH TAHTINI NASIL KAYBETTİ?

1 Kasım 1922 saltanatın kaldırıldığı tarihtir. Böylece 6 küsur asırlık bir devlet maziye gömülüyor, onun mirası üzerinde yeni bir rejim kuruluyordu. Artık bir hükümdar bulunmadığına göre bu rejimin adı cumhuriyet idi.
3 Kasım 2010 Çarşamba
3.11.2010

1 Kasım 1922 saltanatın kaldırıldığı tarihtir. Böylece 6 küsur asırlık bir devlet maziye gömülüyor, onun mirası üzerinde yeni bir rejim kuruluyordu. Artık bir hükümdar bulunmadığına göre bu rejimin adı cumhuriyet idi. O halde cumhuriyetin ilânı 29 Ekim değil, 1 Kasım demektir. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan bu gün tahtını kaybeden hükümdar da tarihin en münakaşalı şahsiyeti hâline gelmiştir.


Bir enkazın üzerine oturdu

Sultan Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid’in oğullarının en küçüğüdür. 6 aylıkken babasını ve 4 yaşında da annesini kaybetti. Şehzâde iken, yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu.

İttihatçılara şiddetle muhalifti. Onların memleketi felâkete sürüklediğini görüyordu. Bu sebeple İttihatçı erkânı şehzâdeyi devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara ortadan kaldırmaya teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar.

4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine tahta çıktı. Osmanlı Devleti’nin son kılıç alayı 31 Ağustos’ta tertiplendi.

Ancak bu sıralarda Cihan Harbi’nin korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandı. Mağlubiyetin vesikası olan bu mütârekeyi imzalayan Rauf Bey (Orbay) ve diğer delegeler saraya arz-ı tazimat için geldiklerinde, padişah kendilerini kabul etmedi. Memleketi harbe sokan İttihatçı reisleri mütârekeden hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Sultan Vahîdeddin’in elinde ancak düşmana teslim olmuş ve milletin sefalet içine düştüğü bir ülkeyi idare etmek kaldı.

Paşa! Devleti kurtarabilirsin!

8 Şubat 1919 tarihinden itibaren düşman askerleri memleketi işgale başladı. Fiilen işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan padişah, bir kısım yakınlarının “Dünyaya karşı harb edilemez!” sözüne aldırmayarak Anadolu’da teşkilat kurmak üzere bir başkumandan göndermeyi kararlaştırdı. İttihatçı muhalifi üst rütbeli Palabıyık Ziyâ Paşa ve Çerkes Ferid Paşa buna dair teklifi özür dileyerek reddetti.

Bir ara kendisi Anadolu’ya geçmeyi düşündüyse de, İngilizlerin, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Yunanlılara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız” tehdidi üzerine vazgeçti. Padişah, şahsını korumak için bırakılan 700 kişilik maiyyet-i seniyye kıt’asını Ayasofya etrafında mevzilendirip câmiye çan takmak isteyenlere ateş emrini verdi. Bu mümkün olmazsa binayı havaya uçurmalarını emretti.

İngilizler, mütârekenin tatbikini yerinde teftiş etmek üzere Anadolu’ya bir müfettiş gönderilmesini istediler. Padişah bunu fırsat bilerek, İttihatçılarla arası açılmış bulunan ve kendisine gösterdiği sâdıkâne ve mültefit tavrıyla öne çıkan yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı saraya çağırdı. Paşa, İttihatçı aleyhdarlığı sebebiyle İngilizlerin kabul edebileceği nâdir isimlerdendi. Üstelik bu vazifeye uygun üst bir rütbedeydi.

Mustafa Kemal Paşa'nın Falih Rıfkı'ya bizzat anlattığına göre kendisine, “Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsiniz” dedikten sonra, 9. Ordu Müfettişi olarak, fevkalâde geniş salâhiyet ve malî imkânlarla Anadolu’ya gönderdi. Vazife yazısını Sadrâzam Ferid Paşa’nın imzaladığı Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da İngiliz işgali altındaki Samsun’a çıktı. Eski İttihatçıların tertiplediği kongrelere delege olarak katıldıktan sonra Ankara’ya gelerek burada bir meclis topladı ve geçici bir hükûmet kurdu. Burada İstanbul hükûmetiyle işbirliği içinde çalıştı ve meclisin bütün gayesinin padişahı fiilî esaretten kurtarmak olduğunu her fırsatta deklare etti.

Oluruna bırak

Padişahın müttefiklere karşı harbi devam ettirmeye hiç niyeti yoktu. Memleket harbden yılmıştı. Her ne pahasına olursa olsun sulh yapmak ve yola devam etmek gerekiyordu. O, Anadolu’daki asayişi bozan hareketlerin müttefikleri kızdırarak sulhü geciktireceğinden korkuyordu. Mukavemet hareketlerini bir elden sevk ve idare ederek, bunu düşmanlara karşı bir koz olarak ileri sürmeyi ve bu sayede avantajlı bir sulh yapabilmeyi umuyordu.

Mütarekeden sonra kurulan mahkemelerde işledikleri harb suçlarının hesabının sorulacağını anlayan İttihatçılar, Anadolu’ya geçerek bir iktidar mücadelesine girişmişti.  Anadolu’daki mukavemet hareketlerine önayak olanların İttihatçı kalıntıları olduğu ve memleketi tekrar İttihatçı hâkimiyetine sokmak istediklerini düşünen İstanbul’un fikri Erzurum Kongresi’nden itibaren değişti.

Mustafa Kemal Paşa’ya önce nazikçe, sonra sert bir şekilde geri dönmesi emredildi. Emri dinlemeyen Paşa, askerlikten tard edildi. Ardından da Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’den kendisini tevkif edip İstanbul’a yollaması istendi. Mustafa Kemal Paşa bu hâdiseden fevkalade tedirgin oldu. Ancak Kâzım Karabekir, ya bunu Saray ile Mustafa Kemal arasındaki bir danışıklı dövüş zannettiğinden ya da şahsî inisyatifiyile emri dinlemeyip ordusuyla beraber Mustafa Kemal Paşa’nın emrine girdi. Anadolu Hareketi’nin dönüm noktası budur.

İstanbul hükümeti, Anadolu hareketinin müttefikleri tahrik edip işgalmıntıkasının genişleyeceğinden ve sivil halkın zarar göreceğinden endişe ediyordu. Korktuğu da oldu. Sadece İzmir’i işgaline izin verilen Yunan ordusu, Ankara önlerine kadar geldi. İstanbul hükümetinin hesap edemediği şey, İngilizlerin Anadolu hareketine bakışı idi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan ayrılmadan evvel işgal kuvvetleri temsilcileriyle ayrı ayrı görüşmüş; muhtemelen onların bakış açışını öğrenmişti.

Bundan habersiz olan İstanbul hükümeti hem Anadolu’yu elden çıkarmamak, hem de İngilizleri tahrik etmemek adına, Ankara hareketinin ileri gelenlerini idama mahkûm edip, bu hareketin halifeye isyan olduğuna dair fetvâ aldı. Ardından da Kuva-yı İnzibatiyye denilen birlikleri Anadolu üzerine gönderdiyse de, bu teşebbüs fiyoskoyla neticelendi. Birliklerin bir kısmı geri döndü, bir kısmı Anadolu’ya iltihak etti.

Bunun üzerine İstanbul hükümeti, işi oluruna bıraktı. Siyaset değiştirip Anadolu ile daha mülayim geçinmeye çalıştı. Ankara hükümeti ise İstanbul ile aralarındaki soğukluğun sadece Damat Ferid Paşa’nın İngiliz yanlısı tavırlarından kaynaklandığını, Padişah’a hürmet ve sadakatte berdevam olduğunu her fırsatta deklare etti.

İngiltere’nin yegâne maksadı

Padişah bundan sonra İstanbul’daki işgal kuvvetlerini oyalamak ve Anadolu’daki mücadeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyasî gayretler içine girdi. El altından millet teşvik edilerek Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay yollandı. Mektepler, mescidler yollama memurluğu hâline geldi. İstanbul câmilerinde zafer müyesser olması için Kur’an-ı kerîm ve mevlidler okutuldu. Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) yardım görüntüsü altında en büyük meblağı da saray vermek üzere para toplanarak Anadolu’ya nakledildi. İstanbul’da işe yarar subay ve memurlar Anadolu’ya gönderildi.

Bunları görüp sarayı sıkıştıran işgal kuvvetlerine, “Benim haberim yok. Bunları önleyeceğim” diyordu. İzzet, Ali Rızâ, Sâlih, Tevfik Paşa gibi Anadolu hareketini açıkça destekleyen sadrâzamlar vazifelendirildi. Zaman zaman İngiliz baskısını tolere edebilmek üzere Damat Ferid Paşa gibi İngiltere’ye yakın bir diplomatı sadrâzam yapmak mecburiyetinde kaldı.

İstanbul’da toplanan Osmanlı Meclis-i Meb’usânı, vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına dair meşhur Misak-ı Millî’yi kabul edince, İtilâf Devletleri meclisi dağıttı. Bu, aslında Ankara’nın planlı bir hareketi idi. Böylece siyasî iktidar tamamen İstanbul’dan Ankara’ya kaymıştır.

Padişah, 11 Mayıs 1920’de paraf edilen Sevr Muâhedesi’ni bütün baskılara rağmen imzalamadı. Böylece karşı devlet reisleri de imzalamadı ve anlaşma hükümsüz kaldı. Bu arada dünyanın çeşitli beldelerinde yaşayan müslümanlar, bilhassa Rusya ve Hindistan müslümanları, halifeye olan hürmetleri sebebiyle Anadolu’daki mücâdele için aralarında külliyetli yardım toplayıp gönderdiler. Fakat İngiltere halifeliği kaldırarak müslüman halkın yaşadığı sömürgelerindeki nüfuzunu kırabilmek için padişah aleyhine çalışmaktan geri kalmıyordu.

Padişahı işbirlikçi göstererek amme vicdanındaki yerini sarsmayı hedefleyen İngiltere istese, Anadolu hareketini tesirsiz hâle getirmeye muktedirdi; Mustafa Kemal Paşa, işgal kuvvetlerinin bilgisi, isteği ve vizesiyle Anadolu’ya geçmişti. Anadolu’nun her yerinde İngiliz birlikleri vardı. Fakat onun politikası her zaman ‘Bekle-gör!’ üzerine kurulmuştur. Anadolu kaybederse, İstanbul elindedir; kazanırsa, yeni sahiplerle yola devam edecektir.

Seni Sultanahmed’de asacağız!

Yunanlılara karşı önce bir varlık gösterilemedi. Yunan orduları Ankara önlerine kadar geldi. Anadolu’nun üçte biri işgal edildi. Ancak 1921’de Sakarya Harbi’nin kazanılmasıyla Ankara’nın yıldızı döndü. Muzaffer Ankara artık başka bir otoritenin altında hareket etmeye niyetli değildi. Malta sürgününden dönen İttihatçılar Anadolu’ya geçerek burada tekrar hâkimiyeti ele geçirmeye başlamıştı. Sulh konferansına Ankara ile beraber İstanbul hükümetinin de çağrılması, Ankara’ya beklediği fırsatı verdi. Bu da İngiltere’nin “Parçala-Hükmet” siyasetinin icabı idi.

Nihaî zaferin kazanılmasından iki ay sonra Rıza Nur’un saltanatın kaldırılması hakkında Ankara’daki meclise verdiği kanun teklifi reddedildi. Bunun üzerine 1 Kasım 1922 günü Kemal Paşa “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” meâlindeki tarihî konuşmasını yapınca muhalif mebuslar “Biz hâdiseyi başka açıdan değerlendiriyorduk. Şimdi aydınlandık” dediler. Kanun sadece (1926’da asılan) Lâzistan Mebusu Ziya Hurşid’in muhalefetiyle kabul edildi.

Padişaha içeriden ve dışarıdan gelen baskılar dayanılmaz bir hâl aldı. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Kanun-ı Esasî gereğince padişah hükûmet icraatından mes’ul olmadığı halde, her kötü işin sebebi olarak görülüyordu.

Bu devrede Ankara hükümetinin yanında yer alan Said Nursi, Sultan Vahîdeddin’i, etraftan merkeze bakmak yerine, merkezden etrafa bakarak, İslâm âlemini, devlete; devleti Anadolu’ya; Anadolu’yu İstanbul’a; İstanbul’u da hanedana feda etmekle suçluyor; “Ona itaat, adem-i itaattir” diyordu. (Hutuvât-ı Sitte)

Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. O arada Nureddin Paşa, Ali Kemal Bey’i linç ettirdi; padişaha da böyle yapacağını açıkladı.

Bu esnada Ankara Meclisi padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Padişah can ve ırzının emniyette olmadığını anladı. Siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Sonradan “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” diyerek kendisini müdafaa etmiştir.

Nihayet saltanatın kaldırılmasından iki hafta kadar sonra, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı Malaya adlı İngiliz kruvazörü ile şehri terketti. O zaman İstanbul işgal altında olup, bunun haricinde bir vasıta ile seyahate çıkmak zaten mümkün olmadığından İngiliz gemisiyle gidişini tenkit etmek yersizdir. Ankara padişahtan kurtulduğuna çok sevindi.

Tabutuna haciz konan bir imparator

Yanında oğlu ve yakın bendegânıyla Malta’ya çıktıysa da İngilizlerin niyetini anlayarak buradan Mısır ve Hicaz’a gitti; ama fazla kalamadı. Padişahken yaşadıklarını anlatan iki beyannâme neşretti. Gençliğinde İstanbul’a gelen ve o zamanlar veliahd olan Vahîdeddîn Efendi’den yakın alâka gören İtalya Kralı Vittorio Emanuele vefâ göstererek kendisini İtalya’ya davet etti. Padişah 1923 senesinde San Remo şehrine yerleşti. İçinde düştüğü büyük sıkıntıya rağmen, kendisine bir generalini göndererek, yardımcı olmak ve saraylarından herhangi birini tahsis etmek isteyen Kralı’n teklifini, “Ben bütün müslümanların ruhanî reisiyim. Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dinimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni men eder” diyerek kibarca geri çevirmişti.

Padişah artık memlekete dönmekten artık ümidini kesmişti. Burada acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926 günü yatsı namazını müteakip geçirdiği kalp krizinden vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Selimiye Câmii hazîresine defnedildi. Vefat haberini, Adana’da bir akşam yemeği sırasında, Roma büyükelçisinin telgrafından öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal’in, “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi sarayın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...” demekten kendisini alamadığı söylenir.

Yaparsa o yapar!

Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid’in en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşad olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi.

Babası gibi Nakşî olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Hatta vefatı üzerine şeyhin bastonunu hatıra olarak almıştır. Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı.

Milletimin ocağı yanıyor

1919 Ramazan ayında bir sabah Yıldız Sarayı’nda yangın çıktı. Kısa zamanda büyüyen alevler, sultanın dairesini de sardı. O geceyi tesadüfen Cihannümâ Köşkü’nde geçirmiş olan Sultan Vahîdeddin yangını haber alınca, gecelik entarisi üzerine pardösüsünü giyerek dışarı çıktı. Köşkün önünde hiç telâş göstermeden yangının söndürülmesini seyrederken, müstahdemlerden birinin teessüründen ağlamaya başlaması üzerine canı sıkılarak, “Benim milletimin ocağı yanıyor. Ben onu düşünüyorum. Kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var!” dedi.