EMEKLİLİK TENEŞİRDE!

İslâmiyette emeklilik mefhumu yoktur. Herkes çalışabildiği kadar çalışır. Çalışamayacak hâle gelince, zenginler kendi servetlerini yerler. Fakirler ise sosyal güvenlik imkânlarından istifade ederler...
28 Nisan 2010 Çarşamba
28.04.2010

İslâmiyette emeklilik mefhumu yoktur. Herkes çalışabildiği kadar çalışır. Çalışamayacak hâle gelince, zenginler kendi servetlerini yerler. Fakirler ise sosyal güvenlik imkânlarından istifade ederler...

İslâm devletinde çalışamayacak durumda olanların geçimini, sosyal sigortalar değil, yardım sandıkları karşılar. Vakıflar ve beytülmâl gibi müesseseler vâsıtasıyla muhtaç Müslüman veya gayrimüslim vatandaşların hayatlarını idâme ettirmelerine yardımcı olmak da devletin vazifesidir. Devlet hazînesinin dördüncü kaleminden bu masraflara tahsis edilmiştir.

KAZANAN HEPSİNİ ALIR!

Osmanlı Devleti’nde devlet adamları maaş almazdı. Kâdılar mahkemeye başvuranların ödediği harçlarla geçinirdi. Kâtip, mübaşir gibi maiyetin maişetini de buradan karşılardı. Vezir, vâli gibi diğer devlet adamlarına ise devlet topraklarından muayyen bir parçanın kira geliri tahsis olunurdu. Bunların maiyetine kapı halkı denirdi. Bunları kendisi seçer ve maaşlarını da kendisi verirdi. Bunlar o yüksek memur ile gelir ve onunla giderdi. Ekserisi o zâtın kölelerinden olurdu. Böylece hem sadakat, hem de uyumlu çalışma sağlanırdı. Merkez memurları için tatbik olunan liyâkat sisteminin zıddı olan ve kayırma sistemi de denilen bu usul, İngiltere’de 1833’e kadar tamamen, bundan sonra kısmen tatbik olunmuştur. Ganimet (Kazanan hepsini alır!) sistemi adıyla bugün Birleşik Amerika’da da büyük ölçüde câridir. Adamları başkanla gelir, onunla gider.

Yüksek veya düşük rütbeli kâdılar muayyen müddetler için vazife yaparlar; müddet bitince azlolunmuş sayılırlardı. Bu mazuliyet devresinde maaşları olmadığı için, vazife yaparken biriktirdiklerini yerler veya medreselerde ders verirlerdi. Eğer vazifeden alınan yüksek memurlar başka bir vazifeye tayin edilmemişlerse, biraz sıkıntılı bir mazuliyet devresi geçirirlerdi. İşte bu devrede yüksek devlet ricâline de bir yerin vergi gelirleri tahsis olunurdu. Bu gelirleri toplamak üzere oraya vekillerini gönderirlerdi.
Vezirler, vâliler de vazifeden alınıp daha düşük bir mevkideki bir vazifeye tayin edilebilirdi. Vazifeden alınıp sıradan bir vâliliğe tayin edilen sadrâzamlar; azledilip sıradan bir kâdılığa tayin edilen şeyhülislâmlar vardır. “Ben daha aşağı rütbeli memuriyete gitmem” diyen bir Osmanlı devlet adamı çıkmamıştır.

Devlet ricâli, ulemâ ve tımarlı sipahiler bakımından tekâüde (emekliye) sevk edilme ve bir tekâüd maaşı bağlamak usul idi. Yüksek rütbeli ulemâ, tekâüd maaşı mahiyetinde bazı uzak kazâlara tayin olunurdu. Bunlar rütbe ve yaşları itibariyle buraya gitmez; yerlerine vekil gönderirlerdi. Buna arpalık nâibi denirdi. Arpalık sözü, “Sizin gibi bir zâta maaş vermek bizim haddimiz değil; atınız için arpalık olsun” şeklinde bir inceliği gösterir. Nâib orada dâvâlara bakar; mahkeme harçlarını toplar; bunlardan kendisi için tahsis olunan mikdarı aldıktan sonra kalanını nâibi olduğu zâta gönderirdi.

Kapıkulu askerleri, ihtiyarladıkları zaman oturak adıyla bir tekâüd maaşı alırlar; öldükleri zaman vârisleri yoksa malları ocağın orta sandığına kalırdı. Bu sandık, askerlerin aidatları ile kurulmuş yardım sandığı idi. Tekâüd, zaten ka’de (oturuş) kelimesinden gelir. Taşradaki tımarlı sipahiler de sefere gidemeyecek hâle gelirse, yerine işe yarar oğulları veya kardeşleri tayin edilir; kendileri bir tımar meblağı ile tekâüde ayrılırdı.

Saraylarda çalışan haremağaları, maaşlarından ayırıp aidat ödeyerek kendi aralarında yardım sandığı teşkil etmişlerdi. Saltanat kaldırılıp saraylar dağıtılınca, bu sayede birbirlerine yardım etme imkânı buldular.

İhtiyarlık, hastalık veya sakatlık nedeniyle çalışamaz duruma gelmiş olan esnafa efrad-ı gayriâmile denir ve kendilerine esnaf loncasının teâvün (yardımlaşma) sandığından yardım edilirdi. Bu sandığına esnaf aidat öder; bunlar emin bir kimsenin elinde toplanıp nemâlandırılırdı. Umumiyetle esnafın oğlu esnaf, yeniçerinin oğlu yeniçeri, müderrisin oğlu müderris olur; babalarının işini devam ettirip kendisine bakardı. Cemiyet nizamı böyle kurulmuştu.

EMEKLİ SANDIĞI’NA DOĞRU

Tanzimat‘tan (1839) sonra devlet ricâli ve kâdıların kapı halkı devlet memuru sayıldı. Memurlara derecesine göre maaş bağlandı. Kusurları olmadıkça azledilmeme esası getirildi. Gayrimüslimlere de memur olma imkânı tanındı. Artan ihtiyaçlar sebebiyle memur kadrosu genişletildi.

Osmanlılarda devlete ait toprak kiralarını tımarlı sipahiler toplar, karşılığında asker beslerdi. Sultan Abdülmecid zamanında (1847) tımar kaldırıldı. Mevcut tımarlı sipahiler, yarım tımar geliriyle tekâüde sevk edildi. Bunlardan bir kısmı da atlı jandarma yapıldı. Zaten Tanzimat’tan sonra bütün memurlara tekâüd imkânı getirilmişti. Bu devirde ilmiye, askeriye ve mülkiye mensupları için ayrı ayrı tekâüd kanunları çıkarıldı. Bunlardan ilki 1866 yılında kurulmuş olan Askerî Tekâüd Sandığı idi. Bunu sivil memurlar için 1881 yılında kurulan Emekli Sandığı takip etti. Ardından muhtelif sanayi kollarında çalışan işçiler için ayrı tekâüd sandıkları kuruldu.

ZENGİNLER FAKİRDEN MESULDÜ

İslâmiyette tekâüd (emeklilik) mefhumu yoktur. Herkes çalışabildiği kadar çalışır. Zenginler, çalışmadıkları zaman kendi servetlerini yerler. Fakirler, sosyal güvenlik imkânlarından istifade ederler. Zaten fakirlere zekât, fıtra, adak, nafaka gibi temliklerde bulunmak zenginlere dinî ve hukukî bir vecibe olarak yüklenmiştir. İslâm cemiyetinde herkes birbirinden mesuldür. Zenginler de fakirlerden mesuldür. Klasik din kaynakları, “Bir şehirde açlıktan birisi ölse, bunu bilip de yardım etmeyen zenginler kâtil sayılır” der.