NÂMEŞRU NESNEYE EMR-İ SULTANÎ OLMAZ!

Günümüzde hükümetler diledikleri gibi hareket edebilirler. Hatta mecliste de çoğunluk teşkil ettiği için istedikleri kanunu çıkarabilirler. Anayasayı bile değiştirebilirler. Acaba Osmanlı padişahı da böyle miydi?
29 Nisan 2009 Çarşamba
29.04.2009

Günümüzde hükümetler diledikleri gibi hareket edebilirler. Hatta mecliste de çoğunluk teşkil ettiği için istedikleri kanunu çıkarabilirler. Anayasayı bile değiştirebilirler. Acaba Osmanlı padişahı da böyle miydi?

Eski hukukumuza göre, halkın hükümdara itaat etmesi şarttır. Bu ise adalete uymak şartına bağlıdır. Hükümdar, kendisi dışında konulmuş ve asla değiştiremeyeceği kaideler ile çepeçevre kuşatılmıştır. Bunların büyük bir kısmı şer’î prensiplerdir. Bir kısmı da geleneklerle önceki hükümdarların koyduğu kanunlardır. Sultan Fatih’in meşhur kanunnâmesinde, “Bu kanun, atam dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. Evlâdım, nesilden nesile bununla âmil olalar!” diye yazılıdır.

 

Sultana kim hükmeder?

Padişah, şartlar gerektirirse ve kendisinde de bu gücü hissederse, bu kanunları değiştirip yerine kendisi kanun koyabilirdi. Ama şer’î esasları değiştiremezdi. Kanun koyarken de keyfî davranamazdı. Geleneklere çok ehemmiyet verildiği bir devirde, padişahın bunlara aykırı davranması kolay değildi.

Padişahların, hukuka ve an'anelere uymak hususundaki hassasiyeti malumdur. Öyle ki Sultan Süleyman’a Kanunî unvanının verilme sebebi, yalnızca kanun yapması değil, kanunlara titizlikle riayet etmesiydi. Nitekim bu inceliği sezen bazı Avrupalılar, “Sultan Türklere; Mülteka da sultana hükmeder” demekten kendilerini alamamışlardır. Mülteka, şer'î hükümlerin yer aldığı ve Osmanlılarda çok tutulan bir fıkıh kitabıdır.


Ebussuud Efendi

Azat kâğıdı getir

1523 senesinde Divan’da görülen bir davada şahit icab etti. Sadrazam Makbul İbrahim Paşa şahit olmayı teklif ettiyse de, Rumeli kazaskeri Fenârîzade Muhyiddin Efendi, sadrazamın köle olduğunu ileri sürerek şahitliğini kabul etmedi. Şer’î hukukta kölenin şahitliği makbul değildir.

Bunun üzerine paşa, bunu aynı zamanda kayınbiraderi olan Kanunî Sultan Süleyman’a şikâyette bulundu. Padişah, kazaskerin muamelesinin hukukun gereği olduğunu söyledi ve eniştesini azatladı. Bu sefer de kazasker, paşanın tek taraflı beyanını kabul etmeyerek azat kâğıdı (ıtkname) getirmesini istedi. Paşa ertesi gün padişahtan azat kâğıdı getirince, şahitliği kabul olundu.

Kimseye vermem

Sultan II. Mahmud, bir teravih namazında kendi yaptırdığı Nusretiye Câmiine gitti. Namazı hünkâr müezzininin kıldırmasını istedi. Ancak câmi imamı, elinde padişahın verdiği namaz kıldırma beratı oldukça, mihrabı kimseye veremeyeceğini söyleyince padişah razı oldu. Sultan III. Mustafa, Mora ihtilâlinin bastırılmasında yararlık gösteren müderris Osman Efendi’yi iki rütbe birden yükselterek taltif etmek istedi. Şeyhülislâm Mirzazâde Said Efendi, kanuna muhalif olduğunu söyleyerek buna yanaşmadı.

 

Seni kanuna şikâyet ederiz

Adalet, Osmanlı Devleti’ni asırlarca ayakta tutan mühim bir esas olarak görülmüştür. Bu hissin zayıflaması da, devletin çöküşünün hem sebebi ve hem de neticesi olmuştur. Padişahlar bile, hukukun önünde boyun eğmişlerdir. Nitekim seferden dönerken, askerinin, ekinlerini çiğnediklerinden yakınan köylüye, Kanunî Sultan Süleyman; “Peki bizi kime şikâyet edersin?” diye latife edince, köylü; “Seni kanuna şikâyet ederiz, kanuna!” demiş; padişah da bu cevaptan çok memnun olmuştu. Osmanlılarda adalete verilen bu ehemmiyet, yakın ülkelerdeki halk arasında kendilerine büyük bir itibar kazandırdı. Hatta Hıristiyan Balkan halkları, kendilerine hüsnü kabul gösterdiler.

Kapitülasyonlarda ecnebilerin şahitliğinin mahkemelerde kabul edilmesine dair hükme şeyhülislâm Ebussuud Efendi “Nâ-meşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz!” [Hükümdar, hukuka aykırı bir şeyi emredemez] diyerek karşı çıkmış; bunu muhtemelen bazı cahil katiplerin sonradan metne eklediğini. İşte Ebussuud Efendi’ye dünya çapında bir hukukçu olarak itibar kazandıran da bu hassasiyettir. Misallerden de anlaşıldığı gibi, zannedilenin aksine, Osmanlı padişahı hiçbir zaman dediği dedik bir hükümdar olmamıştır. Gücü, son asırdaki Avrupa monarşilerindeki hükümdarlardan fazla değildi.