YAYA KALDIN TATAR AĞASI

Osmanlıları üç kıtada altı asır yaşatan âmillerden birisi de süratli ve muntazam bir haberleşme usulüne sahip oluşudur. Posta tatarları, imparatorluğun bir ucundan öteki ucuna yılmadan haber ulaştırır, yol boyu menzillerde at değiştirir; bulamazsa valinin ahırından bile at çekip alabilirdi.
30 Temmuz 2008 Çarşamba
30.07.2008

Osmanlıları üç kıtada altı asır yaşatan âmillerden birisi de süratli ve muntazam bir haberleşme usulüne sahip oluşudur. Posta tatarları, imparatorluğun bir ucundan öteki ucuna yılmadan haber ulaştırır, yol boyu menzillerde at değiştirir; bulamazsa valinin ahırından bile at çekip alabilirdi. 

Tarih boyu insanlar posta güvercinleri vasıtasıyla veya kaleden kaleye ateş yakıp duman çıkararak ya da ok atarak haberleşirdi. Osmanlılar da bunlardan istifade etmiştir. Ama şüphesiz ki resmî ulakların, yani posta tatarlarının haberleşmedeki rolü hepsinden önce gelirdi. “Yaya kaldın tatar ağası!”, “Tatarın gidişini beğenmedim!”, “Atı alan Üsküdar’ı geçti!” gibi sözler, bu devirlerden kalmadır.

Bedava yok!

Osmanlı Devleti zamanında, anayollar üzerine, derbend kalelerine benzer tarzda menziller yapılmıştı. Bunlar atlı veya yaya bir günlük yolun (takriben 35 km) sonunda kurulmuştur. Menzillerde vakıf hanları bulunurdu. Yolcular gece burada kalır; atları yemlenir; ertesi gün yollarına devam ederlerdi. Menzilde vakıf hanı yoksa, sivil şahıslar yaptırdıkları ve işlettikleri menzil karşılığında vergiden muaf tutulurlar; gerekirse tahsisat da alırlardı. Ordunun sefere çıkarken ihtiyaç duyduğu emtia da burada muhafaza olunurdu. Giderek menziller, çevre halkın mallarını ve mahsullerini getirip sattığı birer pazar yerine kavuştu. Sonra da bu menzillerde köy ve kasabalar teşekkül etti. Menzillerde devletin tayin ettiği ve vergi muafiyeti karşılığında çalışan menzil emini (menzilci), menzil kâhyası, ahır kâhyası, seyis, odacı, sürücü, aşçı gibi hizmetliler ile çevre halkından ücreti mukabilinde çalışan kimseler bulunurdu. Resmî ulakların aldıkları beygir ve iaşelerinin bedelini devlet öderdi.

Tatar ağaları ihtişamlı elbiseleriyle göz doldururdu.

At üzerinde uyku

Ordu sefere çıktığında, gerekirse bu menzillerde konaklardı. Bir yerden bir yere haber ve mektup götüren posta tatarları, atlarını bu menzillerde bekleyen atlarla değiştirip, süratle yollarına devam ederlerdi. At değiştirirken bile atlarından inmezlerdi. Gece gündüz at sürer; atın üzerinde yemek yer, atın üzerinde uyurlardı. Böylece imparatorluğun en uzak mesafelerine kısa bir müddet zarfında haber göndermek mümkün olurdu.

Tatarlar, menzilhânede at bulamadıkları zaman, vâlinin ahırından bile at çekip almaya salahiyetli idi. Selçuklular zamanından beri var olan bu usulü, Osmanlılar geliştirmiştir. Posta tatarları, Macaristan’dan İstanbul’a, buradan da Hind denizi sahillerine, Cezayir’e, Yemen’e haber ulaştıran, ordular arasına irtibat sağlayan mühim kimselerdi. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Ulak Yasaknâmesi çıkarılmıştır.

En iyi yol arkadaşı

Posta tatarı denilen ulaklar, namuslu, güvenilir, mukavemetli, çabuk gidip gelebilsinler diye de zayıf ve çevik kimselerden olurdu. İlk zamanlar Tatar asıllılardan seçildiği için bu adı aldığı söylenir. Tatarlar, at binmekte mahir bir halktır. İstanbul’da 300 tatar ve her vâlinin maiyetinde 50 vezir tatarı bulunurdu.

Tatarlar, tatârân ocağı adıyla teşkilatlanmıştı. Aralarında çok sıkı bir disiplin vardı. Reislerine baştatar veya tatar ağası denirdi. Ama itibarlı ve herkesin eli mahkûm kimseler olduğundan, halk arasında her birine tatar ağası diye hitab edilirdi.

Vezirler, valiler sefere çıktıklarında posta tatarları da onları takip ederdi. İçlerinden hoşsohbet olanları, yol boyu nükteli konuşup, tuhaf hikâyeler, fıkralar anlatarak serdarı ve yol arkadaşlarını eğlendirir; yol meşakkatini unuttururdu. Posta tatarıyla yolculuk, bulunmaz fırsattı. Bir de seyyahlara kılavuzluk eden tatarlar vardı. Bunların acelesi olmadığı için ufak çapta ticaret de yaparlar; evlerinde de daha fazla kalabilirlerdi.

Tanzimat devrinde tatar ağası

İki haftada Bağdad

Posta tatarları pratik ama haşmetli bir kıyafet giyer; kürklü gocukları da icabında giyinmek üzere yanlarında olurdu. Böylece değişik iklimlerde yolculuk yaparken sıhhatlerini korurlardı. Ayrıca başkasının taşıyamayacağı ağırlıkta bir kuşak; ağır tabanca ve yatağanlar; havlular; çevreler, mendiller, tütün kesesi, enfiye torbası ve saire ile adeta cephane ve levazım deposu gibiydiler. Tatarların, İstanbul’dan Edirne’ye 2 günde, Şam’a 12 günde, 2300 kilometre uzaklıktaki Bağdad’a 14 günde ulaştıkları vâki idi.

Dağları, ormanları, köprüsüz dereleri, yolsuz sahraları aşıp menzile ulaşmak büyük başarıdır. Yüz beygirlik bir yük ile Rumeli’den gelen tatar postalarını karşılamak, İstanbul için meraklı bir eğlence idi. Binlerce kişi heyecanla yolları doldurup, Tuna boylarından gelecek haberleri beklerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu üç kıtada altı asır yaşatan âmillerden birisi de böyle süratli ve muntazam bir haberleşme usulüne sahip oluşudur.

Evliya Çelebi 1656 senesinde hâmisi Melek Ahmed Paşa’nın haber ve mektuplarını Van’dan İstanbul’a götürüp getiren tatarlarla yaptığı seyahati tasvir eder. Van’dan sekiz süvari, kuzeye doğru, yoldaki menzillerde beygirleri değiştirerek ve oradaki vâlilerin mektuplarını da alarak Malazgird, Hınıs, Hasankale, Erzincan, Niksar, Lâdik, Merzifon, Osmancık, Tosya, İzmit ve Gebze üzerinden 13 günde İstanbul’a vâsıl olduklarını anlatır.

Tatarlara iyi maaş verilir; ayrıca taşıdıkları hususî mektup ve poliçelerden de yüzde alırlardı. Taşıdıkları zâyi olsa, ocak sandığı tarafından tazmin olunurdu. Ancak tatarlık zor bir meslekti. Evlerinde çok az kalırlar; çoğu çoluk çocuğunu arada bir görebilirlerdi. Hemen hepsi nevi şahsına münhasır insanlar idi. Cömertlikleri sebebiyle servet biriktiremezlerdi. Yaşadıkları meşakkatli hayat sebebiyle de erkenden çöküp göçerlerdi.

Postacılar uzun zaman bisikletlerle hizmet verdi.

Postaneler

XIX. asrın başlarında modern posta teşkilatı kurulmaya başlandı. Postalar, arabalarla devlet memuru postacılar tarafından taşınmaya başlandı. Menzilhâneler, postaneye dönüştürüldü. Tatar ağaları postacı olarak resmî kadroya alındı. Ülkede posta işleri hususî olduğu için, ecnebilerle ait postaneler de vardı. Bunlarla rekabet, resmî posta teşkilatının gelişmesini sağladı. O zamanlar posta ücretini gönderen öderdi. Posta, alıcıya postanede teslim olunurdu. Uzak köylere postayı müvezziler götürüp alıcıdan ayrıca ücret alırdı.

1863’te posta pulu kullanılmaya başlandı ve alıcıdan hiç ücret alınmaz oldu. Ancak resmî postanelerin sayısı mahdut idi. Çoğu yerde posta taşıma işini gayrıresmî postaneler ve tatar ağaları sürdürdü. Bunlar maaşlı değildi. Taşıdıkları yük, hatta pullu mektuplar için alıcıdan ücret alırdı. Posta, arabalarla, sonraları tren ve gemilerle taşınırdı. İstasyon ve liman postanesinden postayı tatarlar alıp, gideceği yere kadar götürürdü. Daha ötesi için gerekirse başta bir posta tatarı devreye girerdi.

Postaaa!

İki belde arasındaki posta nakliyatı görülmeye değerdi. Postayı alan tatar ağası, bir sürücü, yanında asayişin durumuna göre atlı jandarmalar ve posta taşımaya mahsus beygirlerle yola çıkardı. Yükler su geçirmez meşin, üstten atma kapaklı bavul şeklinde çantalar içindeydi. En önde sürücü, arkada yükler, en arkada tatar ağası ve zaptiyeler giderdi. Geçilen yerlerde tatarlar gür sesleriyle “Postaaa!” diye bağırarak postanın geldiğini halka haber verirdi. Meraklısı posta menzilinin önünde toplanırdı. Şam’dan güneydeki beldelerde posta hecin develeriyle naklolunurdu.

Tatar teşkilatı 1918 yılında kaldırıldı. Posta, yine tren, gemi ve arabalarla taşınırdı. Ancak istasyonlara gelen postayı uzak belde ve köylere sivil postacılar götürürdü. En çok fiyat kırana bu iş ihale edilirdi. Bu usul, cumhuriyetten sonra da epeyi devam etti. Çocukluğumda böyle postacı ve müvezzileri tanıdım. Meselâ -Allah rahmet eylesin- bir Mazhar Dayı vardı. Posta ihalesini hep o kazanırdı. Tren istasyonundan günlük postayı alır, yetmiş kilometre ötedeki tren uğramayan kasabaya götürürdü. Buradan da gönderilecek postaları alıp getirir; trene teslim ederdi. Kasabaya yaklaşınca, güya dolu dizgin gelmiş intibaını vermek için atını mahmuzladığı söylenirdi. Bu gelen postaları da atlı müvezziler köylere götürürdü. Köy muhtarı tesadüfen kasabaya gelmiş ise, nimet bilip köyünün postasını ona teslim ederlerdi. İki belde arasındaki mesafe uzaksa, iki beldenin postacıları orta yerde buluşup postayı yekdiğerine teslim ederdi.

Paşaya kelle

Posta tatarlarının, bir de ihzar, yani gerektiğinde bir kimseyi mahkeme veya bir devlet dairesinde hazır etmek vazifesi vardı. Hatta idam edilen şahısların kıl torbalar içindeki kellelerini posta tatarları at çatlatan bir süratle İstanbul’a veya vilâyet merkezine götürürdü. “Acelen ne? Paşaya kelle mi götürüyorsun?” sözü bundan kalmadır. 

Gödülmeye değer bir Türk şövalyesi

XIX. asır başlarında Anadolu’yu gezen İngiliz amirali Sir A. Slade anlatıyor: Posta tatarları çok yakışıklı, çevik kimselerdir. Üsküdar’dan yola çıkarken hayat, neşe, sıhhat ve hareketlilik numunesidir. Saçı sakalı itina ile aranmış; kılık kıyafeti yerindedir. Kalpağı hafif öne yatmış; ihtişamlı elbisesi, atının eğer takımları, belindeki gümüş kakmalı tabancaları, kehribar ağızlı çubuğu ile cidden görülmeye değer bir Türk şövalyesidir. Fakat kendisini bir de uzun yoldan dönüşte görmelidir. Onu, doğurup büyüten anası bile tanıyamaz. Yüzü sapsarı, yanmış ve çökmüştür. Saçı, sakalı toz toprak içindedir. Elbisesi çamurdan rengini kaybetmiştir. Atı durunca kendini yere zor atar. Ağrı ve sızı ile bitkin haldedir. Çubuğunu yakmaya mecali kalmamıştır. Ata tekrar yardımla binebilir.