HÂNEDAN VE KUREYŞ

Son asırda İngilizler, Osmanlıların Kureyş’ten olmadığı, dolayısıyla meşru halife sayılmadığı propagandasına girişti. Arap ulemâsı buna direndi. Hatta Osmanlıların Kureyş’ten geldiğini ispatlamaya çalıştı. Haksız da değillerdi...
6 Ocak 2010 Çarşamba
6.01.2010

Türk Tarih Kurumu’nun 30’lu yıllarda yaptığı kongrede verilen bir tebliğde Hazret-i Peygamber’in Türk olduğu ispatlanmaya çalışılıyordu. Kureyş, “köpek balığı” demekmiş. Köpek ile kurt aynı soydanmış. Kurt da Türklerin totemiymiş vs. Ancak mevzumuzun bununla alâkası yok. Kaynaklarda halifelik için zikredilen şartlardan birisi de Kureyş kabilesinden olmaktır. Bu “İmamlar Kureyştendir” hadîsiyle sâbittir. Dört halife ile Emevî ve Abbasîler Kureyş’tendir. Gerçi Sadru’ş-Şeri’a Sânî (Hanefî), Ebû Bekr Bakıllânî (Şâfiî), İbni Haldun (Mâlikî) gibi âlimler, zamanlarında artık bunun şart olmadığını söyler. Bu ulemâ, yukarıdaki hadîsi, Kureyş’in asabiyeti ile izah eder. Yani o zaman için en şerefli ve güçlü kabilenin Kureyş sayıldığını, Arapların bundan başkasına itaat etmeyeceğini, halka söz geçirmeye de ancak Kureyş’in muktedir olduğunu söyler. Bazıları bu prensibi, halifeliğe lâyık kimseler arasında Kureyşli de varsa, onun öne alınması şeklinde anlar. Bazıları ise bu prensibin sadece Hulefâ-yı Râşidîn için söz konusu olduğunu söyler. Bazıları da namaz imamlığında buna bakılır der. Nitekim Hazret-i Peygamber “Başınızda Habeşli bir köle bile olsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz” buyurmuştur.

Osmanlı hanedanının büyükdedesi Mevlana Hazretleri’nin Konya’daki türbesi

Arap uleması seferber oluyor

Bu prensip, XIX. asır sonlarında, Osmanlı halifeliğini gayri meşru ilân ederek, halifenin dünya Müslümanları üzerindeki nüfuzunu yok etmek isteyen emperyalistler tarafından propaganda maksadıyla sıkça gündeme getirilmiştir. Bilhassa İngilizler, kavmiyetçi bazı Arap gazetecilere para vererek, bu mealde yazılar yazdırmış, broşürler bastırmıştır.

Buna mukabil ulemâ, halifelik için Kureyşîliğin şart olmadığını beyan etmiş; hatta Arap ulemâsından Osmanlı hânedanının Ehl-i beyt-i nebevîden olduğunu, dolayısıyla Kureyşîliğini savunan zâtlar çıkmıştır. Daha Sultan IV. Mehmed devrinde, Mısır’da Şeyh İbrâhim bin Âmir el-Ubeydî el-Mâlikî‘nin yazdığı, Kitabü Kalâidi’l-Ikyân fî Mefâhiri Devleti Âli Osman, isimli eser buna bir misaldir. İbni Iyas, Makrizî gibi bazı eski tarihçilere dayanarak Osmanlı hânedanının Kureyşîliğini iddia eden bu kitap, emperyalist propagandanın zirveye ulaştığı yıllarda, 1899 tarihinde Mısır’daki Şemsü’l-hakîka gazetesi sahipleri tarafından Kâhire‘de bastırılmıştır.

1886’da vefat eden Mekke-i mükerreme Şâfiî müftüsü Seyyid Ahmed bin Zeynî Dahlân da tarihçi Sincârî ve Osmanlı tarihçilerinden Bahîrullah efendiyi kaynak göstererek aynı iddiayı tekrarlar. 1888 senesinde Kâhire‘de basılan ed-Devletü’l-Osmâniyye mine’l-Fütûhâti’l-İslâmiyye kitabının 109-110. sayfalarında hânedanın atasının Hazret-i Osman soyundan gelip, fitne devrinde Türkler arasına sığınarak kurtulan ve Kayı aşiretinin başına geçirilen bir genç olduğunu söyler.

Fadl Alevî Paşa‘nın Sultan II. Abdülhamid‘e takdim ettiği 1895 baskılı Füyüzât-ı İlâhiyye ve Envâr-ı Nebeviyye adlı eseri ile Musul ulemâsından Seyyid Habib el-Ubeydî Efendi’nin 1915‘te yazıp İstanbul’da bastırdığı Hablü’l-İ’tisâm ve Vücûbü’l-Hilâfeti fî Dîni’l-İslâm adlı kitabı da Osmanlı halifeliğinin meşruluğunu müdâfaa eden kitaplardandır. Arap tarikatları arasında Osmanlı hanedanının Hazreti Hüseyn’in Kerbelâ’dan kurtulan bir yavrusundan türediğini söyleyenler vardı.

Bazı kesimlerce yıllardır tekrarlanan, Arapların Osmanlı hâkimiyetinden memnun olmadıkları yönündeki sloganların, hakikate ne kadar uyduğu buradan da anlaşılmaktadır. Nitekim hâdisenin vahâmetini ilk idrak eden ve Avrupalı emperyalistlerin Osmanlı halifeliği aleyhindeki faaliyetleri karşısına hemen dikilen Arap ulemâsı olmuştur.

Osmanlıların Kureyşli ataları

Tarih kaynaklarına bakılırsa bu iddia pek de mesnedsiz değildir. Osman Gâzi’nin kayınpederi Şeyh Ebebâli‘nin Haleb’den Karaman’a, buradan da Bilecik’e gelmiş bir seyyid ailesinden olduğu söylenir. Erken devir tarihçilerinden Enverî, Osmanlı hanedanının Hüseynî olduğunu söyler. Bu bir yana, Çelebi Sultan Mehmed‘in annesi Devlet Hatun‘un Kureyş aslından olduğu bir gerçektir. 1375’de geleceğin Yıldırım Sultan Bayezid’i ile evlenmişti. Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın kızı olup, annesi Mutahhara Hatun, Mevlânâ Celâleddin Rumî‘nin oğlu Sultan Veled’in kızı idi. İşte Sultan I. Mehmed ve kardeşlerinin çelebi diye anılması buradan gelmektedir. Çünkü Mevlânâ soyundan gelenlere böyle denir.

Mevlânâ Celâleddin Rumî, Hazret-i Ebu Bekr‘in 12. torunudur. Ayrıca anne ve nine cihetlerinden soyu, İbrahim bin Edhem yoluyla Hazret-i Ömer‘e; İmam Serahsî yoluyla Hazret-i Fâtıma‘ya, böylece Hazret-i Peygamber’e ulaşır. Kerderî ve Hassâf gibi Hanefî ulemâsı, Hazret-i İsa’nın, Kur’an-ı kerîmde Hazret-i Nuh ve Hazret-i Yakub’a nisbet edildiğine bakarak, nesebin anne tarafından da yürüyeceğini söyler. Hazret-i Peygamber, “Bir kavmin kız kardeşlerinin oğlu, onlardandır” buyurur. Hazret-i Peygamber’in soyu da, kızı Hazret-i Fâtıma’dan devam etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı hânedanı bu yoldan Kureyş kabilesine mensup sayılmaktadır.

Buna rağmen, hilâfet için Kureyşîlik şart olmadığı için, tarih boyunca Osmanlılar, bu hususiyeti öne çıkarma ihtiyacı duymamıştır. Kureyş’ten olmasa bile, Osmanlıların millete Kureyşli olan hükümdarlardan çok daha faydalı olduğu ortadadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 60 sene evvel Şam’da vefat eden keşifleriyle tanınmış meşhur Muhyiddin Arabî‘nin, “İnne aslaha’d-düveli ba’de’s-sahâbe ed-Devletü’l-Osmaniyye fe lâ inkırâza li-devletihi hatta zuhûri'l-hatmi ve’l-kıyâm” (Hazreti Peygamber ve sahabeden sonra en salih devlet Osmanlı Devleti’dir ve kıyametin zuhuruna kadar yıkılmaz) sözü meşhurdur.

 Hangi Devlet Hatun?

Bazı modern tarihçiler, Çelebi Sultan Mehmed‘in, Sultan Bayezid’in aynı isimdeki bir câriyesinden doğduğunu; birinci Devlet Hatun’un ise İsa, Mustafa ve Musa Çelebilerin annesi olduğunu söyler. Buna da bir vakıf kitâbesinde, Çelebi Sultan Mehmed’in annesinin Devlet binti Abdillah şeklinde zikredilmesini delil verir.

Halbuki bütün Osmanlı kronikleri, Çelebi Sultan Mehmed’in annesinin Germiyan âilesinden olduğunu; Germiyanoğlu Yakub Bey‘in Çelebi Sultan Mehmed’in dayısı olduğunu bildiriyor. Arşiv vesikaları da bunu doğrular mahiyettedir. Ayrıca çelebi unvanının da bu padişaha Mevlânâ soyundan geldiği için verildiği çok açıktır. Hem bir padişahın iki hanımının Devlet gibi yaygın olmayan aynı ismi taşıması uzak bir ihtimaldir. Üstelik ne tesadüftür ki, her iki hanım da aynı tarihte (1414) ve aynı yerde (Bursa’da) vefat etmiştir.

Köle, câriye, lakît (buluntu) ve muhtedilerde (yeni Müslüman olanlarda) baba adı olarak Abdullah ve benzeri isimlerin kullanıldığı bir gerçektir. Ancak baba adı her Abdullah olana, köle ve câriye hükmü verilemez. Hayrat eserlerinde bilhassa kadınların babalarının adı yerinde tevâzu gereği Allah’ın kulu mânâsına gelen Abdullah isminin kullanılması gelenektir. Devlet Hatun bir Osmanlı padişahının zevcesi ve bir başkasının da annesi idi. Başka bir beylik hânedanından olan babasının ismini ön plana çıkarmaması, benzeri çok eskilerde kalmış, ayrı bir incelik örneği olarak görülmelidir.