YARGI REFORMUNU OSMANLI DA YAPMIŞTI

Giderek işlemez hâle gelen asırlık müesseseler Tanzimat devrinde ıslah edilmeye çalışılmıştır. Kelime olarak Tanzimat, zaten kanunlaştırma ve yargı reformunu ifade eder.
10 Mart 2010 Çarşamba
10.03.2010

Hazret-i Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünü kendisine kâide edindiği için, Osmanlılar adaletin tecellisine çok ehemmiyet verirdi. Mülk burada hem devlet, hem de mülkiyeti ifade eder. Bu bakımdan adliye teşkilatı, klasik zamanlarda devletin en iyi işleyen uzvu olmuştur. İyi yetişmiş hâkimler, süratli muhakeme ile adaleti tevziye çalışmıştır. Ancak her devrin hükmü bir değildir. Devletin malî bakımdan zayıflaması, askerî, siyasî ve adlî zaafı da beraberinde getirdi. Devletin esasını teşkil eden adalet sistemi bozulunca, başka unsurların ne halde olduğu pek de mühim değildir. 19. asra gelindiğinde çözülme artık su yüzüne çıkmıştı. Bunun önüne geçmek için hukuk sistemi ve adliyede çok mühim ıslahatlar yapıldı. Bu değişim, imparatorluğun sonuna kadar devam etti. Nitekim Osmanlılarda hâkim olan telâkkiye göre, hayatın kanunu inkılâp (değişme) değil, nizam (düzen); ideal olan da evrim değil, dengedir.

Adliye ıslahatına sebep?

XVII.asırdan itibaren geliri düşük, dedikodusu bol olan kâdılık vazifesi tercih edilmez oldu. Bu sebeple mahkemeler hukukî ehliyet ve ahlakî meziyetçe pek de yüksek olmayan kâdı vekilleri elinde kaldı. Hediye ile rüşvetin arasının çok iyi ayrılamaması suiistimallere yol açtı. Mahallî güçler, adliyeye nüfuz etmeye kalkıştı.

Sanâyi inkılâbını takiben dış ticaret gelişti. Pek çok Avrupalı tüccar Osmanlı ülkesine gelip gitmeye, hatta yerleşmeye başladı. Bunlar hukukî ihtilaflarını, bu sahadaki baş döndürücü gelişmeyi hâliyle takip edemeyen ve dolayısıyla ticarî örfleri pek bilemeyen kâdı mahkemelerine götürmek yerine; tüccar hakemlere havâle ediyordu. Bundan da Müslümanlar zarar görüyordu. Devlet, bu işi düzene sokmak istedi.

Avrupa devletleri, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimleri himâye bahanesiyle müdahalelerde bulunmaya başlamıştı. Bunların kışkırtmalarından çekinen Bâbıâli, gayrimüslimlerin de memuriyete alınmasına izin vererek, bunların da katılabilecekleri yeni mahkemeler kurmayı düşündü.

Bu gibi sebeplerle adliye reformuna kalkışan hükümet, hem merkezî idareyi güçlendirmeyi, hem de iç ve dış meseleleri çözmeyi maksat edindi. Bunu yaparken de şer’î hukuka uygun davranmayı ihmal etmedi. Bütün icraat, şeyhülislâmlığa arz edilerek buradan gelen teklif ve tavsiyelere uymaya itina olunmuş; ıslahatla vazifeli meclislerde birer müftü bulundurulmuştur. Bu devirde adlî ıslahatın mimarının Ahmed Cevdet Paşa gibi itibarlı bir âlim oluşu da teminat teşkil etmiştir. Hukuk ve adliye ıslahatı yapılırken dengeler fevkalâde gözetilmiş; halk ve ulemânın reaksiyonuna sebebiyet vermekten kaçınılmıştır. Bu sebeple Tanzimat devrine bir düalite (ikicilik) hâkim olmuştur. Medrese yanında mektep, şer’iyye mahkemeleri yanında da nizâmiyye mahkemeleri varlığını sürdürmüştür. Siyasî ve sosyal hayatımızda düalite hep var olagelmiştir.

Fransa numunesi

Adlî ıslahat yapılırken kadı mahkemeleri muhafaza edildi. Ancak vazifeleri şahıs, aile, miras, vakıf ve kısas ile sınırlandırıldı. Öteden beri mahkeme hâsılâtıyla çalışan kadılara maaş bağlandı. Suç işlemedikçe azledilmeyecekleri esası getirildi. Kadı mahkemelerinin yanında Fransa örneğine göre yeni mahkemeler kuruldu. Ceza, ticaret, toprak davalarına bakmak bunlara verildi. Nizamiye Mahkemesi denilen bu yeni mahkemelere ehil hâkim olmadığı için kadılar riyaset ederdi. Ayrıca halktan seçilmiş biri Müslüman, diğeri gayrimüslim iki âzâsı vardı. Sulh, bidayet ve istinaf derecelerinin en üstünde temyiz mahkemesi olarak Divan-ı Ahkâm-ı Adliye vardı ki Cumhuriyetten sonra Yargıtay adını aldı. Ticaret, idare ve askerî mahkemeler de bu devrin mahsulüdür. Kadı ve hâkim yetiştirmek üzere hukuk fakülteleri kuruldu.

Bu ıslahatın modeli Avrupa olmuştur. Avrupa sistemi iyi olduğu için değil, öncelikle güçlü olduğu için örnek alınmıştır. Tanzimat ricâli, o devirde liberal mutlak monarşinin hâkim olduğu Fransa’nın idare tarzını, Osmanlı bünyesine uygun, ideal bir sistem olarak görmüştür. Tanzimat ıslahatının hepsinde olduğu gibi, adliyede de kültür bakımından o zamanlar Avrupa’nın en gözde ülkesi Fransa’dan ilham alınmıştır.

Bunda, bu ülkeyle eskiden beri süregelen dostâne münâsebetlerin yanında; Osmanlı reformcularının Fransa’da tahsil görerek bu ülkenin kültürünü benimsemeleri; Fransa’nın büyük ihtilâlden bu yana dünyaya kültür ihracı iddiasında bulunması; ayrıca Fransa adliyesinin İngiltere, Avusturya ve Rusya’daki adlî sisteme göre örnek alınmaya daha elverişli görülmesi de tesirli olmuştur. Bu devirde neşrolunan mevzuatın büyük ekseriyeti Fransa’dan iktibas edilmiştir. Yeni kurulan mektepler ve vilâyet teşkilatında da aynı şey bahis mevzuudur. Bunlar yapılırken şer’î prensiplerle ters düşmemeye itina olunmuştur. Bu sistem cumhuriyetten sonra aynen muhafaza edildi; ancak şeriatin sembolü olan kadı mahkemeleri ve medreseler kaldırıldı.

Bünye

Gelin görün ki Fransa’da iyi yürüyen sistem, Osmanlı bünyesine uymadı. Geniş topraklar üzerinde vasıflı hâkim sayısı hiçbir zaman istenen seviyeye gelemedi ve adliye eskisinden de problemli hâle düştü. Osmanlı adlî sistemi yüz yıl öncesine ait bir modelin taklidinden öteye geçemedi. Fransa gibi kültür ihracı politikası izlemediği ve esasen Osmanlı ülkesinde de iyi tanınmadığı için İngiltere taklide değer bulunmamıştı. Halbuki hiç değilse hukukî ve adlî yapısı Osmanlı Devleti’ne daha çok benzeyen bu ülke örnek alınsaydı, ıslahattan daha çok fayda elde edilebilirdi. Bizde siyaset ve cemiyetteki problemlerin kaynağı, her şeyin ucunun Fransa’ya dayanmasındadır. Meşrutiyet sadrâzamı ve İslâmcılık cereyanının liderlerinden Said Halim Paşa 1919 yılında şu itiraflarda bulunuyor: “Adalet sistemimizi ıslâh etmek için Fransa adalet sistemini esas aldık.

Fransız cemiyeti, bizimkine aslâ benzemeyen, aslı ve menşei, ruh hâli, âdetleri ve gelenekleri, irfanı ve medeniyet seviyesi ile bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok ve çeşitli bulunan bir cemiyetti. Fransız adalet sistemi mükemmel oluşu ile bizi cezbetti. Bu da, bizce kabul olunması için kâfi görüldü. Halbuki kimse, Fransa’ya hiçbir şekilde benzemeyen bizimki gibi bir memleket için bu sistemin uygun olup olmadığını düşünmedi. Bu tarzda icrâ eylediğimiz adliye ıslâhatının da bunca seneler çalıştıktan sonra mâlûm şekilde ve hiç derecesinde neticeler vermesi şaşılacak bir şey değildir. Bu yeni kurulan mahkemeler, Fransız mahkemelerinden üstünkörü alınmış olduklarından, getirildikleri muhit ile hiç alakası yoktu. Memleketimize Fransa’nın kendisi kadar yabancı idiler”.

O halde, yargı reformu kaçınılmaz ise, herhangi bir devletin numune alınmasının veya millî karakterde olmasının esasen pek ehemmiyeti yoktur. Mesele tamamen pragmatiktir. Hele reformcuların bu işi kerhen yaptıkları düşünülürse...