DÜNYA MÜSAMAHANIN NE OLDUĞUNU SULTAN FATİH'TEN ÖĞRENDİ

Fatih Sultan Mehmed Han, saltanatı boyunca müsamahanın en güzel numunesini göstermişti
27 Mayıs 2009 Çarşamba
27.05.2009

Sultan Fatih, tarihçiler tarafından yalnızca Türk tarihinin değil, İslâm hatta, dünya tarihinin en büyük devlet adamlarından biri kabul edilir. Askerlikte ve siyasette, ilim ve kültürde, sanat ve edebiyattaki derinliğiyle, benzeri bugün bile çok azdır. Böylece Rönesans hükümdarlarının modeli olarak gösterilmiştir. Osmanlı Devleti’ni, gerek toprak ve gerekse teşkilat bakımından imparatorluk hâline getiren, O’dur.

  Sultan Fatih ile Patrik Gennadios’u tasvir eden bu resim bugün Fener Patrikhanesi'nin girişinde asılıdır.

Hoşgörü mü? Müsamaha mı?

Osmanlılar, bir memleketi fethedince, bu memleket halkı, Osmanlı vatandaşı sayılırdı. Osmanlı hâkimiyetini tanıdığına ve hukukuna riâyet edeceğine dair söz vererek önceki hayatını devam ettirirdi. Osmanlı Devleti de, zimmî denilen bu gayrımüslim vatandaşların canını, malını ve din hürriyetini teminat altına alırdı. Kanun önünde Müslüman vatandaş ile gayrımüslim vatandaş arasında bir fark yoktu. Bu husus, devletin veya hükümdarın gayrımüslim teb’aya bir ihsanı vasfında olmadığı gibi; milletlerarası bir anlaşmanın gereği de değildi. Şer’î hukuka dayanan bir iç hukuk düzenlemesi idi. Bu bakımdan hiçbir hükûmet, bunu sınırlandıramaz veya kaldıramaz; gayrımüslimler de bu haklarından vazgeçemezdi.

Osmanlı ülkesindeki gayrımüslimler azınlık değil, vatandaştır. Azınlık (ekalliyet) mefhumunun bize girişi XX. asırda ulus devlet telâkkisiyle olmuştur. Çünki modern dünyada azınlık çoğunlukla çatışır. Halbuki Osmanlılarda her millet, kendi kompartmanında yaşar; çalışma, yükselme faaliyetleri ve sosyal mobilite kendi kompartmanında yürür. Meselâ Ermeni bir gencin ideali, kendi milleti içindeki yönetici sınıfa girmektir. Kompartmanlar arasında geçiş ancak o dine giriş ile olur.

Farklı millet mensuplarının, birbiriyle evlenmesi düşünülemez; aynı mahallede yaşaması nâdirdir; münasebetleri sınırlıdır. Dolayısıyla aralarında çatışma, didişme, kimlik isbatı, asimilasyon gibi problemler doğmaz. Doğarsa, hükûmet bunu önler. “Osmanlı Barışı“ böyle sağlanmıştır. Bunun adı hoşgörü değil, tesâmuhtur. Hoşgörüde tahammül etmek mânâsı olduğundan bir hafiflik vardır. Tesâmuh (müsâmaha) ise, toleranstaki iyi niyetli bir sabrı ifade etmeye daha elverişlidir.

Bu ne cür'et?

İstanbul’u fethettiğinde, gayrımüslimleri müslüman olmak veya şehri terketmek tercihiyle karşı karşıya bırakması teklifinde bulunanlara Fatih Sultan Mehmed’in verdiği tarihî bir cevap vardır: “Din-i mübîn-i İslâmı, Şâri teâlâdan daha ziyade himâyeye kalkışmak ne cüretkârlıktır” (Yani dinin sahibi olan Allah dururken, İslâmiyet’i korumak size mi düştü? Halbuki O, bunu istememiştir.)

Buna benzer bir hadise de Balkanlarda yaşanmıştır. Sultan Fatih’in, Rumeli’deki fetihleri Sırp hududuna dayanınca, Ortodoks mezhebindeki Sırpların kralı Brankoviç, Katolik Macarlar ile Osmanlılar arasında kaldı. Bir elçi Sultan Fatih’e, bir elçi de Macar kralı Hunyad Yanoş‘a gönderdi. Sırbistan, idarelerine terk edilirse, Sırp halkının dinlerine ne gibi muamele edeceklerini sordurdu. Macar kralı, bütün Ortodoks kiliselerini yıktırıp, yerine Katolik kiliseleri yaptıracağını söyledi. Sultan Fatih’in cevabı, her zamanki gibi emsalsizdi: “Her câminin yanı başında bir kilise inşa olunup, herkesin kendi dinine göre ibâdette bulunmasına müsaade ederim”. Böylece Sırbistan, Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.

 Ayakta karşılanan patrik

Osmanlılar İstanbul’u kuşattığında, Ortodoks halk, Katoliklerle birleşmek hususunda ikiye ayrılmıştı. Patrik II. Athanasios, buna karşı çıktığı için azledildiğinden makamı boştu. Bizans başvekili Notaras, “İstanbul’da kardinal külâhı (yani Katolik hâkimiyeti) görmektense, Türk sarığını (Müslüman hâkimiyetini) tercih ederim” diyordu.

Sultan Fatih, Gennadios adında birleşme aleyhtarı münzevi bir papazı, hayat boyu Ekümenik Patrik (bütün Ortodoksların patriği) tayin edip kendisine vezir rütbesiyle protokolde yer verdi. Vazife tevdii esnâsında, Bizans’tan kalma an’anevî merâsimler tatbik olundu. Padişah, patriği ayakta karşılayıp uğurladı. Kendisine asâ ve has ahırdan at hediye edildi.

Bu sebeple Sultan Fatih, ekseri tarihçilerce Patrikhânenin ikinci kurucusu ve Doğu Roma İmparatoru olarak görülür. Çünki imparator, patriği tayine salâhiyetli tek makamdır. Artık imparatorun yerini padişah almıştı. Böylece Rusya dışındaki bütün Ortodokslar yeniden İstanbul Patriği’nin nüfuzu altına girmiş oldu.

Önceleri Draman semtinde bulunan patriklik, 1587’de Fener’e taşındı. O zamandan beri Fener Patrikhânesi diye anıldı. Sultan Fatih’in patrikhâneyi himayesi, Osmanlılara Hıristiyan dünyasında büyük siyasî ve sosyal avantajlar sağladı. Bugün bile Amerika’nın Moskova patriğine karşı Fener patriğine teveccühünün arkasında bu politika yatar.

Kanunsuz ceza yok!

Şia’nın aşırılarından olup, Kur’an-ı kerimin bâtınî (gizli) bir manası olduğunu; bu mânâyı Kur’an harflerindeki bazı şifrelerle ancak kendilerinin anladığını söyleyen ve Allah’ın Hazret-i Ali şeklinde göründüğüne inanan Hurûfîler, öteden beri Anadolu’da faaliyet göstermekteydi. Sultan Fatih, faaliyet ve inançları İslâmiyete açıkça aykırı olan bu grubu hemen cezalandırmak yerine, sarayda zamanın büyük âlimlerinden Fahreddin Acemî reisliğinde bir ilmî meclis topladı. Hurûfî ileri gelenleri bu meclise davet edildi.

Fahreddin Acemî bunların söylediklerini ilmî bakımdan bir bir çürütünce, Sultan Fatih hepsinin cezalandırılmasını emretti. Keyfîlikten uzak ve hukuka bağlılık timsali bu hareketiyle de Hurûfîliğin yayılmasını önleyerek hem milletin birliği hem de dinin selâmeti için mühim bir hizmette bulunmuş oldu. Bugün bazıları, bu tavrı sebebiyle padişahı Hurûfî, hatta Hıristiyan sempatizanlığı ile itham ederler ki gülünçtür.